3 AL-İ İMRAN SURESI TEFSIRI: 
    
  1-2-Ya Muhammed! 
    Yine Elif, Lâm, Mîm. Bunu iyi belle, iyi anlat! O yüce Allah, öyle bir hak 
    mabuddur ki, ondan başka tapınılmaya değer, tapınılmayı hak etmiş, ilâh denilecek, 
    kulluk edilecek hiçbir şey yoktur. Çünkü O, hayy ve kayyûmdur. Yok olmaktan, 
    zeval bulmaktan münezzehtir, ölmez. Ezelde ve ebedde hazır ve nazır, vacibulvücûd 
    (varlığı zarurî) olan ve herşeyi yöneten, yönlendiren, yarattıklarını koruyan, 
    kayıran ve doyurandır. Her şeyi ayakta tutan O, besleyen ve büyüten O'dur. 
    Bununla beraber kendisinden hiçbir şey eksilmez, daima hayy ve kayyûmdur. 
    Üstelik hayy ve kayyûm olan yalnızca O'dur. Zaten ilâh ve mabud da hayy ve 
    kayyûm olmalıdır. Binaenaleyh ne İsa, ne de başkaları, hiç biri ilâh değildir. 
    Onlara ilâh demek, mabudluktan, tanrılıktan hisse vermek Allah'ı inkar olur, 
    küfür olur.
   Bu "Elif, 
    Lâm, Mîm"in okunuşu dikkat çekici bir konudur. Kırâetlerinde hepsinde hem 
    vasıl sûretinde okunur, yani, genellikle ikinci "mîm"in fethi ve Allah lafzına 
    vaslı ve bununla beraber vakıf halindeki gibi birinci "mîm"in medd-i ârız 
    halinde tûl veya kasr ile okunur. Ancak Ebu Ca'fer kırâetinde sekit vardır 
    ki, ne tam vakıf, ne de tam vasıldır. Bundan dolayı bunun Kufiyyûn rivayetlerinde 
    bile tek başına müstakil bir âyet olmadığı da söylenmiştir. Dilciler ile tefsirciler 
    bu okunuş tarzıyla ilgili olarak uzun uzun görüşler ortaya koymuşlardır. Fakat 
    mânâ bakımından biz bundan şunu anlamak istiyoruz ki, burada vasıl haliyle 
    vakıf hallerinin birleşmesinde bir özellik vardır. Vakıf haline itibar diğer 
    hallerine olan benzerliği göstermekle beraber aynı zamanda vasıl hali burada 
    bir özel anlam ifade etmektedir ki, bunda in demek olduğuna ve bundan dolayı 
    da "Âyete'l-Kürsî"nin icmâlen (özet olarak) bir remzi demek olduğuna işaret 
    var gibidir. Bunun bir ismi "Sûre" ve Bakara Sûresi'nin bir ismi de "Sûretü'l-Kürsî" 
    olduğuna, ve Âyete'l-Kürsî'nin de en büyük âyet olduğuna göre; ayrıca bunun 
    İlâhî isimlere işaret olması hakkındaki rivayetlerin bütünü birden göz önünde 
    tutulunca, bunların hepsi bu ima ve işareti destekleyebilecek emarelerden 
    sayılabilir. Kur'ân ilâhî ilmin ve ilâhî saltanatın parlak bir şekilde tecelli 
    ettiği yerdir. Âyete'l-Kürsî de o ilmin, o saltanatın en güzel ve en veciz 
    bir ifadesi olmak bakımından bu mânâ, in Kur'ân'ın ismi olmasına da mâni değildir. 
    Bunda her şeyin Allah'a döneceği temel inancının da bir ifadesi vardır. Zaten 
    müteşabihatın da en büyük nüzul hikmeti bu temel inancın iyice pekiştirilmesi 
    olduğu bilinmektedir. Şüphesiz bu hece harfleri Hz. Muhammed'in kulağında 
    çınlamaya başladığı zaman en önce ilâhî Kürsî'den gelen hak âyetlerini tebliğ 
    ediyordu. Bu sûrenin hedeflerinin en başında geleni, müteşabihatın muhkemata 
    irca edilmesi esasını anlatmak ve böylece hakkın âyetlerinde kaymalardan ve 
    sapmalardan korunma gereğini öğretmek olduğuna göre, ta başında Allah'ın birliğini 
    ve eşsiz yüceliğini tesbit ederken nazmı müteşabihinin muhkem nazmı ile teviline 
    bir misal vermiş olması, onun hemen arkasında da daha önce indirilmiş ilâhî 
    kitaplar arasında müteşabihatı pek çok olan Tevrat ile İncil'in, kendilerinden 
    sonra son Peygamber'e indirilen ve muhkematı "ümmülkitap" (kitabın anası) 
    olan Kur'ân-ı Azîme, Furkân-ı hakîme irca edilmedikçe tasdikleri caiz olmayacağını, 
    çünkü bunun muhkemat karşısında müteşabihata uymak sûretiyle Hakk'ın âyetlerini 
    inkâra ve küfre sebebiyet vereceğini, küfrün de şiddetli azaba sebep olduğunu 
    açıklaması ne kadar belağatlı ve nazmın akışına ne kadar uygundur. İşte Bakara 
    Sûresi'nin son âyetinde müminlerin yardım dualarına cevap olarak başlayan 
    bu Âl-i İmran Sûresi, bir taraftan hayatta muzaffer olmuş, yardım görmüş ve 
    galip gelmiş, insanlar arasında sözü geçen bir hakem ve hakim olabilmek için 
    inançta tevhid, ahlâkta nezahet, ilimde sağlamlık ve metanetin ilk ve temel 
    şart olduğunu hatırlatmak ve diğer taraftan hıristiyanların ilâhî tenzihe 
    aykırı olarak bazan Allah, bazan Allah'ın oğlu, bazan da üçün üçüncüsü sonra 
    da bütün bunların hepsi diye tanrılaştırdıkları, Yahudilerin de Peygamberlerin 
    nezahet ve iffetine saldırıp, sövüp saydıkları ve çamur atmaya kalkıştıkları 
    Hz. İsa meselesinin ayıklanıp çözüme kavuşturulmasına belge olmak için herşeyden 
    önce Allah'ın birliği ve tenzihi meselesini iyice tesbit ve insanların hidayeti 
    için kitap indirmek, ilmî ve amelî anlamda Furkan göndermekle ihsanda bulunmuştur. 
    Peygamberliğin isbatı ve ilmide ihkâm için ilâhî kitapların hepsini anlamak 
    ve onların tefsirinde öncekileri sonrakilere, müteşabihatını muhkematına irca 
    usulünü öğretip, bunların aksine hareketten sakındırmış ve böylece hak dini 
    yerli yerine oturtmuştur.
  3-4- Ey Muhammed! 
    Allah, sana bu kitabı, hak ve hukuk sebebiyle, hak ve hakikatı içermiş olarak, 
    önündekileri tasdik etmek üzere hakikatın gereklerine ve olayların akış şekline 
    göre peyderpey indirmektedir. Ve bundan önce indirilenler arasında bilhassa 
    Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti. Bunların hepsi insanlara hidayet içindir. 
    Böyle buyurmakla ilâhî gözetim ve yönetim altında Rablığın kanunlarına uygun 
    olarak peygamberliğin tekamülünü ve Hz. Muhammed'in peygamberliğinin ilk defa 
    ortaya çıkan bir peygamberlik olmadığını ve Kur'ân'ın hakikatı tasdik olunmayınca 
    önceki kitapların da hakkıyla anlaşılıp tasdik edilemiyeceğini, bundan dolayı 
    da Hz. Muhammed'in peygamberliği tasdik edilmedikçe önceki peygamberlerin 
    de hakkıyla anlaşılıp tasdikine bir delil ve şahit bulunamıyacağını, o zaman 
    da insanların delalet ve sapıklık içinde kalacağını göstermiş, Kur'ân'ın ve 
    Hz. Peygamber'in mucizelerinin bu anlamda hakem rolünü üstlenmiş olduğunu 
    açıkça bildirmek için de bu hükmü O, Furkan'ı da indirdi kısmı ile nass olarak 
    karara bağlamıştır. 
  Kur'ân-ı Kerîm'in, 
    daha önceki kitapları ve gelmiş geçmiş bütün peygamberleri tasdik edişi, çeşitli 
    yönlerden gerçekleşmiştir: 
  Birincisi: 
    Önceki kitaplar ve daha evvel gelmiş olan peygamberler, ileride büyük bir 
    peygamberin geleceğini haber veriyor ve vaad ediyorlardı. Kendi irşadlarını 
    ilerdeki böyle bir kemâl hedefine yöneltmiş olduklarından, Kur'ân ve Hz. Muhammed'in 
    peygamberliği ortaya çıksaydı, onlar batıl bir fikir veya hayal üzerine kurulu 
    anlamsız bir ideoloji üzerinde yürümüş olurlardı. Hatta boş vaatlerle halkı 
    kandıran, yalan ve yanlış fikirlerle insanları oyalayan, aldatan yalancılar 
    durumuna düşerlerdi. Kur'ân'ın gelmesiyledir ki, daha önceki devirlerde bir 
    ideoloji halinde yayılmış olan bu gayb haberlerinin, ancak bu sayede bir vahiy 
    haberi ve Allah'dan gelen bir hak bilgi olduğu gerçekleşmiştir. Ve böylece 
    Kur'ân, yalnızca Hz. Muhammed'in peygamberliğini değil, bunun içinde zımnen 
    bütün önceki peygamberlerin peygamberliğini de tasdik ve isbat eden bir furkan-ı 
    mübîn olmuş ve Allah'ın bütün kitapları, bütün peygamberleri arasında karşılıklı 
    olarak birbirlerini tasdik ettikleri ve birbirlerine şahadet getirdikleri 
    konusunda bir tekamül ve işbirliği, bir dayanışma bulunduğu kurumlaşmıştır. 
    Ve hepsinin başında "Allah onlardan bir kısmına yüce dereceler vermiştir." 
    (Bakara, 2/253) âyetinin delaletince peygamberlerin sonuncusunu tayin eden 
    bir ilâhî ferman şeklinde gelmiştir ki, Bakara Sûresi'nin birinci cüzünde 
    tasdikin en çok bu anlamı, bu yönü üzerinde durulmuştur.
  İkincisi: 
    Kur'an, önceki kitapların iman ve Allah'ın birliğine davet eden, adaleti ve 
    ihsanı emreden, peygamberlerin ve eski ümmetlerin yaşayış ve tarihlerinin, 
    haber ve eserlerinin başka başka olmasıyla değişmeyecek olan temel hükümler 
    gibi muhkem ilkelerini güçlendirerek ve genişleterek yeni baştan yürürlüğe 
    koymuş ve hikmet-i teşriî gereğince zamanların ve mekânların ve yükümlü milletlerin 
    özelliklerine uygun düşecek şekilde hak ve hayır açısından onların işlerine 
    yarayacak hükümleri ve şer'î ayrıntıları yeniden tanzim ve ta'dil ederek hak 
    dini, bütün zaman ve mekanlarda ve bilcümle ümmet ve toplumların hayatında 
    geçerliliğini sağlayan geniş kapsamlı bir teşrî ilmi de öğretmiştir. Böylece 
    ilâhî kitapları öncekinden sonrakine aralıksız olarak birbirlerinin tasdikinden 
    ve yürürlük alanından geçirerek süzmek sûretiyle hepsinin doğru ilkelerini 
    hakkıyla kendi uhdesine almış ve yüklenmiş bulunduğundan, önceki kitaplardan 
    ve şerîatlardan Kur'ân'ın şehadeti ile tasdik edilmedikçe ne peygamberliklerinde, 
    ne de o kitapların delaletlerinde hak oldukları tasdik edilemez. Yani geçmiş 
    devirlerde yaşamış olan önceki peygamberlere gönderilmiş olan ilâhi temyiz 
    ve tefrik açısından son tasdik mercii Hatemü'l-enbiya Hz. Muhammed Mustafa 
    ile Kur'ân-ı Hakim'in, muhkem âyetlerle ortaya konmuş hükümleridir. Bu mânâ, 
    Fıkıh Usûlü ilminde şu teşriî kaidesi ile ifade olunur: "Bizden öncekilerin 
    şerîatleri bizim de şerîatimizdir. Fakat Allah ve Resulü tarafından tasdik 
    edilmiş olarak nakledilmek şartıyla." 
  Hasılı Allah, 
    Furkanı da indirmiş, hakkı batıldan hayrı şerden ayırmış, yollarını, kanunlarını 
    tayin etmiş; alâmetler, işaretler, deliller, âyetler de ortaya koymuş, her 
    birinin hükmünü, gerekli sonucunu başka başka yapmış, uygulamasını kendi gözetimi 
    ve denetimi demek olan kayyûmiyetiyle iradesi ve meşiyeti altına almıştır. 
    Bundan dolayı şüphesiz ki, böyle hakkı batıldan ayıran, temyiz edip ayıklayan 
    ve hak yolu gösteren, aklî ve naklî delilleri içeren âyetleri, Allah'ın âyetlerini 
    inkâr edenler, özellikle de Allah Teâlâ'nın birliğine ve münezzeh olan yüceliğine 
    veya peygamberlerin ismet ve haysiyetine saldırıp hücuma geçen kâfirler de 
    kesinkes şiddetli bir azaba mahkumdurlar. Hakkı batıldan ayırd eden Allah, 
    zillet şaibesinden münezzeh ve öyle yenilmez, öyle güçlü bir Allah'dır ki, 
    O'nun dehşetli ve korkunç bir intikamı vardır. Emrini ve hükmünü mutlaka yürütür 
    ve yerine getirir. İradesine karşı gelenleri, izzetinin hududuna tecavüz edenleri 
    mutlaka tepeler, ezer. Hakkı aşağılamaya uğraşanlara bir müddet hilmiyle mühlet 
    verse bile, bir gün gelir onları tuttukları batıl yolda akla hayale gelmez 
    felaketlere uğratıp perişan eder. Hakka hayat tanımayanlara mutluluk vermez. 
    Bire iki, üç, vara yok, yoğa var, olura olmaz, olmaza olur, doğruya eğri, 
    eğriye doğru, iyiye kötü, kötüye iyi, hakka batıl, batıla hak, zulme adalet, 
    adalete zulüm, cehle ilim, ilme cehalet, nura zulmet, zulmete nur diyenler 
    bu yanlışlarının ve cürümlerinin cezasını herkesten önce kendileri çekerler 
    ki, bütün bunlar Allah'ın intikamının eserleri demek olur. Tek ümid ve tek 
    sığınak olan Allah'ın nimet ve rahmetine ermek için Allah'a doğru gitmelidir. 
    Hak ve hakikatın kanunlarını tanımayanlar rahmetin zıddı olan nıkmete ve gazaba 
    mahkum olurlar.
   İzzet ise 
    zilletin tamı tamına zıddıdır, intikam da nimetin zıddıdır. İntikam "nikmet" 
    kökünden olup, güç göstermek ve bir cinayetin cezasını vererek; ona öldürmekten 
    aldığı tadı, acı çektirerek ödetmek demektir ki, Türkçe'de "öc almak" diye 
    tabir olunur. Affın zıddıdır. Allah, gerçi affedici ve bağışlayıcıdır, hâlim, 
    gafur, raûf ve rahîmdir; küfür ve isyandan sonra bile tevbe edip hakkı kabul 
    edenleri, hakka dönenleri, iman edip kendisine sığınanları affeder ve bağışlar. 
    Fakat hilmin, affın ve bağışlamanın hayır ve kemal olması, hak ile batılı 
    eşit tutmak, iyilikle kötülüğü birbirine karıştırmak gibi geniş kapsamlı bir 
    kötülüğe sebep olmaması şartına bağlıdır. Hakk'a iman edip, kötülüğü kötülük 
    bilerek yaptığı fenalıktan dolayı yüzü kızaracak ve bu duygunun itmesiyle 
    günahlara tevbe edecek olanlara karşı affedici olmak ve hilimle davranmak 
    hayır ve rahmet olursa da affa uğradıkça şımaran ve kötülük ile zulüm yapmaktan 
    zevk alan ve gittikçe daha çok haksızlık yapacak olanlara karşı affedici ve 
    bağışlayıcı olmak, onlar hakkında iyilik değil, katıksız kötülüktür. Onun 
    yaptığı fenalıklara ortak olmak ve teşvikçi olmak demek olur ki, bütün hukukun 
    ve her türlü hayrın mercii ve yöneticisi kayyûm olan, Rahmân ve Rahîm'in izzeti,adaleti 
    ve rahmeti böyle bir zilletten münezzehtir. Bunun için asr-ı saadette bir 
    Arap şairinin şu beyti, Resulullah'ın da beğenisine mazhar olmuştu:
   "Herhangi 
    bir hilmin saflığını karışıklıktan, duruluğunu bulanıklıktan koruyacak önlemleri 
    yoksa o hilimde hayır da yoktur".
   Hakka ve 
    iyiliğe sevgi duymanın derecesi, batıla ve şerre karşı duyulan nefretin derecesiyle 
    orantılıdır. Zaten afv ve bağışlama, ceza vermeye ve intikam almaya gücü yetenlerden 
    sadır olduğu takdirde bir değer ve anlam taşır. Afv denilen şey, hüküm giymiş 
    ve sabit olmuş olan bir cezayı uygulamaya koymamak veya cezayı gerektiren 
    bir suçu hiç işlenmemiş saymak demektir. Suça ceza vermeye gücü yetmeyen bir 
    zavallının "haydi seni affettim" demesi pek gülünç bir şey olur. Affedebilen 
    her halükârda intikama gücü yetebilendir. Bunun aksi çelişki olur. Hak Teâlâ 
    hayır ile şerrin bütün ilkelerine hakim, hayır ve hidayeti rahmetiyle himaye 
    eden, kötülük ve hıyaneti de izzet ve intikamıyla gideren, izale eden bir 
    hayy ve kayyûm olduğundan dolayıdır ki, her hakkın himayecisi, her hayırlı 
    ümidin mercii olan bir hak mabuddur. Binaenaleyh mabudları zelil olanların 
    kendileri de zelil olurlar. Üzülerek ve esefle söylemek gerekirse bazı kimseler 
    bilmediklerinden veya şirkin mağlup olmasını istemediklerinden, "Biz şerre 
    karşı intikama kâdir olan tanrı istemeyiz." diye hakkı inkâr ve batıla ilân-ı 
    aşk ederler de kendi mabudlarını aciz ve zelil, harîm-i ismetine ve hakkına 
    tecavüz olunabilir, hakkını ve hukukunu müdafaa edemez duruma düşürürler. 
