96-ALAK Suresinin Tefsiri:
  Sûresinin 
    başından e kadar beş âyettir. Tam sûre itibarıyla da Fatiha'dır. Fatiha bundan 
    ve in ve in baş kısımlarından sonra inmekle beraber tam sûre olarak indirildiğinden, 
    sûre itibarıyla önce indirilen Fatiha, âyet itibarıyla önce indirilen de 'dir. 
    İmam Ahmed b. Hanbel, Buharî ve Müslim ve Abd b. Humeyd ve Adurrezzak ve daha 
    başkaları İbnü Şihab yoluyla "Urve b. Zübeyr'den, Hazreti Aişe (r.a.)'den 
    vahyin başlaması ile ilgili hadiste -ki Fatiha da tamamı nakl edilmişti- ilk 
    vahyin rüyayı sadıka (doğru çıkan rüyalar) ile başladığını açıkladıktan sonra 
    Hira mağarasında meleğin gelip tazyik ile tutup sıkıp da "oku" dediğini, "Ben 
    okumuş değilim." diye cevap verdiğini, bunun üzerine bir daha sıkıp yine diye 
    cevap verdiğini, üçüncüde yine bütün çabasını sona erdirinceye kadar sıkıp 
    bırakıp da dediğini rivayet etmiş olduklarından ve hepsinden en sahih (doğru) 
    olan bu rivayette ise e kadar âyetler diye anlatılmış ve açıkça ifade edilmiş 
    bulunduğundan ilk inen âyetlerin bu âyetler olduğu en sahih olarak isbatlanmış 
    bulunmaktadır. Yalnız ile yetinen bazı rivayetten maksat, sûrenin tamamına 
    işaret olduğunu zannedenler olmuş ise de bu mücmel e kadar açıkça ifade eden 
    rivayet müfessir demek olduğundan, müfessirin mücmele tercih edilmesi gerekir. 
    
  Tamamı 
    birden indirilen sûrelerin pek az olup azar azar ve çoğunlukla beşer veya 
    onar âyet indiği bilindiği gibi, bunlarda da beşer âyet anlatıldığı ve bu 
    sûrenin geride kalan kısmı da anlamlarına göre sonra davetin başlamasıyla 
    karşılıklı mücadelenin meydana gelmesinden sonra indiğine delalet ettiği ve 
    namazın farz kılınmasından sonra olduğu anlaşılan bu âyetlerin Ebu Cehil'in 
    azgınlığı sebebiyle indiği hakkında da Buhari ve diğer (hadis) kitaplarında 
    rivayetler nakledilmekte bulunduğundan dolayı ilk indirilen, bu sûrenin tamamı 
    değil, başından beş âyet ve tam sûre olarak indirilenin Fatiha olduğu ve değişik 
    rivayetlerin bu şekilde bağdaştırılması bu konudaki sözlerin ve rivayetlerin 
    gerek rivayet ve gerek dirayet bakımından en sahihi (doğrusu) bulunduğu gerçekten 
    tesbit edilmiştir. Onun için Zamahşerî'nin İbnü Abbas ve Mücahid'den: Bu sûre 
    ilk inendir. Tefsir bilginlerinin çoğu ise; "ilk inen (sûre) Fatiha, sonra 
    Kalem sûresidir" sözü de Fatiha tefsirinde geçtiği tarzda bu mânâ ile açıklanmış 
    ve rivayetler arasında uyum sağlanmıştır. Özetle en sahih olan rivayetlere 
    göre bu sûrenin beş âyetinin ilk inen olması, Fatiha'nın tam sûre olarak ilk 
    inen olmasına ve bu arada başka sûrelere ait bir takım âyetlerin inmiş olmasına 
    aykırı değildir. Şu halde İbnü Abbas ve Mücahid'in sözü ile tefsir bilginlerinin 
    çoğunun sözleri arasında gerçekten çelişki yoktur ve bundan dolayı "Keşşaf" 
    sahibi gibi Fatiha'nın ilk inen sûre olduğu sabit değildir zannedenlerin görüşü 
    doğru değildir. Kur'ân'ın gerek âyet ve gerek sûre tertibinde inme sırası 
    gözetilmeyerek Mekkî (Mekkede inen) ve Medenî (Medine de inen) sûrelerin ve 
    âyetlerin öne almak ve geriye bırakmakla karıştırılıp daha çok mânâ ilişkisi 
    gözetilmiş bulunmasında ise nazmın güzellikleri ve Kur'ân'ın icazı açısından 
    çok büyük hikmetler vardır ki bunun en belirgini hayatın gidiş ve gelişmesinde 
    ve zaman olayları ve değişmelerinin meydana gelmeleriyle analiz ve birleştirmesinde 
    daima önceki ile sonraki arasındaki birlik ve düzen nizamını düşündürmektir. 
    Mesela bu beş âyet, Fatiha'dan önce inmiştir diye bunları sûreden ayırıp da 
    tertipde Fatiha'dan önce koymaya kalkışmak gibi bir üslub takip edilecek olsaydı, 
    ne bu sûre kalır, ne de Kur'ân'ın (diğer) sûreleri ve âyetleri arasında bir 
    uygunluk bulunurdu. Öyle yapılmayıp Kur'ân'ın herhangi bir kısmı okunurken 
    ve hatta her hangi önemli bir işe başlarken diye başlamakta hem her şeyden 
    önce "Rabb'ının ismiyle oku" emrinin mânâsının uygulama, hem de Kur'ân nazmını 
    hiç bozmadan bütün yönleriyle korumak vardır. Bu sûrelerin bu şekilde Kur'ân'ın 
    (indirilmesinin) bitimine doğru buraya konulmasında şüphesiz ki ilk sırasında 
    anlaşılan mânâdan fazla bir mânâsı vardır. Henüz okunacak bir kitap verilmeden 
    oku oku denilmekle "İşte bu kitap" (Bakara, 2/1) diye başlayarak okunacak 
    kitabı tamamladıktan sonra bitimine doğru "oku oku" diye emredilmesindeki 
    mânâ elbette farklıdır. Bunda olgunluk döneminden, zamanın geçmesinden sonra 
    da peygamberliğin ilk durumunu hatırlatmakla sonu baş tarafa çeviren bir yenileme 
    ve hiçbir zamanda okumaktan doyulmayacağını anlatmak üzere "O halde bir işi 
    bitirdin mi daha yorucu olana koş, ancak Rabbinden iste." (İnşirah 94/7-8) 
    mânâsı gereğince biri bitince diğerine başlamak suretiyle bir devam mânâsı 
    vardır. İlk indirildiğinde okumaya başlamak için varid olan bu pekiştirilmiş 
    emir sonradan da tekrar tekrar devam etme mânâsını ifade etmek ve bu şekilde 
    önceki sûrede geçen ahsen-i takvim ile ahkemü'l-hâkimîn (hükmedenlerin en 
    doğru hükmedicisi) olan Allah, dininin gereğini uzun uzadıya açıklama hususunda 
    buraya derc etmiş. Ve onun içindir ki bunun başında ilk indirilen beş âyet, 
    sonradan insanın kendini ihtiyaçsız görmesinin sakıncalı olduğunu açıklayan 
    ve Allah'a dönüşü ifade eden "Hayır! Gerçekten insan, kendisini zengin görünce 
    azıyor. Oysa dönüş, elbette Rabbinedir." âyetleri ile takip edilmiştir. Demek 
    ki İslâm dini, başlangıçta diye okumak emri ile gelmiş ve sonra da insan bir 
    mertebeye gelir de okumaktan, ilimden, din ve kulluktan kendisini doygun olur 
    zannetmemesi ve başlangıç ve sonuç birleştirilerek, her sonucun bir başlangıç 
    gibi bilinmesi için bu emri kapsayan bu sûre buraya yerleştirilmiştir. Bu 
    mânâ "Ecelin gelinceye kadar Rabbine ibadet et." (Hicr 15/99); "Ve de ki: 
    Rabbim! İlmimi artır." (Tâhâ, 20/115) âyetlerinin de mânâsıdır. 
