87-A'LA: 
    
  Sûresi'ni 
    çok severdi." Ebu Ubeyd'in, Ebu Temim tarafından rivayet edildiğini tesbit 
    ettiği bir hadiste de, Resulullah (s.a.v.) buna "Allah'ı tesbihi anlatan sûrelerin 
    en faziletlisi." adını vermişti. 
  Ebu Dâvud, 
    Tirmizî, Nesâî, İbnü Mâce, Hakim ve Beyhakî Hz. Aişe'nin şöyle rivayet ettiğini 
    tesbit etmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.v.) vitir namazının birinci rekatında 
    , ikincide , üçüncüde İhlas ve Muavizeteyn sûrelerini okurdu." Tirmizî'nin 
    dışında yine bunların Übeyy b. Ka'b'tan rivayetlerinde Muavvizeteyn yoktur. 
    
  İbnü Ebi Şeybe, 
    İmam Ahmed, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî ve İbnü Mâce Nu'man b. Beşir'in 
    şöyle rivayet ettiğini tesbit etmişlerdir: "Resululah (s.a.v.) bayram namazlarında 
    ve cuma günü ve sûrelerini okurdu. Eğer cumaya rastgelirse ikisini de okurdu." 
    
  Taberanî, 
    Abdullah b. Hâris'in şöyle rivayet ettiğini yazar: "Resulullah (s.a.v.)'ın 
    kıldığı son namaz akşamdır. Birinci rekatta yı, ikincide u okudu." demiştir. 
    
  Târık Sûresi'nin 
    sonu, kâfirlerin tuzaklarına karşı ilâhî emir ile Resulullah (s.a.v.)'ın ilerde 
    galip geleceği vaadini kapsıyordu. Bu sûrede "Seni en kolaya muvaffak kılacağız." 
    ile onu açıklığa kavuşturmak ve gerçekleşeceğini vurgulamak üzere öncelikle 
    Rabbinin "Â'lâ" (en yüce) ismiyle garanti vererek şükür vazifesinin yerine 
    getirilmesinin akışı içersinde onu tesbih etmeye davet için "Rabbinin yüce 
    adını tesbih et." diye başlayacak ve bunun bayram yapılmaya değer bir müjde 
    olduğuna işaretle beraber, ahiretin daha hayırlı ve daha kalıcı olduğunu ve 
    dolayısıyla gerçek bayramın asıl o vakit olacağını anlatacaktır. 
  Âyetleri : 
    İhtilafsız ondokuzdur.
   Fâsılası 
    : Yalnız harfidir. 
  Meâl-i Şerifi
   1- Rabbinin 
    yüce adını tesbih et.
   2- Yaratıp 
    düzene koyan O'dur. 
  3- Takdir 
    edip hidayeti gösteren O'dur. 
  4- Otlağı 
    çıkaran, 
  5- Sonra da 
    onu karamsı bir sel köpüğü haline getiren O'dur. 
  6- Bundan 
    böyle sana Kur'ân'ı okutacağız da unutmayacaksın. 
  7- Yalnız 
    Allah'ın dilediği başkadır. Çünkü o açığı da bilir, gizliyi de. 
  8- Seni en 
    kolay yola muvaffak kılacağız. 
  9- Onun için 
    öğüt ver, eğer öğüt fayda verirse. 
  10- Saygısı 
    olan öğüt alacaktır. 
  11- Pek bedbaht 
    olan da ondan kaçınacaktır. 
  12- O ki, 
    en büyük ateşe girecektir. 
  13- Sonra 
    ne ölecek onda, ne de hayat bulacaktır. 
  14- Doğrusu 
    felaha ermiştir, temizlenen, 
  15- Rabbinin 
    adını anıp namaz kılan. 
  16- Fakat 
    siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. 
  17- Oysa ahiret 
    daha hayırlı ve daha kalıcıdır. 
  18- Kuşkusuz 
    bu ilk sahifelerde vardır, 
  19- İbrahim 
    ve Musa'nın sahifelerinde. 
  Rabbinin yüce 
    ismini tesbih ederek onu noksan sıfatlardan uzak tut. Yani seni yetiştiren 
    ve kâfirlerin tuzaklarını başlarına geçirecek olan Rabb'ın zatında her şeyden 
    üstün, hepsinden yüksek ve yüce olduğu gibi, onun sıfat ve isimleri de bütün 
    sıfatların, kendilerine isim oldukları varlıkları tanıtan isimlerin en yükseği, 
    en ulusudur. 
  Allah'ın güzel 
    isimlerinden birisi de el-A'lâ ismidir. Onun için sen O'nun bütün isimlerini 
    O'na layık olmayacak eksikliklerden tezih edip uzak tutarak O'nu tesbih et. 
    Dolayısıyla O'nun zat ve sıfat olarak kendisine özgü olan Allah, Rahman, Hallâk, 
    Rezzâk, Âlimu'l-gayb, Ekber ve Â'lâ gibi isimleri başkasına vermek caiz olmayacağı 
    gibi, onun fiil ve sıfatlarını anlatmak için söylenen isimleri de sade lugatte 
    konuldukları ve diğer eşya için de verilmesi uygun olan mânâlarla değil, onun 
    yüce şanına layık olmayacak noksan izlerden soyutlayıp uzak tutarak, "Hiçbir 
    şeye benzemeyen." (Şûrâ, 42/11) yüce zatına yaraşan şer'î bir mânâ ile düşünmek 
    ve değersizliği ve küçümsemeyi hissettirecek hal ve durumlardan koruyup saygı 
    ve hürmetle anmak gerekir. Bundan dolayı hile, tuzak, intikam gibi ilâhî fiiller 
    için söylenen isimler dahi Allah hakkında eksiklik lekelerinden uzak tutularak 
    yüksek bir mânâda düşünülmelidir.
   Kuşku yok 
    ki önceki sûrenin sonunda "Onlar hile kuruyorlar. Ben de hilelerine karşılık 
    vereceğim. Onun için sen kâfirlere mühlet ver. Onlara az bir zaman tanı."(Târık, 
    86/15-17) buyrulması, bunun hemen peşinden burada "Rabb" isminin yüce olduğunun 
    hatırlatılması, onun tuzaklarına karşılık kâfirlere mühlet vermesinde yücelik 
    ve üstünlüğüyle peygambere olan vaadin gerçekleşip neticeleneceğine dair bir 
    garanti vermedir.
   Böyle Rabbinin 
    en yüce ismini tesbih etmekle emir O'na karşı şükran vazifesine davettir. 
    Şunu da unutmamak gerekir ki bir ismi noksanlıklardan uzak tutmak, o ismin 
    sahibini noksanlıklardan daha çok uzak tutmak demektir. Çünkü bir ismin sahibinin 
    yücelik ve kutsiliği, ismin yüceliği ve nezihliği ile ifade olunur. Bundan 
    dolayı burada bazıları besmelede geçtiği üzere "Seneye... Sonra Selam ismi 
    sizin üzerinize olsun." mısrasında olduğu gibi "isim" lafzı mukham (kaynaştırma 
    için fazladan zikredilmiş. Yani beyitte geçen "selam ismi"nden maksat "selam"dır 
    demiş, bazıları da isimden maksat ismin sahibidir demiştir. Bir kısım âlimler 
    de, "isim ile ismin sahibi aynıdır" demiş iseler de hepsinin maksadı, ismin 
    tenzih edilmesinden ismin sahibinin tenzih edilmesi lazım geleceğini ve asıl 
    maksat, sade lafzı değil, sıfat ve isimleriyle asıl onların sahibinin zatını 
    tenzihe yönelik olduğunu anlatmaktır diye anlaşılması gerekir. Nitekim Zemahşeri 
    de Keşşaf'ta "Yüce Allah'ın ismini tesbih etmek demek, Allah hakkında sahih 
    olmayan cebr ve Allah'ı bir şeye benzetme gibi, onun isimlerini inkar etmeye 
    götüren mânâlardan onu uzak tutmak; o ismi hafife almaktan ve huşu ve saygı 
    dışında bir maksatla anmaktan korunmaktır." demekle bunu demek istemiştir. 
    