    Kötülükleri önleyemediği için insanların keyfi nasıl isterse, kendi isteğine 
    göre sevilebilir, bazı sıkıntılı zamanlarda okşanıp o zavallı güzelliğinden 
    bir ilham, bir teselli alınabilir bir bebek veya bir zavallı tanrı görmek 
    isterler. Putperestlerin fetişleri ve putları böyle olduğu gibi, sonraki hıristiyanların 
    Hz. İsa'yı böyle bir bebek, anası Meryem'i böyle bir sevimli bâkire, Cenab-ı 
    Allah'ı da, hayatta olduğu müddetçe yarattığı âdemoğullarını, ataları Âdem'den 
    kalma ilk günahtan kurtarmaya, arındırmaya bir türlü çare bulamamış ve nihayet 
    oğlunun bedenine girerek bizzat kendisi gelmiş, kendini ve oğlunu feda edip 
    kâfirlere kurban ettirmiş, ancak bu kurban ve bu fidye karşılığında kendisine 
    tapınanları kurtarmış, sonra birkaç gün içinde önce oğlunu tekrar diriltip 
    göklere kaldırmış ve işte böyle bir iyilik etmek için nelere katlanmış; kendisini 
    ve oğlunu feda etmeye razı olmuş, çaresizlik ve zorunluluklar karşısında fedakârlığın 
    en büyük örneğini göstermek için, en büyük iyiliği oğlu ile birlikte kendini 
    de fedâ ve yok etmekte bulmuş, var yok, yok var olmuş durumunda ihtiyar bir 
    baba farz ederek bir inanç ortaya çıkmıştır. Buna göre, O bir var, aynı zamanda 
    yok; fani, aynı zamanda bâki; aciz, aynı zamanda kâdir; bir, fakat aynı zamanda 
    üç; üç, fakat aynı zamanda bir mâbûd olmak üzere "Ekanim-i selâse," üç öğeden 
    mürekkep üçlü bir tanrı inancına sahiptirler. O ilk günahtan kurtulup selamete 
    ermek için aklı ve nefsi bu teslis inancına feda etmek gerektiğini ve bu fedakârlığı 
    yapmanın bu imanın şartı ve necat sebebi olduğunu iddia ederler ki, bütün 
    bunlar mabud ve kulluk fikrini hafife almaktan öte bir şey değildir ve aklen 
    ve naklen zahir ve bahir olan Hakk'ın delillerine karşı saygısızlıktır, küfürdür. 
    Her şeyden önce insanlar için günahı ve günah işlemeyi yaratılıştan kaynaklanan 
    bir zaruret kabul ederek, onu mutlaka işlemek gerektiğine karar vermek, sonra 
    da o günahın her ne olursa olsun sonuçta affedilmesi mümkün değilmiş veya 
    cezalandırılması kabil değilmiş de büyük bir felaketi gerektiriyormuş olduğunu 
    itiraf eylemektir. Ayrıca bu cezadan ve felaketten kurtulmak için yegâne çare 
    olmak üzere, esasen ona ceza verecek olan ve zaten vermek hakkına ve yetkisine 
    sahip bulunan en yüce makamı, son mercii de yok edip ortadan kaldırmak ve 
    böylelikle ceza korkusundan da büsbütün kurtulmak ve ondan sonra doya günah 
    işleyip, kendi yaptığı günahların cezasını da başkasına, daha doğrusu yaratıcıya 
    yükletmek demektir.
   İşte Hıristiyanlıktaki 
    teslis (üçlü ilah) inancının bütün sonuçlarıyla ve ayrıntılarıyla anlamı, 
    böyle bir nefiydir, yani hak mabud olan Allah'ın bazı önemli sıfatlarını ve 
    özelliklerini inkârdan veya birbirine karıştırmaktan doğan bir inanç muammasıdır. 
    Hz. İsa hiçbir zaman Allah hakkında böyle bir inanca davet etmemiştir, ancak 
    babasız bir çocuğun peygamberliğe mazhar kılınmış olarak bir kutsal ruhla 
    birlikte mucizeler göstermesi, akılları ve teknikleri aciz ve hayran bırakacak 
    şekilde ölüleri diriltip, hastalara şifa vermesi, sadece onun hak peygamberliğine 
    ve temiz yaratılışına delil sayılan açıklamaları ve öğretileri, hakikat kabul 
    edilip, ilk hıristiyanların yaptığı gibi, onun tâlimatına uyulacak ve Allah'ın 
    birliği inancı üzere yürünecek yerde bir müddet sonra bu mucizeler ve bu harikalar 
    şüphelerle dolu esrarengiz ve içinden çıkılmaz bir muamma haline sokularak 
    ve İncil'de "merhametli yaratıcı" mânâsına gelen (baba) eşanlamlı ve müteşabih 
    isminin (gerçek baba) mânâsına tevil edilip bunun arkasına düşülerek ve bu 
    anlama hulûl ve ruhun ölmezliği nazariyeleri ilave olunarak, İsa'nın insanüstü 
    ve tanrı oğlu tanrı olduğu ve onun bedenine giren babası ile beraber fanî 
    olup gittiği ve bu sebeple insanların da kurtulduğu ve binaenaleyh yoklukta 
    birleşen bu ekanim-i teslisin ruhları ancak bundan dolayı takdis edilmek gerektiği 
    tarzında dinin temel ilkesi sayılmıştır. İşte bu yola sapılması, Hıristiyanlığı 
    gizlice ta temelinden değiştiren, ters yüz eden bir tahrif olmuştur ki, bunun 
    başlangıcı gizli toplantılara ve ilk İncil tercemelerindeki tahriflere, sonu 
    da meşhur İznik konsilinde alınan kararlara dayanır. Yani teslis inancı, Hıristiyanlığın 
    kaynağından gelen öz inanç ilkesi değildir, müteşabihata uymak suretiyle ictihada 
    bağlı olarak tahriften kaynaklanan bir batıl inancıdır. Bundan dolayı Hıristiyanlar 
    İncil'in metnine ve âyetlerine önem vermezler de "biz onun ruhunu, özünü gözetiyoruz" 
    diyerek İncil nüshalarını her zaman ve sürekli olarak yeniler ve değiştirirler. 
    Durmadan onun müteşabihatıyla oynarlar.
   İncil'de 
    Cenab-ı Allah'a "baba" denildiği bilinmeyen bir şey değildir. Fakat İncil 
    de dahil olmak üzere bütün semâvî (ilâhî) kitapların ve semavî dinlerin üzerinde 
    ittifak edip birleştikleri bir husus vardır ki, o da ilk sebep olan Allah 
    Teâlâ'nın "Yaratan" olması ve maddeye muhtaç olmaksızın kâinatı sırf kendi 
    kudretiyle yoktan halketmesi inancıdır. Hatta Avrupa felsefesi tarihleri bu 
    inancın felsefeye ancak Hıristiyanlıktan girmiş olabileceği görüşündedirler. 
    Bu ise gerçek illiyet ve sebebin ancak üreme ve sudur yoluyla olması nazariyesinin 
    tamamen zıddıdır. Gerçekten de üreme nazariyesi, başlangıcında bir çelişkiden 
    kurtulmak ihtimali bulunmayan bir nazariyedir. Tevlid denilen üreme olayı 
    adi illetler için geçerli olabilirse de gerçek anlamda illiyet yaratma ve 
    ibdâ' etme demektir. Bundan dolayı İncil'de Cenab-ı Allah için kullanılmış 
    olan "eb" kelimesi, gerçek anlamıyla "valid" (baba) demek olamıyacağı için 
    "yaratan ve var eden" demek olduğu her din mensubu gibi Hıristiyanlar için 
    de her türlü şüphe ve tereddütten uzak bir inanç olması gerekirdi. Elbette 
    düşmanları tarafından durmadan ve sürekli olarak "babasız" diye itham edilmek 
    istenen Hz. İsa'ya, bu kelimenin kullanılmasına müsaade buyurulması onun hakkında 
    Allah'ın bir rahmeti ve özel bir iltifatı olduğunda nasıl şüphe yoksa, Hz. 
    İsa'nın "babam" dediği zaman "rahim olan Rabbim, halikim" demiş olduğunda 
    da hiç şüphe yoktur. Binaenaleyh Hıristiyan babaların, müteşabihata uyarak 
    bu kelimeyi bu kadar engel bulunmasına rağmen lügat anlamıyla alıp gerçek 
    "baba" mânâsına te'vil etmeye çalışmaları da yaratılış inanç ve nazariyesiyle 
    bağdaştırılması mümkün olmayan bir çelişkidir.
   İşte Kur'ân, 
    Allah'ın zatı ve sıfatları hakkında aklen ve naklen sabit ve apaçık bulunan 
    ve bu meseleyi temelden çözüme kavuşturacak olan temel gerçekleri, Bakara 
    Sûresi'nden özetliyerek bir belge halinde ortaya koyduktan sonra buna aykırı 
    olan batıl görüşleri ayıklamak ve bu arada hıristiyanların böyle Allah'a ve 
    Allah'ın âyetlerine karşı reva gördükleri tecavüzkâr tutumlarını, bütün incelikleriyle 
    ve temeldeki yanlışlarıyla reddetmek ve geçersiz kılmak ve bunları, red ve 
    iptal gayesiyle de olsa tek tek sayılıp dökülmesinin Kur'ân ahlâkının nezahet 
    ve vakarıyla bağdaşmayacağını anlatmak ve aynı zamanda irşadın faydasını daha 
    da geniş tutmak için hepsinin de ilâhî âyetleri inkâr anlamı taşıdığını ve 
    küfür kavramı altında birleştiğini özetle göstererek şeklinde uyarıda bulunmuş 
    ve işin varacağı sonucu açıklamıştır.
   Mabud, kelimesinin 
    anlamını çirkin ve yakışıksız bir yorumla tefsir etmek, muhkematı inkâr eylemek, 
    ilk günahı bağışlamaya gücü yetmemek, tevlîd, yani çocuk edinmek, tecessüd 
    yani bedene bürünüp görünmek, kendini feda etmek, ancak böyle inanıldığı takdirde 
    kurtuluşa erileceğini ummak gibi teslis inancı ile ilişkili olan küfür şekillerinin 
    hepsine karşı hakkın bir kılıç darbesi olan furkanı, hakkı alçaltmaya cüret 
    edenlerin sonuçta mutlaka yenilgiye uğrayacaklarını ilan eden bir ilâhî furkandır. 
    Fakat şu da iyi bilinmeli ki, hayy ve kayyûm olan, kitap indiren, akıllara 
    hidayet veren ve mutlak anlamda güçlü olan Allah'ın intikamı, sizin bildiğiniz 
    cinsten aşağılık, ahlâksızca, çirkin, cahilane, haince bir intikam değil, 
    savunması yapılabilir cinsten bir intikam da değildir. Bütünüyle hakikat, 
    hikmet ve izzet olan ve sonsuz bir kudretin ve iradenin gereği bulunan ve 
    hiçbir noktada cehaletle ilişkisi bulunmayan, çok hakîmâne bir intikamdır. 
    
  5-Zira muhakkak 
    ki ne yerde, ne de gökte cüz'î, küllî, maddî, manevî, derûnî ve âfakî hiçbir 
    şey Allah'a gizli kalmaz, hepsi O'nun bilgisindedir. Hatta bütün kâinatta 
    herhangi bir şeyin haddizatında, hangi durumda ve hangi tavırda varlığı Allah'a 
    göre ayniyle bilgi konusudur. İlâhî ilim, beşer cinsinde olduğu gibi; misallere, 
    tasavvurlara dayalı bir gölge, izafî ve sonradan elde edilmeye dayalı bir 
    ilim değildir, bütün varlığın üzerine kurulu bulunduğu ezelî bir ilimdir.
   6-Ey insanlar! 
    Allah, öylesine ilim ve kudret sahibi bir yaratıcıdır ki, sizi ana karınlarında, 
    ana rahimlerinde nasıl dilerse öylece şekillendirir. Hangi surete isterse 
    ona büründürür. Bünyelerinizi teşkil edecek olan ve uzviyetin ilk şeklini 
    alan ilkel maddeleri dilerse dışarda, dilerse ana rahminde tasvir eder ve 
    bunları birbirleriyle buluşturarak bir tanesini iki, ikiyi üç ve daha ziyade 
    yaparak üretip durur. Bunları irade ve meşiyyet kimyahane (laboratuvar)sinde 
    murad eylediği özellikler ve niteliklerle donatarak, her birini bir göreve 
    tayin ederek ve halden hale, tavırdan tavıra geçirerek ince ince eleyip dokur 
    ve her tavırda yeni bir oluş, yeni bir yaratılış ekleyerek suretten surete, 
    nitelikten niteliğe dönüştürür, eleyip süzgeçten geçirir. Nihayet akıllara 
    durgunluk veren bir ince yaratış ile bütün dokularınızı, kemikler, ilikler, 
    kıkırdaklar, damarlar, atar damarlar, toplar damarlar, kılcal damarlar, adaleler, 
    sinirler, salgı bezleri ve uzuvları sistemleriyle yerli yerine oturtup bütün 
    görev ve fonksiyonlarını eksiksiz yapabilecek şekle koyduktan ve hayat için 
    gerekli özellikleri onlara kazandırdıktan sonra tam ve noksan, erkek veya 
    dişi, ya da hünsa canlı bir insan suretine dönüştürür. Dilerse tamamlar, dilerse 
    eksik bırakır. Sizin böyle fıtratınızı cismanî ve ruhanî varlığınızla, bilinen 
    ve bilinmeye diğer yönlerinizle özünüzü teşkil eden o maddî ve manevî suretler, 
    o oluşlar hep O'nun dilemesiyle meydana gelmiş olan, O'nun çizgileriyle, O'nun 
    renkleriyle var olmuş bulunan birer eseridir. Sizde o suretlerden, o nitelik 
    ve şekillerden bazı şeyler yansıdığı zaman kendinizi âlim, allâme, hikmet 
    sahibi, filozof saymaya başlarsınız. Öyleyse bu şekillenme, bu varoluş meselesinin 
    özünü iyice düşününüz. Ceninin teşekkülü konusuna aklınızın, idrakinizin ve 
    bilginizin yetiştiği kadarıyla bir göz atınız. Bunun ne kadar çok ve çeşitli 
    bilim dallarıyla ilişkili olduğunu kesinlikle anlarsınız. Beşeriyetin bilgi 
    ve idrak alanına giren bütün ilim ve fenlerin bu şekillendirme ile ilişkili 
    olduğunu böylece tasvir ettikten sonra, henüz keşfedilmemiş bulunan nice ledunnî 
    ilmin de bununla ilişkili bulunduğunu, sonra bütün bunların sizin haberiniz 
    olmadan uygulandığını itiraf edersiniz. Bir taraftan ta Âdem'in yaratılışına 
    benzeyen türün oluşumunu ve bütün âlemin yaratılışını andıran cinslerin oluşumunu 
    aşama aşama ortaya koyan, benzer yönleriyle ve müşterek özellikleriyle dile 
    getiren, diğer taraftan şahsın sübjektif varlığını ve kendine mahsus ferdî 
    özelliğini ifade eden ve bir ikincisi bulunmayan suretlerin kendi niteliğini 
    ve ayrıntılarını, gözlerinizden gizli olan rahimlerde saniye saniye şekilden 
    şekile, tavırdan tavıra sürekli değişime uğratarak ve geliştirerek ortaya 
    koyduğu bir yaratma ile, sizin arkanızdan yaratıp var ediyor, size veriyor 
    ve kısmen de olsa sizin bilginize ve idarenize tevdi ediyor ki, İsa dahi O'nun 
    böyle rahimlerde şekillendirdiği sizlerden birisidir. O'nun bir mahlukudur. 
    İşte Allah denildiği zaman, her şeyden önce İsa da dahil olmak üzere her birinizi 
    rahimlerde böyle yaratıp şekillendiren halik, bârî ve musavviri düşününüz 
    ve O'nu bu özellikleriyle tanıyınız. İşitme, kitap, vahiy ve hayat olayları 
    yoluyla ve edindiğiniz tecrübeler yardımıyla bunu anladıktan sonra, varsa 
    aklınız ve mantığınız onları da yorarak ve ciddi bir şekilde kullanarak, ahlâkınızın 
    ve insafınızın bütün gücünü de ekleyerek düşünüp tefekkür ediniz, o zaman 
    şu bilgileri yakîn olarak elde edersiniz ki, Allah allâmü'l-ğuyubdur (gaybları 
    bilendir), bütün gizli şeyleri yakından bilir. Ona gizli de, aşikâr da aynı 
    ölçüde malumdur. O'nun sonsuz ve sınırsız kudreti vardır, acizden münezzehtir, 
    iradesi ve istemesi vardır. Dilediğini yapandır, kendi dışında hiçbir zarurete 
    bağımlı ve mahkum değildir.
   Meseleyi 
    böyle toplu bir şekilde gözler önüne serdikten sonra bir de Hâlık-i Musavvir'in 
    daha başka ne gibi anlamlar ifade ettiğini görelim:
  1- Bu Hâlik-ı 
    Musavvir'in olaylar öncesine ait olan, geniş kapsamlı, sağlam ve şaşmaz, her 
    şeyi içeren bir ilmi vardır ki, bundan gizli kalan ve gizli kalma ihtimali 
    bulunan hiçbir kapalı iş veya oluş düşünülemez. Tevhid davası altında teslis 
    muammasıyla bir sır, bir inanç diye gizlenmek istenen şirk ve küfür de ondan 
    gizli kalamaz. Hazır ve gayb, izafî ve nisbî olan şeyler sonradan yaratılmışlara 
    göredir. Bundan dolayı ilimler, malumlar, gözler, gönüller, akıllar, kalbler, 
    iradeler, fiiller, yaratan ve yarattıklarını en ufağından en büyüğüne kadar 
    topluca varlık düzenindeki sisteme bağlayan ve onları birbirleriyle anlaştırıp 
    varoluş gayelerine doğru yürüten bu Halik-ı Musavvir, yerde ve gökte, zamanda 
    ve mekanda sendeliyerek dolaşan, kör, serseri, cahil ve gafil bir yaratıcı 
    değildir ki, kahrı ve intikamı cahilane olsun. Size bir bilgi gelirse O'ndan 
    gelir. O'nun böyle rahimlerde tasvir edip şekillendirdiği ve daha yüksek ıstıfa 
    (seleksiyon) larla var edip meydana getirdiği peygamberler ve bu arada Hz. 
    İsa, furkanın ve furkan sahibinin geleceğini ve buna benzer bazı gayb haberlerini 
    bildirmesi ise yalnızca O'nun bildirmesi ve öğretimidir.