  Âyetleri 
    : Hicâzî'de yirmi, Irâkî'de on dokuz, Şâmî'de on sekizdir. 
  Fâsılası 
    : harfleridir. Bunlar, sırasıyla birleştirilirse "kalk bağışlayayım" yahut 
    "kalk heybet ver" mânâları çıkar. 
  Meâl-i 
    Şerifi
  1- Yaratan 
    Rabbinin adıyla oku!
   2- 
    O, insanı bir alekadan (embriyodan) yarattı.
   3- 
    Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir.
   4- 
    O Rab ki kalemle yazmayı öğretti.
   5- 
    İnsana bilmediği şeyleri öğretti.
   6- 
    Hayır! Doğrusu (kâfir) insan azgınlık eder.
   7- 
    Kendisinin muhtaç olmadığını zannettiği için. 
  8- Muhakkak 
    ki dönüş mutlaka Rabbinedir.
   9, 
    10- Namaz kıldığı zaman, bir kulu engelleyeni gördün mü?
   11- 
    Gördün mü (ne dersin?), ya o (kul) doğru yolda olur,
   12- 
    Veya kötülüklerden sakınmayı emrederse? 
  13- 
    Gördün mü, ya bu (adam, hakkı) yalanlar, yüzçevirirse,
  14- 
    O adam, Allah'ın kendini gördüğünü hiç bilmiyor mu?
   15, 
    16- Hayır, hayır! Eğer o, bu davranışından vazgeçmezse, and olsun ki biz, 
    onu perçeminden, o günahkâr ve yalancı perçeminden tutup cehenneme sürükleriz. 
    
  17- 
    O zaman o taraftarlarını yardıma çağırsın.
   18- 
    Biz de Zebanileri çağıracağız. 
  19- 
    Hayır, sakın ona boyun eğme (Allah'a) secde et ve yaklaş.
   Rabbinin 
    adıyla oku!. Yani onun yüce adıyla, "Allah" yüce ismi ile başlayarak oku. 
    Okumaya başla. Yukarıda geçtiği üzere bu emir inerken, başlangıçta Hira mağarasında 
    Hz. Muhammed'in zatına melek gelip canına tak diyen şiddetli bir sıkıştırma 
    ile yalnız "oku" demiş. O zamana kadar Hz. Muhammed okumak bilmediği için 
    "ben okumuş değilim" yani okumak bilmem ki ne okuyayım? demişti. Bunun üzerine 
    yine şiddetli bir sıkıştırma ile "oku" demiş. O da yine "ben okumuş değilim" 
    demişti. Demek ki o ilk iki "oku" emri henüz Kur'ân değil, okuma denilen işe 
    başlamak için heceletme cinsinden hazırlayıcı bir emir teklif idi. Kur'ân, 
    üçüncü defaki sıkıştırmadan sonra olan iş bu "Rabb'inin adıyla oku!" emri 
    ile başlamıştı. Şu halde bu emir, ilk inmesinde hem yaratıcı bir mahiyette 
    Hazreti Peygamber'i okumazken okur yapmış, hem öğretici bir şekilde nazmı 
    ile okunanı belirtmeye başlamış, hem mânâsı ile ilk vazifenin böyle yaratan, 
    terbiye eden Allah'ı tanıtmak ve onun ismiyle okumaya başlamak olduğunu yükümlü 
    tutmak şeklinde anlatmıştır. Bu başlangıçta şöyle demek olur: Gerçi sen bu 
    zamana kadar okumadın. "Sen Kur'ân'dan önce bir kitap okumuyordun." (Ankebut 
    29/48) kitabın niteliğini, imanın esasının neden oluştuğunu bilmezdin... "Sen 
    önceleri kitap nedir iman nedir bilmezdin." (Şurâ, 42/52) Fakat işte yaratmak 
    denilen işin sahibi olup kâinatı yaratan ve seni yaratıp yetiştiren, sana 
    ve her işine sahip olan Rabb'in seni kudretiyle şu anda bir okur yaptı, okunacak 
    bir Kur'ân, bir kitap indirmeğe başladı. Böyle öğretildiği gibi o Rabbi'nin 
    ismiyle başlayarak oku! 
  "Kur'ân 
    okumak istediğin zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytanın şerinden Allah'a 
    sığın." (Nahl, 16/98) âyetinde de geçtiği üzere Kur'ân okumanın hakikati, 
    sözü rastgele söylemekten daha güzel bir şekilde düzgün olarak bağlayarak 
    birbiri ardınca ağızdan sesle çıkarmaktır ki, gerek ezberden ve gerek yüzünden, 
    gerek gizli ve gerek açık mutlak olarak okumak demektir. Kitabın kitap olması 
    için, gerçekten yazılmış olması şart olmadığı gibi, okumak için de mutlaka 
    yazı şart değildir.
   Gözle 
    mütalaaya (okumaya), zihinden hatırlamaya okumak demek de mecazdır. Hakikaten 
    kırâetin kemali ezbere okumaktır. Hz. Peygamber'in hadisinde söylendiği üzere 
    yüzünden okumanın sevab ve fazileti, kavrama ve ezberlemeye vesile olmasından 
    dolayıdır. Resulullah'ın kırâati, yazıya ihtiyacı olmaksızın Allah tarafından 
    kendine böyle inmiş olan Kur'ân'ı ezberinden en mükemmel şekilde okumaktır 
    ki, kendi kendine veya namazda veya diğerlerine tebliğ için okumayı, okutmayı 
    ve yazdırmayı kapsar. İşte eskiden hiç kitap okumamış, yazı yazmamış olan 
    Ümmî Peygamber'e bu emir ile bir mu'cize olarak okunacak bir kitab verilmeye 
    başlanmış ve kendisine yazmadan okuyacak okutacak, emir yoluyla yazdırtacak 
    bir kırâet kudreti ihsan buyurmuştur. Buna besmele ile başlanması da emrolunmuştur. 
    Ve bunun hikmeti, uluhiyet gereği olduğu da özellikle "senin Rabbin" izafeti 
    ile anlatılmıştır. Hiç bir kitap okumadan ve kalem ile yazıyı bellemeden böyle 
    bir kırâet mucizesi nasıl mümkün olur? gibi bir şüpheye meydan bırakılmaması 
    için kalem işine kadar gelinmek üzere aşağıdaki gibi yaratıcılık vasfı (niteliği) 
    ve yaratılışın başlangıcı ile uluhiyet hükmü hatırlatılarak ve açıklanarak 
    buyuruluyor ki: O Rabb'in ki yarattı, yani olmayan şeyi yaratmak kendisinin 
    vasfı olan, yahut seni ve her şeyi yaratan Rabb'inin ismiyle oku ki
   2. 
    O insanı bir kan pıhtısından yarattı.
   ALAK 
    , aleka 'nın çoğulu olarak sayılmıştır. Beydâvî demiş ki: "İnsan" kelimesi, 
    çoğul mânâsında olduğu için çoğul yapılmıştır. "Kamus" ve şerhlerinden anlaşıldığına 
    göre aslında lügatta alek maddesi, yapışıp ilişmek mânâsına vaaz edilmiştir. 