  Ahmed, Ebu 
    Davud, İbn Mâce ve daha başkaları Ukbe b. Âmiri Cühenî'nin şöyle dediğini 
    rivayet etmişlerdir: "O halde Rabb'ını yüce ismi ile tesbih et." (Vâkıa, 56/74, 
    96) âyeti indiğinde Resulullah (s. a.v.) bize buyurdu ki: "bunu rükularınızda 
    yapın". Sonra âyeti inince de "onu secdelerinizde yapın" buyurdu. Bilindiği 
    gibi rükûda secdede denir. 
  Yine İmam 
    Ahmed, Ebu Davud, Taberanî ve Sünen'de Beyhakî İbnü Abbas'tan şöyle rivayet 
    etmişlerdir: 
  Resulullah 
    (s.a.v.) yı okuduğu zaman, "Yüce Rabbimi noksanlıklardan tenzih ederim." derdi. 
    Görülüyor ki bunlar sadece ismi noksanlıklardan tenzih değil, ismin sahibini 
    tenzihtir. Bununla beraber ismin sahibini diyerek büyük, yüksek gibi noksanlıktan 
    uzak isimlerle tenzihtir. Buna göre, "Rabbini yüce ismiyle tenzih et."(Vâkıa, 
    56/74-96) denildiği gibi burada da "Rabbini yüce ismiyle tesbih et." denilmek 
    daha açık olurdu. Buradaki "isim" kelimesi kaynaştırma maksadıyla fazladan 
    zikredilmiştir diyenlerin maksadı budur. Lakin söylediğimiz gibi, Rabbin kendisini 
    tenzih etmenin kastedilmiş olduğu gibi isminin de tenzihi kastedilmiş olduğuna 
    dikkat çekmek için buyrulmuştur. Burada "en yüce" tabiri Rabbin de ismin de 
    sıfatı olabilir. "En yüce" sıfatı, sanki başka Rab ve isimler varmış da onları 
    konu dışı bırakmak için zikredilmiş bir sıfat değil; açıklayıcı mahiyette 
    söylenmiş bir sıfattır. Zira başka Rab yoktur. Gerçi Allah'ın isimleri çoktur 
    ve aralarında mertebeler vardır. Mesela yüce yaratıcının zatının ismi olan 
    Allah ismi hepsinden üstün ve hepsinin niteliklerini kendinde toplayıcıdır. 
    "İsm-i A'zam" tabiri de vardır. Bu itibarla Azim (ulu), A'zam (en ulu), Aliyy 
    (yüce), A'la (en yüce) gibi isimler hiç kuşkusuz vardır. Fakat ilâhî isimlerin 
    hepsi esma-i hüsna (güzel isimler) olduğu için diğer isimlere göre hepsi en 
    yücedir, noksanlıklardan uzak tutulması gerekir. Özellikle "A'la" ismi veya 
    sıfatı da bu mânâyı ifade etmesi itibarıyla açıklayıcı mahiyette bir sıfattır. 
    Bu nedenle "el-A'lâ", Rabb'a nazaran sıfat, isme nazaran onun atf-ı beyanı 
    demek olur. Her iki durumda da yükseklikten maksat mekanda yükseklik değil, 
    kudret ve eserlerde, kuvvet ve hükümlerde en mükemmel olma mânâsında üstünlüktür.
   TESBİH, söz 
    ve fiille olur. Daha önce de geçtiği üzere namaz ve özellikle nafile namaz 
    mânâlarında da meşhur olmuştur. Sözlü tesbih, dil ile yapılan tenzih ve takdistir 
    ki demek, bunu ifade eden özel bir isim olmuştur. Kullar tarafından fiilî 
    tesbih, kalp ile Allah'ın bir ve noksan sıfatlardan uzak olduğuna inanmak; 
    fiilen de tesbihi ifade eden fiilleri yapmak suretiyle ibadettir ki namaz, 
    mal ve bedenle cihad, fiil ile iyiliği emretmek ve kötülükten yasaklamak bu 
    cümledendir. "O halde akşama girerken, sabaha ererken Allah'ı tesbih edin."(Rum, 
    30/17) âyetinde "namaz kılın" mânâsına olduğu geçmiştir. İsme izafetle namaz 
    mânâsına olduğu zaman "Rabbinin yüce ismiyle"(Vâkıa, 56/74, 96) gibi "bâ" 
    edatı ile fiile bağlanması gerekir. Çünkü "Rabb'ının ismine namaz kıl." olmaz; 
    "Rabbinin ismiyle namaz kıl." denilir. Burada da "el-Bahru'l-Muhit"te İbn 
    Abbas'tan "Rabbinin yüce ismiyle namaz kıl!" mânâsına tefsir edilmiş olduğu 
    ve "bâ" harf-i cerinin zikredilmemiş olduğu da nakledilmiştir. Lakin böyle 
    olmadığı açıktır.
   Alûsî'nin 
    nakline göre İsâmuddin demiştir ki: İsimden maksadın "eser" olması da uzak 
    değildir. "Yüce Rabbinin eserlerini noksandan tenzih et." demek olur. Çünkü 
    yüce Allah'ın eseri de ona delalet etmesi itibarıyla ismi gibidir. Bu durumda, 
    yaratıkları yüce Allah'ın yaratığı olmaları nedeniyle ve "O Rahman'ın yarattığında 
    hiçbir düzensizlik göremezsin."(Mülk, 67/3) âyetine zıt olacak şekilde, ayıplamaktan 
    men olmuş olur.
   Alûsî'nin 
    dediği gibi daha sonra gelen sıfatlarda bunu andıracak bir yön bulunmakla 
    beraber, ismin bilinen mânâsını vermeye engel bir ipucu olmadığı halde hiçbir 
    gerek yok iken yapılmış bir tevil gibi görünür. Bundan her şeyi asıl itibarıyla 
    tenzih etmek gibi bir şirk mânâsı olduğu kuruntusuna düşmemelidir. Çünkü maksat 
    yaratıkların kendilerine nazaran bizzat kendilerini noksanlıklardan uzak tutmak 
    değil, açıklandığı üzere yüce Allah'ın yaratığı olmaları ve ona delalet etmeleri 
    nedeniyle ayıptan, eksiklikten uzak tutmak olduğu ifade edilmiştir ki, bu 
    da neticede yüce Allah'ın sıfatı olan yaratma fiilini ve delalet ettiği sıfatı 
    noksanlıktan uzak tutmaya ve "Hiçbir şey yoktur ki onu hamdi ile tesbih etmesin..."(İsrâ, 
    17/44) mânâsına döner. 
  Âlemden onu 
    yapıp yaratana, fiili sıfatlarından zati ve manevi sıfatlarına varırken zihnimizde 
    meydana gelen "yaratıcı", "rab, "kudretli", "her şeyi bilen" ve benzeri mânâlarla 
    zihnimizde oluşan şekiller de onun eseri olması itibarıyla buna dahil olur 
    ki "ilâhî isimler" dediğimiz de akıl ve nakilden edindiğimiz bu mânâlar ve 
    kelimelerdir. Bunlar hem eşyanın yaratıcısını gösterme yönü yani "Kendisine 
    bakılarak yaratıcısının varlığı anlaşılan." âlemin delalet yönü olan ilmi 
    suretler, hem de yüce yaratıcının bize azamet ve ikram ifade eden eseri ve 
    âyetleri demek olan yönüdür ki, biz Allah'ı bunlarla hepsinin ötesinde tanırız. 
    "Aklına ne gelirse Allah ondan başkadır." Buna göre isim, sadece ilk konulmuş 
    olduğu mânâya delalet eden bir lafızdan ibaret değil, ismin sahibine de aklen 
    bir delalet yönü bulunan mânâ ve nisbetlere uygun olarak "Yaratıcının varlığının 
    bilindiği şey" mânâsını da içine alacak şekilde kullanılmış oluyor. Bundan 
    dolayı Şeyh Muhammed Abduh İsam'ın bu fikrini şu şekilde ifade ederek biricik 
    bir mânâ gibi göstermiş ve demiştir ki:
   "Bu gibi 
    âyetlerde Allah'ın ismi "onu tanımaya sebep olan"dır. Allah ise bize sıfatlarıyla 
    tanınır. Bizim zihinlerimiz onu ancak "herşeyi bilen", "herşeye gücü yeten", 
    "hikmet sahibi" diye yaratmasında bakışımızın bizi kendisine delalet ve vicdanımızın 
    hidayet ettiği şekilde tanır. Rahmân Sûresi'nde "Rabb'ının celal ve ikram 
    sahibi olan adı çok yücedir."(Rahmân, 55/78) diye nitelenen isim de budur. 
    Bu "İsmin sahibinin tanınmasına sebep olan şey" mânâsına isim "Celal ve ikram 
    sahibi olan Rabb'ının yüzü bakidir."(Rahmân, 55/27) âyetindeki "yüz"dür. Çünkü 
    yüz, "sahibinin kendisiyle tanındığı şey"dir. Hatta yüz sahibi, ancak yüzüyle 
    tanınır. "Âdem'e bütün isimleri öğretti." (Bakara, 2/31) âyetinde anılan isimler 
    de bu mânâdaki isimdendir ki eşyanın kendisiyle tanındığı resimleri demektir. 
    
  Bu yoruma 
    göre Allah'ın ismi de, zihinlerimizin Allah'a yönelmesi ne ile mümkün oluyorsa 
    odur. Allah bize bu ismi tesbih etmemizi emrediyor. Yani O'nu yaratılanlara 
    benzemek, yahut onlardan birinde aynen ortaya çıkmak, yahut ortak veya çocuk 
    edinmek veya bunlara benzer bir kusuru bulunmaktan uzak tutmamızı emrediyor. 
    Biz ona akıllarımızı ancak şöyle yöneltebiliriz: O herşeyin yaratıcısıdır. 
    İlmi, varlıkların bütün inceliklerini kuşatmıştır... Nitekim "O, yaratan ve 
    düzene koyandır." (A'lâ, 87/2) buyrulur. Bizim onu böyle bütün varlıkları 
    yaratmış, mevcut kılmış ve düzene koymuş, takdir ve hidayet etmiş olmak gibi 
    niteliklerle tanımamız gerekir. 
  Görülüyor 
    ki ismi bu tarif ve izahı İsam'ın "eser" mânâsıyla açıklayarak, "Çünkü Allah'ın 
    eseri, isim gibi onun varlığına delalet etmektedir." dediği mânâ üzerinde 
    bir intikal adımı mânâsını taşıyan bir tariftir ki, bunun özeti, isimde muteber 
    olan asıl mânâyı akli ve tabii delalet ile genelleştirmektir. Dolayısıyla 
    bu bir mecazi mânâ olur. Bizzat âlemi noksanlıklardan uzak tutmak gibi bir 
    mânânın bulunduğu vehmine kapılmamak ve tenzihte gözetilen itibari kayıt iyi 
    düşünülmek şartıyla bu aslında doğru bir mânâdır. Bunu caiz kılan bir karine 
    (ipucu) vardır. Ancak ilâhî isimlerin vahye dayalı olması esası ve zahiri 
    mânâyı göz önüne almamak için hakiki mânânın verilmesine engel bir karinenin 
    varlığı açık olmaması dikkate alınırsa mecazî mânâyı vermek uzak olur. Şu 
    kadar var ki bunda, ismin sahibine delaleti bir mânâ vasıtasıyla olan fiil 
    ve sıfat isimlerinin, bu delalet yönlerini izah etme faydası vardır. Sofiyye 
    anlayışında da sıfatlar zatın, isimler sıfatların, eserler isimlerin netice 
    ve gereği olan hükümleri olduğuna göre, eserler isimlerin kendisi değil, hükümleridir. 
    İsam'ın buna "isim gibi delalet eder" demesi de, gerçekte isim olmadığını 
    göstermektedir. Mesela, yaratılmış olan, eser; yaratan, isim; yaratmak, sıfat; 
    bu isim ve sıfatla nitelenmiş olan Hakk'ın zâtı da, nitelenen ve isimlendirilen 
    yüce zattır. Bu isim ve sıfatların tenzih edilmesi ile asıl tenzihi istenen 
    odur, eserlerin kendisi değildir. Tenzih'in mânâsı da, dediğimiz gibi, bu 
    isimleri ve sıfatları eserlerin ve yaratılmışların imkan dahilinde olan durumlarından 
    soyutlayarak hepsinden üstün tutmak ve şirke sapan veya Allah'ı yarattıklarına 
    benzeterek tarif eden inkârcıların yaptığı gibi onlara Allah'a layık olmayan 
    bir mânâ karıştırmamaktır. Şu halde asıl maksat zatın kendisini noksanlıklardan 
    uzak tutmak olduğu halde doğrudan doğruya bu emredilmeyip de ismin noksanlıklardan 
    uzak tutulmasının emredilmesi, sözlü tesbih bakımından, zatın noksanlıklardan 
    uzak tutulması ancak ismin uzak tutulmasıyla ifade olunabileceğinden; fiilî 
    tesbih bakımından da gerçek zatın bizim dünyada akıl ve zihinlerimizin doğrudan 
    doğruya yönelip idrak etmesinden çok yüksek ve bizim ona yönelip kendisini 
    tanımamızın ancak sıfatlarını gösteren isimler veya eserler ile olabileceğinden 
    dolayı demek olur. Gerçi Allah'ın görülebileceği görüşünde olan Ehl-i Sünnet'e 
    göre zatın tecelli etmesi dahi caiz demek ise de, o ahirette olacaktır. Sûrenin 
    sonunda "Doğrusu temizlenen ve Rabbinin ismini anıp da namaz kılan felah buldu." 
    buyrulması tesbihin sözlü ve fiilîden daha genel olduğunu anlatır. Sonra "Oysa 
    ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır." buyrulması da ahirette olacak tecellilerin 
    en mükemmel tecelliler olduğunu gösterir.
   Biz bu konuyu 
    şöyle özetlemek istiyoruz:
   İsim "Sahibinin 
    kendisiyle tanındığı şey" mânâsıyla, lafzî, aklî, tabiî delaletlerin hepsinden 
    daha kapsamlı olarak zihinlerimizin müessir (etkin) zata yönelmesine sebep 
    olan ve bizde ona dair bir tanıma yönü ifade etmek üzere birtakım zihinsel 
    şekiller ve mânâlar meydana getiren bütün sıfat ve eserleri dahi kapsayabilirse 
    de mantık ve psikolojide bilindiği üzere bizim idrak ve tasavvurlarımızı ifade 
    eden kavramların en açık ve en sağlam olanları lafzî ve kelâmî suretlerle 
    ifade edilip ulaştırılabilen kavramlar olması nedeniyle isim denildiği zaman 
    bundan tam anlamıyla akla ilk gelen hakikat, bize bu isimlerin sahiplerini 
    lisanî suretler giydirerek gerek özel isim, gerekse sıfatlar halinde ifade 
    eden isimler ve sıfatlardır. Gerçekte "Kâinat satırlarını inceleyip bir düşün. 
    Çünkü onlar yüce âlemden sana gönderilmiş kitapçıklardır." meşhur sözü gereğince 
    kâinat satırlarının hangisi incelenip üzerinde düşünülse, bize yüce âlemden 
    gönderilmiş birer mektup oldukları anlaşılır. Fakat bunların birer kitapçık 
    ve mektup olabilmeleri sade bilincimize ilişmeleriyle değil, bilincimizde 
    giyinmiş oldukları kelâmî suretler iledir ki bu kavramlar onların söylenilmiş 
    ve delil olarak gösterilmiş şekilleridir. Onun için burada "Rabbinin ismi"nden 
    maksat, gerek zat ismi gerekse sıfat ismi olarak yüce Allah'ın zat ve sıfatlarını 
    göstermek için söylenilecek, düşünülecek olan lisanî isimler olmak gayet açıktır 
    ve ilk akla gelen de budur. Bunların en güzelleri de kitap ve sünnette gelen 
    "esma-i hüsna"dır. Bu nedenle bunlar nakle bağlı olan lisanî ve şer'î özellikler 
    taşıdığı gibi mânâ ve kavramları itibarıyla aklî özellikler taşımaktadır. 
    