   2- Bu Hâlik-ı 
    Musavvir'in hiçbir şeye muhtaç olmayan bir kudret-i bâliğası (zirvede olan 
    gücü) vardır. Bu öyle bir kudrettir ki, yer ve gökleriyle var olan ve var 
    olması mümkün olan bütün kâinat, bütün zerreleri ve küreleriyle, basit ve 
    bileşik unsurlarıyla, maddî ve manevî yönleriyle hep O'ndandır ve O'nun emrine 
    boyun eğmiş durumdadır. Bütün madde ve kuvvetlerin etki alanında kendini göstermesi, 
    hep O kudretin tecelli ve etkisinden ibarettir. Tabiat denilen şey, O'nun 
    düzenli ve sürekli etkilerinin alanı; tabiat üstü veya harika, mucize denilen 
    şey de yine O'nun düzensiz ve benzersiz etkisinin eseridir. Tabiat kuvvetleri 
    veya kanunları denilen sistemli ve düzenli oluşumlar o kudretin hakimi değil, 
    mahkumudur. Bunlar O'nun ardarda devam eden etkisinden çıkan değişik şekillerin 
    ortadan kaldırılmasıyla benzer şekillerin ifadesi olan bir çizgidir. Mesela 
    yerküre üzerinde canlıların ortaya çıkıp yayılmasından sonradır ki, her canlı 
    ilk tasvir edilmiş olan bir maddeden, ekillendirilmiş olan birilkmaddeden 
    (protoplazmadan) çıkar diye, maddî hayat için bir tabiat kanunu ortaya konur. 
    Ve bu kanun bulunup ortaya konulurken şurası da iyice bilinir ki, bu kanun 
    ezelî değildir, sonradan olmadır, hâdistir. Çünkü yerkürenin teşekkülünden 
    ve üzerinde hayatın ortaya çıkışından sonra başlamıştır. Şekillendirilmiş 
    olan o ilk madde, ezelî değil, o vakitten beri peyderpey yaratılıp şekillendirilmektedir. 
    Ana rahminde tasvir olunup şekillendirilen her insanın söz konusu olan o ilk 
    maddesi yenidir. Bunun şekillenmesiyle ilgili prensipler hayat ilminin değil, 
    kimya ve fizik ilminin prensipleri arasında yer alır. Hatta organik kimya 
    ile inorganik kimya arasında paylaşılan bir konudur. Binaenaleyh o ilk maddenin 
    şekil kazanmasıyla ilgili prensipler ve şartlar, onun ikinci ve üçüncü aşaması 
    için geçerli değildir. Fakat buna da bir prensip olduğu farz olunsun ve farz 
    olunan bu prensip ne kadar tekrar edilirse edilsin, sonuç yine beklenilemeyen 
    ve düşünülemiyen bir şekilsiz maddeye dönüşecektir. Ve her yeni şekil, yepyeni 
    bir varlık olarak doğrudan doğruya karşımıza çıkar ve her birinin üzerinde 
    mutlak olarak bu kayyûmun kudreti, yaratıcı gücün etkisi yine de onun üstünde 
    kendini gösterir. Tasavvur edilemiyen madde ise zaten fiilen mevcut değildir. 
    Ancak o da bu kudretin tecellisine racidir. Hasılı tabiat kuvvetleri, tabiat 
    kanunları etkileyici değil, bir etki yolunun ifadesidir. Tabiatlar çeşitli, 
    halbuki tabiatın mebdei, başı ve başlangıcı bir tektir ki, o da yaratılış 
    ve etkileyiştir. Tabiat, bir anlamda tekdüze olan şey demektir. Ve bunun en 
    genel prensibi tek düzelik kanunudur. Böyle iken tabiatların çeşitli olması, 
    cüz'î ve küllî ayrışmaya uğraması, çeşitli tabiatlere ayrılması gerçek sebep 
    olan ilâhî kudretin tabiat üzerinde hakim olduğunu, ıstıfa (seleksiyon) ve 
    tabiî tekamülün varlığını bu kudrete borçlu bulunduğunu gösterir. Binaenaleyh 
    bu etkili ve şekillendirici, müsavvir kudrete göre ilk maddenin şekillendirilmesi, 
    dışarıdan hiçbir şarta bağlı değildir ve o kudretin karşısında hiçbir kudret 
    yoktur. İşte insanları ana rahimlerinde tasvir edip şekil veren Halik-ı Musavvir 
    böyle bir sonsuz ve sınırsız kudrete malik olan bir Hayy ve Kayyûm'dur.
  3- Bu Hâlik-ı 
    Musavvir, bu var ediş ve şekillendirişte mecbur ve zorlanmış değil, fail-i 
    muhtardır (dilediğini yapandır). Hür iradesiyle istediğini yapandır. Kendisi 
    mecburiyetler ve yükümlülükler koyabilir, fakat mecbur tutulamaz. Fiilini 
    ilim ve iradesiyle yapar; dilediğine irade verir, dilediğine vermez. Rahimlerde 
    insanları şekillendirmesi de sırf bu iradesi iledir. Zeyde falan sureti, Amr'e 
    filan sureti vermesi, her şahsı belli bir şekle mazhar kılması, daha önceki 
    şartlara bağımlılık gibi bir mecburiyetten, O'nun yaratma gücünün üstünde 
    başka bir güç bulunmasından veya kendi dışında birtakım güçlerin etkisinde 
    kalmasından dolayı değildir, kendi hür iradesinin eseridir. Bu yaratış ve 
    ayrı ayrı şekil veriş, süzgeçten süzgece geçen iş, bu tasvirde her yeni suretin 
    diğer bir yeni surete yol açar olması ve nihayet çeşitli suretlerden yine 
    benzer ve ortak özellikler taşıyan bir tek suret meydana gelmesi, doğal ve 
    zaruri bir oluş değil, sebepsiz ve failsiz bir şey de değildir. Sonsuz bilgiye 
    ve sınırsız güce sahip ve malik olan, her oluşta, her hadisede sonsuz boyutta 
    şekiller vermeye, yapmaya ve bozmaya kâdir olan bir fail-i muhtarın tercihinin 
    ve iradesinin eseridir. Eğer böyle olmasa da doğal ve ıztırarî (zorunlu) olsa 
    idi, o ıztırarî suretlerden serbest, iradî ve seçime bağlı fiiller meydana 
    gelemezdi. En basit bir misal ile söyleyecek olursak bir taş yerinden koparılıp 
    iki ayrı maksat için kullanılamazdı, mizaçlar ve tabiatler bu kadar değişik 
    olamazdı. Tabiat ilimlerinde iki zıt kanun bulunamaz ve teknolojinin çeşitli 
    dalları ortaya çıkamaz, ihtilaf ve muhalefet denilen şeyler olmazdı. Aynı 
    kişinin tohumundan hem erkek, hem dişi zürriyet olmazdı. Her şeyde ezelden 
    ebede, yeknesak bir tekdüzelik bütün mânâsı ile devam eder giderdi. Ana rahmine 
    düşen her tohum mutlaka oluşur, tabiat hatası denilen şeyler de görülmez, 
    hatta hayat denilen oluş hiçbir zaman meydana gelmezdi. İyi düşünülürse anlaşılır 
    ki, tabiat galatları denilen ve o yüce kudretin kemaline aykırı bir maddeymiş 
    gibi ileri sürülmek istenen şeyler, aslında birer noksan değil; tabiatın, 
    baba ile ananın üzerinde gerçek etkileyici olmadığını ve yüce yaratıcının 
    iradesinin etkisini gösteren birer sanat göstergesidirler. Tabiat galatları, 
    denilen sakatlıklar ve eksiklikler, aslında tabiatın gereği olan tekdüzeliği 
    ihlal ve tağyir etmesi bakımından, onun hatasını, bilgiden yoksun olduğunu 
    ve etkisinde başarısızlığını, aczini ve noksanını gösterirken, ona karşı yüce 
    yaratıcının gerçek iradesini isbat eder, gözler önüne sererler. Bu gibi noksanlar, 
    kâinat düzeni, sonsuz kudret ve ilim delilinin aleyhine değil, aksine kör 
    tabiatın ilk sebep ve yaratıcı güç olması nazariyesini temelden söküp atan 
    ve noksansız bir fail-i muhtarın varlığını isbat eden ve hedeflerine de ulaşmış 
    bulunan en mükemmel şahitler ve göstergelerdir. Hasılı ne tabiat-ı cüz'iyye, 
    ne de tabiat-ı külliyye varlık için yeterli ve geçerli sebep değildir. Bunların 
    hepsi fıtrat denilen bir ilk varoluş olayının sürüp gitmesinden ibarettir. 
    Ve o fıtrat bizzat yüce yaratıcının kudretinin ve iradesinin eseridir. Tabiatın 
    tekdüzeliği prensibi, mükemmel ve kusursuz bir sebeplilik kanununun bağımlılığı 
    altına verilerek, ilâhî irade kanunu ile karşılıklı ve dengeli olarak mütalaa 
    edilmedikçe hakka ve hakikate erişilemez. Hak Teâlâ hem halik, hem barîdir, 
    yani hem yaratan, hem de yarattıklarını geliştirendir. Yarattıklarına verdiği 
    fıtratı tadil edip değiştirebilir. Soyaçekim kanunu da bu temel çerçeve içinde 
    ele alınmalıdır. Ardarda devam edip giden varoluşun akışı içinde suretlerin 
    birbirlerine benzemezlik içinde az çok yine benzerlik göstermesi, tekdüzeliği 
    andırır bir değişkenlik sergilemesi, değişkenlik içinde bazı özelliklerin 
    babadan ve anadan çocuğa geçmesi olayına veraset (soya çekim) tabir edilir 
    ki; nev'in devamı, ıstıfa ve tekamül, gelişme ve gerileme (dejenerasyon)nin 
    yoludur. Bunlar tam anlamıyla ve bütün yönleriyle bir intikal değil, bir niyabet 
    ve yer değiştirmedir. Yoksa hiçbir ıstıfa (seçim) ve tekamül olamazdı. Bunun 
    için soya çekim ilkesi yalnız türün korunmasını ve devamını sağlayan bir kanun 
    değildir, aynı zamanda değişme ve gelişme kanunu ile de ilgilidir. Ve bu ikisi 
    arasında yakinen sabit olan bir şey varsa o da sebebin bekâsı kanunudur. Ve 
    beka, gerçekte Allah'ın sıfatıdır. Sebeplilik kanununda değişme ve bekanın 
    birlikte düşünülmesi o sebeplerin etkisine bağlı olan oluşlara göredir. Bunda 
    mutlak anlamda bekânın gerçek sebebin, mutlak değişmenin de değişkenlerin 
    sıfat ve özellikleri olması gerekir. Böylece hakiki sebep ile ondan etkilenen 
    oluşlar arasında doğru ve ters orantıların birlikte göz önüne alınması söz 
    konusudur. Çünkü hiçbir malûl illetini geçemez. Binaenaleyh veraset (soya 
    çekim) kanunu da tabiat kanunu gibi, etki eden ve etkilenen şeklinde birbirine 
    bağlı olan ve zincirleme sürüp giden olayların akışı sırasında hakiki illetin, 
    yani ilk ve geçerli sebebin bekasını, ıstıfa ve tekamül arzeden her aşamada 
    onun doğrudan etki eden iradesini ifade eyler. Hasılı gerçek etki edenin eserini 
    verişi, kendisinden birşey kaybeden bir doğurma, bir üreme değil, bir yaratıştır. 
    Bunun için yaratıcının marifeti, eserlerinin tasarımlarında değil, nisbetlerinin 
    ve oranlarının doğruluğundadır. Tevlid denilen üretme de yaratışın tezahürlerinden 
    birisidir. Üreme zincirinde her yeni suret başlıbaşına bir fıtrat ifade eder. 
    Soyaçekim denilen veraset bir fıtratın başka bir fıtrata aynen ve zaruri olarak 
    intikal etmesi değildir, gerçek illetin yeni bir etkisinden kaynaklanan bir 
    benzerliğin, bir çeşit tekrarıdır ki, düzen ve değişiklikten uzak değildir. 
    Türün şeklinin bekası ve devamı, gelişmesi ve gerilemesi bununla sağlanır. 
    Bu zincirleme akışta öncekinin kemal ve noksan ifade eden bir belirtisi, sonrakinde 
    daha belirgin olarak ortaya çıkabilir. Fakat olması zaruri değildir. Mesela 
    firengi almış bir babanın çocuğu da firengili olduğu zaman buna bir veraset 
    denilebilir. Bu olay bir kerre babadaki hastalığın aynen ve olduğu gibi çocuğa 
    geçmesi demek değildir, çocukta o cinsten bir hastalığın kendi başına meydana 
    gelmesidir. Yani çocuğun meydana gelişini sağlayan baba hücrelerinden birisi, 
    daha ana rahmine düşmeden babanın sülbünde şekillenirken, o hastalığın mikrobu 
    o hücrenin içine aynen girmiş değil, fakat o mikrobun da bir temel ilk maddesi 
    ona girmiş olabilir, fakat Barî-i Müsavvir için o mikrobun etkisini o hücreye 
    derc etmek başlangıçta zaruri olmadığı gibi, daha sonraki aşamalardaki şekillendirmelerde 
    de öyledir. Gözleri görmeyen bir babanın çocuğunun kör olması lazım gelmediği 
    gibi, frengili bir babanın evladının da mutlaka frengili olması zaruri değildir. 
    Halik-ı Musavvir dilerse onu tadilata uğratıp değiştirir, dilerse değiştirmez. 
    Hasılı fıtrattaki soyaçekim kanunu dahi, bütün öteki tabiat kanunları gibi, 
    mümkün kanunlardır, zarurî kanunlar değildir. Tenasül dediğimiz üreme ve neslin 
    devamını koruma kanunu da bunun gibidir. Doğurgan bir ananın çocuğu doğurgan 
    veya kısır olabilir. İşte ilk günah meselesi de bu soyaçekim kanunu ile ilgilidir 
    ki, bu ilgi Âdem'in yaratılışı kıssasında (Bakara, 2/30-36) gösterilmiş idi. 
    Herşeyden önce Âdem'in yaratılış olayında günah hiçbir zaman yaratılışa dahil 
    aslî unsurlardan biri değildir. Onda esas ve doğuştan olarak olsa olsa günah 
    işleme kabiliyeti bulunabilir. Lakin Cenab-ı Allah, her ferdin kendine mahsus 
    yaratılışını ve şeklini ana rahminde doğrudan şekillendirip tasvir ederken 
    babasındaki özel tabiatı, hastalığı ve günahı evladından tamamen silerek yaratmaya 
    kdir olduğu gibi, dilerse daha sonra da affedebilir. Fiil ile onun sonucu 
    olan azap arasındaki bağlantıyı ilga ve iptal eder. Fiili hükümsüz bırakır 
    veya fiilin suç oluşunu kaldırır da dün zararlı olanı yarın faydalı yapar. 
    Bundan dolayı insanları rahimlerde dilediği gibi şekillendirmeye kâdir olan 
    Allah Teâlâ'ya ilk günahı affedip bağışlamaktan acizmiş gibi bir özellik isnad 
    etmek, O'nun şanına ve gücüne saygısızlık hatta saldırı anlamı taşır ki, O'nun 
    kayyûm oluşunu inkârdır ve küfürdür. Küfür en büyük günah olduğu halde, kâfirlerden 
    doğan çocuklar bile bundan kurtulup imanla şereflenebilirler. Böyle bir iman 
    ve tevbe ile Allah Teâlâ, küfür günahını bile affeder. Onun intikamı küfürde 
    ısrar edenlere yönelik bir tehdittir.
   Allah böylesine 
    kapsamlı bir ilim, böylesine yüce bir kudret, böylesine keskin bir irade ile 
    hayy ve kayyûm, hâlik-ı musavvir olan bir azîz ve hakîmdir. Bu azîz ve hakîmden 
    başka ilâh yoktur. Binaenaleyh O'nun Meryem'in rahminde şekil verip tasvir 
    ettiği İsa da ne ilâh, ne de ilâhın oğludur. O Meryem'in oğlu ve Allah'ın 
    mahlûkudur, bir beşerdir. Ancak peygamberlik fıtratı ile tasvir olunmuş bir 
    beşerdir. Allah onu Meryem'in rahminde, bir kısım gayb haberlerinden bilgi 
    verecek veya bir kısım mucizeler gösterecek şekilde tasvir etmiş ve ruhu'l-kudüs 
    ile teyid edip desteklemiştir. Bu teyid, onu beşeriyetin dışına çıkarmaz. 
    Nihayet Âdem peygamberin izinde gidenlerden biri yapar ve onun ilk ana maddesi, 
    mutlaka Meryem'in rahminin dışında yaradılması zaruri olmadığı gibi; ne o 
    maddenin, ne de onu destekleyen ruhun hayy ve kayyûm olan Halik-ı Musavvir'den 
    üreme yoluyla doğmuş olmasını tasavvur etmek dahi caiz değildir. Zira üreme 
    olayı, hem üretkenin kendi içinde doğrudan doğruya ve başlıbaşına bir şekillendirmeye 
    bağlıdır, hem de onun kayyûm oluşunu ihlal eder. Hayy ve Kayyûm'un zevali 
    ve noksanlığı ise muhaldir. Her şüpheden âri olan bu tevhid (Allah'ın birliği) 
    ve tenzîhin âyetleri ve delilleri ortada iken, bunları bırakıp veya görmezlikten 
    gelip, ilâhî kitaplardan Tevrat'ı doğrulayıp tasdik eden İncil'deki (baba) 
    ve her ikisini tasdik eden Kur'ân'daki "O'ndan bir ruh olarak" gibi müteşabih 
    âyetleri bahane ederek, küfre ve inkâra sapmamalıdır. İlâhî kitapların kendine 
    mahsus bir üslubu ve onları doğru anlamanın usul ve yolları vardır.
   7- Ey Muhammed! 
    O eşi ve benzeri olmayan, azîz ve hakîm olan Allah ki, sana bu kitabı indirdi. 
    Şu halde bunun hikmet yoluyla anlaşılması lazım geleceğini unutmamalısın! 
    Bunun âyetlerinin bir kısmı muhkemattır. Mânâsı ve murada delaletleri kesin, 
    kelime ve cümleleri başka anlamlara çekilmeye engel, sağlam ve şaşmaz ifadelidir, 
    muhkemdir, "bunlar ümmü'l-kitaptırlar", kitabın anası, anlamda temel ve köktürler. 
    Hak ile batılı ayıran, hakikatleri tasdik edip ortaya koyan asıl bunlardır. 
    İlimde ve amelde peşine düşülmesi ve uyulması gereken temel ilkeler ve belgeler, 
    hidayet için deliller bunlardır. Diğerleri bunlara irca ve havale edilir. 