    Ve mutlak şekilde ilişken ve yapışkan nesneye de denir. Bundan her türlü kana 
    ve kırmızı kana ve özellikle uyuşuk kana alek denilmiş. Kandan bir kısım olması 
    itibariyle veya doğrudan doğruya ilişiklik mânâsı ile rahimdeki tutuğa da 
    aleka denilmiştir. Yapışkanlığından dolayı sülük ve kuyu makarasına ve ipine 
    ve makarasının iliştirilip ipi geçirilen takıntısına ve işlek yola da alek 
    denilir . Bütün bunlar maddî mânâdır. Bunlardan başka alek, ruhanî ve manevî 
    olarak "alaka" gibi aşk ve sevgi mânâsına geldiği de lügatta açıklanmıştır.
   Tefsir 
    bilginleri, yaratılışın maddi yönünü göz önünde bulundurarak meni (sperma)nin 
    aşılamasından sonra medana gelen kan pıhtısının çoğulu olmasıyla yetinmişler 
    ve bunu en alçaktan en yükseğe yükselmeyi göstermek için açıkça anlaşılan 
    mânâ olarak görmüşlerdir. Fakat manevî yönü de kapsamak üzere mutlak bir alaka, 
    bir ilişik mânâsına müfred olarak düşünülmesine hem alekanın yaratılmasına 
    da başlangıç olan ve Rabbanî bir izafetten ibaret bulunan ruhî ilişiğe kadar 
    insanın bütün yaratılışın başlangıçlarını kapsayan, hem de okunanın ruhî bir 
    sevgi ve alaka ile takip edilmesi hususuna da açık faydalı bir uyarım olacağından 
    dolayı daha ince, daha derin, daha beliğ olur. Bu şekilde meâle şöyle demeli: 
    "O, insanı bir ilişikten yarattı. Bununla beraber iki takdirde de kısaca mânâsı 
    şudur: "Bir alakadan, yahut sırf bir ilişikten bir insan yaratan ve mutlak 
    surette yaratmak kendinin şanı olan Rabb'in hiç okumamış olan kimseyi de böyle 
    bir emir ile elbette okutur. Onun için oku! 
  3. Onun 
    ismi ile "oku" tekrarı ifade eden bu ikinci emir okumak yeteneğinin tekrar 
    ile meydana geleceğini uyarmak üzere birinci "oku"yu pekiştirmek için bir 
    tekrar olduğu gibi, daha sonraki âyetlerden hareket ederek başkalarına tebliğ 
    etmek veya yazdırmak için okumak üzere ikinci bir emir de olur. Bundan dolayı 
    kalem ile yazı meselesi burada açık olarak anlatılarak, mümkün olup olmamakla 
    ilgili sorunun çözümü, başlangıç veya itiraziye (parantez içi) veya hal vavı 
    ile şöyle tamamlanıyor. Ve Rabb'in sonsuz kerem sahibidir. mübteda, sıfatı 
    haberdir. (el-Ekrem) haber, (ellezi) onun sıfatı olması da caizdir. İki durumda 
    da müsned marife (belirli) olduğu için kasr (tahsis) vardır. Birinci tarz, 
    sözün gelişine daha uygun ve peygamberlik ile lütuf ve ihsanda bulunmanın 
    kalem ile ikramda bulunmadan daha yüksek olduğunu anlatmada daha açıktır. 
    Yani başkası değil, o her cömertten daha cömert olan Keremine, kerametine 
    nihayet olmayan, karşılıksız, bedelsiz, korkusuz, endişesiz lütuf ve hilmi 
    ile, sebepli veya sebepsiz, alışılmış ve alışılmamış cömertlik ve yardım ile 
    nimet verip, ihsanda bulunan kerametler ve mucizeler bağışlayan ve gerçek 
    kerim (cömert) yalnız kendisi olan o yaratan ve sana ismi ile başlayarak okumayı 
    emreden ancak Rabb'indir.
  4. O 
    kalem ile öğretendir. Kalem ile yazıyı öğreten, o vasıta ile ilim belleten 
    de odur. Yoksa bir kan pıhtısından yaratılmış olan insanlar ne kalem bilirdi 
    ne yazı.
   5. 
    O, insana bilmediği şeyleri öğretti. İnsanda olmayan kuvvetleri, yetenekleri, 
    kabiliyetleri yaratarak ve deliller getirerek ve âyetler indirerek vehbî (Allah 
    vergisi) olarak da öğretti. Çalışarak kazanma yoluyla da öğretti. İşte öyle 
    sonsuz kerem sahibi olan Rabb'in sen hiç okumamışken, yalnız cömertliğinden 
    sana Ledünnî (Allah tarafından ihsan edilen) bir ilim vererek böyle bir emir 
    ile seni kaleme muhtaç etmeden de okutur, bilmediğin şeyleri bildirir ve bildirdi. 
    Onun için sen de onun ismiyle bu Kur'ân'ı oku, oku. Beydâvî der ki: Yüce Allah 
    insanı en özel mertebelerden en yücesine nakleden ve nimetini ortaya koymakla 
    Allah'lığını anlatmak ve cömertliğini gerçekleştirmek tarzında insanın başlangıç 
    ve son durumunu sayarak bu şekilde önce Allah'ı tanımaya akıl yoluyla delalet 
    edene işaret; ikinci olarak da işitme yoluyla delalet edene uyarıda bulunmuştur.
   Doğrudan 
    doğru yaratılışı incelemenin Allah'ı tanımaya delaleti akla dayanır. Okuma 
    ve yazmada ise okuyan ve yazandan nakletme itibarıyla (Allah'ı tanımaya) işitmeye 
    dayalı delaleti vardır. Bu şekilde Kur'ân akli delilleri de kapsamakla beraber 
    onlar onun mânâsı olduğundan asıl kendi delaleti, sözle ve işitme yoluyla 
    olan delalettir. Peygamber'in Allah'tan öğrenerek okuduğunu nakleder ve anlatır 
    demek olur. Kur'ân'ın ilk inen âyetinin, böyle akıl ve işitmeye dayanan delili 
    kapsayan, tekvinî (var etmeyle ilgili), teşriî (kanun yapmaya ait) emirlerle 
    oku oku diyerek ve okumanın, yazmanın, ilmin öğretilmesi insana Allah'ın en 
    büyük kereminden olduğunu hatırlatarak gelmesi elbette çok önemli ve çok dikkate 
    değer. Burada Peygamber'in okumak için yazıya ihtiyacı olmadığı bildirilmekle 
    beraber şüphe yok ki kalem ile öğretmenin de Allah'ın büyük bir ikramı olduğu 
    açıklanmış ve böylece ümmet okuyup yazmaya teşvik edilmiş ve özendirilmiştir. 
    Şu kadar ki bunu anlatırken peygamberin yazı yazmaksızın okuması, kitap sahibi 
    olması, hakkındaki Allah'ın keremini, yani peygamberlik ve elçiliğini ispatlama 
    görüşü açısından daha yüksek olduğu da ifade edilmiştir.