  Bu sebeple 
    burada tesbih etme ve noksanlıklardan uzak tutma emrinin yönüne işaret olmak 
    üzere "senin en yüce Rabbin" ismi hatırlatılmış; sonra da bu rablık ve yüceliğin 
    açıklanması ve isbatı için şu sıfatlarla nitelenmiştir: 
  2. Yaratan 
    rabbin. O, her şeyin yaratıcısıdır. O her şeyden önce yaratma fiili, yaratıcı 
    olma sıfatı, yaratıcı isim ve sıfatıyla bilinir. Kuşku yok ki yaratan Hâlık, 
    yaratılan mahluktan yüksek ve üstündür. Allah, yaratılanlarda bulunan imkan, 
    sonradan olma ve bir illete ihtiyaç duyma gibi noksan sıfatlardan uzaktır. 
    Dolayısıyla yaratıcı ile yaratılmışı isim ve sıfatlarda karıştırmamalı, yaratıcının 
    ismini her şeyden üstün tanıyarak onu tesbih etmeli, eksikliklerden uzak tutmalıdır. 
    
  "En yüce" 
    kelimesi Rabb'in sıfatı olduğuna göre, bu ile başlayan mevsul (bağ cümle)leri 
    de Rabbin sıfatıdır. Fakat "el-â'lâ", ismin sıfatı veya açıklaması olduğuna 
    göre ki, daha açık olan budur, bunun da isme sıfat olması gerekir. Yoksa Rabb 
    ile sıfatı arası ayrılmış olur. Bu ise nahiv bakımından caiz değildir. Oysa 
    "yaratma", ismin fiili değil, ismi taşıyanın fiili olduğu için isme sıfat 
    olması akla uygun olmaz. Bu durumda 'nin sıfat olmayıp takdirinde, mukadder 
    bir soruya cevap olan bir başlangıç cümlesi olması daha uygun olur. Bununla 
    beraber yaratma doğrudan doğruya zatın gereği olmayıp "Tekvin" sıfatının gereği 
    olması nedeniyle yaratıcı isminin hükmü olmasına dayanarak yaratmanın isim 
    üzerine icra edilmiş olması da güzel bir nüktedir. Nitekim Ehl-i Sünnet "âlimün 
    biilmihi" (ilmiyle bilen), "kadirun bi kudretihi" (kudretiyle güçlü,) "müridun 
    biirâdetihi" (iradesiyle irade eden), "mütekellimün bikelamihi" (kelâmıyla 
    konuşan), "hâlikun bir sıfatihi ve fi'lihi" (sıfatı ve fiili ile yaratıcı) 
    demekle; Sofiyye de "eserler ve hükümler, isimlerin gereğidir" demekle bu 
    nükteye işaret etmişlerdir.
   Evet, o yaratıcı 
    yarattı da düzeltti, yarattığını çeşitli şekiller içinde düzene koyup düzgünleştirdi. 
    Sâdece basit bir yaratma ile bırakmadı, birçok yaratışlar yaptı. Onları bir 
    düzen ile doğrultup düzeltti. Bu da Rabb isminin gereği olan Rabliğin hükmüdür. 
    Bundan dolayı onun bir ismi de "Rabb-i âdil" (Âdil Rabb)dir. Kuşku yok ki 
    Rab, kuldan üstün ve yücedir. 
  3. Şu da Rablık 
    durumunun bir ayrıntısıdır: Takdir edip hidayet buyuran odur, yarattığı her 
    şeye "Allah her şeye bir kader verdi." sözüne uygun olarak ilim ve iradesiyle 
    bir kader tayin etti. Cinslerinde, türlerinde, bireylerinde, sıfatlarında, 
    fiillerinde, ecellerinde birtakım özelliklerle birer sınır ve miktar tahsis 
    etti. Mümkün olma tabiatında hep bir ve eşit olan eşyadan herbirini var olma 
    hususunda diğerinden bir miktar ile ayırarak farklı mahiyetler, değişik kimlikler 
    ile türlere ayıran, kayıt ve sınır altına alan birer biçim takdir etti de 
    ona göre herbirini, kendilerinden tabii olarak veya kendi seçimleriyle ortaya 
    çıkacak özelliklerle kendileri dışında ortaya çıkacak özellikler arasında 
    ulaşacakları yaratılış gayesine doğru yöneltti. Ona göre tesirler, meyiller 
    ve ilhamlar yaratarak, deliller ortaya koyarak, âyetler indirerek, niçin yaratılmışlarsa 
    o miktara müyesser kılmak üzere yoluna koydu. Rablık hükmüyle terbiye sayesinde 
    başlangıçtan sona, dünyadan ahirete doğru her birini yetiştireceği netice 
    ve akibete ulaştırmak veya buna giden yolu göstermektedir. Bu arada insana 
    da akıl ve din hidayetleriyle kendini ve yolunu göstermekte ve özel muhatap 
    olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in zatına nebilik ve resullüğü takdir edip hidayet 
    ve başarı ihsan etmiştir. 
  Gök cisimlerinin 
    birbirleri etrafında yörüngelerindeki seyir ve hareketleri ve yalın şeylerden 
    bileşik şeylere doğru cisimlerin, madenlerin, bitkilerin ve hayvanların durumları 
    tetkik edilip incelenirse her birinde akıllara hayret veren ve nakil ve ifade 
    edilemiyecek kadar derin, ne kadar ince ne kadar büyük ilim ve kudret ile 
    irade ve hidayet tecellileri görünür. Bilhassa insana özgü olan içte ve dışta 
    bulunan hidayet türleri, özellikle akıl ve din hidayeti ise onların kat kat 
    derecelerle üstündedir. Bununla beraber hiçbiri takdirsiz olmadığı gibi, hiçbiri 
    de miktarsız, sınırsız değildir. Hepsi nicelik kanunlarının hükmü altında 
    özel miktarlarla sınırlıdır. Hiçbirinde sonsuz külli bir kudret yoktur. O 
    ancak onları takdir edip yollarına koyan takdir edici, yol gösterici, her 
    şeyi bilen güçlü varlığın sanatı ve onun Rab'lık şanıdır. Hiç kuşku yok ki 
    bu takdir ve hidayeti yapan ilâhî kudret ve ilim, hidayete muhtaç olan ve 
    özel miktarlarla kayıtlı bulunan takdir edilmiş varlıkların hepsinden yüce 
    ve üstündür. Bazıları burada "hidayet"i, akıl ve din hidayeti gibi insana 
    mahsus olan hidayet ve irşat ile, bazıları da bütün canlılara ait olmak üzere 
    yaşadıkları süre içinde kendilerine göre ihtiyaç duyacakları yiyecekler ve 
    yaşamanın gereği olan diğer şeylerin takdiriyle onlardan faydalanma yollarını 
    tanıtmak ve kaçılacaklardan kaçılıp koşulacaklara koşulmak ve ona göre organsal 
    vazifelerini yerine getirtmek mânâsıyla canlılarla ilgili ilhamlar ve içgüdü 
    ile tefsir etmişlerse de doğrusu insanlara ait olan ve özellikle Resulullah 
    (s.a.v.)'a ait bulunan hidayet ve yol gösterme, bunun en yüksek misali ve 
    asıl söylenme gayesi olmakla beraber hidayet etti sözünün herhangi bir kayıtla 
    kayıtlanmadan mutlak bırakılmasından açıkça anlaşılan, "Her şeye hilkatini 
    verdi ve sonra da doğruya giden yolu gösterdi."(Tâhâ, 20/50) âyetinde olduğu 
    gibi her şeyi gerek tabii ve gerek isteğe bağlı surette yaratılış gayesine 
    yöneltmek mânâsıyla her şeyi kapsamı içine almaktır. Öyle ki, bir kürenin 
    diğerine doğru eksen veya yörüngesinde dönmesi, bir parçanın diğer bir parçaya 
    doğru çekilmesi, bir gazın genleşmesi ve büzülmesi, bir taşın yere düşmesi, 
    bir madenin billurlaşması, bir tuzun suda erimesi, bir kömürün oksijen ile 
    yanması, bir zerrenin organ olmaya sevki, bir hücrenin bir hücreyi döllemesi 
    gibi olayların meydana gelmesi de hep bu "hidayet" sözünün ifade ettiği mânâya 
    dahildir. "Takdir etti" sözü, bütün yaratılmışları zatlarında ve sıfatlarında 
    her birinin özelliklerine göre takdir etti mânâsını kapsar. Gökler ve yer, 
    yıldızlar ve unsurlar, madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlardan her birine 
    cüsse ve irilikte birer özel miktar, yine her birine kalma hususunda özel 
    bir müddet ve sıfat ve renklerden, tat ve kokulardan, vaziyet ve durumlardan, 
    güzellik ve çirkinlikten, mutluluk ve bedbahtlıktan, hidayet ve sapıklıktan 
    belli bir miktar takdir edip "Hazineleri bizim yanımızda olmayan hiçbir şey 
    yoktur. Fakat biz onu sadece bilinen bir miktar ile indiririz."(Hıcr, 15/21) 
    buyurduğu gibi belli ve özel bir kader ile sınırlayıp özelleştirmiştir ki, 
    bu mânâda yücelerin yücesinden aşağıların aşağısına kadar bütün eşya ve âlemler 
    dahildir. Onun için bunu tefsir etmek ve ayrıntılarına girmek için ciltlerce 
    yazı yazılsa yetmez, her birini gözlem sahasında incelemek gerekir. Bununla 
    beraber Allah katında belli olan o kaderin sırrı bizim için ortaya çıkmadan 
    önce tamamen belli de olmaz. Sonra "hidayet etti" şunu gösterir ki: Mümkün 
    olma tabiatına nazaran herşey, var olma veya olmama hususunda her özelliğe 
    elverişli olmakla beraber, yaratıcının takdir etmesi ve özellik vermesiyle, 
    var olma hususunda her tabiat özel bir kuvvete sahip olmaya hazır ve müsait 
    kılınmıştır. Her kuvvet ancak belli fiillere elverişli olmuştur. Tabiatta 
    "ritim ve hareketsizlik" kanunu diye ifade olunan mümkün olma tabiatına göre 
    bir cisim sonsuz sayıda hareket yapmaya elverişli varsayılırken cisimlerin 
    sonlu ve sınırlı hareketler içinde varlıklarının tükenip tabiatlerinin sona 
    erdiğini görürüz ki bu, işte yaratıcının o tabiate ayırdığı belli bir kader, 
    belli bir kabiliyettir. Her biri belli bir fiile kaynak olan bu özel kavvetlerin 
    o cüzler, uzuvlar ve cisimlerde yaratılmasıyla göreceği işin tamamlanması 
    için özel gayelerine yönetilmesi de o takdir dairesinde özel bir hidayettir. 
    Bütün bunların üzerinde takdir edici ve hidayet edici olarak hükmünü sürdüren 
    ilâhî kudretin hepsinden yüksek olduğu açık bulunmakla onun yüce ismi bunlardaki 
    sınırlılık ve eksiklik lekelerinden uzak tutulmalı ve dolayısıyla onun emri 
    ve tedbirinin kâfirlerin tuzaklarına üstün geleceğinde şüphe edilmemelidir.
   4. O yaratma 
    ve düzene koyma, takdir ve hidayet etme şahitleri ile beraber şu nitelik de 
    buna özellikle şahittir: Otlağı çıkaran odur. Nâziât Sûresi'nde, "Ondan (yerden) 
    yerin suyunu ve otlağını çıkardı. Dağlarını oturttu. Sizin ve hayvanlarınızın 
    geçimi için"(Nâziat, 79/31-33) buyurulduğu üzere insanların ve hayvanlarının 
    faydalanıp yararlanması için güdek ve yaylım yeri olan o merayı; o otlakla, 
    o yaylalar, çiftlikler, bahçeler, ormanlardaki türlü bitkiler, ağaçlar ve 
    meyveleri ilâhî kudreti ile taptaze yetiştirip çıkardı. 
  5. Sonra da 
    onu kapkara bir sel köpüğüne çevirdi, gübre ve kömür haline getirdi ki bunların 
    en belirgin kabiliyetleri yanıp tutuşarak ateşe hizmet etmektir. İşte hakka 
    karşı tuzak kurma peşinde koşan kâfirlerin ve insanlğın bedensel zevklerinden 
    öte kıymet ve değerini tanımayan bedbahtların sonu da bundan daha kötü olarak, 
    aşağıda geleceği gibi sonsuz büyük ateşe odun ve çıra olmaktan ibarettir. 
    