    Tevrat'ın İncil'e, İncil'in Kur'ân'a irca olunarak anlaşılması ve tasdik edilmesi 
    lazım geleceği gibi, bütün Kur'ân âyetlerinde de bu muhkemat esastır. Üstelik 
    bunların her biri ayrı ayrı olarak "kitabın anaları" değil, tevhid inancının 
    sistemini oluşturduklarından ancak hepsi birden kitabın anasıdırlar. Herbir 
    muhkem âyet, diğer muhkem âyetlerde karşılaştırılmak şartıyla mânâları ve 
    hükümleri yakından tayin olunur. Her biri tek başına muhkem olmakla beraber 
    birbirine göre mutlak veya mukayyed, umum ve husus, takrîr ve tefsir, istisna 
    veya tahsîs veyahut nesih gibi belli ölçülerle ve orantılarla aralarında muhkemlik 
    ilişkileri bulunmaktadır. Bunun içindir ki, genel olarak muhkem âyetlerin 
    muhkemliklerinin kuvvetinde, mânâya ne yönde delalet ettiklerinde ve maksadın 
    neresini kuvvetlendirip vurguladıklarında farklı dereceler vardır ki; bunlar 
    zahir, nass, müfesser, özel anlamıyla muhkem olmak üzere dört mertebe üzeredirler. 
    Muhkematın bu bütünlük içinde mukayeseleri de Kur'ân ilminin muhkem usullerindendir. 
    Bunu hesaba katmayan, yani muhkematın tamamını bir bütün olarak düşünmeyen 
    veya düşünemeyen, bir başka deyişle tam istikra yapmadan anlamaya, delil getirmeye 
    ve kıyas yapmaya kalkışanlar muhkem ilme eremezler, sağlam ve sıhhatli bilgiyi 
    elde edemezler, mutlaka hata ederler. İşte âyetlerin bir kısmı böyle kitabın 
    anası olan muhkemat, bunların karşılığında da diğer bir kısmı da müteşabihattır. 
    Yani her biri murad olunabilecek gibi görünmekte birbirine benzer, çeşitli 
    mânâlara ihtimali olan âyetlerdir ki, hepsi mi, birisi mi murad olduğu açıkça 
    seçilemez. Aslında söyleyene ve gerçeğe göre, hiçbir şüphe ve tereddüt olmadığı 
    halde dinleyene göre bizzat anlaşılması kapalı (hafi) veya müşkil veya mücmel 
    veya mümteni' (imkansız) bulunur. Bu âyetlerin bu kapalılıkları veya birçok 
    anlama gelme olasılıkları muhkemat ile mukayeseleri sayesinde giderilebilir. 
    Zahir karşılığında hafî, nass karşılığında müşkil, müfesser karşılığında mücmel, 
    muhkem-i has karşılığında da özel anlamıyla müteşabih vardır. Binaenaleyh 
    kitap, bütünlüğü içinde ele alındığı zaman bu hikmetli üslup ile müteşabihatın 
    muhkemata dönüşmesi bakımından, o asla irca edilmesi bakımından hepsi muhkem 
    demektir: "Bunda hiç şüphe yoktur." (Bakara, 2/2) ve "Bu öyle bir kitaptır 
    ki, âyetleri muhkem kılınmıştır." (Hûd 11/1) âyetleri bunu açıklar. Bunun 
    aksine bu hikmete aykırı olarak müteşabihat kitabın anası farzedilir de muhkem 
    olan âyetler müteşabihat ile te'vil edilirse, yani müteşabih âyetler esas 
    kabul edilirse, o zaman da kitabın hepsi müteşabih olmuş olur. "Allah kelamın 
    en güzelini (güzellikte) birbirine benzer, ikişerli bir kitap olarak indirdi 
    ki, Rablerinden korkanların ondan tüyleri ürperir..." (Zümer, 39/23) hükmü 
    açığa çıkar.
   "Muhkem" 
    kelimesi lügatte bozulmaktan uzak, gerçek ve sağlam demektir ki, hikmet kelimesi 
    de bununla ilgilidir. İki şeyin birbirine karşılıklı olarak ve eşit olarak 
    benzemelerine de teşabüh, benzeyenlerden her birine de müteşabih denilir ki, 
    birbirinden seçilemez, insan zihni onları birbirinden ayırd etmekten aciz 
    kalır. Teşbih ve müşabehet, (yani benzetme ve benzeme) tabirlerinde bir taraf 
    eksik ve ikinci derecede, diğer taraf tam ve esas olur. Teşabühte ise her 
    iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerlikte olur, benzer yönleri ayrıntıları 
    ortadan kaldırır da birbirinden seçilemez olurlar. "Muhakkak ki, o inek bize 
    teşabühlü oldu." (Bakara, 2/70), "Kalbleri teşabühlü oldu." (Bakara, 2/118), 
    "Ve onun müteşabihi kendilerine verilecek." (Bakara, 2/25) âyetlerinde geçtiği 
    gibi. Demek ki teşabüh seçilememeye sebep olan benzerliktir. Seçilememek bunun 
    gerektirdiği bir mânâdır. Bu bakımdan insanın doğrudan doğruya ayırd etmeye 
    yol bulamadığı bir şeye dahi müteşabih denebilir ki, kapalı ve müşkil demek 
    gibidir. Bu şekilde söylemek var ile yok arasında eşit ihtimal bulunduğu durumlar 
    için de geçerlidir. Bu şekilde Kur'ân'ın ve Kur'ân âyetlerinin muhkemliği 
    ve müteşabihliği sırf kelimeleri, dokusu, güzelliği, mânâları ve ahkamı gibi 
    çeşitli yönleriyle ele alınabilir. Âyetlerinin fasılaları, uyumları ve daha 
    başka birbirine benzer tekrarları ve edebî sanatları açısından teşabüh ve 
    sıralama muhkemliğe karşı değildir, belki aynı şekilde muhkemliktir. Bu yönden 
    bakıldığında "Onun âyetleri muhkem kılınmıştır." âyeti ile "müteşabih kitap" 
    birbirinin karşıtı değil, belki birbirinin açıklamasıdır. Fakat nazmın bu 
    âyet içindeki delaleti itibariyle muhkem ile müteşabih zıt ve karşıt anlamdadırlar. 
    Şüphe yok ki, mânâsını ve kesinlikle bildiren âyet muhkem âyet, kesinlikle 
    bildirmeyen de muhkem değildir. Bu âyette ise muhkem ile müteşabih karşıt 
    olarak zikredilmiş olduğu gibi, devamındaki te'vil karinesi de mânâya aittir 
    ki, tefsir usulü ilminde de muhkem ile müteşabih böyle ele alınmıştır. Bir 
    sözün sırf kipine göre mânâsı belli olursa ona "zahir" denilir ki, muhkem 
    çeşitlerinin en aşağı derecesidir. Bunun tevile veya tahsise veya nesha ihtimali 
    bulunabilir. Fakat bunlar karineye muhtaç olduğundan, karine bulunmadığı müddetçe 
    zahirinde kesinlik ifade eder. Eğer bu mânâ kelâmda sözün kendi siyakı olmuş 
    olursa, sözü söyleyen de bu maksatla söylemiş ise o zaman nass olur. Bunda 
    artık te'vil ihtimali kalmaz. Ancak tahsis ve nesih ihtimali bulunabilir. 
    Nihayet nesih ihtimali yoksa, ki gelen haber sonradan gelen başka bilgilerle 
    teyid edilmiş ise, bu da özel anlamıyla muhkem olur. Bunların hepsinin hükmü, 
    bilmeyi ve amel etmeyi gerekli kılar. Birbiriyle çatışma olduğu zaman hangisi 
    daha kuvvetli ise o tercih edilir.
   Bunlara karşılık, 
    bir sözün esas anlamı lafzının sigasından değil de başka bir arızî sebeple 
    gizli tutulmuş bulunursa hafî; böyle değil de mânânın haddizatında çok ince, 
    herkesin kavrayamayacağı ve nüfuz edemeyeceği, edenlerin de derinden derine 
    düşünmedikçe kavrıyamayacağı derecede kapalı olması veya bir bediî istiâre 
    bulunması gibi bir sebepten doğan bir gizlilik ve derin düşünmeyi gerektiren 
    bir yönü varsa müşkil; lafzın sigasının çeşitli mânâlara eşit olarak gelme 
    ihtimali olur da bu mânâlardan hiç birinin tercihine karine bulunmazsa, fakat 
    bir açıklayıcı ekle onun sonradan açıklanması umuluyorsa mücmel; gerçekten 
    murad edilen mânâyı anlamak ümidi ve ihtimali kesilmiş olursa o da katıksız 
    müteşabih olur. 
  Kur'ân'ın 
    müteşabih âyetlerinden birçoğu böyle çok mânâlı olduğundan dolayı parıltılı 
    bir beyan içinde gözleri kamaştırır. Birçoğu da bir muhkem mânâ etrafında 
    onunla birleşerek, çeşitli mertebelere ve değişik işaretlere delalet içerdiğinden 
    dolayı icmal veya işkal ve kapalılık ile dikkat çekerler. Böylece muhkem zımnında 
    müteşabih, müteşabihin yanında muhkem de bulunur. Bir âyette birçok mânâ katlarını 
    derecelendirir ki, zamanı geldikçe bunlar ihtiyaca ışık tutar ve olayların 
    akışı içinde hissedilerek anlaşılır. Sonra edep ve ahlâk veya diğer hikmetlerden 
    dolayı açıkça emredilmesi veya ifade edilmesi mahzurlu olan kinaye ve ta'rîz 
    şeklinde daha belağatlı ve daha etkili olan zımnî (üstü kapalı) anlatım da 
    vardır. Nihayet bütün açıklamalar tevhid nizamı üzere vahdetten kesrete (birden 
    çoğa) veya kesretten vahdete (çoktan bire doğru) giderken, gerek nisbetlerde 
    ve gerek tasavvurların hududunda beşeriyet dillerinin henüz lügatını ortaya 
    koyamadığı, hatta hiç sezmediği, düşünmediği ve benzerini görmediği nice mânâlar 
    ve hakikatler vardır ki; bunlar, sizin bilmediğiniz daha neler var gibi bir 
    muhkem ifade ile ortaya konmakla beraber, müteşabih bir misal ve bir îmâ ile 
    sezdirildikleri zaman daha faydalı olur. Bu gibi âyetlerin bazısını bugün 
    anlayamayanlar yarın anlayabilirler. Bazısını da Allah'dan başka kimse bilmez 
    ki, tam anlamıyla müteşabih işte budur. Ahiretle ilgili izahlar kısmen böyledir. 
    Bunların bazılarında dünya hayatının geleceğiyle benzerlikler ve birleşebilir 
    noktalar da vardır. Hasılı müteşabihin kısımlarından olan hafinin hükmü, araştırma; 
    müşkilin hükmü, araştırmayla beraber düşünme; mücmelin hükmü bunlardan açıklayıcı 
    bir tefsiri bekleme ve araştırma; asıl müteşabihin hükmü de duraklama ve Allah'a 
    teslim olup sığınmadır.
   Bu muhkemat 
    ile müteşabihat tam karşıt birer şık olarak zikredilmiş olduklarından kendilerine 
    mahsus özel bir anlam ifade ederler. Bunlardan her biri kendi özel mânâsına 
    göre ele alındığı takdirde söz konusu sekiz kısımdan altısı, kendiliğinden 
    bu taksimin dışında kalmış olur. Böylece muhkemat tabiri ilk dörde, müteşabihat 
    tabiri de ikinci dörde şamil olmak üzere genel anlamlarına hamledilmiş olurlar. 
    Bu âyet böylece Allah kelâmının anlaşılması, tefsir usulü ve istinbata ilişkin 
    en büyük bir kuralı öğretmiştir ki, herhangi bir kelâmı veya kitabı iyice 
    anlayabilmek için akılda ve nakilde bundan başka bir yol yoktur. Usûl-i Tefsir 
    ilminde bunlar bütün uygulamalarıyla ve ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Özellikle 
    kanun ve hukuk meselelerini anlamak için bu usul ilmi, en zaruri bilgi şartlarındandır.
   Müteşabihat 
    için bir de şu taksim vardır: Lafız cihetinden müteşabih, mânâ cihetinden 
    müteşabih, her iki cihetten müteşabih. Lafız cihetinden müteşabih ya tek başına 
    kelimede veya cümlenin yapısındadır. Tek kelimedeki müteşabih mesela, "ebb, 
    yeziffun" gibi kelimenin garipliği veya "yed ve ayn" gibi müşterek anlamlı 
    olmaktan ileri gelir. Cümlenin yapısından doğan müteşabih ya çok kısa söylemekten, 
    yani özetlemekten veya sözü uzatıp mânâyı dağıtmaktan ve anlaşılmaz hale getirmekten 
    veyahut şiirde vezin ve nazım zaruretlerinden dolayı olmak üzere üç kısımdır. 
    Mânâ bakımından müteşabih olanlar Allah'ın sıfatlarıyla ahiret hayatına ait 
    olan âyetlerde olduğu gibi, duygularımız ve düşüncelerimizle onların benzerlerini 
    algılamaya imkanımız olmadığından dolayı, tasavvurlarımızla dahi kavramaya 
    yetişemeyeceğimiz mânâlardır. Her iki bakımdan müteşabih olan başlıca beş 
    kısımdır: Umum ve husus gibi nicelik bakımından, vücup ve nedb gibi nitelik 
    bakımından, nasih ve mensuh gibi zaman bakımından, mekan ve âyetin nazil olduğu 
    toplumdaki âdet ve gelenekler bakımından ki "Evlere arka duvarlarından atlayıp 
    girmeniz Allah katında iyilik ve sevap değildir." (Bakara, 2/189) âyetinde 
    olduğu gibi.
   Bir de fiilin 
    sıhhat ve fesadındaki şartlar bakımından.
   İşte kitabın 
    âyetleri böyle muhkemat ve müteşabihat şeklinde iki kısma ayrılmıştır. Asıl 
    uyulacak ümmü'l-kitap da müteşabihat olanlar değil, muhkemattır. Amma kalblerinde 
    eğrilik ve kaypaklık olanlar, doğruluktan hoşlanmayıp eğrilikten, yamukluktan 
    ve sapıklıktan zevk alanlar, muhkematı bırakırlar da kitabın müteşabih olan 
    âyetlerinin peşine düşerler, onları esas alırlar, dumanlı havalar ararlar. 
    Çünkü fitne çıkarmak, hakkı ve hakikatı karıştırıp, halkı şüpheye düşürmek 
    ve şaşırtmak suretiyle doğru yoldan çıkarmak ve belaya uğratmak isterler, 
    ve onu kendi gönüllerine ve keyflerine göre eğri büğrü te'vîl etmek arzusunu 
    beslerler. Halbuki onun te'vilini, yani meâlinin ve sonunun nereye varacağını 
    Allah'dan başka kimse bilmez. Genel anlamda müteşabihat içinde, özel anlamda 
    müteşabih olan bir kısım vardır ki, bunun meâlini, gerçek maksadına uygun 
    olarak ancak Allah bilir. Bundan dolayı bütün müteşabihatın te'vilini Allah'tan 
    başka kimse bilmez. Allah Teâlâ'ya yerde ve gökte, bütün zamanlarda ve bütün 
    mekanlarda gizli, meçhul bir şey bulunmadığı halde, O'ndan başkasına böyle 
    olmadığı gibi, bütünüyle hakikat olan ilâhî kitapta dahi hal böyledir. "O'nun 
    ilminden hiçbir şey kavrayamazlar." (Bakara, 2/255), "Allah bilir, siz ise 
    bilmezsiniz." (Bakara, 2/232). Zira meçhul meçhul ile, şüphe şüphe ile hallolmaz. 
    Meçhuller bilgi ile ve o bilglerin kuvvet derecesine bağlı olarak hallolur. 
    Öğretim ve irşad, bilgiler üzerine meçhulleri sezdirmek ve o bilinmiyenleri 
    bilinenlere dönüştürmektir. Öğrenende bilgi arttıkça, öğretmen kendi bilgi 
    derecesine göre, onun önüne bilinmesi gereken konuları sürer, sonra da onları 
    çözdürür. Bundan dolayı bilinmeyeni sezebilmek de onu bilmenin ön şartı olur. 
    Cenab-ı Hak kullarına hakikat bilgisini böyle ihsan eder. Önce kendini ve 
    başkasını ayıran bir muhkem ilim bahşeder. Sonra belli belirsiz olarak meçhul 
    şeyleri sezdirir. Bunları basamak basamak muhkem bilgiler şekline dönüştürerek 
    yakîn bilgiler haline getirir. Hikmet düzeninde ilim dahi varlıktaki düzen 
    gibi sistemli bir şekilde akar gider. Allah'ın bilgisi ise sonsuzdur. Sonradan 
    olma (hâdis) olan insan bilgisi hiçbir zaman ve hiçbir şekilde buna eşit olamaz, 
    onu ihata edip boyutlarına ulaşamaz. Böyle olduğunu bilmek, sonsuza dek ilim 
    ve öğrenme yolunda yürümek de en büyük ilim, en büyük marifettir. Bundan dolayı 
    insan ilimde hangi mertebeye ulaşmış olursa olsun, yine de önünde yığınla 
    bilinmesi gereken meçhuller bulunduğunu sezmek ihtiyacındadır. Bu bilinmeyen 
    meçhulü sezmek ise müteşabihat karşısında bulunduğunu bilmektir.
   Daha doğrusu 
    geçmişe ve geleceğe, ezele ve ebede ilişkin olan her beşerî ilim, müteşabih 
    olmak konumundan kurtulamaz. Hiçbirisinde şimdiki halde şuurun yakından şahid 
    olduğu ve müşahede ettiği kuvvette kesinlik yoktur. Her tecrübe ve gözlemin 
    bir öncesine ve bir sonrasına doğru attığı adım bir müteşabihlik ile ilgilidir. 
    İlmin en kuvvetli gerekçesi olan tecrübe zaruri bir gerekçe değildir. Bu konuda 
    en sağlam ve en genel belge, sebebin ve şartların devamlılığından çıkan, olağan 
    tekdüzeliktir ki, bu da ilâhî iradeye dayanmaktadır. Binaenaleyh beşer ilminin 
    müteşabihattan kurtulması mümkün değildir. İşte insanlara Hakk'ın iradesini 
    gösterecek hidayet için bir ilâhî öğretim olmak üzere indirilmiş bulunan ilâhî 
    kitaplar, tamamen bu gidişata, yani, ilâhî düzenin gerçeklerine uygun ve paralel 
    olarak muhkemat ve onun karşılığında müteşabihat ile indirilmiş bulunmaktadır. 
    Tevrat ve İncil'in de muhkematı ve müteşabihatı vardı, onlarda da ümmü'l-kitap 
    muhkemat idi. Fakat Tevrat'ta pekçok olan müteşabihatın bir kısmı, İncil'de 
    muhkemlere irca edildikten başka, daha diğer müteşabihat gösterildiği gibi, 
    Kur'ân'da da bütün geçmiş kitapların müteşabihleri muhkemata irca edildi. 
    Ayrıca derin birtakım müteşabihat daha gösterilmiş ve bunların doğrudan doğruya 
    arkasına düşülmekten sakındırılarak, muhkemata irca metodu da açıkça öğretilmiştir. 