   Nitekim 
    bu mânâ, Ankebut Sûresi'nde "(Ey Muhammed!) Kur'ân'dan önce sen herhangi bir 
    yazı okumuş değildin; onu elinle de yazmamıştın. Öyle olsaydı o iptalciler 
    şüpheye düşerlerdi." (Ankebut, 29/48) âyetinde açıkça anlatılmıştır. Şu halde 
    kalemin bu önemini ifade eden âyeti ilk okuma emri ile beraber kabul eden 
    peygamberin (s.a.v) bundan sonra kalem ile yazıyı da öğrenip yazması gerekmez 
    miydi? sorusu sorulmaz. Gerçekten peygamberin kendi eliyle hiç yazı yazmadığı 
    ve A'lâ Sûresi'nde "Sana Kur'ân'ı okutacağız (ve Allah dilemedikçe de) artık 
    hiç bir şey unutmayacaksın." (A'lâ, 87/6) buyurulduğu üzere Allah tarafından 
    okutulanı unutmayacağına dair kendisine güvence verildiğinden, ezberleme ve 
    kavrama için de yazmaya ihtiyacı olmadığı, fakat indirilen (âyetler)i ümmetin 
    ezberlemesi için vahy katiplerine okuyup yazdırdığı bilinmektedir. Acaba kendisi 
    yazmamakla beraber yazılanı okumayı peygamberlikten sonra da bilmiyor muydu? 
    Bu hususta da meşhur olanı, "hayır bilmiyordu". Çünkü Hudeybiye anlaşması 
    belgesinde yazılan bir kelimeyi silmek için hangisi olduğunu Hz. Ali'ye sorduğu 
    bilinmektedir. Bununla beraber "Şifa" ve "haşiyelerinde" anlatıldığı üzere 
    sonradan katibi Hz. Muaviye'ye "Yani divite ham ipek koy, kalemi yan kes, 
    ba'yı uzat, sin'i(n dişlerini) ayır, mim'i köreltme, Allah (kelimesini) güzel 
    yap, er-Rahmân'ı uzat er-Rahîm'i güzel yap (süsle)." meâlinde besmeleyi güzel 
    yazmasını emr ve tarif ettiğine dair bazı hadislere göre yazıyı bildiği de 
    söylenmiştir. Bunu özel bir vahiy ile söylemiş olması düşünülmekle beraber 
    bu "oku" emrinden sonra yirmi üç sene Kur'ân'ı okumak ve yazdırmak vazifesi 
    olmuş olan Hz. Peygamber'in bu müddet içinde yazıyı da bellemiş olması akla 
    uzak değil, uygundur. Bu onun hiç okumamış, yazmamış ümmi iken Allah'ın emri 
    ile okur peygamber olması mucizesine aykırı olmaz, yasaklanmış da değildir. 
    Daha önce okumuş yazmış olsaydı "O vakit iptalciler şüpheye düşerlerdi." (Ankebut, 
    29/48) buyurulduğu üzere iptal ediciler onun Allah tarafından indirildiğinde 
    şüphe edebilirler idiyse de peygamberlikten sonra okur olması gibi yazıyı 
    bilmesi de şüphe değil, vurgulama olur. Ve bu, âyetlerin teşvikine de yakışır. 
    Fakat gerçekten fiili olarak yazmadığı ve başka kitap mütalaa etmediği kesindir.
   6. 
    "Hayır." Sûrenin bundan sonraki kısmının epeyce zaman sonra indiği anlaşılıyor. 
    Ve inmesine sebep de Ebu Cehil olduğu rivayet ediliyor. Bu arada Buhari ve 
    Tirmizi'de İbnü Abbas'tan rivayet edildiği üzere: "Eğer Muhammed'i Kabe'de 
    namaz kılarken görürsem boynunu çiğnerim." demişti. Bu sebeple ile sakındırma, 
    her şeyden önce ona ait olmak üzere öyle azgın kâfir insana hitapdır. Çünkü 
    başında görünürde azarlama ve yasak etmeyi yönlendirecek bir şey yoktur, denilmiş. 
    Bu şekilde sûrenin baş tarafına bağlanmamış, Ebu Cehil'in sözünü reddederek 
    hitap ona yönelmiş oluyor. Bu ise görünüre aykırıdır. Kur'ân'da bazen sağa, 
    bazen sola hitabı çeşitlendirme üslubu çoktur. Bu sûrede lerle de birkaç defa 
    ahenkli bir şekilde yapılmış ise de, kendinden öncekine bir bağlantıyı gerektiren 
    bu ile üslub çeşitliliği belli olmuyor. Onun için bazıları da burada "Kella" 
    yasak etmek için değil, "gerçekten" mânâsına olarak sonrasını pekiştirmek 
    içindir. Hitap, yine peygamberedir, demişler. Bizim anladığımıza göre hitabın 
    ilk önce Resulullah'a olması açık, "kellâ"nın da kendinden önceki âyetleri 
    tekrar tekrar okuma emirlerini zıddından caydırma ve sakındırma ile emri takviye 
    olması nazmın ahengi itibariyle de uygun olduğundan mânâsının şu olması gerekir: 
    "Sakın okumamazlık etme ey Muhammed!" Çünkü insanoğlu muhakkak azıyor, azar, 
    haddini aşar, hakka karşı gelir, halka zarar verir, 
  7. kendini 
    zengin görünce, kendini artık ihtiyacı yokmuş, maksada ermiş, zenginlik mertebesine 
    gelmiş görmek, o görüş ve inançta bulunmak sebebiyle azar, onun için hiçbir 
    zaman kendini zengin görme de Rabb'inin ismiyle oku, tekrar tekrar oku, emirlerini 
    yerine getir. 
  8. Çünkü 
    haberin olsun ki sonunda dönüş elbette Rabb'inedir. 
  RUC'A 
    , "büşrâ" ölçüsünde dönme mânâsına masdardır. Yani dönüş onadır. Ondan kurtuluş 
    yoktur. Onun için hangi basamakta olursa olsun kendini zengin görmemeli, azgınlıktan 
    sakınmalıdır. Bu hitap da Resulullah'adır. Bununla beraber esas maksat, kendini 
    zengin gören ve azgınlık edenleri uyarmaktır. Onun için âyetin inme sebebi 
    olan kendini zengin gören azgının azgınlığı bir misal halinde gösterilerek 
    buyuruluyor ki:
   9. 
    "Gördün mü?". Yukarılarda geçtiği üzere gerek bir mef'ule geçişli (müteaddî) 
    olan görmek veya görüş sahibi olmaktan, gerekse iki mef'ulüne geçişli (müteaddî) 
    olan ilim mânâsından gördün mü? Gördün ha, baksana ha, bilesin ha, anladın 
    ha gibi dikkati çeken bir hitap ile ne dersin? Görüşün, fikrin, bilgin ne 
    ise bana haber ver! demek mânâsına kullanılır bir sorudur ki, çoğunlukla maksat 
    gerçekten soru ve haber alma olmayıp sorulan duruma dikkati çekmekle bir kınama 
    veya azarlama veya şaşırtma olur. Onun için biz de yerine göre gördün mü? 
    Ne dersin? Söyle bakalım? Baksana ha diye tercüme edegeldik. Burada üç vardır. 
    Tefsir bilginleri bunların tefsirinde birçok görüşler açıklamışlardır: 
  Birincisi; 
    hepsinin de aynı muhataba, yani özel hitap ile Peygamber'e ve genel hitap 
    ile insana yönelik olması olabildiği gibi, iki tarafın arasında bir muhakeme 
    (yargılama) veya bir hitabet üslubu ile sağa sola çeşitli şekillerde hitap 
    etmesi de olabilir ve daha mânâlıdır. Bu birincinin, önce Hz. Peygamber'e 
    hitap olduğu açıktır. Dolayısıyla da hitap şanından olan herkese hitap olur. 