  Kusma ve kay 
    etme mânâlarıyla ilgili olan GUSÂ, lügat ve tefsirlerde açıklandığına göre, 
    sel suyunun otlaklardaki otları, çöpleri birbirine katarak sürükleyip getirdiği 
    ve derelerin etrafına fırlattığı ot, çöp, yaprak ve köpük gibi karışımlara 
    denir ki, bunu "sel kusuğu" ifadesiyle terceme etmeyi uygun buldum. Alûsî'nin 
    "Mecma"dan nakline göre aslı, perakende cinslerden karışık şeylerdir. Araplar, 
    perakende kabilelerden toplanmış olan kavme "ahlât" ve "ğusâ" derler. 
  EHVÂ; karamsı, 
    esmer, koyu yeşil, isli, duru renklere denir. Burada siyah veya esmer veya 
    yeşil mânâlarıyla tefsir edilmiştir. Birinci ve ikincide "ğusâ" nın sıfatı, 
    üçüncü de ise mer'ânın yerini tutan "onu yaptı" cümlesindeki "o" zamirinden 
    hâl olması düşünülmüştür ki, kapkara veya esmer bir sel kusuğuna çevirdi, 
    yahut yemyeşil iken bir sel kusuğuna çevirdi demek olur.
   Burada biri 
    kısa ve toplu, diğeri ayrıntılı iki göz atma ve düşünce vardır: 
  BİRİNCİSİ, 
    otlaklardaki yeşil bitkilerin kuruyup dökülerek veya hayvanlar tarafından 
    yenilip çıkarılarak sel sularının süpürüp sürükleyeceği gübre ve tortular 
    haline getirilmesidir ki, o zaman kömür gibi siyah veya esmer, yanabilir nitelikte 
    bir madde olur kalır. 
  İKİNCİSİ, 
    yerküre katmanları ve maden ilimlerinde bahsedildiği üzere karbon (kömür) 
    teşekküllerine ait "turp" denilen yanabilir madde ile taşkömürlerinin oluşum 
    şekillerine işaret olmasıdır ki, her iki şekilde insanlığı sırf maddi ve hayvani, 
    bedenden ibaret kabul eden ve bütün zevklerini "Kâfirler ise zevklerine bakarlar 
    ve hayvanlar gibi yiyip içerler."(Muhammed, 47/12) buyrulduğu üzere hayvan 
    gibi yiyip içip bedenî arzularını elde etmede arayanların sonlarına dikkat 
    nazarlarını çekmek vardır.
   "Keşfu'l-Esrari'n-Nuraniyyeti'l-Kur'âniyye"de 
    bu âyetin tefsiri ile ilgili olmak üzere yerküre katmanlarıyla uğraşan âlimlerin 
    taşkömürü hakkındaki inceleme ve keşiflerinden bahsederek der ki: 
  Günlük gazlı 
    arazi yüzeyi üzerindeki boşluklarda ve az meyilli vadilerde ve bataklık olan 
    engin yerlerde bitkilerden birtakım tortular oluşur ki bunlar çözüldükçe onlardan 
    yanabilir bir cisim meydana gelir. Bu çöküntü ve tortular ancak özel durumlarda 
    oluşur. Akarsularda ve derin havzalarda ve suyu bazı zamanlar kuruyan yerlerde 
    oluşmaz. Bu cisme turp ismi verilir. Bunun oluşumu özellikle suda devamlı 
    gömülü duran nebatat-ı haleviyyenin (tohumsuz ve yapraksız küçük bitkilerin) 
    üst üste birikmesinden kaynaklanır. Bunlar diğer çeşitli su bitkileri gibi 
    hızla çoğalırlar. Bu tortuların asıl hamuru, yani su bitkilerinin hepsini 
    kuşatan madde onlardan oluşur. Bazan da nehir sularının çektiği bir çok bitki 
    de onlara katılıp çözülmelerine yardım eder ve çok kere bunların farklı derinliklerinde, 
    özellikle aşağı kısımlarına doğru gömülmüş büyük ağaçlar bulunur. Tortunun 
    oluştuğu kum ve kuru balçık üzerinde yığılmış olurlar. Bazan da bu ağaçlar 
    dikey vaziyette olurlar. Çoğu zaman da yerlerinde turpun oluştuğu o yerin 
    engininde sabitleştirilmiş köklerinin yakınında kırılmış bulunurlar. Bazan 
    bu ağaçlar turpun oluşumundan önce sabit oldukları yerde gömülmüş tam ormanlardan 
    çıkıyor gibi bir düzeye bırakılmış bir durumda çok sayıda olur. Bunlar asrımızın 
    bitkilerine nisbet olunur zamklı sakızlı (reçine) ve meşe ağacı türleridir. 
    Bazan da kuşdili türünden olurlar. Reçine türü ağaçlar aşağı yukarı tabiî 
    hallerinde kalırlar. Çünkü bunlar sertliklerini korurlar. Fakat kurumuş ve 
    tuz haline gelmiş olmakla kararmışlardır. Turpun oluştuğu sahalarda sığır 
    boynuzları, deve kemikleri gibi memeli hayvanların kalıntıları da bulunur. 
    Turpun oluştuğu sahalar farklı arazi türleri üzerinde birikip yığılırlar. 
    Bazan da billurlaşmış arazi üzerinde toplanırlar ve her halde kum veya balçık 
    tortuları ile başlamamış olması nadirdir. Turpu oluşturan maddelerden bazılarında 
    öyle bitki kalıntıları bulunur ki, birbiri üzerine yığılmış muhtelif kalınlıkta 
    bir tek kütle olmuş, altta kalan parçasına doğru daha çok kararmış ve giriftleşmişti. 
    Bazısında da bibirinden ayrılmış tabakalar şeklindedir. Bunlar kendilerini 
    örten sıra sıra tortulardan oluşmuş, farklı kalınlıklarda tortularla ayrılmışlardır. 
    Bu tortular da kumdan ve alçı yahut kuru balçık, yumuşak taştan oluşmuştur. 
    Birçok tatlı su kavkılarını ve ırmak sularının çektiği kara kavkılarını içerir. 
    
  Çok kere turpun 
    yüzeyi sularla örtülüdür. Bazan da rutubet ve neme uygun farklı bitkiler biten 
    bir arz ile örtülü olur. Yukarıda turpun, ancak derinliği az suların altında 
    oluştuğunu söylemiştik. Fakat çok kalın turp tortularıda vardır. Bunlar özel 
    durumlarda oluşmuşlardır. Bu tortuların bulunduğu yerlerde, büyük bir ihtimalle, 
    oluşumları sırasında ardarda düşme ve inmeler olmuştur. Buna delil turp içindeki 
    toprak bitkilerinin tabakaları ve turpu oluşturan maddelerin sahasında yerlerine 
    yıkılmış ormanlar gibi atılmış ağaçlardır. Bunlar öyle hallerdir ki o toprağa 
    bir zaman kuruluk arız olmuş, sonra diğer bir zaman sularla örtülmüş ve bu 
    minval üzere devam etmiş demektir. Turp maddelerinin toprak yüzeyi üzerinde 
    yayılmaları çoktur. Onun için bütün yüksekliklerde arzın değişik boşluklarını 
    işgal ederek farklı genişlikte havzalara ayrılmış olur. Bir kısmı Alp Dağları'nda 
    olduğu gibi dağ başlarında ve Fransa'nın merkezinde ve benzeri yerlerde olduğu 
    gibi yüksek dağ yüzeylerinde bulunur. Engin ovalarda da çok miktarda bulunur. 
    Hatta Prusya'da ve Hollanda'da olduğu gibi büyük genişlikleri kaplar. 
  Turpun çoğu 
    nehir bitkilerinden oluştuğu gibi bazısı da denizlere bitişik bataklıklarda 
    oluşur. Buralarda Turp tortuları su yosunu türlerinden ve deniz bitkilerinden 
    oluşur. Nitekim okyanusun kumluk sahillerinde böyledir. Bazan da dağlar üzerinde 
    bitki yapraklarından ve nemli vadilerin diplerinde birikip yığılan değişik 
    kalıntılardan geçici tortular hasıl olur. Bundan iyi olmayan bir turp çıkar. 
    Yakmak için kullanılması mümkün olmaz. 
  TAŞKÖMÜRÜ: 
    Yerkürenin içinde bulunan kömür tortularının, turp gibi birbiri üzerine yığılmış 
    bitkilerden teşekkül ettiğinde şüphe edilmiyor. Bunun delili o kömürde ve 
    turpta büyük büyüteçlerle görülebilen kalıntılar ve aynı şekilde bitişiğindeki 
    çamur maddelerde bulunan saplar ve çok sayıda yapraklardır. Jeologların bu 
    meselede görüşleri birdir. Ancak bu yığılma ve birikimin nasıl olduğu hakkında 
    fikir birliğine varamamışlardır. Bazıları şöyle der: 
  Kömür tortuları 
    nehir sularının yahut daha önce bazı yerlerde mevcut olan denizlerin dalgalarının 
    getirdiği büyük kütlede bitkilerin gömülmesinden oluşmuştur.
   Bazıları 
    da şöyle der:
   Bu tortuların 
    çoğu, açık olan arzın havuzu andırır çukurlarında oluyor. Su ağızları da ona 
    komşu bitki kalıntılarını sevk etmiş olur. 
  Birinci görüş 
    reddedilmiştir. Çünkü bu durumda bazı ülkelerde bulunan tabakalar gibi cidden 
    kalın kömür tabakalarının oluşması için suların getirdiği büyük kütleli bitkilerin 
    büyük bir yüksekliği bulunması gerekir. Yani kalınlğı bir buçuk yahut üç yahut 
    kırk zira' olan kömür tabakaları kırk veya yetmişbeş veya yüzyirmi zira' kalınlığında 
    ağaç tabakası gerektirir. Bunu ise akıl kabul edemez. Çünkü bu tabakalar ne 
    nehirlerin yüzeyi üzerinde ne de denizlerin birçoğunun yüzeyi üzerinde yüzmez. 
    