    Bu arada insanlar için, bilimin hangi aşamasında olurlarsa olsun, yine de 
    çözülemiyen ve Allah'ın bilgisine havale edilmesi gereken gerçeklerin hiçbir 
    zaman tükenmeyeceğini, muhkemattan sonra bile gerçek anlamda müteşabihlerin 
    var olacağını bilmek ve itiraf etmek de beşerin ilmi için büyük bir olgunluk 
    ve insanlığın gayesi açısından büyük bir hayır demek olduğu da anlatılmıştır. 
    Beşer ilminin değerine ve gerçeklik derecesine kesin gözüyle bakmak, mantık 
    ve matematik ölçüsünde ona zaruri bir şaşmazlık kazandırmak ve böyle bir özellik 
    aramak çelişkidir. Bunun için, ilâhî kitaplarda müteşabihat bulunmamalı idi 
    şeklinde bir vehme kapılıp kalmamalıdır. Zira böyle bir düşünce varlığın dondurulmasını 
    ve bir noktada durdurulmasını veya tekdüze olarak robot halinde sürüp gitmesini 
    ve Allah'ın bilgisinin sona erdiğini farzetmek, ya da bütün sonsuzluğuyla 
    ve bütün canlılığıyla ilâhî bilgilerin, muhkem bir şekilde beşere öğretilmesi 
    ve Allah Teâlâ'ya bir anlamda ortak ve eşdeğer bir varlık ortaya koymanın 
    mümkün olduğu vehmine kapılmak veyahut Allah Teâlâ'nın beşer ilmini, belli 
    ve değişmez bir noktada durdurup bilinenlerden bilinmeyenlere, noksandan olgunluğa 
    ve kemale doğru, ebedî bir hayata yönlendirerek ilerlemesine engel olması 
    geleceğini iddia etmek, hasılı ilâhî feyizde cimrilik istemek demek olurdu. 
    Her terakki tavrının, her gelişme çabasının ilerisinde daha alınması gereken 
    mesafe, keşfedilecek hakikatler ve hiçbir zaman iyice anlaşılıp bitirilemiyecek 
    başlangıçlar ve sonuçlar mevcut olduğu halde, Allah Teâlâ'nın bunları insanlara 
    verdiği çeşitli kabiliyetlere göre sezdiremeyip birçok yönden gizlemesi ve 
    bu meçhulleri, mümkün olduğu kadar çözmeye ve keşfetmeye ipucu ve ölçü olmak 
    üzere bahşettiği usûl ve muhkem delilleri belli ve sınırlı bir noktada tutması, 
    dünkü ilimden yarın için, dünyadan ahiret için istifade ettirmemesi nasıl 
    olur da ilâhî hikmetin gereği olabilirdi? Bunun hikmete uygun olduğu nasıl 
    düşünülebilir? Allah'ın ilmine karşı herşeyi halletmiş, bitirmiş iddiasında 
    bulunan ve müteşabihatın bütün bütün ortadan kaldırılmasını arzu eden ve tecrübeyi, 
    teşabühten büsbütün arınmış mutlak bir kesinlik sanan bir ilmîlik ve isbatçılık 
    iddiası cehaletten başka birşey değildir. Buna karşılık, muhkematı esas alan 
    güçlü ve aydınlık bir isbat yolu ve metodu üzerinde yürümeyip, doğrudan müteşabihata 
    sarılmak ve onun muhkem bir gerçeklik içerdiğini inkâr edip şüpheyi esas tutmak 
    ve katıksız meçhulleri yalnızca bunlarla halletmeye kalkışıp işin sonucunun 
    nereye varacağını Allah'dan başka kimsenin bilmediği şüpheli, karışık, sağa 
    mı sola mı, ileri mi geri mi, hayra mı şerre mi, aydınlığa mı karanlığa mı, 
    varlığa mı yokluğa mı, cennete mi cehenneme mi götüreceği belli olmayan sisli 
    ve dumanlı havada çıkmaz yollarda dolaşmak da haddini bilmemek ve ilâhî hidayeti 
    dinlememek, tehlikelere ve karanlıklara doğru koşmaktır ki, bunu kalblerinde 
    eğrilik ve kötü niyet, kaypaklık ve çarpıklık bulunanlar yaparlar. Esbab-ı 
    Nüzul'de zikredildiği üzere hıristiyanların İncil'deki (baba) mecazını, gerçek 
    anlamıyla peder; Kur'ân'daki "O'nun Meryem'e ilka eylediği bir kelimesi ve 
    O'ndan bir ruhtur" (Nisa, 4/171) müteşabih âyetine, Allah'dan doğmuş bir ruh 
    mânâsı vererek ve Hak Teâlâ'nın doğma ve doğurma gibi üreme şekillerinden 
    münezzeh, hayy ve kayyûm, azîz ve hakîm hâlik ve barî-i musavvir bulunduğu 
    hakkındaki muhkemata bakmayarak, Allah'a çocuk isnat etmeleri; yine bunun 
    gibi, yahudilerin gibi hurûf-i mukattaa denilen başlıkları "ebced hesabı" 
    ile te'vil ederek bunlardan Muhammed ümmetinin ömrünü, kıyametin kopacağı 
    zamanı çıkarmaya kalkışmaları da bu türden bir olaydır. Bunlar ya heva ve 
    heveslerinden başka bir şeyde hak ve hakikat tanımazlar, ya da din deyince 
    herhangi bir hakikatle ilgisi olmayan bir oyuncak anlarlar. Din meselesinin 
    kayıtsız şartsız hakka uymak demek olduğunu bilmek istemezler. Bu konuda muhkem 
    olan isbat yoluna yanaşmazlar ve onlarla amel etmekten hoşlanmazlar da durmadan 
    zihinleri şüphelere ve vehimlere sürüklemek için yalnızca hayal ürünü olan 
    şeylerde, rumuz ve sembollerde, muamma ve müteşabihatta boş ve havaî şeyler 
    ararlar; müteşabihatı, şüpheye basamak yapmak için muhkemata üstün tutarlar. 
    Yine bunun gibi, birtakım mülhidler de vardır ki, dinin hiç anlaşılmaz ve 
    anlaşılınca hükmü kalmaz gizli ve sır dolu bir özü olduğu iddiasıyla bütün 
    muhkematı müteşabihata irca etmeye çalışırlar. Her şeyi kuşkulu hale getirmek, 
    hep garip ve acaip şeylerden bahsetmek, en belli gerçekleri bile birer efsane 
    gibi göstermek isterler ki, bunlar bilinen yolda yürümektan hoşlanmazlar. 
    Diğer bir kısımları da kendi bilgileri herşeyi çözmeye yetermiş gibi, kâinat 
    düzeninde, geçmişte ve şimdiki halde veya sonsuza dek sürecek olan gelecekte 
    sanki hiç bilinmedik birşey yokmuş gibi, müteşabihatın hakikatını kökünden 
    red ve inkâr eder; anlamadığı, anlayamayacağı bir hakikat işitirse, ona hurafe, 
    efsane, esatir deyip geçerler ki, bunların hepsi kalbin kaypaklığından, çarpıklığından 
    ve haddini bilmezlikten ileri gelir. Bunlara karşılık ilimde rüsuh sahibi 
    (uzman) olanlar, eğilmez, eğrilikten hoşlanmaz, ilim yolunda sağlam, bildiğini 
    ve bilmediğini seçebilen, bildikleri sayesinde bilmediklerinin önemini mümkün 
    mertebe çözebilen ilim erbabı da şöyle der: biz bu kitaba inandık, muhkemi 
    ve müteşabihi ile hepsi Rabbimiz katındandır. Hepsi haktır ve gerçektir. Hakikaten 
    böyle temiz akıl, güzel dikkat ve kavrayış sahiplerinden başkası da hakkiyle 
    düşünemez, kendi zihnindekini bile iyice seçip net olarak düşünemez, muhkematı 
    esas olarak hafî, müşkil, mücmel gibi te'vili mümkün olan müteşabihatı bile 
    doğru dürüst te'vil edemez. Bu konuda te'vil ve ictihat başkalarının değil, 
    muhkematın mertebeleri ile müteşabihatın mertebelerini seçebilen, te'vili 
    caiz olup olmayanları ayırabilen, fitneden, kendisini ve herkesi baştan çıkarmaktan 
    sakınan, haddini bilen, ilâhî bilgiye havale edilmesi gerekenleri O'na havale 
    eden, kâmil iman sahibi, ilim yolunda kuvvetli, temiz ve ince akıllı, doğru 
    düşünmesini bilen ve seven, hasılı hikmete mazhar olmuş rasih âlimlerin hakkı 
    vardır, bu işe ancak öyleleri yetkilidir. Bunlar muhkem ve müteşabih hepsinin 
    hakikatına iman ederler ve önünü sonunu hesaba katarak iyi düşünürler.
  8-Kaypaklıktan 
    ve sapıklıktan sakınırlar da bu düşüncelerle işte şöyle dua ederler: "Ey Rabbimiz! 
    Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalblerimizi haktan saptırma, bize 
    kendi katından rahmet ihsan eyle! Çünkü Sen çok ihsan edicisin."
  9- "Ey Rabbimiz! 
    Muhakkak ki Sen, insanları, geleceği şüphesiz olan o günde bir araya toplayacaksın!" 
    Gerçekten de Allah sözünden dönmez, sözünün ve kararın miadını şaşırmaz.
  İşbu "ilimde 
    râsih olanlar" ilâhî ifadesinde "vav" harfi istî'nâfiye veya atıf olmak üzere 
    iki türlü bağlantı vardır ki, birincisinde yukarıda açıklanan mânâ doğrultusunda 
    üzerinde kelâm tamam olmuş ve cümle sona ermiş olur, vakf-ı lâzımdır. Zaten 
    mushaflarda da durulması gerektiğini göstermek için buraya işareti konmuştur. 
    Müteşabihatın te'vilini Allah'dan başkası bilmez. İlimde rasih olanlar bile 
    şöyle derler: ... demek olur. Bu tefsir bağlantısı Abdullah b. Abbas'dan, 
    Hz. Aişe'den, Hasen'dan, Malik b. Enes'ten, Kisaî ve Ferra'dan ve birçok seleften 
    rivayet olunmuştur. Diğerinde ise "vav" atıftır. O zaman cümle ancak üzerinde 
    tamam olur ki, müteşabihin te'vilini Allah'dan ve ilimde rüsuh sahibi âlimlerden 
    başka kimse bilmez demek olur. Bu da yine Abdullah b. Abbas'dan, Mücahid'-den, 
    Rebi b. Enes'ten ve daha başkalarından rivayet olunmuştur. Kelamcıların ve 
    müteahhir âlimlerin birçoğunun tercihi de budur. Mesele müteşabihin sıhhatli 
    ve doğru olarak te'vilini Allah'dan başkası bilebilir mi, bilemez mi noktasına 
    bağlıdır. 
  Te'vîl: Lügattaki 
    aslı bakımından, herhangi bir şeyi varacağı gayeye, hedefe vardırmak demektir. 
    Bilhassa bir lafzın meâlini, yani varacağı mânâyı alıp tefsir eylemeye denilir. 
    Te'vil ya doğru ve sıhhatli bir te'vil olur, ya da yanlış ve bozuk bir te'vil 
    olur. Bir sözü hiç ihtimal bulunmayan bir mânâya çekmek veya ihtimali olan 
    mânâlar içinde daha uygunu ve daha kuvvetlisi varken en uzaktaki ihtimale 
    çekmek fasid ve batıl bir te'vil olur. Te'vil her halükârda haklı bir gerekçeye 
    ve sebebe dayanmalıdır. O sebep, o delil bulunduğu zaman, çoğu yerde hafî 
    olan açık olana, mecaz da hakikate tercih edilir. Aksi halde yapılan te'vil 
    indî ve fasittir. Bundan dolayı muhkematı hiç gözönünde tutmadan müteşabihatı 
    arzuya göre te'vil etmek, sapıklık demek olduğu zaten âyette açık seçik söylenmiş 
    olduğundan bunda şüphe yoktur. Fakat muhkematı esas almak, cidden hüsnüniyet 
    ve konunun şartlarına riayet ederek hareket eylemek üzere, müteşabihat için 
    "işte bundan murad budur" diye hükmederek doğru ve sıhhatli bir te'vil yapabilmek 
    âlimler için mümkün müdür, değil midir?
   Bu mesele 
    üzerinde çok ihtilaf edilmiş olduğu görülüyor. Kur'ân'da kıyametin vakti, 
    saati, zebanilerin sayısında vesairede bazı sayıların özellikleri ve daha 
    başka bazı hususların Allah'dan başka kimseye malum olmadığında ittifak vardır. 
    Buna karşılık birçok âyetlerin de ittifakla te'vil edildiğinde hiç şüphe yoktur. 
    Bunun için bu babdaki ihtilafın, ihtilaf olmaktan ziyade tefsir ilmi açısından 
    büyük faydası bulunduğunu anlamak gerekir. Âyetteki her iki türlü yorumdan 
    her biri kendi açısından çok anlamlı olarak maksadı ayrı ayrı yönlerden dile 
    getirmişlerdir. Şöyle ki, yalnızca özel anlamıyla veya genel anlamıyla herşeyi 
    inceden inceye, bütün ayrıntıları ve bütün sonuçlarıyla müteşabihin mânâ ve 
    te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez. Fakat genel anlamı bütün ayrıntılarıyla 
    değil de şöyle yüzeysel olarak düşünecek olursak, bunlardan bir kısmının ilimde 
    rüsuh sahibi âlimlerin de bunu bilebileceğini anlatmak istemiştir. Yalnızca 
    birinci rivayet olsaydı, âyetin zahirinden çıkan anlama göre ilimde rüsuh 
    sahibi âlimlere te'vilden herhangi bir hisse ve pay düşmezdi. "Bunu, üstün 
    akıllılardan başkası düşünmez." âyetiyle uyumlu olmazdı. Yalnızca atıf rivayeti, 
    yani ikinci rivayet olsaydı, o zaman da ilimde rüsuh sahibi âlimlerin müteşabihatı 
    bütün yönleri ve çeşitleri ile eksiksiz bilebilir, hepsinin te'viline akıl 
    erdirebilir, yani Allah'ın bildiği gibi bilebilir oldukları anlaşılırdı. İşte 
    buradaki "vav"ın dahi böyle müteşabih bir şekilde ortaya konmuş olması, buradaki 
    her iki şıkka uygun olarak atıf şeklinde düşünüldüğünde müteşabihatın yüzeysel; 
    istînaf şeklinde düşünüldüğünde te'vil konusunun derinlemesine ve bütün yönleriyle 
    dikkate alınmış olduğunu gösterir. Binaenaleyh müteşabih genel anlamı üzerine 
    hamlolunduğu takdirde topluca mânânın, "Bütününün te'vilini Allah'dan başkası 
    bilmez." demek olup, bazılarını Allah'dan başkasının muhkemata başvurmak ve 
    ona uymak suretiyle bilebilmelerine engel olmayacağını atıf rivayeti izah 
    eder. Şu halde te'vil açısından müteşabih üç esasa ayrılır: 
  1- Kul bilgisiyle 
    vukuf mümkün olmayan ki, kıyametin ne zaman kopacağı ve dabbenin ortaya çıkışı 
    vakti vs. gibi.
   2- İnsanların 
    bilmesi mümkün olan ki, garip lafızlar ve muğlak hükümler gibi.
   3- Bu ikisi 
    arası ki, tanınmaları bazı rüsuh sahibi âlimlere mahsus bir ihtisas olur.
   Bunun için 
    biz daha önce yukarıda selefin tercihi üzere hem üzerinde vakfın lüzumunu 
    tercih ettik, hem de "vav"ın atıf olduğu suretinde mânâya işaretini gösterdik. 
    Yalnızca atfı tercih etmek, Kur'ân'da rasih âlimlerin anlayamayacağı ve Allah'ın 
    bilgisine havale etmeye mecbur olacağı hiçbir şey yokmuş gibi bir ihtimali 
    de içine alabilir. Bir kelâmdan hiçbir şey anlaşılamamak, kelâmda hitap edilenlere 
    yönelik hiçbir fayda bulunmadığı düşüncesine kapılarak böyle bir ihtimali 
    zannedenler olmuşsa da doğru değildir. Şüphesiz ki, Kur'ân'da anlamsız ve 
    boş bir lafız mevcut değildir. Sûre evvellerindeki huruf-i mukatta'ada bile 
    çeşitli anlayışlar ve sezişler sözkonusudur. Mesele anlaşılanın sınırını belirlemede, 
    esas itibarıyla murad edilmiş olan mânânın tayin ve tesbitindedir.
   Hitabın faydası 
    ise bu tesbite bağımlı değildir. Yine yukarıda kabul ettiğimiz şekilde sonsuz 
    araştırmalara müsait konuların bulunduğunu sezdirmek, insan bilgisinin değerini 
    tayin ettirmek, insanların bilgi derecelerine göre çeşitli anlayışlar, zevkler 
    ve faydalar bahşetmek ve nihayet rasih âlimleri derin derin düşündürmeye yöneltmek 
    gibi daha birçok fayda söz konusudur. Bu açılardan bakıldığında hitapta faydalar 
    bulunduğu görülür. Kur'ân'ın öyle işaretleri vardır ki, bunlar Kur'ân ilmi 
    ile uzun uzadıya uğraştıktan sonra sezilmeye, sonra da olayların gelişmesi 
    ile te'vili anlaşılmaya başlar. Lafızları mânâya irca etmek şeklindeki te'vil 
    ile mânâyı olaylara uygulamak şeklindeki te'vil arasında da fark vardır. Binaenaleyh 
    Kur'ân'ın tefsirinde "Biz seni hakkıyla tanıyamadık." diyecek noktalar bulunduğunu 
    hiçbir zaman unutmamak ve her zaman Kur'ân'ın muhkematına iyi sarılmak lazım 
    gelir. Bu âyetler bize Kur'ân âyetlerinin genellikle meâlini tayin etme işinin 
    tamamen rasih âlimlerin yetkisinde olmadığını ve Kur'ân nazmının ve özellikle 
    müteşabihatının ibadet ölçüsünde aynen korunmasına dikkat edilmesi gerektiğini 
    de gösterdiği için, mânâ tayini demek olan terceme meselesinin nasıl bir ağır 
    ve tehlikeli iş olduğunu iyi düşünmek gerekir. Daima Cenab-ı Hak, kalblerimizi 
    fitneye yöneltmekten ve keyfî te'vile kapılmaktan, kaypaklıktan ve sapmaktan 
    korusun. 
  Evet Allah 
    sözünden dönmeyendir. "kendisinde hiç şüphe olmayan" o haşir günü kesinlikle 
    gelecek, kalbleri kaypaklıktan ve küfürden, fitne ve fesattan sâlim olan, 
    Hakk'ın âyetlerine "inandık, onların hepsi Rabbimiz katındandır." diyen iman 
    ehli, Allah'ın vaad ettiği rahmetine ve yardımına erecek, inkârda ısrar edenler 
    de vaîdini, ikab ve azabını bütün şiddetiyle göreceklerdir. 