    Bunda bir azgını suçüstü halinde sakındırarak gördün mü? Baksana ha şuna, 
    kendini zengin saydığı için nasıl azgınlık ediyor? diye kötüleyerek Peygamber'e 
    ve dolayısıyla insanlığa bir gösterme ve teşhir etme vardır. Yani ey Muhammed! 
    Yahut ey insan baksana! O engelleyen azgına, bir kulu namaz kıldığında. Namaz 
    kılan bir kulu özellikle namaz kıldığı sırada engellemek ne büyük cür'et, 
    ne büyük azgınlıktır! İşte bu, o engellemeyi kendini zengin gördüğünden dolayı 
    yapıyor. Kırâetten (okumadan) bahs edilirken namaza geçilmesi onda kırâetin 
    bir rükün olması ve namazın bütün ibadetlere esas ve dinin direği bulunmasından 
    dolayıdır. Ve bu gösteriyor ki bu âyetlerin inmesi namazın farz kılınmasından 
    sonradır. İbn Atiyye'nin açıklamasına göre; burada namaz kılan bir âbid (ibadet 
    eden) den maksat Resulullah, engel olan da Ebu Cehil olduğunda tefsir bilginleri 
    ihtilafa düşmemişlerdir. Ahmed, Müslim, Nesaî ve daha başka hadisçilerin Ebu 
    Hureyre'den rivayetlerinde: "Ebu Cehil, Resulullah namaz kılarken görürse 
    muhakkak boynunu çiğneyip yüzünü sürteceğine dair Lat ve Uzza'ya yemin etmiş, 
    sonra da Resululah namaz kılarken dediğini yapmak için varmış, fakat birdenbire 
    arkasına dönmüş elleriyle korunarak çekilmiş, "ne oldu sana?" denildiğinde, 
    onunla benim aramda ateşten bir hendek, bir korku ve bir takım kanatlar var, 
    demiş. Resulullah da "Bana yaklaşsaydı melekler onu parça parça ederlerdi." 
    buyurmuş. Allah Teâlâ da 'dan sûrenin sonuna kadar indirmiştir. Tirmizî'nin 
    rivayetinde de peygamber (s.a.v.) namaz kılarken Ebu Cehil, "Ben seni bundan 
    alıkoymadım mı?" diyerek varmıştır. Ümeyye b. Halef Selman'ı namazdan alıkordu 
    diye Hasan'dan rivayet edilen haber sahih olamaz. Çünkü Selman'ın müslüman 
    olması, hicretten sonra Medine'de olduğunda ihtilaf yoktur. Eğer Selman'dan 
    başka Bilal ve diğerleri gibi biri hakkında olmuş ise âyetin hükmü genel olduğu 
    için onu ve benzerlerini de kapsayacağında şüphe yoktur. Ebu Hayyân'ın nakline 
    göre Tebrizî demiş ki: "Burada namazdan maksat, öğle namazıdır." Denilmiştir 
    ki bu, İslâm'da cemaatle kılınan ilk namazdır. Ebu Bekir, Ali ve ilk müslümanlardan 
    bir cemaat beraberdi. Bunlar, namaz kılarlarken Ebu Talib, oğlu Caferle beraber 
    uğramıştı. Ona: "Haydi amcanın oğlunun yanında sende kıl dedi." ve kendisi 
    sevinerek gitti ve Ebu Talib şu beyitleri söylüyordu: 
  "Ali 
    ve Cafer benim güvendiklerimdirler,
   Zamanın 
    sıkıntısı ve şiddeti esnasında, 
  Vallahi 
    ben o peygamberi yardımsız bırakmam,
   Benim 
    soyumdan olan da bırakmaz. 
  Bırakmayın, 
    yardım edin oğluna amucanızın,
   Amcalarınız 
    arasından ana-baba bir kardeşimin."
   Resulullah 
    da bununla sevinmişti. Alûsî der ki: Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Çünkü 
    namaz, hiç ihtilafsız İsra gecesinde farz kılınmıştır. İsra'nın hicretten 
    bir sene önce olduğunda da İbnü Hazm, icma olduğunu iddia etmiştir. İbn Faris 
    de hicretten bir sene ve üç ay önce olduğunu kesinlikle ifade etmiştir. Suddî 
    de bir sene ve beş ay demiştir. Ebu Talib'in vefatı ise hicretten üç sene 
    kadar öncedir. Çünkü onun ölümü Hz. Hatice'nin vefatından üç veya beş gün 
    öncedir. Onun vefatı ise, Hz. Peygamber'in peygamber olarak gönderilmesinden 
    on sene sonradır. Şu halde Ebu Talib, namazın farz kılınışına kavuşmuştur. 
    Her ne kadar Kadı İyâz Zürrî'den İsra'nın peygamberin gönderilmesinden beş 
    sene sonra olduğunu nakletmiş, Nevevî ve Kurtubî de bu görüşü tercih etmişlerse 
    de bu görüş tenkid edilmiştir.
   Fakat, 
    Alûsî'nin bu itirazını biz uygun görmüyoruz. Çünkü İsra'da farz kılınan mutlak 
    namaz değil, beş vakit namazdır. Bundan dolayı ondan önce Müzzemmil Sûresi 
    tefsirinde geçtiği üzere gece namazının farz olması gibi bir öğle namazının 
    da farz kılınmış olmasına aykırı düşmez. Kaldı ki, yukarıda zikredilen rivayette 
    öğle namazı denilmiş, farz olduğu açıkça ifade edilmemiştir. Hz. Ömer'in müslüman 
    olması ilk olarak açıkça kılındığı rivayet olunan namazın da bu olması gerekir. 
    Ancak bu âyetin inme sebebi olan olaydaki namaz öğle namazı olsa bile âyette 
    de kasdedilen yalnız o namazdır demek doğru olmaz. Çünkü âyet kayıtsızdır. 
    Şeriata uygun olan herhangi bir namazı kapsar. Gerek farz ve gerek nafile 
    herhangi bir namazı yasaklamak, namazdan alıkoymak olması itibarıyla bu azgınlık 
    hükmüne dahildir. Ancak asıl yasak, namazın kendisinden dolayı değil de, namazla 
    ilgili şartlardan biri itibarıyla olsa o vakit caiz olabilir. Mesela kerahet 
    vaktinde veya gasbedilmiş bir yerde namaz kılmayı yasaklamak bu hükme girmez. 
    Çünkü bunları yasaklamak, namazın kendisinden değil, namazın şartlarından 
    olan zaman ve yerden dolayıdır. Bununla beraber bazıları ihtiyatlı davranarak 
    bu gibi durumlarda bile yasaktan sakınmış ve yalnız doğruyu açıklamakla yetinmişlerdir. 
    Nitekim rivayet ediliyor ki: "Hz. Ali (r.a.) namazgâhta Bayram namazından 
    önce namaz kılan bazı kimseleri gördüğü zaman Resulullah'ı böyle yaparken 
    görmedim, demiş." Öyle ise neden yasaklamıyorsun denilmesine karşı da uyarması 
    altına girmekten korkarım. Diğer bir rivayette de bir kulu namaz kılarken 
    yasaklamayı istemem, fakat onlara Resulullah'tan gördüğümü söylerim demiştir. 