  İkinci görüşte 
    ise bir zorluk yoktur. Bu ancak taşkömürünün oluştuğu organik maddelerin birikip 
    yığılması için lazım gelen bir zamanın geçmesini gerektirir. 
  Görünüşte 
    bu zaman cidden uzun olmuştur. Çağımıza kadar kalmış eski ormanlarda bir yılda 
    oluşan karbon miktarı hakkında bazıları şöyle demiştir: Bundan her asırda 
    kalınlığı yüzde bir buçuk bir kömür tabakası oluşur. Fakat hayvanların oluşmasından 
    evvel eski zamanda hava boşluğu birtakım buharlarla dolu idi. Bundan cidden 
    kuvvetli bir bitki olmuştu. Arzın içinden de yukarı birçok karbonik asit çıkıyordu. 
    Bu nedenle bitkilerin içinde karbon hızla yerleşebiliyordu. Hem oluşması uzun 
    zaman gerektiren sadece taşkömürü tortuları değildir. Tortuların hepsi böyledir. 
    Cidden büyük kalınlık kazanmış olan kavkılı ve alçılı taş tortularının oluşması 
    birçok asrın geçmesini gerektirir. Kömür tortularını turpa benzetenlerin görüşü 
    şununla da desteklenmiştir: Gerek taşkömüründe ve gerek turpta büyük büyüteçlerle 
    birçok çiçeği saklı nebatat-ı haleviyye kalıntısı keşfediliyor. Aynı şekilde 
    yerkürede kökleriyle, dikili ağaçlarla ve onların şist-i fahmîde saklı yapraklarıyla 
    desteklenmiş, aynı şekilde değişik genişlikteki havzalarda birbirlerinden 
    ayrı olarak bulunmalarıyla da desteklenmiştir. Bütün bu durumlar açık, yerkürenin 
    çukurlarında oluşmuş birtakım bataklıkların olduğunu gösterir.
   Sırası gelmişken 
    bu konudaki fikir ve düşünceleri biraz daha açalım: 
  Kur'ân'dan 
    da anlaşıldığı üzere Arz, başlangıçta düz bir şekilde idi, dağlar yoktu, sularla 
    gömülü olup sabit değil, çalkantılı idi. Sonra burada bitkilerden bazı türler 
    bulundu. O zamana ait bitkilerin şekilleri zamanımızdaki bitkilerin şekillerine 
    benzemiyordu. Yosun familyasından ve kükürtlü bitki familyasından idi ki bunlar 
    çiçekleri gizli, terkipleri basit bitkilerdir. Fakat ilk yaratılışlarında 
    kütleleri büyük ve sayıları çoktu. Bu bitkilerden kömür Arz'ı oluşmuştur. 
    Yanabilen bu cevher hayvanların oluşmasından evvel eski zamanlarda bulunan 
    bitkilerden hasıl olmuştur. Sonra dağların oluşması nedeniyle Arz'ın büyük 
    derinliklerinde gömülü kalınca tabii durumu ve şekli türlere ayrıldıktan sonra 
    zamanımıza kadar kalmış ve bazı unsurlarını kaybedince zift ve katranlı maddeler 
    içirilmiş bir kömür haline gelmiştir ki bu maddeler bitkisel maddelerde meydana 
    gelen ağır çözülmelerden hasıl olmuştur. Bu şekilde anlaşılıyor ki mutfaklarda, 
    fırınlarda, sobalarda, buhar makineleri ve diğer yerlerde kullanılan ve havagazı 
    üretilen taşkömürü ormanların oluştuğu bitki maddesinden ibarettir. Bu madde 
    eski zamanlarda bataklıklarda bitmiştir. Kömür devri bitkilerinin başlıca 
    niteliği, vaktiyle yerküreyi tamamıyla örtmekte bulunan bitkiler gibi büyük 
    olmasıdır. Zira hava boşluğu o vakit çok hararetli ve çok nemli idi. Onun 
    için kömür devri bitkilerinin nisbet olunduğu cinsler şimdi ancak sıcak ülkelerde 
    yaşıyabiliyor. Bu kazı bitkilerinin büyük gelişmesi gösteriyor ki hava boşluğu 
    o vakit nem ile dolu idi ve bu sıcaklık derecesi arzların hepsinde bir idi. 
    Yok olmuş olan bitki türlerinin gelişme derecesi bir ve bunların Ekvator dairesinde 
    de Kutup dairesinde de bulunduğu gözlemle bilinmiş olduğu için bundan şu netice 
    çıkarılır ki, Arz'ın üçüncü devri olan o zamanda her tarafta ısı derecesi 
    eşit idi. Bütün kürede ancak bir çap vardı. O zaman ki bitkilerin enteresan 
    vasfı, harikulade olan gelişmeleridir. Eğrelti otu türleri ki zamanımızda 
    ondan ancak soğuk ülkelerde otsu türde kalmış bitkiler biter. O vakit ondan 
    şimdiki katran ağaçlarından daha yüksek büyük ağaçlar oluşuyordu. Bitkisel 
    kükürt de böyledir. Zamanımızda yüksekliği bir zira iken, eskiden yüksekliği 
    otuzüç, kırk zira'a kadar varıyor, çapı da birbuçuk zira oluyordu. İşte kömür 
    devrindeki geniş ormanlar bu yüksek ağaçlardan oluşuyor ve bunlar yeryüzünü 
    kutuptan kutba tamamen örtüyordu. 
  Kömür zamanını 
    açıklamak için bu zamanı ikiye ayırmak gerekir: 
  Birincisi, 
    alçılı kömür taşı müddetidir ki bunda önemli deniz tortuları ortaya çıkmıştır. 
    İkincisi de kömür müddetidir. İşte alçılı kömürün oluşması bu iki müddette 
    ve özellikle ikinci müddette meydana gelmiştir. 
  Önce, alçılı 
    kömür taşı müddeti: Adaları örtmekte bulunan ğrelti otu türünde bitkiler, 
    yahut at kuyruğu, yahut bitkisel kükürt yahut konik türü bitkiler familyasına 
    benzer iki çenekli bitkiler türünden imiş. Halka yapraklı türleri ve geride 
    kırıntı bırakan bitki türleri iki çenekli bitki türleri olarak bitmiş ve nesli 
    kesilmiş familyalara nisbet olunuyorlar. İran kamışı türünden büyük yükseklikte 
    bitkiler bu müddette çokmuş ve bu ağaçlardan her birinin uzunluğu onüç ziradan 
    onbeş zira'a kadar olurmuş.
   İkinci olarak 
    kömür müddeti: Bu müddetin özelliği arzı örten enteresan bitkilerin çok oluşudur. 
    O zaman bitkiler gelişmede birbirlerine benziyordu. Kömür devri bitkileri 
    zamanımızdaki bitkilerden tamamen farklıdır. Kömür devrine ait hayati ve geçici 
    durumlardan o asli bitkilerin diğerlerinden ayrıldığı nitelikler bilinir. 
    Devamlı yağmurlar, şiddetli ısı, devamlı sisle kapalı hafif ışık, işte bunlardan 
    özel bitki ortaya çıkıyormuş ki zamanımızda ona benzer bitkinin oluşması mümkün 
    olmuyor. Bununla beraber o zamanın bitkisini hayalde canlandırmak isteyince 
    senenin üçyüz günü yağmur düşen ve güneşi devamlı bir sis ile kaplı bulunan 
    bazı adaları ve sahilleri düşünmek gerektir ki, öyle adanın bitkisinden, kömür 
    çağında yerküreyi örten bitkiler aşağı yukarı göz önünde canlandırılabilir. 
    O adada sivri uçlu ağaç türünden ormanlar oluşuyor ki gölgesinde sivri uçlu 
    ot türleri, bataklıklı arz üstünde bir zira'a kadar gelişip yükseliyorlar. 
    Onların altında da birçok gizli küçük bitkiler bitiyor. İşte bu bitkilerin 
    şekli, o kömür çağındaki bitkiler gibidir. Bu bitkilerin, dediğimiz gibi, 
    cinsleri azdır. Fakat o az familyalar birçok türleri içeriyordu. Avrupa'da 
    kömürlü araziden kazılan sivri uçlu ağaç türleri ikiyüzellidir. Oysa şu anda 
    Avrupa'da biten bu tür ağaçların adedi ancak elli neviye ulaşıyor. Çıplak 
    tohumlu ikiçenekli bitkilerin sayısı da tür olarak yüzyirmiden fazladır. Oysa 
    şu anda yaşayan yirmibeş türdür.
   TAŞKÖMÜRÜ 
    NASIL OLUŞUR? 
  Taş kömürünün, 
    uzun süre arzda kalan bitkilerdeki cüz'î çözülmenin neticesinden ibaret olduğunu 
    ve jeoloji âlimlerinin bu görüşte birleştiklerini söylemiştik. Gerçekte taşkömürü 
    madenlerinde bu bitkilerin kalıntısı çok kere gözleniyor ve kömürlü arazi 
    onların kökleri ve yaprakları ile kendini gösteriyor. Çok kez taşkömürü tabakalarında 
    büyük ağaçların köklerini de bulmuşlardır.
   İhtimal ki 
    taşkömürünün Arz'ın içinde varlığı, uzaktan gelmiş bitkilerin püskürmesinden 
    çıkmış; bunları nehirler yahut denizler sürüklemiş, büyük kasırgalar gibi 
    yüzeyleri üzerinde yüzdürmüş getirmiş, sonra çeşitli yerlerde durmuş, sonra 
    da birtakım arazi ile neftlenmiştir. Yine ihtimal ki, onun oluştuğu bitkiler, 
    yerlerinde yaratılmış ve gelişmiş de sular vasıtasıyla başka bir yere nakledilmemiştir. 
    Bu durumda kaynak yaratılmış sonra bulduğumuz yerlerinde ölmüş bitkiler kütlesinin 
    çözülmesidir. 
  Yukarıda geçtiği 
    gibi, önceki ihtimal uzak, ikinci ihtimal akla yakındır. Zira bunda taşkömürünün 
    oluştuğu organik maddelerin birikip yığılması için gerekli olan zamandan başka 
    bir şey lazım gelmez. Kömürlü arazi tabakalarının paralelliği ve onda ince 
    parça kalıplarının korunması gösteriyor ki tabakalar tam bir sükunetle oluşmuştur. 
    Bundan şu netice çıkar ki: Taşkömürü, bitkilerin yerlerinde, yani geliştikleri 
    bataklık yerlerde ölüp çözümlenmesinden çıkmıştır.
   Şu da düşünülsün 
    ki, Taşkömürü devrinde yer kabuğundan ancak aşağı kısmında akıcı bir kütle 
    üzerine yerleşen esnek ince bir kılıf oluşmuştu. Şimdiki denizlerimiz gibi 
    ay ve güneşin çekimlerine uyarak içindeki akıcı kütle de ard arda meydana 
    gelen yükselip alçalma hareketleriyle sallanıyordu. Bu iki hareketten değişik 
    boyutta müddetler içinde büyük bir aşağı iniş oluyordu. Arzın dışı aşağı indikçe 
    sular o ormanları, kömür devri bitkilerinden olan büyük kütleleri bürüyor. 
    Sonra bunların üstünde diğer ormanlar bitiyor. Sonra yine arz aşağı çökünce 
    onları da sular bürüyordu. Bu ikili görünüm, yani bitkilerin su altında kalması 
    ve yine aynı yerde yeni ormanların gelişmesi halleri ard arda gelince taş 
    kömürünün oluştuğu büyük bitki kütleleri yığılmış ve bunun olabilmesi için 
    birçok asır geçmiştir.
   O halde o 
    eski zaman bitkilerinde meydana gelen değişimler nedir ki, onlar zift ile 
    dolu bir kömür kütlesine dönüşmüş? O suların bürüdüğü bitkilerin kütleleri 
    hafif, süngerimsi idi. Şimdi bataklıklarda oluşan turpa benziyordu. Suda kalınca 
    onlarda az bir kokma ve ekşime hasıl olmuştur ki bunu şundan fazla izah mümkün 
    olmuyor: O eski zaman bitkilerinde meydana gelen ayrışım, akıcı birtakım madeni 
    gazların oluşumu ile birlikte idi ki taşı onları içiyordu. Onun içtiği katranlı 
    yağların kaynağı da yanıcı zift türleridir. Turp tabakaları üzerlerini örten 
    arazinin altına gömüldükten sonra o gazların yayılması devam etmiş ve taşkömürü 
    o büyük katılım halinde o arazinin ağırlık ve baskısıyla o büyük belirgin 
    yoğunluğunu kazanmıştır. O arazinin ortasından çıkan ısının da onda büyük 
    etkisi olmuştur. Kömür tabakalarındaki farklılıklar bu iki sebebe nisbet olunmalıdır: 
    Baskı ve merkezî ısının etkisiyle meydana gelen kızma. Bu nedenle alt tabakalar 
    üst tabakalardan daha kuru ve daha sıkıdır. Çünkü aşağıda ısının etkisi daha 
    yüksek ve yukarıdan üzerine gelen baskı ve sıkıştırma daha kuvvetlidir. Defalarca 
    tekrarlanan tecrübelerden taşkömürünün nasıl oluştuğu anlaşılmış, ağaç ve 
    diğer bitkisel maddeler üzerine baskı ve ısı etkisiyle cidden sıkı bir taşkömürünün 
    oluşmasına muvaffak olunmuştur. Bu tecrübede kullanılan aygıt ile bitkisel 
    maddeleri su ile, ıslak çamur ile kuşatılmış olarak baskı altına almak ve 
    uzun süre etkisi devam etmek üzere yüksek derecede ısıya maruz bırakmak mümkün 
    oluyordu. Bu aygıt kapalı değildi, lakin gazların ve buharların çıkmasına 
    engel oluyor, o suretle bitkisel maddelerin ayrışması, oluştukları unsurların 
    ayrılmasına engel olacak bir baskı etkisiyle rutubetle dolu bir ortamda (milyoda) 
    meydana geliyordu. Bu aygıta farklı nitelikte tahta biçmeleri konulunca ondan 
    bazan parlak, bazan donuk taşkömürüne benzer ürünler oluşmuştur. Bu farklılıklar 
    da tecrübeye sunulan tahta sınıflarının farklılığından kaynaklanmıştır ki 
    kömür türlerinin farklılığına da sebep olarak bu gösterilir. En iyisini Allah 
    bilir.
   İşte detayına 
    girmeden şöyle kısa bir bakışla bakıldığı zaman otlaklarda taptaze çıkan bitkilerin 
    bir müddet sonra kuruyup çürüyerek gübre ve kömür gibi kara bir çerçöpe çevrildiği 
    görüldükten başka, derinlemesine bir bakışla bakıldığı zaman da bütün maden 
    kömürlerinin dahi mahiyetinin, bitkilerin sular içinde ölüp çözümlenerek çevrildiği 
    kara bir bitki artığından ibaret olduğu ve dolayısıyla "Karamsı bir sel kütüğü" 
    tabirinin buna da işaret etmekte bulunduğu anlaşılır. Yüce Allah bu yerküre 
    üzerinde ne otlaklar, ne bitkiler, ne ormanlar çıkarmış, sonra da onları ziftli, 
    katranlı kapkara bitki artığı, bir çöp yığınına çevirmiştir. Bütün bunlar 
    onun yaratması, düzene koyması, takdir edip bir halden başka bir hale çevirmesi 
    ile Rab'lığının eseridir. 
  İşte insanlığı 
    sırf bitkisel ve hayvansal biçimde sade bedenî gayelerle anlamak isteyen bedbahtların 
    sonları da böyle kara bir yığıntıdan ibaret olan maden kömürleri gibi yanabilir 
    olmaktan başka bir şey değildir. Bunları bu şekilde haber verip hatırlatarak 
    anlatmasının da o yüce Rabb'in kendisini insanlığa tanıtmak için ayrıca bir 
    hidayet ve yol göstermesi olduğunda şüphe yoktur. 
  6. Bundan 
    dolayı bütün yaratılmışlara yapılan genel hidayeti topluca beyan ettikten 
    sonra insanlara olan hidayetin en büyük misal ve şahidi olmak üzere bilhassa 
    Hz. Peygamber (s.a.v.)'e olan özel hidayetini beyan edip anlatmak için buyuruyor 
    ki: Bundan böyle seni okutacağız. Yani "Sana böyle işte emrimizden bir ruh 
    vahyettik. Oysa sen Kitap nedir bilmezdin."(Şûrâ, 42/52) değerli hitabıyla 
    hatırlatıldığı üzere sen kitap nedir, okumak nedir, bilmezken bundan böyle 
    Ruhu'l-emin, Ruhu'l-kudüs olan Cebrail vasıtasıyla sana okuyacağın bir kitap 
    olan Kur'ân'ı vahyederek indirip belleteceğiz. İneni ve indirileceği okumaya 
    muvaffak edeceğiz. Yahut, vahy ile seni Kur'ân ve kırâet sahibi yapacağız. 
    Bu şekilde bu, olağanüstü ilâhî risalet ve hidayeti gösteren bir âyet, bir 
    mucize olarak artık unutmayacaksın. Bu unutmamak, bu derece kuvvetli bir hafızaya 
    sahip olmak da diğer bir âyet ve mucize olacak. Nitekim bunun gelecek için 
    vaad edilip haber verilmesi ve öylece vuku bulması da ayrıca bir mucize olacaktır. 
    Bu gösteriyor ki, okutmaktan maksat ezbere okutmaktır. Yoksa yüzüne yazı okutmak 
    değildir. Bazıları da, "unutmamaktan asıl maksat, gereği ne ise ona göre amel 
    etmektir" demişlerdir.
   7. Ancak 
    Allah dilerse başka. 
  Çünkü o unutturmak 
    isterse unutturur. Yani böyle unutmamayı kesin olarak vaad edip haber vermek, 
    Allah'ın artık onu unutturmaya gücü yetmeyecek mânâsına gelmez. Onu hiçbir 
    şey aciz bırakamaz. Böyle kuvvetli bir hafıza gücü verdikten sonra o dilerse 
    bu gücü çeker alır. Unutturacağını tamamen unutturabilir ki bu bir nesh olur. 
    O zaman da "Biz herhangi bir âyeti nesheder veya unutturursak, ondan daha 
    hayırlısını veya mislini getiririz."(Bakara, 2/106) hükmü cereyan eder. Fakat 
    Allah'ın yardımıyla sen bundan böyle unutmayacaksın. Senin böyle bir mucizen 
    de olacak. 
  Bazıları şöyle 
    der: Bu âyetteki istisna, azlık ifade etmek içindir. Nitekim Buhari'de şöyle 
    bir rivayet vardır: Hz. Peygamber (s.a.v.) namazda okurken bir âyet atlamıştı. 
    Sabah namazı idi. Übeyy bu okunmayan âyetin nesh edildiğini sanmış, sormuştu. 
    Rasulullah (s.a.v.) "unuttum" buyurmuştu. Rasulullah (s.a.v.)'da böyle nadir 
    de olsa unutma vaki olursa yüce Allah onu bırakmaz hatırlatır, veya hatırlatacak 
    bir sebep nasip ederdi. Nitekim "Bahru'l-Muhit"de yazıldığı gibi, Abbad b. 
    Beşir'in okumasını işittiğinde, "Bu bana filan ve filan sûrede şu ve şu âyeti 
    hatırlattı." buyurmuştu. İşte böyle az bir unutmayı istisna olmalıdır denilmiş 
    ise de cüz'î, bir an için meydana gelen böyle bir kaç unutma, tilaveti neshetmek 
    mânâsında olan devamlı unutturma mahiyetinde olmayıp okurken ve namaz kılarken 
    ümmetin kurtulamayacağı bu gibi unutmalar hakkında "hükümleri öğretme" kabilinden 
    demektir. Yahut bu unutma olayı "Artık unutmayacaksın." vaadinden önce olmuştur. 
    Bunun için bazıları da demişlerdir ki: Bu istisna, azlık mânâsına olarak hiç 
    olmamaktan mecazdır. Nitekim bazan, "onu söyleyen pek az bulunur" derler de 
    "bu söylenmez" demek mânâsını kastederler. 
  "Onlarda hiç 
    kusur yoktur. Şundan başka ki ordularla çarpışmaktan kılıçlarında bazı gedikler 
    vardır." beytinde olduğu gibi, istisnanın olumsuzluğu vurgulamak için kullanıldığı 
    da meşhurdur. Zira ordularla çarpışmanın neticesi yalnız kılıçlarında bazı 
    gediklerden ibaret olması kahramanlar için bir ayıp değil, yüksek bir övgüdür. 
    Kusursuzluğu yüksek bir övgü ile vurgulamak için bu istisna ile "Yermeyi hissettiren 
    şeyle övmek" denilen bir bedi' sanat yapılmıştır ki, burada da bu kabildendir. 
    