  10-11-Bunun 
    için, " Gerçek şu ki kâfirlere, Allah'tan gelecek bir zararı, ne malları, 
    ne de evlatları engelleyemez. İşte onlar, o ateşin yakıtı olacaklardır. Gidişatları, 
    Firavun soyunun ve daha öncekilerin gidişatı gibidir. Âyetlerimizi inkâr etmişlerdi. 
    Bunun üzerine Allah da onları işledikleri günahlar yüzünden yakalayıp alaşağı 
    etti. Allah, cezası çetin olandır." Allah Resulunün hak peygamber olduğunu 
    bildiği ve kardeşine söylediği halde, Rûm krallarının verdiği malları elinden 
    kaçırmak endişesiyle iman etmeyen Necran piskoposu sebebiyle nazil olduğu 
    rivayet edilen bu âyet, hükmü umumî ve herkese şamil olarak varid olmuş, Firavun 
    ailesinin ve daha başkalarının başlarına gelen şiddetli felaketler bütün bu 
    gibilerin, yani Hakk'ın âyetlerini tekzib ve inkâr edenlerin hepsinin başına 
    da geleceğini müminlere müjdeli bir vaad, kâfirlere de tehdit dolu vaîd olarak 
    haber vermiştir.
   Daha önce 
    Yahudiler hakkında indirilmiş olduğu rivayet olunan şu iki âyet de bunların 
    arkasına eklenerek yukardaki âyetin hükmüne ortak edilmiştir: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  12- O inkârcı 
    kâfirlere de ki, siz mutlaka yenilgiye uğrayacak ve toplanıp cehenneme doldurulacaksınız. 
    Orası ne fena bir döşektir.
   13- Hiç şüphesiz 
    karşı karşıya gelen iki toplulukta size bir âyet, bir işaret ve ibret vardır. 
    Onlardan biri Allah yolunda savaşıyordu, öbürü de kâfirdi ve karşılarındakini 
    göz kararıyla kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah da gönderdiği yardımla 
    dilediğini destekliyordu. Gören gözleri olanlar için elbette bunda apaçık 
    bir ibret vardır. 
  12-13-Bedir 
    savaşında Resulullah'ın Mekke'li müşriklere karşı zafer kazandığını gören 
    Medine yahudileri, "Vallahi işte bu, bize Musa'nın vaad ettiği, Tevrat'ta 
    özellikleri bildirilen ümmî nebidir." demeye başlamışlar ve ona iman edip 
    uymak arzusunu göstermişlerdi. İçlerinden bir kısmı da, "Acele etmeyiniz, 
    bekleyelim birkaç olay daha görelim." demişlerdi. Uhud savaşı olunca tereddüde 
    düşmüşler, halbuki o sırada bir müddet için Resulullah ile bir antlaşmaları 
    da vardı, süresi dolmadan antlaşmayı tek taraflı olarak bozdular. Bu âyet 
    bunun üzerine nazil olmuştur.
   İkinci âyet 
    Bedir savaşının Allah'ın yardımına nasıl bir ibret örneği olduğunu gösteriyor 
    ki, burada "Nice ufak topluluklar, Allah'ın izniyle birçok büyük topluluklara 
    üstün gelmişlerdir." (Bakara, 2/249) âyetinin mânâsı ve hükmü, İslâmda ilk 
    örneğiyle fîsebîlillah (Allah yolunda) olmak şartıyla açıklık kazanmış ve 
    sûrenin, Bakara'nın son âyetindeki yardım duasına cevap olan noktalarından 
    biri daha gösterilmiştir. Gerçekten de Bedir savaşı, daha sonraki yıllarda 
    gerek yahudileri, gerek Necran'dan başlayarak hıristiyanları mağlup eden İslâm 
    zaferlerinin de ilki ve temeli olmuştur. Kur'ân hükümlerine samimiyetle uyan 
    ve Allah yolunda olan müminlere bu yardım her zaman vaad olunmuştur. 
  Böyle iken 
    acaba insanlar neden bundan gaflet ederler?
   Meâl-i Şerifi 
    
  14- İnsanlara 
    kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, 
    ekinler kabilinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir. 
    Halbuki bunlar dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa 
    varılacak yerin (ebedî hayatın) bütün güzellikleri Allah katındadır. 
  14- Şehvetle 
    ilgisi çok olan, bütünüyle şehvet kesilmiş gibi bulunan şeylere karşı duyulan 
    muhabbet, yahut sırf şehvet için sevilen, onlar arasından şu sayılan şeyler 
    insanlara çok süslü, çok zinetli gösterildi, bunları pek hoş gördüler, sevilecek 
    şeyler yalnızca bunlar zannettiler. Bir taraftan bunların meşru birer nimet 
    olması özelliği, bir de hayalî ve gayri meşru bir şeye sebep olması özelliği 
    vardır. Birincisinde süsleyen Allah, ikincisinde süsleyen şeytan ve beşerin 
    bilgisizliğidir ki, fenalığı ve kınanması bu bakımdandır. Şehvet nefsin arzu 
    ettiği şeye atılışıdır ki gönül çekmek, canı istemek diye söylenir. Bunun 
    ifrat derecesine hırs ve şereh denilir. Dilimizde şehvet, iştahtan daha özel 
    bir anlama gelir ise de aslında değildir. Burada şehevat, bütünüyle şehvet 
    kesilmiş iştah çekici şeyler anlamına kullanılmış ve aşağısıyla tefsir edilmiştir. 
    Bununla beraber mef'ûl mânâsına alınarak şehvet kendi mânâsında bırakılmak 
    ve aşağısı da "hübb"ün beyanı olmak ihtimali vardır. Evlat ve hele oğullar 
    demektir. Bunda kadınlar tarafından mülahaza olunan şehevat sevgisine de bir 
    ima vardır. Zira "nâs" kelimesi bütün insanlara ve kadın ile erkeğe şamil 
    olmak üzere genel anlamlı bir kelimedir. Fakat kınama açıkça erkeklere tevcih 
    olunmuş, kadınlar sevmek değil, sevilmek mevkiinde gösterilmiştir. Bununla 
    beraber âyet Allah katındaki mutlak gerçeği değil, bir bakış açısını, bir 
    zihniyeti dile getirmiştir.
   "Kanatîr" 
    kantarın çoğuludur, "mukantara" ise kantarlanmış demektir. Kantarların kantarlanması 
    da darb sûretiyle (çarpım yapılarak) çoğaltılmıştır ki, mübalağa için olur. 
    Aritmetik ifadesiyle en az "kantar kerre kantar" demek gibidir. Kantar en 
    büyük ağırlık birimidir ki, çeşitli zamanlarda, değişik kavimler tarafından 
    farklı şekilde kullanılmış olduğu bilinmektedir. Mesela bir zamanlar Afrika 
    ve Endülüs'te sekiz bin miskal, sonra yüz rıtıl bir kantar sayılmıştır. Hz. 
    Peygamber'den bin iki yüz ukye (okka) veya on iki bin ukye veya bin iki yüz 
    dinar diye üç ayrı rivayet de bulunmaktadır. Mutlak olması bakımından herhangi 
    bir sayı değil, en yüksek tartıda birçok şey demek olur. Nitekim Araplarda 
    kantar miktarı belli olmayan bir ağırlık ve tartıdır. Veyahut yerle gök arası 
    kadar mal demektir diye de lügat rivayetleri bulunmaktadır.
   İşte böyle 
    şehevat muhabbetini pek güzel bir şey zannetmeleridir ki, kendilerini her 
    fenalığa sürükler. Bu iştah çekici şeylere böylesine muhabbet ise göründüğü 
    kadar güzel bir şey değildir. Bunların amaç ve gaye edinilmeye değer yanları 
    yoktur. Nihayet bunlar bayağı bir hayatın unsurlarıdır.
   İnsan bırakır 
    hepsini hîn-i seferinde.
   Dönüp dolaşıp 
    varılacak ve hayatın gayesi edinilecek şey bunlar değildir. Allah'ın yanındakidir 
    ki, bu dünya hayatından geçilip Allah'a varıldığı zaman ona erilir. Bundan 
    dolayı o şehevat, o iştah çekici şeyler, dünya hayatını sürdürmek ve geçip 
    Allah'a gitmek için faydalanılmak üzere verilmiş birer araç olmak bakımından 
    Allah tarafından ihsan edilmiş birer nimet iseler de bu bayağı hayata ve onun 
    eşyaları olan şehevata muhabbet etmek ve bu yüzden Allah yanındaki güzel mevkii 
    feda etmek ne kadar büyük budalalıktır, ne kadar alçaklıktır.
   Bunları anlatmak 
    için: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  15- De ki, 
    size, o istediklerinizden daha hayırlısını haber vereyim mi? Korunan kullar 
    için Rablerinin yanında cennetler var ki, altlarından ırmaklar akar, içlerinde 
    ebedî kalmak üzere onlara, hem tertemiz eşler var, hem de Allah'dan bir rıza 
    vardır. Allah, o kulları görür. 
  16- Onlar 
    ki, "Ey Rabbimiz! Biz inandık, iman getirdik, artık bizim suçlarımızı bağışla 
    ve bizi ateş azabından koru!" derler.
   17- O sabredenleri, 
    o doğruluktan şaşmayanları, o elpençe divan duranları, o nafaka verenleri 
    ve seher vakitlerinde o istiğfar edip yalvaranları (görür).
   15-16-17-Her 
    çeşit nimet bulunan bu güzel cennetler, bu daimî gönül alan ve henüz gizli 
    vatanlar, bu tertemiz pak çiftler, o içinde bulunduğumuz geçici, aldatıcı, 
    basit ve alçak hayattaki iştah çeken şeylerden daha güzel, çok daha hayırlıdır. 
    Allah'ın tam anlamıyla bir rızası ise hepsinden büyük, her lezzetten yüksektir. 
    Fakat bu güzel yurt, bu güzel yuva herkese değildir. Dünyanın her an durmadan 
    değişen ve geçici olan iştah çekici şeylerine sevgiyle bağlanmaktan sakınıp, 
    kötü akibetten korunan muttakilere mahsustur. Böyle olmayanlar güzel yuvaya 
    eremez, rıdvan lezzetini bulamaz. Başında o geçici lezzetleri elde etmenin 
    hırs ve çabasıyla yanar tutuşurlar, sonunda ondan mahrum kalmanın acısı ve 
    azabı içindedirler. Bu korunma (ittika) da kuru laftan ve gösterişten ibaret 
    bir korunma değildir. Allah, kullarının içini dışını, ne yapıp ne işlediklerini 
    görür. İmanlarını şüpheden uzak olarak ikrar ve itiraf edip bu sayede günahlarına 
    mağfiret dileyen, hiçbir lezzete imkan bırakmayan ateş azabından korunmalarını 
    niyaz eden, sabırlı, sözlerinde, niyet, davranış ve işlerinde dürüst ve doğru 
    olan, huşû içinde ibadet ve taata devam eden, mallarını Allah yolunda infak 
    eden, karanlıkların aydınlığa, gafletlerin açıklığa ve uyanıklığa dönüştüğü 
    o seher vakitlerinde istiğfar eyleyen kullarını görür ve gözetir, güzel yurdu 
    ve en büyük rıdvanını böyle kullarına verir. Şu halde ta başta yürekten inanıp 
    tasdik etmek ve imanını da hiç çekinmeden dil ile ikrar etmek, günahların 
    bağışlanmasına ve azaptan korunmaya vesile ve sebep ise de, hiç şüphesiz en 
    güzel sonuç ve en büyük rıza, sayılan özellikleri kendilerine huy ve alışkanlık 
    edinmiş olan takva ve ibadet ehli müslümanlara aittir.
   Sakın bu 
    beyanları, bu vaatleri ve bu uyarıları, bu iman ve sığınmayı, bu yüce hasletleri, 
    hasılı bu dini ve dindarlığı, temelsiz, şahitsiz, kanıtsız, belgesiz, boş 
    bir şey, kuru bir iddia, gerçekliği şüpheli, şunun bunun karşı çıkmasıyla 
    zayıf düşecek, ortadan kalkacak, insanı aldatan hayallerden sanmayınız. Çünkü: 
    
  Meâl-i Şerifi 
    
  18- Allah 
    şehadet eyledi şu gerçeğe ki, başka tanrı yok, ancak O vardır. Bütün melekler 
    ve ilim uluları da dosdoğru olarak buna şahittir ki, başka tanrı yok, ancak 
    O aziz, O hakîm vardır. 
  19- Doğrusu 
    Allah katında din, İslâm'dır; o kitap verilenlerin anlaşmazlıkları ise sırf 
    kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki taşkınlık ve ihtirastan dolayıdır. 
    Her kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse iyi bilsin ki, Allah hesabı çabuk 
    görendir. 
  18- Allah, 
    muhakkak kendisinden başka tanrı olmadığına bizzat kendisi, meleklerin hepsi 
    ve gerçekten ilim sahibi olan bütün olgun bilginler şahitlik etti. Üstelik 
    adaleti ve hakkı ayakta tutanlar olarak şahitlik ettiler. Allah Teâlâ'nın 
    birliği, adalet ve hak ölçüleriyle gözeticiliği (kayyûmiyeti) derece derece 
    bu üç türlü şahitliğin hem her biri ile, hem de toplamı ile sabittir.
   Daha yukarılarda 
    da geçtiği üzere, lügatte şühûd ve şehadet esasen hazır olmak ve gözüyle görmek 
    demek olup, kendisinde gerek hazır olmak, gerek içine doğmak suretiyle gerçekleşen 
    bilgiyi dile getirerek bir hakkın yerini bulmasına ve bir isbata şehadet denilir. 
    Örfte ve şeriat geleneğinde şahit davacı ve davalıdan başka birisi olur. Burada 
    ise kitap indiren Allah Teâlâ'nın şahitliğinde davacı ile şahitliğin, hatta 
    şahid ile üzerine şahitlik edilenin birleşmesi söz konusu olabileceğinden, 
    bu şahitliğin gerçek önemi ve mânâsını iyi düşünmek gerekir. Her şeyden önce 
    davacı peygamber, davalılar inkârcı kâfirler olmak itibariyle bu sualin varid 
    olmayacağı belli ve meydandadır. Allah'ın şahitliğinin mânâsı bir hakikatı 
    bildirmek, beyan edip açıklamaktır veya birtakım deliller ile onu ispat etmektir, 
    veyahut yakından şahid olan bilgisi ile hükmetmek mânâlarından biri ile dahi 
    tefsir edilir. Bu mânâ ile Cenab-ı Allah, gizli ve açık dünyalarda haddi hesabı 
    olmayan şahitler ve deliller yaratıp meydana çıkarmak suretiyle kendi birliğini 
    ve yüceliğini beyan edip açıkça ortaya koyduğu gibi, bundan başka dinî anlamda 
    deliller de indirerek bunları bildirmiş ve doğrulamıştır ki, genelde insanlar 
    için bu mânânın anlaşılması daha kolay olduğundan birçok tefsir âlimleri, 
    bununla yetinmişlerdir. Fakat burada daha derin ve hikmet sahipleri arasında 
    pek çok münakaşalara sebep olmuş olan marifet bakımından da bahse konu olan, 
    yani "ilm-i yakîn" (kesin bilgi) meselesinin esaslı bir çözümü vardır. Bu 
    bize gösteriyor ki, her hususta yakînin temeli ve başlangıç noktası, Hak Teâlâ'nın 
    kendine ve birliğine olan bilgisi ve şehadetidir. Her ilm-i yakîn, Hakk'ın 
    kendine uygunluğudur ve bu uygunluğun bildirilip açıklanması ile mümkün olur. 
    İlm-i yakin, ayn-i yakîne, ayn-ı yakîn de hakk-ı yakîne dayanmaktadır. Aslında 
    hak olan herhangi bir şeyin bizzat veya dolaylı olarak kendisini göstermesidir. 
    Sadece sübjektif bir iddiadan, bizzat kendi özünde hak olan yakîni birbirinden 
    ayırd ettirir. Bunun için gerek dış dünyada, gerek iç dünyada yakından şahit 
    olunarak ve yaşanarak elde edilen bilgi, birtakım deliller aracılığı ile elde 
    edilen nazarî bilgiden üstündür. Mesela, acaba şu bahçede bülbül var mı, yok 
    mu diye bahse tutuşan ve her biri iddiasını akıldan veya başkalarından duyarak 
    elde ettiği deliller ile ispata çalışan birtakım kimselere karşı, o bahçede 
    bir bülbülün ötmeye başlaması ne büyük bir şehadettir. Halbuki bu ötüş bile 
    henüz delile dayalı bir ilm-i yakîndir. Burada asıl şehadet bir taraftan o 
    sesin bülbülde, diğer taraftan işitenlerde meydana gelen olgusu ve her iki 
    tarafla olan ilişkisidir. Bu bir sestir ve bu ses bir bülbül sesidir. Binaenaleyh 
    hakikat, özüne uygundur diyenlerin daha önce kendilerinde bir şahit ve meşhud 
    vardır, yani o sesin bülbül sesi olduğunu anlayıp idrak etmelerini sağlayan 
    bir bilgi birikimi vardır. İşte o şahit ve meşhud onların idraklerinde hem 
    önce ve şimdi birleşmiştir. Binaenaleyh hakikatın derinliklerinde ve zamanın 
    akışında şahit ile meşhudun bu birleşmesidir ki, şehadetin niteliği ve gerçeğin 
    tasdiki bakımından esas şahit olmuştur. Bu durum gerçeğin kendi özüne uygunluğu 
    temeline racidir. Ve bu husus, her hakkın, hak olmak bakımından mutlak anlamda 
    birliği ve bütünlüğü demektir. Bu da yok olma vasıflarından münezzeh, ezelden 
    ebede katıksız hakikat ve hak olmak özelliğinin sahibi olarak kaim bulunan 
    Allah Teâlâ'nın adalet ve hakkaniyeti ayakta tutan birliğine ve O'nun kendinde 
    huzuru ile ezelî ve ebedî olarak uygunluğuna ve bunu izhar ve ilanına bağlıdır. 