    Yine bu nükte iledir ki İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a.) Hazretleri, kendisine 
    İmam Ebu Yusuf: "Namaz kılan rüku'dan başını kaldırırken "Rabbim beni bağışla" 
    der mi? diye sorduğu zaman "Rabbimiz sana hamd olsun" der, diye cevap vermiş, 
    açıkça "hayır demez!" dememiştir. Diğer ibadetlerden alıkoymak da namazdan 
    alıkoymaya kıyas olunur. Bu konuda sözlü yasaklama ile fiilî yasaklama ve 
    tavırla yasaklama arasında fark da yoktur. Bir insanı meşgul ederek namazdan, 
    ibadetten alıkoymak da bu hükme girer. O da Ebu Cehil davranışıdır.
   10. 
    "Gördün mü?". Yukarılarda geçtiği üzere gerek bir mef'ule geçişli (müteaddî) 
    olan görmek veya görüş sahibi olmaktan, gerekse iki mef'ulüne geçişli (müteaddî) 
    olan ilim mânâsından gördün mü? Gördün ha, baksana ha, bilesin ha, anladın 
    ha gibi dikkati çeken bir hitap ile ne dersin? Görüşün, fikrin, bilgin ne 
    ise bana haber ver! demek mânâsına kullanılır bir sorudur ki, çoğunlukla maksat 
    gerçekten soru ve haber alma olmayıp sorulan duruma dikkati çekmekle bir kınama 
    veya azarlama veya şaşırtma olur. Onun için biz de yerine göre gördün mü? 
    Ne dersin? Söyle bakalım? Baksana ha diye tercüme edegeldik. Burada üç vardır. 
    Tefsir bilginleri bunların tefsirinde birçok görüşler açıklamışlardır:
   Birincisi; 
    hepsinin de aynı muhataba, yani özel hitap ile Peygamber'e ve genel hitap 
    ile insana yönelik olması olabildiği gibi, iki tarafın arasında bir muhakeme 
    (yargılama) veya bir hitabet üslubu ile sağa sola çeşitli şekillerde hitap 
    etmesi de olabilir ve daha mânâlıdır. Bu birincinin, önce Hz. Peygamber'e 
    hitap olduğu açıktır. Dolayısıyla da hitap şanından olan herkese hitap olur. 
    Bunda bir azgını suçüstü halinde sakındırarak gördün mü? Baksana ha şuna, 
    kendini zengin saydığı için nasıl azgınlık ediyor? diye kötüleyerek Peygamber'e 
    ve dolayısıyla insanlığa bir gösterme ve teşhir etme vardır. Yani ey Muhammed! 
    Yahut ey insan baksana! O engelleyen azgına, bir kulu namaz kıldığında. Namaz 
    kılan bir kulu özellikle namaz kıldığı sırada engellemek ne büyük cür'et, 
    ne büyük azgınlıktır! İşte bu, o engellemeyi kendini zengin gördüğünden dolayı 
    yapıyor. Kırâetten (okumadan) bahs edilirken namaza geçilmesi onda kırâetin 
    bir rükün olması ve namazın bütün ibadetlere esas ve dinin direği bulunmasından 
    dolayıdır. Ve bu gösteriyor ki bu âyetlerin inmesi namazın farz kılınmasından 
    sonradır. İbn Atiyye'nin açıklamasına göre; burada namaz kılan bir âbid (ibadet 
    eden) den maksat Resulullah, engel olan da Ebu Cehil olduğunda tefsir bilginleri 
    ihtilafa düşmemişlerdir. Ahmed, Müslim, Nesaî ve daha başka hadisçilerin Ebu 
    Hureyre'den rivayetlerinde: "Ebu Cehil, Resulullah namaz kılarken görürse 
    muhakkak boynunu çiğneyip yüzünü sürteceğine dair Lat ve Uzza'ya yemin etmiş, 
    sonra da Resululah namaz kılarken dediğini yapmak için varmış, fakat birdenbire 
    arkasına dönmüş elleriyle korunarak çekilmiş, "ne oldu sana?" denildiğinde, 
    onunla benim aramda ateşten bir hendek, bir korku ve bir takım kanatlar var, 
    demiş. Resulullah da "Bana yaklaşsaydı melekler onu parça parça ederlerdi." 
    buyurmuş. Allah Teâlâ da 'dan sûrenin sonuna kadar indirmiştir. Tirmizî'nin 
    rivayetinde de peygamber (s.a.v.) namaz kılarken Ebu Cehil, "Ben seni bundan 
    alıkoymadım mı?" diyerek varmıştır. Ümeyye b. Halef Selman'ı namazdan alıkordu 
    diye Hasan'dan rivayet edilen haber sahih olamaz. Çünkü Selman'ın müslüman 
    olması, hicretten sonra Medine'de olduğunda ihtilaf yoktur. Eğer Selman'dan 
    başka Bilal ve diğerleri gibi biri hakkında olmuş ise âyetin hükmü genel olduğu 
    için onu ve benzerlerini de kapsayacağında şüphe yoktur. Ebu Hayyân'ın nakline 
    göre Tebrizî demiş ki: "Burada namazdan maksat, öğle namazıdır." Denilmiştir 
    ki bu, İslâm'da cemaatle kılınan ilk namazdır. Ebu Bekir, Ali ve ilk müslümanlardan 
    bir cemaat beraberdi. Bunlar, namaz kılarlarken Ebu Talib, oğlu Caferle beraber 
    uğramıştı. Ona: "Haydi amcanın oğlunun yanında sende kıl dedi." ve kendisi 
    sevinerek gitti ve Ebu Talib şu beyitleri söylüyordu: 
  "Ali 
    ve Cafer benim güvendiklerimdirler,
   Zamanın 
    sıkıntısı ve şiddeti esnasında,
   Vallahi 
    ben o peygamberi yardımsız bırakmam,
   Benim 
    soyumdan olan da bırakmaz.
   Bırakmayın, 
    yardım edin oğluna amucanızın,
   Amcalarınız 
    arasından ana-baba bir kardeşimin."
   Resulullah 
    da bununla sevinmişti. Alûsî der ki: Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Çünkü 
    namaz, hiç ihtilafsız İsra gecesinde farz kılınmıştır. İsra'nın hicretten 
    bir sene önce olduğunda da İbnü Hazm, icma olduğunu iddia etmiştir. İbn Faris 
    de hicretten bir sene ve üç ay önce olduğunu kesinlikle ifade etmiştir. Suddî 
    de bir sene ve beş ay demiştir. Ebu Talib'in vefatı ise hicretten üç sene 
    kadar öncedir. Çünkü onun ölümü Hz. Hatice'nin vefatından üç veya beş gün 
    öncedir. Onun vefatı ise, Hz. Peygamber'in peygamber olarak gönderilmesinden 
    on sene sonradır. Şu halde Ebu Talib, namazın farz kılınışına kavuşmuştur. 
    Her ne kadar Kadı İyâz Zürrî'den İsra'nın peygamberin gönderilmesinden beş 
    sene sonra olduğunu nakletmiş, Nevevî ve Kurtubî de bu görüşü tercih etmişlerse 
    de bu görüş tenkid edilmiştir.
   Fakat, 
    Alûsî'nin bu itirazını biz uygun görmüyoruz. Çünkü İsra'da farz kılınan mutlak 
    namaz değil, beş vakit namazdır. Bundan dolayı ondan önce Müzzemmil Sûresi 
    tefsirinde geçtiği üzere gece namazının farz olması gibi bir öğle namazının 
    da farz kılınmış olmasına aykırı düşmez. Kaldı ki, yukarıda zikredilen rivayette 
    öğle namazı denilmiş, farz olduğu açıkça ifade edilmemiştir. Hz. Ömer'in müslüman 
    olması ilk olarak açıkça kılındığı rivayet olunan namazın da bu olması gerekir. 