  Alûsî'nin 
    yazdığı üzere "Kazi Haşiyesi"nde İsam şöyle demiştir: Bu açıklamaya göre istisna, 
    olumsuzluğun genelliğini vurgulamak içindir, genelliği bozmak için değildir. 
    Buna, "umumu vakitlerden istisna etmek" de denilir. 
  Yani hiçbir 
    vakit unutmayacaksın, ancak Allah unutmanı dilediği vakit hariç. Fakat Allah 
    da onu dilemeyecek. Dolayısıyla hiç unutmayacaksın demek olur. Bu mânâ cennet 
    ehli hakkında "Rabb'in başka bir müddet dilemezse, gökler ve yer durdukça 
    ebedi olarak orada kalacaklardır."(Hud, 11/108) âyetindeki istisnanın mânâsı 
    gibidir. Ferra bu kanaate varmış ve demiştir ki: Bu istisna ile yüce Allah 
    peygamberine hiçbir şeyi unutturmayı dilememiş, yalnız şunu anlatmıştır ki, 
    "Andolsun ki, eğer dilersek sana vahyettiğimizi tamamen gideriveririz."(İsrâ, 
    17/86) buyurduğu gibi, dilese unutturur, buna gücü yeter. Fakat dilememiştir. 
    Nitekim peygamber (s.a.v.)'e, "Andolsun, eğer şirk koşarsan bütün amelin boşa 
    gider."(Zümer, 39/65) buyrulmakla ondan elbette bir şirk vuku bulacağını değil, 
    vuku bulması var sayıldığı takdirde bile fasit ve mahzurlu olacağına işaretle 
    vuku bulmayacağı vurgulanmış olduğu gibi, burada da bundan sonra unutmanın, 
    az da olsa, vukuuna değil, asla vaki olmayacağına ve şu da var ki onun unutmaması 
    kendi kuvvetinden değil, sırf Allah'ın lütuf ve ihsanından olduğuna dikkat 
    çekmek içindir. 
  İşte bu istisnanın 
    faydası, unutmama vaadinin böyle sırf Allah'ın dilemesinden ileri gelen bir 
    ilâhî lütuf olduğunu beyan suretiyle vurgudur. Ebu Hayyan, Ferra'nın bu yorum 
    ve izahına ilişmek istemiş ise de onun edebi zevkini kavrayamamış olduğu anlaşılıyor. 
    Alûsî gibi Abduh da Ferra'nın bu yorumunu takdirde isabet eylemiştir. Ancak 
    bu durumda "unutma"dan maksat, devam edip giden unutmadır. Dolayısıyla yerleşmiş 
    olmamak üzere haberde geldiği gibi bir-iki an için bir hikmetten dolayı vaki 
    olan cüz'i unutma buna zıt olmaz. Şu halde gerek "azlık" mânâsına gidilsin, 
    gerek "vurgu" mânâsına gidilsin iki takdirde de maksat bir olmuş olur. Yani 
    unutmasının sürekli olmaması, bu vaad gereğince Hz. Peygamber (s.a.v.)'in 
    mucizelerinden birisidir. Birkaç defa bir hikmetten dolayı cüz'i unutmanın 
    vuku bulması da bununla çelişki teşkil etmez. Bu vaad ve dilemenin, diğer 
    bütün esma-i hüsnanın ifade ettiği mânâları kendisinde toplayan Allah ismine 
    isnat edilerek anlatılması da ululuk terbiyesi ve bu vaad ve dilemenin diğer 
    isim ve sıfatlarda değil hepsini kendinde toplayan "ilâhlık" ünvanı üzerinde 
    dolaştığına dikkat çekmek ve "yüce Rab"tan maksadın ne olduğunu da açıklamaktır. 
    Sonra bu vaad ve hikmet şununla da vurgulanarak açıklanmıştır. 
  Kuşkusuz ki 
    o (Allah), açığı da bilir gizliyi de, herşeyden ve hallerinizden açık ve alenî 
    olanı da bilir, gizleneni de. Dolayısıyla bu "okutma" ve "unutturmama" vaadini 
    de ona göre her şeyi kuşatmış olan ilmiyle yapıyor. Buna tamamiyle güvenmek 
    ve itimat etmek ve onu noksan sıfatlardan uzak tutmak gerekir. Başka bir mânâ 
    ile, o açıkça yüksek sesle okunanı da bilir, gizli okunanı da. Sırasına göre 
    açıktan veya gizliden vahy ile açık veya gizli oku ve unutmayıp gereğine göre 
    amel et. Bu cümle, ara cümlesidir. Şu da başındaki "ve" âtıfası (bağlacı)yla 
    "seni okutacağız" cümlesine bağlıdır. 
  8. Ve seni 
    kolay olana muvaffak kılacağız. Her hususta en kolay yola veya gayeye erdireceğiz. 
    Bu başarılı olmayı sana kolaylıkla yapabileceğin bir haslet ve sende yerleşmiş 
    bir meleke edeceğiz. Dolayısıyla dinin her sahasında; ilimde, öğretmede, amelde, 
    doğruyu gösterme ve bulmada en kolay yola muvaffak olacaksın. En zor gayelere 
    kolaylıkla ermek senin ve dininin bir özelliği olacak. Bunun içinde açık ve 
    gizli olarak vahiy alma ve ondaki hoşgörülü ve sıkıntısız şeriat ve hükümlerin 
    gerek nefsi olgunlaştırmak ve gerekse başkalarını olgunlaştırmakla ilgili 
    ilâhî kanunların kavranmasını kolaylaştırmak dahi bulunur. Bir Allah inancı, 
    ihlas, hakkı bilmek, usülüne göre gayret sarfedip amel etmek her kolaylığın 
    başı olmakla beraber, kolaylığın başı da yüce Allah'ın başarı lutfetmesidir. 
    İşte böyle açık ve gizliden okutup unutturmamakla en kolay yolu nasip etmek 
    ve buna başarılı kılmak da vaad edilmiştir.
   9. Onun için 
    (oku, unutma da) hatırlat. Onun içerdiği hükümleri ve bilgileri insanlara 
    ulaştırıp öğreterek vaaz ve nasihat et, öğüt ver, düşündür. Eğer vaaz ve hatırlatma 
    fayda verirse, ki herkes için olmasa bile, muhakkak az çok faydası olur. Nitekim 
    "Öğüt ver, çünkü öğüt müminlere fayda verir."(Zâriyât, 51/55) buyurulmuştur. 
    