    Herhangi bir hakikatın özüne uygunluğu "o, odur" şeklinde aynîlik denilen 
    bir orantının doğruluğunun tasdiki demektir ki, bu ancak bir bilen kişi ile 
    gerçekleşir. Bilgi ve bilen kişi aradan çıkarılırsa, şeylerin kendi nefsine 
    uygunluğu meselesi de ortadan kalkar. Fakat bilen birine karşı bir taş bile 
    kendisini ortaya çıkarıp kendi varlığına şahitlik eder. Şu halde insan düşüncesi 
    gözardı edildiğinde, kendi kendilerinin varlığından haberdar olmayan şeyler, 
    kendi özüne uygun değilse, o şeylerin insan bilgisi yardımıyla kendi kendilerinin 
    varlığına şahitlik etmeleri nasıl mümkün oluyor? Ve sonra bütün şehadet hak 
    adı verilen bir tek noktaya nasıl toplanıyor? İşte bilgi probleminin filozofları 
    şaşırtan en ince noktası burasıdır. Bu âyet de işte bu noktayı çözüme kavuşturarak, 
    ilm-i yakîn meselesinin gerçek başlangıç noktasını gösteriyor. Varlıkların 
    kendi varlıklarında kendi kendilerine uygunlukları, Hak Teâlâ'nın kendi zatında 
    kendine uygunluğunun, yani nin kendine olan bilgisinin ve bu bilgiyi açıklaması 
    ile kendi varlığına ve birliğine şehadetinin eseridir. Şu halde varlıklar, 
    kendilerine, kendilerinde uygun değil, kendi özünü bilen Hakk'ın zatında, 
    yani Allah'ın bilgisinde kendi özlerine uygundurlar. Her insanın kendine uygunluğu, 
    bunun gibi, her varlığın insan bilgisindeki kendine uygunluğu da yine her 
    birinin ilâhî ilimde yer aldığı şekildeki uygunluk sebebiyledir. Bundan dolayı 
    varlık âleminde ne kadar şahitlik edilecek konu varsa, ne kadar ilim ve delil 
    varsa, ne kadar bilgi ve belge varsa hepsi Hak Teâlâ'nın kendini bilmesine 
    ve bildirmesine, yani şehadetine dayalıdır. İleride gelecek olan "Her şey 
    helak olacak, ancak Allah baki kalacak." (Kasas, 28/88), "Rabbinin her şeye 
    şahit olması sana yetmez mi?" (Fussilet, 41/53) âyetleri bu noktaya açıklık 
    kazandırmıştır.
   Hasılı gerçek 
    şahit ancak Allah Teâlâ'dır. Mesela, güneş vardır diyen bir şahit, kendisiyle 
    şahitlik ettiği güneş arasında Hakk'ın koyduğu ölçüye uymaktan başka birşey 
    yapmış olmaz. Şu kadar ki, bu uymak, açık veya zımnen veya farkına varılmadan 
    olabilir. Hak Teâlâ'dan başka hiçbir âlim ne kendine, ne de başka varlıklara 
    tamamen şahid değildir. İnsan bilgisinde de varlıkların kendilerine uygunlukları 
    izafî, eksik ve sadece bir yöndendir. Ben, benim diyebilen insanın bile kendi 
    özüne uygunluğu, bütün yönleriyle tam ve mutlak ve hakka'l-yakîn değildir. 
    Onun kendi bedenî ve ruhî varlığında daha bilmediği ve şehadet edemediği izafetlerle 
    dolu nice yönler bulunmaktadır. İnsanın gerek kendinde, gerek diğer varlıklarda 
    gerçekten bilebildiği şeyler, Hakk'ın şehadetini doğrudan doğruya veya dolaylı 
    olarak sezebildiği yönlerdir. Binaenaleyh insanda mutlak anlamda bir yakîn 
    bilgisi varsa, o da Allah'ın varlığı ve birliğine ait olan bilgisidir. Zira 
    bu bilgi, gerek kendisine ve gerek eşyaya olan ilimlerin hepsinin en başta 
    gelen temel öğesidir. Bundan başka herhangi bir bilgide bağlayıcı bir kesinlik 
    ve zaruret yoktur. İlim ehlinin dereceleri de bu şahitliğe yakınlığı ve uzaklığı 
    ile orantılıdır. Kendi içlerinde Hak Teâlâ'nın bu şahitliğini sezemeyenler 
    gerçek âlimlerden olamazlar. Bunlar bilgiyi inkâr eden sofistlerden ve şüpheciliği 
    savunan inkârcılardandır. Gerek kendi özüne, gerek dış varlıklara ait olan 
    bilginin hakikatine ve değerine inanıp da Hak Teâlâ'yı inkâr edenler ise, 
    inatçı kâfirlerden olanlardır. Cenab-ı Allah'ın kendinde kendi varlığına bilgisi 
    ve şehadeti bulunduğu gibi, varlıkları yaratması ile dış ve iç dünyalarda 
    bu bilgisini sayısız şahitler ile ilan ve izhar etmesi, ilim, akıl, düşünce 
    ve idrak gücü vermesi ve bunlara uygun hareket eden âlimler yaratması ve onlara 
    şehadetini tebliğ ve ilan eylemesi dahi, Allah'dan başkasına karşı kendisine, 
    kendi birliğine hakkaniyetle şehadetidir ki, eninde sonunda, başlangıç ve 
    sonuç, davacı, şahit ve şehadet olunan olarak, hatta doğrudan doğruya hakim 
    olarak, hepsi bu birlik noktasında birleşmeden, buna başvurup, sığınmadan 
    ne bir şahitlik yapılır, ne varlıktan, ne ilimden, ne amelden bir eser sezilir. 
    Allah Teâlâ kendi zat-i ahadiyetinde (mutlak birliğinde) şahit ve meşhudun 
    birliğini ve bütün şehadetlerin bu birlik sayesinde, bu şehadetin adlî ve 
    hükmî anlamda hakimiyeti altında sürüp gittiğini, bu şehadet olmadan hiçbir 
    şeyin adaletle ve hakkaniyetle tasdik edilip doğrulanamıyacağını hem fiilen, 
    hem de kavlen ortaya koyduğu şehadetiyle isbat eyledi ve buna kendi şehadetiyle, 
    kendi tezkiyesiyle desteklenmiş nice şahitler de yaratıp ortaya çıkardı. Bu 
    cümleden olmak üzere, bir insanın "ben benim" diyerek kendi kendini tanıması 
    O'nun sayesindedir. Yine O'nun sayesindedir ki, insan kendi varlığı hakkında 
    şahitlik eder, kendi şuurunun, kendi varlığına uygunluğunu, yani kendisinin, 
    başkası değil de kendisi olduğunu dolaysız olarak haber verir. Hem davacı, 
    hem şahit, hem de meşhud (hakkında şahitlik yapılan) olduğu halde bu şehadetini 
    ayniyle adalet, doğru ve gerçek tanır. Buna şüphesiz olarak inanır.
   İkinci bir 
    husus olarak Allah Teâlâ'nın "kendisinden başka bir tanrı olmadığına, yani 
    tek ve yegane ilâh" olduğuna bütün melekler, gerek tekvinî anlamda, gerek 
    teşri'î herhangi bir hususta ilâhî emri ve iradeyi tebliğ ve icra ile görevli 
    Allah elçileri olmaları anlamıyla bütün melekler, bütün idrak ve akıl sahibi 
    olan görülmez varlıklar, bedensel varlıklarından soyutlanmış ruhlar dahi şahitlik 
    ettiler, üstelik şehadetlerinin doğru olduğuna Hak Teâlâ'yı da şahit tuttular. 
    Zira Allah Teâlâ kendi şehadetini evvela bunlara bildirdi ve bunları şahit 
    gösterdi.
   Üçüncü olarak, 
    Allah Teâlâ'nın "kendisinden başka tanrı olmadığına, yegane tapılacak ilâhın 
    kendisi olduğuna" yani, gerçekten ilim sahibi olanlar, bütün peygamberler, 
    büyük âlimler ve O'nun birliğine inanan gerçek filozoflar şahitlik ettiler. 
    İlim ehli arasında görülüp de adalet ve hakkaniyetten sapan, adalet ve hakperest 
    olmayanların inkâr veya şehadetlerini gizlemeleri, ketm eylemeleri önemli 
    değildir. Adalet ve insaf sahibi olan hiçbir ilim sahibi yoktur ki, hiç olmazsa 
    kendi içinde, Allah'ın birliğine şahitlik etmesin. Zaten ilmin ve âlimin bilfiil 
    yeryüzündeki varlığı bile Allah'ın birliğinin açık delillerindendir. İlim 
    zaten vakıaya uygun değilse, yani hakkın ve gerçeğin olduğu gibi tanınması 
    demek olan hak ve gerçek değilse ilim olmaz. Bildiğinin doğruluğu ve gerçekliğine 
    iman ve şehadeti olmayan da âlim değildir. Hak Teâlâ ezel ve ebed bakımından 
    gerçekten kendisinin tek ilâh olduğuna ve birliğine şahit değilse; ne ilimde 
    hakikat bulunabilir, ne de kimse kendi kendini tanıyıp bilebilirdi. Sofistler 
    gibi ilmi inkâr ederek veya gerçekleri tersyüz ederek şüpheye ve inkâra sapanlar 
    ise kendilerinde Hakk'ın şahitliğini yapan bir ilmin bulunmamasından dolayı 
    şahitlik ehliyetinden mahrum kalmışlar ve bu davada mahkum olanlar arasına 
    girmişlerdir.
   İşte mânâsıyla 
    Allah'ın birliğine ve Allah'ın adalet ve hakkaniyeti ayakta tutup duran bir 
    kayyum olduğuna, böyle bir vahdet düzeninin ve hatta bütün mevcudatın ve bütün 
    gerçeklerin kendisiyle ayakta durabildiği bir mutlak varlık olarak derecelerine 
    göre, dürüst, adil ve şahadeti geçerli bu kadar şahitler, söz ve anlam birliği 
    ederek sistemli bir şekilde şahitlik ettiler, her biri doğruluğu ayakta tutan 
    kimseler olarak "Ben şahitlik ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur." dediler. 
    "O aziz ve hakim olandan başka ilâh yoktur", yani hıristiyanların zannettiği 
    gibi, teslis (üçlü ilâh inancı) yok, bir takım azizler yoktur. Burada işbu 
    çeşitli şekilde tevcihlere ihtimali olan bir isim tamlamasıdır. Evvela şahitlik 
    açısından doğrudan doğruya "Allah"dan hâl, ikinci olarak meşhudluğu açısından 
    "hüve"den hâl olur ki, mânâ bakımından her ikisi de birbirinin vazgeçilmez 
    şıkkıdır. Üçüncü olarak, "ilim sahipleri"nden veya "ilim"den hâl, dördüncü 
    olarak da Allah, melekler ve ilim sahiplerinin her birinden ayrı ayrı hâl 
    olabilir ki, en sonda gelmesi bakımından en uygun olan da budur. O zaman "her 
    biri adaleti yerine getirici olduğu halde" demek olur. Ve şahadetten sonra 
    tezkiyeyi ifade eden bir te'kid hali olduğu için "Her biri adaleti hakkıyla 
    yerine getirici olduğu halde şahitlik etti." takdirinde bir başlangıç cümlesi 
    olması en güzel vecihtir. Gerçi "Kavim bana binekli olarak geldi." denildiği 
    zaman "Her biri binekli olarak" mânâsı murad olunabileceği inkâr edilmiştir. 
    Lakin bu misal yalnızca ilim sahiplerinden hâl yapıldığı takdirdedir. Ve denilebilir 
    ki, "Kavim bana binekli olarak geldi." cümlesi ile ""Zeyd, kavim ve onlara 
    uyanlar, bana binekli olarak geldi." demek arasında fark vardır. Atıf teğayür 
    içinde bir cemiyet ve bütünlük ifade eder, "her biri" mânâsını sarahatle ve 
    açıkça göstermiş olur.
   Rivayet olunmuştur 
    ki, Şam rahiplerinden, yani Hıristiyan din âlimlerinden iki zat gelmişlerdi. 
    Medine'yi gördükleri zaman biri öbürüne, "Bu kasaba ahir zamanda çıkacak o 
    peygamberin kasabasına ne kadar benziyor." dedi, sonra da Hz. Peygamber'in 
    huzuruna geldiklerinde onu kendine mahsus sıfat ve özelliklerden tanıdılar, 
    Hz. Peygamber efendimize (s.a.v.), "Sen Muhammed'sin." dediler. Onlara "Evet" 
    buyuruldu. "Hem de Ahmed'sin." dediler. Hz. Peygamber tarafından, "Ben Muhammed'im 
    ve Ahmed'im." buyuruldu. Bunun üzerine, "Biz sana birşey soracağız, haber 
    verirsen iman edeceğiz." dediler. Hz. Peygamber "Sorunuz." buyurdu. Onlar 
    da, "Bize Allah kitabında en büyük şahitliği haber ver." dediler. İşte bu 
    âyet nâzil oldu. Bunun üzerine her ikisi de müslüman oldular. Demek ki, bu 
    âyetin nüzûlü, Necran heyetinin gelişinden önce imiş.
  19-Özetle 
    bütün varlığa şamil olan bu üç şehadet sonucunda ilmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin 
    ve her türlü hakikatten daha açık bir hakikat olarak gerçekleşmiş bulunmaktadır 
    ki; dır. Allah katında kendi ilâhî rızasına uygun ve mutluluk hedefine iletecek 
    olan hak dinin İslâm olduğunda şüphe yoktur. 
  Kisai kırâetinde 
    feth ile öbür kırâetlerin hepsinde kesr ile okunur. "Enne" okunduğu takdirde 
    bu cümle bir önceki cümleden bedel olmuş olur. Yani Allah Teâlâ, kendi birliğine 
    şahitlik ettiği gibi, hak dinin İslâm dini olduğuna da şehadet eylemiştir, 
    asıl şehadet edilen şey de budur. Kesre olarak "inneddine" okunduğu takdirde 
    ise hükmü şahitliğin sonuca, onun arkasından gelen cümlesi de bu şehadetin 
    gereği olan bir başka cümle olmuş olur. Çünkü İslâm dininin en temel ilkesi 
    diye Allah'ın birliğine inanmak ve Allah katından gelen vahiy dinlerinin hepsini 
    ikrar ve itiraf eylemektir. İslâmın diğer temelleri ve ayrıntı sayılan öbür 
    kuralları da hep bu inanca bağlıdır. 
  Allah katında 
    değişmez ve sabit olan ve "meşhüdün bih" olan hakk, kendi adaletinin, gerçekliğinin 
    ve birliğinin her türlü yanlıştan arınmış olarak ancak İslâm'da, buna bütün 
    yönleriyle ve gerekleriyle şehadet ile Allah'dan gelenin cümlesini ikrar olduğundan 
    hak dinin İslâm'dan başka birşey olmadığı da hakkalyakin, aynelyakin ve ilmelyakin 
    olarak sabittir. Allah Teâlâ'nın kendisi için ilke edindiği, peygamber gönderdiği, 
    evliyasını yönlendirdiği din ve sırat-ı müstakim budur. Nimet ve mükafatını 
    ancak bununla verir, akıbette selamete ancak bununla çıkarır.
   Lüğattaki 
    asıl mânâsıyla din ceza, yani mükafat veya mücâzât veya itaat etmek demek 
    olan mastar anlamıyla ilgili olarak bir uyan ve güçlü bir uyulan arasındaki 
    ilişkinin adıdır. Bu ilişki, hakimiyeti elinde bulunduran güçlü önder tarafından 
    gözönünde tutulduğu zaman sevab veya ikab ile sorumluluğun uygulanması demektir. 
    Uyan tarafından ele alındığı zaman da selamet arzusu, korku ile ümit arası 
    bir tutumla itaat ve emre bağlılık anlamı ifade eder ki, bunlar dinin masdar 
    olarak anlamlarıdır. Hasılları dindarlık anlamına gelen deyyaniyet ve diyanettir. 
    Fatiha sûresinde dinin bilinen mânâsıyla tarifi geçmiş idi ki, akıl sahiplerini, 
    kendi istek ve iradeleriyle doğrudan doğruya hayra ve nimete sevkeden bir 
    ilâhî kurumdur. Şeriat ve millet dahi denilen ve beşerin ihtiyari fiillerini, 
    hayra ve mutluluğa yönlendiren ve düzenleyen bir yol, bir kanun ve bir mânevî 
    kuvvet demek oluyordu. Bundan dolayı genellikle din denilince, sorumluluk 
    duygusuyla karışık kendi istek ve iradesiyle bağlılık isteyen ve kendisine 
    bağlananları kötülük ve uğursuzluktan koruyarak hayra ve mutluluğa götüren; 
    aksi halde, yani, kendi istek ve rızası ile iyi uyulmadığı ve uygulanmadığı, 
    aykırı davranışlardan sakınılmadığı zaman doğrudan doğruya hayır ve mutluluğun 
    zıddı olan kötü sonuçlar ile ceza gerektiren hükümlerin zorla ve kaçınılmaz 
    olarak uygulanacağını gösteren, ümit ve korkunun hedefi, hayranlıkla ve son 
    derece saygı ile kulluk edilen hikmet sahibi bir yaratıcı ve yetiştiricinin 
    ortaya koyup, uyulmasını teklif ettiği bir mükafatlar ve cezalar kanunu veya 
    ona itaat ve teslimiyet anlaşılacağından din, her zaman için bir ilâhî ifade 
    ve ona zarurî olarak itaati ve teslimiyeti gerektirir. Diyanet, yani dindarlık 
    da o ilâhî hakime kulluk etmek ve kanunlarına teslim olmak demek olur. 
  Yukarılarda 
    da beyan olunduğu üzere lügat anlamıyla İslâm kelimesi, silm, selm, selamet 
    köklerinden gelir; hemzesi duhul veya müteaddi (geçişli) fiil yapmak için 
    kullanılır. Kapsamlı ve pek temiz bir kelimedir ki, silme (barışa) ve selamete 
    girmek veya koymak veya selamet temin eden teslimiyet, karşılıklı olarak barış 
    içine girmek, hasılı sâlim olan mânâlarına gelir ki, hepsinde selamet ve sâlimiyet 
    gayesiyle bir bağlılık ve uyumluluk mânâsı vardır. Din dahi irade ve akıl 
    sahipleri arasında anlaşmazlıkları ve didişmeleri bir yana bırakıp toplumsal 
    barışı sağlayan bir kanundur. Bununla yalnızca insanlar arasında uyumluluk 
    değil, insanlarla Allah arasında da bir uyum sözleşmesi vardır. Din sayesinde 
    yaratıcının iradesi ile yaratılanın iradesi arasında bir uyum sağlanmış olur. 