    Ancak bu âyetin inme sebebi olan olaydaki namaz öğle namazı olsa bile âyette 
    de kasdedilen yalnız o namazdır demek doğru olmaz. Çünkü âyet kayıtsızdır. 
    Şeriata uygun olan herhangi bir namazı kapsar. Gerek farz ve gerek nafile 
    herhangi bir namazı yasaklamak, namazdan alıkoymak olması itibarıyla bu azgınlık 
    hükmüne dahildir. Ancak asıl yasak, namazın kendisinden dolayı değil de, namazla 
    ilgili şartlardan biri itibarıyla olsa o vakit caiz olabilir. Mesela kerahet 
    vaktinde veya gasbedilmiş bir yerde namaz kılmayı yasaklamak bu hükme girmez. 
    Çünkü bunları yasaklamak, namazın kendisinden değil, namazın şartlarından 
    olan zaman ve yerden dolayıdır. Bununla beraber bazıları ihtiyatlı davranarak 
    bu gibi durumlarda bile yasaktan sakınmış ve yalnız doğruyu açıklamakla yetinmişlerdir. 
    Nitekim rivayet ediliyor ki: "Hz. Ali (r.a.) namazgâhta Bayram namazından 
    önce namaz kılan bazı kimseleri gördüğü zaman Resulullah'ı böyle yaparken 
    görmedim, demiş." Öyle ise neden yasaklamıyorsun denilmesine karşı da uyarması 
    altına girmekten korkarım. Diğer bir rivayette de bir kulu namaz kılarken 
    yasaklamayı istemem, fakat onlara Resulullah'tan gördüğümü söylerim demiştir. 
    Yine bu nükte iledir ki İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a.) Hazretleri, kendisine 
    İmam Ebu Yusuf: "Namaz kılan rüku'dan başını kaldırırken "Rabbim beni bağışla" 
    der mi? diye sorduğu zaman "Rabbimiz sana hamd olsun" der, diye cevap vermiş, 
    açıkça "hayır demez!" dememiştir. Diğer ibadetlerden alıkoymak da namazdan 
    alıkoymaya kıyas olunur. Bu konuda sözlü yasaklama ile fiilî yasaklama ve 
    tavırla yasaklama arasında fark da yoktur. Bir insanı meşgul ederek namazdan, 
    ibadetten alıkoymak da bu hükme girer. O da Ebu Cehil davranışıdır.
   11. 
    Baksana. Yani bak, gör, düşün bil de haber ver, bakalım ne dersin? "Ya o kul 
    doğru yolda olur, yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse". Bu şart cümlesi 
    olduğu için cevabı hazfedilmiştir. fiillerindeki gizli zamirler "abd=(kul)a 
    da, yasaklayana da ait olabilir. Ve ona göre hitabı da onun karşılığına yönelik 
    olur. Kula ait olduğu takdirde hitap, yasaklayana çevrilmekle telvin edilmiş 
    olur ki bu daha nüktelidir. Mânâ şu olur: "Düşünsene! Ey namaz kılan bir kulu 
    alıkoyan azgın insan! Eğer o kul hidayet, doğruluk, hak üzere gitse yahut 
    onunla beraber daha yükselerek diğerlerine de takva ile, Allah'tan korkup 
    fenalıktan sakınmakla emretse ne olur? Fena mı olur? Sen onu Allah'ın iyi, 
    kötü her şeyi gördüğünü bilmez de senin yasağını dinler mi sanıyorsun?" Zamir 
    yasaklayana ait olduğu takdirde ise hitap, yine önceki üsluba uygun olarak 
    kula yönelik olup mânâ şu olur: "Ey o okumakla emredilip de namaz kılan kul! 
    Ey Muhammed! O namazdan alıkoyan bu azgın insanı gördün ha, şimdi şunu bir 
    düşün: Eğer öyle azgınlık etmeyip de hakk ve hidayet üzere gitse, yahut namazdan 
    alıkoyacağına Allah korkusu ile korunmayı emretse ne iyi olurdu. O hâlâ Allah'ın 
    görüyor olduğunu bilmedi değil mi?
   12. 
    Baksana. Yani bak, gör, düşün bil de haber ver, bakalım ne dersin? "Ya o kul 
    doğru yolda olur, yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse". Bu şart cümlesi 
    olduğu için cevabı hazfedilmiştir. fiillerindeki gizli zamirler "abd=(kul)a 
    da, yasaklayana da ait olabilir. Ve ona göre hitabı da onun karşılığına yönelik 
    olur. Kula ait olduğu takdirde hitap, yasaklayana çevrilmekle telvin edilmiş 
    olur ki bu daha nüktelidir. Mânâ şu olur: "Düşünsene! Ey namaz kılan bir kulu 
    alıkoyan azgın insan! Eğer o kul hidayet, doğruluk, hak üzere gitse yahut 
    onunla beraber daha yükselerek diğerlerine de takva ile, Allah'tan korkup 
    fenalıktan sakınmakla emretse ne olur? Fena mı olur? Sen onu Allah'ın iyi, 
    kötü her şeyi gördüğünü bilmez de senin yasağını dinler mi sanıyorsun?" Zamir 
    yasaklayana ait olduğu takdirde ise hitap, yine önceki üsluba uygun olarak 
    kula yönelik olup mânâ şu olur: "Ey o okumakla emredilip de namaz kılan kul! 
    Ey Muhammed! O namazdan alıkoyan bu azgın insanı gördün ha, şimdi şunu bir 
    düşün: Eğer öyle azgınlık etmeyip de hakk ve hidayet üzere gitse, yahut namazdan 
    alıkoyacağına Allah korkusu ile korunmayı emretse ne iyi olurdu. O hâlâ Allah'ın 
    görüyor olduğunu bilmedi değil mi? 
  13. 
    "Gördün mü?" Bunda da iki yorum ihtimali vardır ve peygambere hitap olduğuna 
    göre şöyle demek olur: "Baksana ha, yahut gördün ha ey Muhammed! Sen doğru 
    olduğun, hakkı söylediğin halde eğer o namazdan alıkoyan azgın yalanlıyor, 
    inanmıyor, ve (öyle yalanlamakla, imansızlıkla) haktan yüz çeviriyor, tersine 
    gidiyorsa iyi mi olur? (Namazı) yasaklayan azgına hitap olduğuna göre de şöyle 
    demek olur: "Baksana ha, ey o kulu namazdan alıkoyan azgın! Eğer o kul senin 
    yasaklamanı dinleyip hakkı yalanlarsa, namaz kılmayıp tersine hareket ederse 
    iyi mi olur? 
  14. 
    Allah'ın her şeyi mutlaka gördüğünü bilmez mi? Sonra kendisine varılacak olan 
    Allah mutlaka doğruyu da, eğriyi de, iyiyi de, kötüyü de hepsini görür ve 
    herkesin ameline göre cezasını verir. Bu zamiri de hitabının karşılığına ait 
    olarak bir bakıma e bir bakıma da yasaklayana işaret eder. Hitap, yasaklayana 
    olduğu durumda zamir, e işaret ederek istifham-ı inkarî (olumsuz soru) olarak: 
    O kul Allah'ın her şeyi gördüğünü bilir. Senin yasaklamanı dinlemez ey azgın! 
    demek olur. Hitap, peygambere olduğu durumda da zamir, yasaklayana işaret 
    edip istifham-ı takdirî (cevabı ikrar ettirmek için soru sorma) olarak: "O 
    azgın hala bilmedi mi? Hala bilmediyse bilsin ki Allah her iki takdirde de 
    hepsini görüp duruyor ey Muhammed! demek olur. Ve ikisinde de o azgına tehdidi 
    ifade eder. "Keşşaf'ın dediği gibi iki şartın ikisinde de cevabı yapmak caiz 
    olsa bile sözün başlangıç cümlesi olması daha uygundur. 