  Tefsirciler 
    demişlerdir ki: Resulullah (s.a.v.) mutlak olarak öğüt vermekle memur olduğundan 
    bu şart, esas itibarıyla bir kayıt için değil, vurgu ve bir dereceye kadar 
    hafifletmek içindir. Vurgu ifade etmesi şundandır: Aslında fasih ve düzgün 
    olan bir öğüt, muhataplar hakkında mutlaka bir fayda ifade eder. Muhatapların 
    ondan faydalanmak isteyip istememeleri ise başka bir şeydir. O halde, "öğüt 
    bir fayda verirse" demek, olması kesin olan bir şarta bağlamak mânâsında olur. 
    Bu ise, "öğüt ver, çünkü öğüdün bir faydası olduğu muhakkaktır" demek gibi 
    bir vurgu ifade eder. Aynı zamanda bunu bu şekilde ifadede bir hafifletme 
    vardır ki, o da şudur: Resulullah (s.a.v.) bir Allah inancına, hak dine davet 
    hususunda "Rabbinin hükmüne sabret."(Tûr, 52/48) emrine uygun olarak her türlü 
    tehlikeye göğüs gerip kâfirlerden gördüğü eziyet ve sıkıntılara sabır ve tahammül 
    göstererek. "Gayet izzetli bir elçi. Zorlanmanız ona ağır geliyor. Üstünüze 
    titriyor. O, müminlere gayet merhametli ve şefkatlidir."(Tevbe, 9/128) diye 
    anlatılıp nitelendiği üzere insanlara acıyor, kavminin imana gelerek mutluluğa 
    ermelerini şiddetle arzuluyor ve bu suretle "İman etmezler diye belki arkalarından 
    esef edip kendini üzeceksin."(Şuarâ, 26/3) kriterince kendisini üzecek derecede 
    tebliğ ve irşadın her türlüsünü yaptığı halde kâfirler inkâr ve taşkınlıkta 
    ileri gitmekten başka bir şey yapmıyorlardı. Bir düzelme elde etme ümidiyle 
    yapılan öğüt ve hatırlatmanın böyle düzelme yerine taşkınlığın artmasına neden 
    olması ise bir yarar değil, bir zarar mânâsında oluyordu. Bundan dolayı muhataplar 
    hakkında fayda olmayıp da zarar olacağı düşünülen hususlarda vaaz ve öğüt 
    vacip kılınmayıp, yapılmamasına izin bulunduğuna ve belki "Bizim zikrimizden 
    yüz çevirenden sen de yüz çevir."(Necm, 53/29) mânâsınca bundan yüz çevirmenin 
    daha iyi olacağına işaret ile bir hafifletme ve kolaylaştırma olmak üzere, 
    burada "öğüt ver" emri "eğer öğüt fayda verirse" diye kayda ve şarta bağlanarak 
    ifade buyurulmuştur. Şu halde bunun özeti şu olmuş olur: Muhataplara fayda 
    yerine zarar getireceği tecrübe ile ortaya çıkmış olduğu takdirde vaaz ve 
    öğüt vermek vacip değil ise de, asıl olduğu üzere az çok bir faydası olacağı 
    düşünülürse, dinleyip yararlanacak olanları nazar-ı itibara alarak vaaz etmek, 
    bu işi yapabilecek olanlara vacip olur.
   10. Çünkü 
    saygısı olan zikredecek, dinleyecek, öğüt alacak, düşünecektir. 
  11. En bedbaht 
    olan da ondan kaçınacaktır. 
  12. 
    O bedbaht ki en büyük ateşe, yani ahirette ebedi olan Cehennem ateşine yaslanacaktır. 
    
  13. Sonra 
    da orada ne ölecek, ne de hayat bulacaktır. Ölmez ki, dünya azabından kurtulduğu 
    gibi kurtulsun, hayat yani zevk veren ve faydası olan bir hayat da bulmaz 
    ki, çektiği azabı ona vesile sayarak sabır edip dayansın. Bundan büyük bedbahtlık 
    düşünülemez. Kuşku yok ki bu, otlakların kara bir bitki artığı yığını olan 
    kömüre çevrilmesinden çok büyük bir bedbahtlıktır. İşte vaaz ve nasihat dinlemekten 
    kaçınanların sonu da budur. Bunun için onlara bakmamalı da, az da olsa, dinleyip 
    faydalanacak olan saygılıları gözeterek vaaz ve nasihat etmelidir. Demişlerdir 
    ki: Cehennemde ölmemek kâfirlere mahsustur. 
  Ama isyan 
    eden müminlerden cehenneme girenler orada öleceklerdir. Müslim'in Ebu Said'den 
    rivayet ettiği şu hadisi delil göstererek bu sonuca varmışlardır: "Cehenneme 
    giren ateş ehli orada ölmezler de dirilmezler de. Ama günahları sebebiyle 
    ateş isabet etmiş olan bir kısım insanlara gelince, yüce Allah onları öldürecek, 
    nihayet kömür olduklarında şefaate izin verilecek, sonra takım takım getirilecek, 
    cennet ırmaklarına serilecekler. "Ey cennet ehli! Bunların üzerine su dökün." 
    denilecek de sel milinde tane biter gibi bitecekler." 
  Bununla beraber 
    şunu da bilmek gerekir ki, kâfirlerin cehennemde ölmemesi de "Ey Rabbimiz! 
    Sen bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin."(Mümin, 40/11) âyetinden anlaşılan 
    iki ölümü de tadıp iki hayat ile azap için yeniden diriltildikten sonra demektir 
    ki, bundan sonra ne ölecek ne de dirileceklerdir. Bazıları da demişlerdir 
    ki: "Ne ölecekler ne de dirilecekler." demek azabın şiddeti ile ebedî sürünmekten 
    kinayedir. 
  14. Muhakkak 
    felah buldu, kendini fenalıklardan kurtarıp murada erdi temizlenen, vaaz ve 
    öğüdü dinleyip temizlenen, feyiz alan, kalbini şirkten ve kötü ahlâktan, bedenini 
    maddî ve manevî pisliklerden temizleyip iman ve ihlas, gusül ve abdest ile 
    arınan ve zekâtını verip Allah'ın huzuruna temizce çıkmak için çalışan 
  15. ve Rabbinin 
    ismini anıp onun huzuruna varacağını düşünerek "Allahü Ekber" diye tekbir 
    alıp da namaz kılan, beş vakit namazı ve özellikle gelen rivayete göre, bayram 
    namazını kılan kimseler. Bu âyetin zahiri mânâsı, kalp ve beden temizliğiyle 
    nefis terbiyesine, Allah'ı birleme, tekbir gibi dil ile zikretmeye, "Namaz 
    kılan ve zekât veren"(Bakara, 2/177) âyetlerinin mânâsı üzere bedenî ve malî 
    ibadetlerin temeli sayılan farz olan zekât ve namaza dikkat çekmiş olmasıdır. 
    İbnü Münzir gibi bazılarının İbnü Abbas'tan rivayetleri de böyledir. Bazıları, 
    farzlarla beraber mümkün olduğu kadar nafileleri de kapsadığını söylemişlerdir. 
    Çünkü bir kayıt konulmadan mutlak olarak söylenmiştir. Onun için mutlaklığı 
    üzere devam etmesi asıldır. İbnü Mesud'dan: "Sadaka verip namaz kılan kimseye 
    Allah rahmet buyurdu." diye gelmiştir. Bu şekilde bir kısım tefsirciler de, 
    "bayram namazına gitmezden evvel başının zekatı olan fıtır sadakasını veren, 
    sonra da tekbir ile bayram namazını kılan" demişlerdir ki, bundan, farz namazları 
    arasında bayram namazının da vacip olduğu ve zekattan, fıtır sadakasının da 
    vacip olduğu anlaşılmış olur. Râzî'nin yazdığına göre bu tefsir ikrime'nin, 
    Ebu'l-Âliye'nin, İbnü Sirin'in ve İbnü Ömer'in görüşleridir. Resulullah (s.a.v.)'a 
    kadar varan merfu hadis olarak da rivayet edilmiştir. Keşşaf'ta zikredildiği 
    üzere Hz. Ali (r.a.)den de şöyle rivayet edilmiştir; âyetteki "tezekki" den 
    maksat, fıtır sadakası vermektir. Hz. Ali daha sonra şöyle demiştir: Allah'ın 
    kitabında başkasını bulamasam da şu yetişir: "Muhakkak temizlenen kurtuldu." 
    yani fıtır sadakasını verip mescide yönelen ve Rabbinin ismini zikredip iftitah 
    tekbiriyle bayram namazını kılan". 
  Dahhâk'ten 
    de, "mescide giderken Rabb'ının ismini zikredip, yani tekbir alarak gidip 
    de bayram namazı kılan" diye rivayet edilmiştir. 
  "Sa'lebî Tefsiri"nde 
    bu rivayetlere şöyle itiraz edilmiştir: Bu sûre ittifakla Mekke'de inmiştir. 
    Oysa Mekke'de ne malî zekât ne de bayram namazı vardı. Buna cevap olarak da 
    demişlerdir ki: Bu, Mekke'de hazırlık mahiyetinde inmiş olup hükmü gecikmiş 
    olabilir. Bir de sûrenin Mekke'de inmiş olması en sahih görüş ise de bu hususta 
    icma yoktur. Yukarda geçtiği üzere, Medine'de indiği görüşünde olanlar da 
    olmuştur.
   Bu ayrıntılardan 
    şu neticeyi almak gerekir ki, buradaki namaz, iniş sebebi bile olsa sadece 
    bayram namazıdır demek lazım gelmeyeceği gibi, "tezekki"yi de yalnız mali 
    zekata ve bu arada özellikle fıtır sadakasına tahsis etmek gerekmez. Tezekki, 
    iç ve dış temizliği ve feyizlenme mânâsıyla amellerin temizlenmesi ve malın 
    temizlenmesinden daha genel olduğu gibi, namaz da beş vakit namazdan daha 
    genel olarak Bayram namazı ve vitir gibi vacip olan namazları da kapsamış 
    olmak gerekir. Onun için hükmü, Mekke'de mümkün olduğu kadar uygulanmış bulunduğu 
    gibi, Medine'de de mali zekat, fitre ve bayram namazı dahi bu hükme dahil 
    olarak uygulanmış, dolayısıyla hükmünün mutlak olarak değil, bazı içine aldığı 
    şeyler itibarıyla kısmen sonraya bırakılmış olduğu anlaşılır. Şu halde fıtır 
    sadakası ve bayram namazını söyleyenlerin maksadı da, sadece bunlar olduğu 
    değil, bunların dahi bu âyetin hükmüne dahil bulunduğunu ve o suretle uygulandığını 
    söylemek demektir. Hatta söylendiği gibi, mümkün olduğu kadar nafilelerin 
    bu medih ve övgüye dahil olması âyetin mutlak mânâsının zahirine uygun olduğu 
    gibi, "tezekki", "zikir" ve "salat"ın zikredilmesi de kalbî ve lisanî, malî 
    ve bedenî bütün ibadetlerin aslı olmak itibarıyla hepsine işaret olması dahi 
    sahihtir ve böyle rivayet edilmiştir.
   16. Fakat 
    siz, ey gafil insanlar! O kurtuluşu her şeye tercih ederek o temizlenmeye 
    çalışacak yerde öyle yapmıyorsunuz da dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Onun 
    süsünü, eğlencesini, yemesini, içmesini, kadınlarını, lezzetlerini öne alıyor, 
    bunlara öncelik tanıyor, bunlarla meşgul olmaktan ve o yolda mal harcayıp 
    tüketmekten hoşlanıyorsunuz da ahiret esenlik ve mutluluğunu hazırlayan temiz 
    ve güzel amelleri arkaya atıyorsunuz. Bayram yapmak istediğiniz vakit de temizlik, 
    sadaka verme, zikir, namaz, hayır ve iyilikler gibi sonu kurtuluş olan işlerden 
    çok, gelip geçici dünya lezzetlerinden zevk alıyorsunuz. Ki bu da iki kısımdır: 
    