  15 "Hayır" 
    o azgının durumunu reddetmek ve ondan sakındırmak mânâsınadır. Yani gerçek, 
    onun zannettiği gibi değil, sakın yemin için hazırlık yapma içindir. Yani 
    uluhiyet şanına yemin olsun, celalim hakkı için eğer "O azgın vazgeçmezse", 
    o kendini zengin görmekle azgınlıktan, o yasaklamadan vazgeçip akıllanmazsa 
    "sürükleriz"; tenvin, pekiştirmek için olan hafifletilmiş nundan (değiştirilerek) 
    elde edilmiştir, demektir. Çünkü fiile tenvin bitişmez. 
  SEF' 
    , şiddetle tutup çekmektir. Yani muhakkak yakalayıp sürükleyeceğiz elbet o 
    nasiyeyi (perçemi) yahut perçemi ile.
   NASİYE; 
    bilindiği gibi alındaki saç, perçem demektir. Onun bittiği alına, yani alnın 
    üstünde başın ön tarafına da denilir. Burada maksat, baştan ve dolayısıyla 
    şahıstan kinayedir. Onun için şu bedel ile açıklanıyor: Yalancı, cani bir 
    nasiyeyi. Bu bedelin nekire (belirsiz) olarak getirilmesi, perçemi genelleştirerek 
    benzerlerini de âyetin kapsamına almak içindir. ile vasfedilmesi de hem belirsiz 
    bir kelimenin marife (belirli) kelimeye bedel olmasını düzeltmek, hem sürüklenmenin 
    sebebini açıklamak, hem de sürüklenecek perçemden maksat, bizzat şahsın kendisi 
    olduğunu açıklamaktır. Bununla beraber kinaye, gerçeğin de kasdedilmesine 
    engel olmaz. 
  16. 
    "Hayır" o azgının durumunu reddetmek ve ondan sakındırmak mânâsınadır. Yani 
    gerçek, onun zannettiği gibi değil, sakın yemin için hazırlık yapma içindir. 
    Yani uluhiyet şanına yemin olsun, celalim hakkı için eğer "O azgın vazgeçmezse", 
    o kendini zengin görmekle azgınlıktan, o yasaklamadan vazgeçip akıllanmazsa 
    "sürükleriz"; tenvin, pekiştirmek için olan hafifletilmiş nundan (değiştirilerek) 
    elde edilmiştir, demektir. Çünkü fiile tenvin bitişmez. 
  SEF' 
    , şiddetle tutup çekmektir. Yani muhakkak yakalayıp sürükleyeceğiz elbet o 
    nasiyeyi (perçemi) yahut perçemi ile.
   NASİYE; 
    bilindiği gibi alındaki saç, perçem demektir. Onun bittiği alına, yani alnın 
    üstünde başın ön tarafına da denilir. Burada maksat, baştan ve dolayısıyla 
    şahıstan kinayedir. Onun için şu bedel ile açıklanıyor: Yalancı, cani bir 
    nasiyeyi. Bu bedelin nekire (belirsiz) olarak getirilmesi, perçemi genelleştirerek 
    benzerlerini de âyetin kapsamına almak içindir. ile vasfedilmesi de hem belirsiz 
    bir kelimenin marife (belirli) kelimeye bedel olmasını düzeltmek, hem sürüklenmenin 
    sebebini açıklamak, hem de sürüklenecek perçemden maksat, bizzat şahsın kendisi 
    olduğunu açıklamaktır. Bununla beraber kinaye, gerçeğin de kasdedilmesine 
    engel olmaz.
   17. 
    O vakit o, taraftarlarını çağırsın". 
  NADİ 
    , halkın danışma v.s. gibi bir şey için konuşmak üzere bir yere toplanmaları 
    mânâsına nedve'den gelir. Nitekim İslâm'dan önce Mekke'de Kureyşin toplandığı 
    parlamento binasına "Darü'n-nedve" denilirdi. Nadi orada ve o gibi yerlerde 
    toplanan heyettir ki eğlence meclisi, meclis, mahfel, kongre, parlamento terimleri 
    gibidir. Yeni Türkçe'de bu gibi büyük toplantılara eski bir terim ile kurultay 
    denilmesi yaygın olduğu için "kurultayını çağırsın" diye tercüme edilmesi 
    zamanımız şivesine daha uygun gelir. Tirmizî'de rivayet olunduğu üzere Ebu 
    Cehil, kurultayca çoğunluğun kendisinin olduğunu söylediğinden dolayı da bu 
    âyetle ona işaret edilmiş ve şu cevapla karşılanmıştır:
   18. 
    "Biz zebanileri çağıracağız." ZEBANİ, ZEBANİYE, azab meleklerine isim olmuştur. 
    Demişlerdir ki esas lugatte, şurta yani zabıta kuvveti demektir. Kelime olarak 
    çoğuldur. Bazıları, Abadid (dağılan askerler, tepeler) aynı kelimeden tekili 
    yoktur, demişler. Bazıları da tekili zibniyye, yahut zibnidir demişler ki 
    itme mânâsına gelen zebne nisbet demektir. Buna göre çoğulunda zebaniyye nın 
    şeddeli kılınması ile olması gerekirse de hafifletilmiş demektir. Bu zebanilerin 
    çağırılmalarından anlaşılır ki o yalancı cinayetçi perçem Cehennem'e sürüklenecektir. 
    
  19. 
    Sakın. Sakındırma üzerine sakındırmadır. Ona itaat etme! Öyle kendini zengin 
    gören, yalancı, cinayetkâr, namazdan alıkoyar azgını dinleme! Rabbine itaat 
    etmekle okutmakta sebat eyle, ve secde et. Rabbinin emrine boyun eğmekle oku 
    ve secdeye devam et ve yaklaş. Secde ile, namaz ile ve yakınlığa sebep olan 
    diğer ibadet ve kulluk ile kulluk ederek biz Rabbine yaklaş. Çünkü sahih hadiste 
    belirtildiği üzere "Kulun Rabb'ine en yakın olabileceği durum secde ederkendir." 
    Bir kudsi hadiste de "Kul bana nafile ibadetlerle devamlı yaklaşır. O derece 
    ki nihayet ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, duyduğu kalbi olurum. Benimle 
    işitir, benimle görür, benimle duyor." buyurulmuştur. Burada secdenin yukarıdaki 
    namaz karinesi (ipucu) ile namaz mânâsına olması da ihtimal dahilinde ise 
    de gerçek mânâsı üzere özellikle kendi mânâsında olması daha açıktır. Çünkü 
    "yaklaş", namaz ve insanı Allah'a yaklaştıran diğer ibadet çeşitlerini kapsar. 
    Secdenin ayrıca özelleştirilmesi hadisi gereğince önemini açıkça ifade eder. 
    Çünkü secde bütün yakınlığın esası olan boyun eğme ve teslimiyetin en mükemmel 
    şeklidir. Buhari ve Müslim'de sabit olduğu üzere Peygamber (s.a.v.) de ve 
    bu sûrede tilavet secdesi yapmıştır. Biz de okuyalım, Allahu ekber deyip secdeye 
    kapanalım ve Allah'a yavaş yavaş yaklaşmağa çalışalım. Nihayet en son dönüş 
    O'nadır.