  BİRİSİ, ahireti 
    hiç hesaba katmayarak yalnız dünya lezzetlerine bağlanmaktır ki bu, "Bize 
    kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olup onunla tatmin olanlar ve bizim 
    âyetlerimizden gafil olanlar. İşte bunların, kazandıkları sebebiyle varacakları 
    yer cehennemdir." (Yunus, 10/7-8) ölçütüne göre Allah'a kavuşmayı arzu etmeyip 
    sade dünya hayatına razı ve onunla tatmin olan ve ibadet etseler bile yalnız 
    "Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver."(Bakara, 2/200) diyenlerin halidir ki bunlar, 
    "Onun ahirette hiçbir nasibi yoktur."(Bakara, 2/200) âyeti gereğince ahiret 
    hayatından nasipleri olmayan ve "O kimse ki en büyük ateşe girecektir. Sonra 
    ne ölecek onda, ne de hayat bulacaktır." hükmünce o büyük ateşe yaslanacak 
    olan bedbahtlar, kâfirlerdir. 
  BİRİSİ de, 
    "Ey Rabbimiz! Bize hem dünyada hem de ahirette iyilik ver."(Bakara, 2/201) 
    demekle beraber ikisi karşılaştığında dünyayı ahirete tercih edenler, dünya 
    zevki için ahireti feda eyleyen gafil veya asi müminlerdir. 
  Bunların da 
    "İşte onlar için kazandıklarından bir nasip vardır."(Bakara, 2/203) âyeti 
    gereğince kazançlarına göre ahiretten bir nasipleri vardır. 
  17. Oysa ahiret 
    daha hayırlı ve daha devamlıdır. Dolayısıyla geçici olan dünya hayatı ne kadar 
    zevkli olursa olsun, akıllı ve zeki olan insanların ahireti tercih ederek 
    temizlenmeye ve kurtulmaya çalışmaları ve böyle olanlar için daima sonu önden 
    hayırlı olacağını bilmeleri gerekir. Yoksa dünya hayatını tercih edenler için 
    gün günden fena olmak ve sonu kötümserlikle beklenilenin elde edilememesinden 
    duyulan acı içersinde karar kılmak zorunlu bir kural olur. Ahireti tercih 
    ederek daima ilerisi için temizliğe ve iyiliğe bakışlarını diken ve o iman 
    ile başının vergisini verip Rabbinin ismini anarak ona gitmek üzere namazını 
    kılan, ibadetini yapan kimseler dünyada ne kadar sıkıntı ve ızdırap çekseler, 
    sonuçta kötümser olmaz, ümitsizliğe düşmez, günden güne kurtuluş ve esenliğe 
    doğru gitmeye ve mutlu sona ulaşmaya muvaffak olurlar. Onlar için gaye dünya 
    hayatında kalmak değil, onun elemlerinden kurtulup Allah'ın rızasına kavuşmaktır. 
    
  18. Haberiniz 
    olsun ki, bu öğüt, yani ahiretin dünyadan hayırlı ve devamlı olduğunun hatırlatılması, 
    yahut buyurularak temizlenenin kurtulduğunun haber verilmesi veya bu sûrenin 
    içerdiği mânâlar, yani Kur'ân'ın indirilip okutulması ve ezberlenmesi ile 
    en kolay olanı elde etmeyi içeren Muhammed (s.a.v.)'in peygamberlik görevinin 
    başarılı olacağı müjdesi ilk sahifelerde vardır. Önceki peygamberlere verilmiş 
    olan sahifelerde, kitaplarda zikredilmiş ve vaad edilmiştir.
   19. Özellikle 
    İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde vardır. Bunun "es-Suhufu'l-ûlâ"dan bedel-i 
    küll olma ihtimali varsa da açık olan bedel-i ba'z olmasıdır. 
  SUHUF, aslında 
    kitap mânâsına gelen "sahife"nin çoğulu olup Tevrat, Zebur, İncil, Kur'ân 
    ismi verilen dört büyük kitabın dışında, peygamberlere indirilmiş olan kitapçıklar 
    hakkında kullanılması şöhret bulmuştur. Bu mânâya göre Musa (a.s)'nın suhufu, 
    Tevrat'tan önce indirilmiş olan on suhuf; İbrahim (a.s)'in ki de on suhuf 
    idi diye nakledilmiştir. Yani, İslâm dininin burada açıklanmış olan bu hakikati, 
    yüce Rabb'i birlemek ve noksanlıklardan uzak tutmak, okumak, öğüt verip hatırlatmak, 
    saygı, temizlenme ve zikir ve namaz ile kurtulma, ahiretin dünyadan hayırlı 
    ve devamlı olması esasları, her dinin esası olan ve önceki peygamberlere indirilmiş 
    ilk sahifelerde ve özellikle İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'nın sahifelerinde 
    zikredilen Hakk'ın emridir. Din adı altında buna zıt olan Allah'a ortak koşma, 
    Allah'ın üç unsurdan oluştuğuna inanma, Allah'ı başka bir varlığa benzetme 
    ve dünyayı ahirete tercih etme gibi kötümser fikirler, inançlar doğru değildir. 
    Dolayısıyla bütün güçlüklere rağmen Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin 
    ve bu hak dinin en kolaya muvaffak olması, bütün bunların bir neticesi olmak 
    üzere kesinlikle gerçekleşecek bir iştir. "Seni en kolaya muvaffak kılacağız." 
    ile de işaret buyrulduğu üzere "O, Resulünü hidayet ve Hak din ile bütün dinlere 
    üstün kılmak için gönderendir."(Tevbe, 9/33) hükmünün ortaya çıkacağında şüphe 
    edilmemelidir. İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'ya inananların buna da inanmaları 
    gerekir. 
  Abd b. Humeyd, 
    İbnü Merduye ve İbnü Asakir Ebu Zerr (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: 
    Dedim ki, ey Allah'ın Resulü! Yüce Allah kaç kitap indirdi? Buyurdu ki: Yüz 
    dört kitap indirdi. Elli sahife Şît'e, otuz sahife İdris'e, on sahife İbrahim'e, 
    on sahife de Tevrat'tan evvel Musa'ya indirdi. Tevrat'ı, Zebur'u, İncil'i 
    ve Furkan'ı da indirdi. Dedim ki: Ey Allah'ın Resulü! İbrahim'in sahifeleri 
    ne idi? Şöyle buyurdular: Hepsi kıssa ve öğüt idi: Ey o kötülüklere düşkün, 
    sırnaşık ve mağrur Melik! Ben seni dünya malını üst üste yığasın diye göndermedim. 
    Fakat benim yerime mazlumun duasını yerine getiresin diye gönderdim. Çünkü 
    ben mazlumun duasını, kâfir de yapsa kabul ederim. Aklına karşı mağlup olmadıkça 
    akıllıya gerektir ki, üç saati ola. Bir saatinde Rabbine yalvara, bir saatinde 
    nefsini hesaba çekip ne yaptığını düşüne ve bir saatinde de helalinden ihtiyac 
    için tenha kala. Çünkü bu saatte öbür saatler için bir yardım ve zihnini toplama 
    ve diğer işlerden kurtuluş vardır. Akıllı olanın zamanını görmesi, kendi işine 
    ve durumuna yönelmesi, dilini koruması gerekir. Çünkü kelâmını amelinden sayan 
    kimse az söyler. Ancak kendisini ilgilendiren konularda olursa başka. Akıllının 
    üç şeye talip olması gerekir: Geçimini düzeltmek, varacağı yer için hazırlık 
    ve haramda olmayarak lezzet alma. Dedim ki: Ey Allah'ın Resulü! Musa'nın sahifeleri 
    ne idi? Buyurdu ki: Hepsi ibret idi: Şaşarım, öleceğini yakinen bildiği halde 
    sevinene, ateşin olduğunu kesin olarak bilip de gülene, dünyayı ve onun üzerinde 
    bulunan kimselere karşı durmadan değiştiğini görüp de dünyaya gönül bağlayana, 
    kadere yakinen inanıp da öfkelenene, hesaba inanıp da amel etmeyene. Dedim 
    ki, ey Allah'ın Resulü! İbrahim ve Musa'nın sahifelerindekilerden sana bir 
    şey indirildi mi? Buyurdu ki: Evet, ey Ebu Zerr! buyurdu demiştir. Bununla 
    beraber, Alûsî'nin dediği gibi hadisin sahih olup olmadığını Allah bilir.
   Bunun üzerine, 
    "O ki en büyük ateşe yaslanacaktır sonra da orada ne ölecek, ne de hayat bulacaktır." 
    kaidesine göre, ahirette ateşe yaslanacak bedbahtlarla, kurtuluşa erecek mutlu 
    kişilerin hallerini genişçe anlatarak öğüt vermeye devam edilmek üzere Ğaşiye 
    Sûresi gelecektir.