    Kul, Allah'ın dilediği gibi ister, Allah da kulun dilediği gibi yapar; böylece 
    arada didişme ve anlaşmazlık kalmaz. Allah'a ebedî vuslat hasıl olur. Bu sayede 
    insanların birbirleriyle çatışan istek ve iradeleri, bir hedefe yönelerek 
    aralarında bir sâlim medeniyet ve sürekli bir barış meydana gelir. Ve hepsi 
    ilâhî nimetten istifade eder, felah bulur. Allah'ın birliğine bağlanıp uymayınca 
    da bu maksat hasıl olmaz. Bu sûretle dinin özü, bu tevhid inancı çerçevesinde, 
    her yönüyle ve gerçek anlamıyla İslâm'dır. "Kendisinden başka ilah olmayan" 
    Allah'ın emrettiği gerçek dindarlığın gereği de bu tevhide şehadet ve bu tevhid 
    çerçevesinde bir olan Allah'a teslimiyet ve itaattir. Hakkiyle kurtuluş, felah 
    ve selamet ve hayır ve mutluluk ancak bu ihlasta, bu bağlılıktadır. Allah 
    katında din, halis din olan "Allah'a teslimiyettir". Allah'dan başka ilâh 
    ve ilâhlar tanıyan veya gerçeği bildiği halde, dine bağlanmayı gerçekten başka 
    bir şey sanan, din ile ilim, Hak Teâlâ ile en yüce hayır arasında didişme 
    var zanneyleyen veyahut hayırla şer çatışmasının çözümüne Allah Teâlâ'nın 
    hakim olmadığını, O'nun hükmünün dışında herhangi bir şey kalabileceğini farzeden 
    velhasıl Hakk'tan gelmeyen ve Hakk'ın âyetlerinden çıkarılmayan dinlerin, 
    bağlılıkların ve dindarlıkların hiçbiri insanlara selamet ve seadet bahşedecek 
    hak din değildir. Allah Teâlâ'ya ortak tasavvuru, muhal ve batıl olan birşey 
    olduğu gibi, İslâm'dan başka bir hak din tasavvur etmek de batıldır.
   Özetleyecek 
    olursak, din ve dindarlığın bütün mânâsı, itaat ve bağlılık anlamıyla selametin 
    sağlanmasında toplanır. İslâm'ın mânâsı da faydalı bir selamet, katıksız bir 
    teslimiyet ve bağlılıkta toplanır. Şu halde din kavramı, mutlak anlamıyla 
    ele alındığı zaman bile mutlak olarak İslâm kelimesiyle eşit ve eş anlamlıdır. 
    Hangi din ele alınacak olsa, onun özünün teslimiyet ve boyun eğmekten ibaret 
    olduğu görülür. Zahir din, İslâm'ın dış görünüşü; batın din İslâm'ın içyüzü; 
    tam din, dışyüzü ve içyüzü ile hakiki İslâm; batıl din yalan ve yanlış bir 
    İslâm; hak din, hak bir İslâm'dır. Hakikaten selamet bahşeden hak bir İslâm 
    ise ancak hakiki tevhid inancına dayanan bir İslâm'dır. Hakiki tevhid ise, 
    şeriki ve ortağı bulunmak ihtimali bile olmayan, ezel ve ebed bakımından hayy 
    ve kayyum bir ilâh tanımak ve ancak O'na şehadet etmektir. Böyle bir ilâh 
    ise ancak Allah Teâlâ'dır. Evvel ve âhir bütün izzet ve hakimiyeti şahid ve 
    meşhud olan zat-ı ehadiyyetinde toplayıp, kendisinden başka ilâhları nefyetmiş, 
    O'ndan başka tanrılık iddia eden veya tanrılık nisbet edilenlerin hepsinin 
    acz ve zavallılığını daima göstermiş ve göstermekte bulunmuş ve herhangi bir 
    zamanda tevhid nizamından çıkmak isteyenleri perişan eylemiş ve her türlü 
    mutluluğu tevhid yolundan bahşeylemiş, velhasıl diye ilâhlıkta birliğe kendisi 
    de şehadet etmiş olmakla Allah'ın birliğine şehadet ile hakiki İslâmın, Hak 
    Teâlâ'nın dini olduğunda hiç şüphe yoktur. Hakiki din kurucusu olan Allah 
    Teâlâ'nın İslâmını, melekler ve ilim sahipleri gibi, kendi birliğine iman 
    ve ihlâs ile bağlananları rahmeti ile selamete çıkarmak, kulların İslâmı da 
    Allah'a kendilerini teslim ederek bu selamet yoluna girmek demektir. İşte 
    İslâm dini, Allah ile kullar arasındaki bu birlik ilişkisidir. Meleklerin 
    ve ilim sahiplerinin dini de budur. İlim alanında bundan başka bir din yoktur. 
    Bu dinin başı hakkı bilmek, hak ilmin başı da bu dindir. Bu dinden başka bir 
    din aramak ya Allah'ın üstüne çıkmaya çalışmak, ya Allah'dan aşağısına nefsini 
    teslim eylemektir ki, ikisi de dinsizlik ve küfürdür. İsyan ve tefrikadır, 
    felakettir. Binaenalyh kitap ehli olanların anlaşmazlıkları ile bunun bilimselliğine 
    ve gerçekliğine hiç halel gelmez. Onların gerek kendi aralarında, gerek Resulullah'a 
    karşı ihtilaf çıkarmaları, hak ve hakikatı bildiren bütün ilim sebepleri geldikten 
    sonra adalet ve hakkaniyetle hareket etmeyi, hakka ve ilme teslim olmayı, 
    boyun eğmeyi bir yana bırakıp, kendi aralarında azgınlık ve düşmanlıkla, hükmetme 
    sevdasıyla dinsizliğe ve inkâra saptıklarından dolayıdır. Fakat adalet ve 
    hakkın isbatı için gönderdiği ve delil olarak öne sürdüğü gibi kesin âyetler 
    ve belgelere her kim küfreder, bunları inkâr eder, İslâm'dan kaçınırsa Allah 
    hesabı çabuk görendir. Cezalarını hemen vermekten çekinmez.
   Bu isbat 
    ve takrirden sonra gelelim nüzul sebebi olan münazara ve mücadele meselesine: 
    Ey Muhammed!
   Meâl-i Şerifi 
    
  20- Buna karşı 
    seninle münakayaşa kalkışırlarsa de ki: "Ben, bana uyanlarla birlikte kendi 
    özümü Allah'a teslim etmişimdir". Kendilerine kitap verilenlere ve (kitap 
    verilmeyen) ümmîlere de ki: "Siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi?" Eğer İslâm'a 
    girerlerse hidayete ermiş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse, sana düşen şey ancak 
    tebliğ etmektir. Allah kulları görendir. 
  21- Allah'ın 
    âyetlerini inkâr edenler ve haksız yere peygamberleri öldürenler, insanlar 
    içinde adaleti emredenlerin canına kıyanlar yok mu? Bunları acıklı bir azapla 
    müjdele! 
  22- İşte bunlar 
    öyle kimselerdir ki, dünyada da ahirette de bütün yaptıkları boşa gitmiştir. 
    Onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.
   23- Görmüyor 
    musun, o kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olanlar, aralarında hüküm 
    vermek için Allah'ın kitabına davet olunuyorlar da, sonra içlerinden bir kısmı 
    yüz çevirerek dönüp gidiyorlar.
   24- Bunun 
    sebebi, onların "belli günlerden başka bize asla ateş azabı dokunmaz" demeleridir. 
    Uydurageldikleri yalanlar dinlerinde kendilerini aldatmaktadır. 
  25- O geleceğinde 
    hiç şüphe olmayan günde kendilerini bir araya topladığımız ve hiç kimseye 
    haksızlık edilmeden herkese ne kazandıysa tamamen ödendiği vakit halleri nasıl 
    olacaktır?
   20- Ben Allah'a 
    kendimi teslim ettim, tertemiz, şeksiz, şüphesiz, halis, muhlis bir sûrette 
    Allah yolunu tuttum, Allah'ın dinine bağlandım, ancak Allah'a yöneldim, bana 
    uyanlar da böyledir. İşte İslâm'ın mânâsı, işte Muhammed ve Muhammed ümmetinin 
    dini. İşte ebedî selametin gerçek ve şaşmaz yolu, sırat-ı müstakimi. "Kendilerine 
    kitap verilenlere ve verilmeyen ümmilere de ki..." Bu da Hz. Muhammed'in peygamberliğinin 
    bütün insanlığa şamil olduğunun uyarısı ve ilanıdır. Zira bu tasnifin dışında 
    hiçbir insan zümresi yoktur; kitap verilmiş olanlar yahudilerle hıristiyanlar 
    ve benzerleridir, "ümmiyyin" de kitapsız dinlere mensup olanlarla Arap müşrikleridir. 
    Esas hitap tarzı Arap olan ve olmayan şeklinde ırk ayırımı esasına göre değildir, 
    bu genel ayırım iledir. Tebliğ görevi bunlaradır. Bu vazife yapıldıktan sonra 
    bunları kabulden çekinip, inkâra ve ihtilafa sapmalarının sorumluluğu Hz. 
    Peygambere racî değildir, tamamen kendilerine aittir. Bu sorumluluğu ve inkârlarının 
    cezalarını böylece tebliğ etmek dahi peygamberliğin görevleri cümlesindendir.
   Rivayet olunuyor 
    ki, Resulullah bunu kitap ehlinden olan yahudilere okuduğu zaman "İslâm'ı 
    kabul ettiniz mi?" hitabına karşı, "kabul ettik." dediler. Bunun üzerine yahudilere, 
    "İsa'nın Allah'ın kelimesi, kulu ve resulü olduğuna şehadet eder misiniz?" 
    buyurdu, "Maazallah" (Allah korusun) dediler. hıristiyanlara da, "İsa'nın, 
    Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şehadet eder misiniz?" buyurdu, bunlar da 
    "maazallah (Allah korusun), İsa kul mu olur?" dediler. "Eğer onlar yüz çevirir, 
    kabul etmezlerse, sana düşen tebliğdir." âyeti buna işaret etmekte, devamının 
    dahi tebliğini emretmektedir.
   21- Gerek 
    yahudi olsun, gerek hıristiyan ve daha başka kitap ehlinden ve ümmilerden 
    ve müslümanlık iddiasında bulunanlardan olsun Allah'ın âyetlerini inkâr edenler 
    bir; yahudilerin yaptığı gibi, peygamberleri katledip öldürmek gibi ameli 
    anlamda küfürlerini icraat şeklinde ortaya koyanlar iki; Peygamber değillerse 
    de insanlar arasında peygamberlerin izinden giderek adalet ve hakkaniyet emreden 
    insanları katletmek suretiyle yine fiilen kâfirliklerini ortaya koyanlar üç.
   22-İşte bütün 
    bu kâfirlere hoşlandıkları inkârlarının cezası olan elem verici azabı müjdele 
    ki, "Onlar öyle kimselerdir ki, dünyada da ahirette de bütün yaptıkları boşa 
    gitmiştir." Ne kadar tuhaf, şunlara baksana!
   23-24-25- 
    "Baksana o kendilerine kitap verilenlere! Aralarında hakem olması için Allah'ın 
    kitabına davet olunuyorlar da sonra içlerinden bir kısmı yüz çevirerek dönüp 
    gidiyorlar." Resulullah yahudilerin dershanelerine gitmiş, kendilerini imana 
    davet eylemişti. Nuaym b. Amir, Hars b. Zeyd, "Sen hangi dindesin?" diye sordular, 
    Peygamber efendimiz de "İbrahim dini üzereyim." buyurdu. Bunun üzerine onlar, 
    "İbrahim yahudi idi." demelerine karşılık, Resulullah, "Haydi aramızda Tevrat 
    hakem olsun, ona başvuralım." diye çağrıda bulundu. Bu teklife "evet" demekten 
    çekindiler. Aynı durum "recm" meselesinde de olmuş idi. Burada bu olaylara 
    işaret olunarak "Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra ancak birbirleriyle 
    anlaşmazlığa düştüler." (Câsiye, 45/17) âyetiyle de açıklandığı şekilde, bunların 
    bile bile hakka karşı direnmeleri ve şiddetli aldanmaları ve iftiraları ve 
    nihayet feci akibetleri, uyarmak ve korkuya düşürmek için gösterilmiştir. 
    
  Kâfirler mülklerine, 
    devletlerine, servetlerine, kuvvetlerine güvenerek mâli-kü'l-mülk olan Allah'ın 
    âyetlerini tanımaz, Hakk'ın şanına tecavüzkar davranırlar. O'na "oğul" isnad 
    etmekle o kuvvetler alınmaz, gündüzler gece, geceler gündüz olmaz, diriler 
    ölmez, ölenler dirilmez, zenginler züğürtlemez, fakirler ve zayıflar servete 
    ve kuvvete kavuşmaz, haksızlıkların ve küfürlerin cezaları verilmez zannederlerken, 
    şüphesiz ve mutlaka gelecek olan o toplanma ve cem' gününün, o genel seferberlik 
    gününün anılması hususunda Ey Muhammed,sen:
   Meâl-i Şerifi 
    
  26- De ki: 
    "Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de 
    onu çeker alırsın, dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır 
    Senin elindedir. Muhakkak ki, Sen her şeye kâdirsin. 
  27- Geceyi 
    gündüzün içine sokarsın, gündüzü gecenin içine sokarsın; ölüden diri çıkarırsın, 
    diriden ölü çıkarırsın. Dilediğine de hesapsız rızık verirsin. 
   26-27-Rivayet 
    olunuyor ki, Mekke'nin fethi üzerine Resulullah efendimiz, ümmetine, Fars 
    ve Rum mülklerini vaad etmişti. Münafıklar ve yahudiler, "Heyhat, heyhat, 
    Muhammed nerede, Fars ve Rum nerede! Onların güç ve kuvvetleri bundan pek 
    fazla, Muhammed'e Mekke ve Medine yetmedi mi ki, bir de Fars ve Rum devletlerini 
    istiyor?" dediler. Daha önce Ahzab (Hendek Savaşı) senesinde Resulullah, kazılacak 
    hendeği belirlemiş, Medine halkından her on kişiye kırk arşınlık yer göstermişti. 
    Amr b. Afv, Selman-ı Farisi, Huzeyfe, Numan b. Mukrin ve Ensardan altı kişi 
    kendilerine verilen kırk arşınlık sahada çalışıyorlardı, kazarlarken hendeğin 
    orta yerinde büyük bir kaya çıktı. Kayayı kırmaya uğraşırlarken demir külünkler 
    kırıldı. Çok çalıştılar, taşı kıramadılar, ondan çok az birşey koparabildiler. 
    Selman'a, "Çık Resulullah'a durumu haber ver, ne emrediyorsa öğren gel." dediler. 
    Selman gitti, Resulullah bir gölgelik yapmış içinde oturuyordu, durumu kendisine 
    arzetti. Resulullah Selman ile beraber hendeğe indi, diğer dokuz kişi de orada 
    idiler. Resulullah Selman'ın elinden külüngü aldı, taşa bir vurdu, taş çatladı 
    ve öyle bir kıvılcım çıktı ki, karanlık bir odadaki kandil gibi etrafı aydınlattı. 
    Resulullah bir fetih tekbiri aldı, oradakiler de tekbir getirdiler. İkinci 
    bir darbe daha indirdi, öyle bir şimşek daha çaktı ve yine öyle bir tekbir 
    aldılar, üçüncü bir darbe daha vurdu, taşı parçaladı ve yine öyle bir şimşek 
    daha çaktı. Aynı şekilde bir tekbir daha aldılar. Sonra Selman'ın elini tutup 
    hendekten çıktı. Selman, "Anam, babam sana feda olsun ya Resulullah, hiç görmediğim 
    bir şey gördüm." dedi. Resulullah, oradakilere dönerek." Bakınız Selman ne 
    söylüyor?" dedi. Onlar da, "Evet ya Resulullah." dediler. Buyurdu ki: "İlk 
    darbeyi vurdum, gördüğünüz gibi bir şimşek çaktı, bundan bana Hıyre'nin ve 
    Medain-i Kisra'nın (Kisra'nın şehirleri) kasırları (köşkleri) aydınlandı, 
    Cibril de bana haber verdi ki, ümmetim bunlara muhakkak galip gelecek; sonra 
    ikinci darbeyi vurdum, gördüğünüz gibi yine şimşek çaktı, bundan da bana Rum 
    diyarının kırmızı köşkleri aydınlandı, Cibril bana haber verdi ki, ümmetim 
    bunlara muhakkak galip gelecek. Sonra üçüncü darbeyi vurdum, gördüğünüz şimşek 
    çaktı, bundan da bana San'a'nın köşkleri aydınlandı. Cibril de haber verdi 
    ki, ümmetim muhakkak bunlara galebe edecektir. Müjdeler olsun!"
  Bunun üzerine 
    müslümanlar pek sevindiler. "Elhamdülillah, (Allah'a hamdolsun) bu bir doğru 
    vaattir. Kazıdan sonra bize büyük bir nusret vaad olunuyor." dediler. Münafıklar 
    ise, "Ne acaip insanlarsınız, Muhammed sizi boş ümitlere düşürüyor, asılsız 
    vaatlerde bulunuyor, Medine'den Hıyre ve Rum kralının şehirlerinin köşklerini 
    gördüğünü ve bunların sizce fetholunucağını söylüyor, halbuki muharebeye çıkmaya 
    bile gücünüz yetmiyor da korkunuzdan hendek kazıyorsunuz" dediler ki, Ahzab 
    Sûresi'nde "O vakit münafıklarla kalblerinde hastalık olanlar diyorlardı ki, 
    Allah'ın ve Resulünün bize vaad ettiği şeyler boş şeylerdir." (Ahzab, 33/12) 
    âyeti bu olay hakkında nâzil olmuştu. Bu iki âyetin de o zamanlar veya yukarıda 
    geçtiği üzere Mekke fethinden sonra nazil olduğu rivayet edilmiştir. Daha 
    yukarıda Rum meliklerine güvenen Necran hıristiyanları dolayısı ile nazil 
    olduğu da yine zikredilmiş idi. Buna göre nüzulünde değilse bile siyakında 
    (sözün gelişinde) bunlara işaret vardır. 
  Bu âyetlerin 
    faziletleri hakkında bir hayli haberler varid olmuştur. Bunlardan biri Ebu 
    Eyyub el-Ensari'den ve Hz. Ali'den rivâyet olunduğu üzere, Resulullah buyurmuştur 
    ki: Fatihatü'l-Kitab, Âyete'l-Kürsî, bir de Âl-i İmran'daki "Şehidallahu ennehu..."den 
    a (3/17-18) kadar, den 'a (3/26-27) kadar iki âyet nazil oldukları zaman, 
    Allah Teâlâ ile aralarında hiç bir hicab bulunmaksızın Allah'ın arşına yapışarak, 
    "Ya Rab! Bizi yeryüzüne ve sana isyankar olanlara indiriyorsun." dediler. 
    Allah Teâlâ da,
   "Ahdim olsun, 
    sizi her namazın arkasında okuyan herhangi bir kimsenin kusurlarına bakmayarak 
    makamını cennet kılacağım, onu kutsal huzurda iskan edeceğim, her gün kendisine 
    yetmiş kerre nazar edeceğim ve yetmiş türlü ihtiyacını yerine getireceğim 
    ki, bunun en aşağısı mağfirettir. Ve onu her bir din düşmanından hasetçinin 
    şerrinden koruyacağım ve mağrifet eyleyeceğim." buyurdu.
   Said b. Cübeyr'den 
    rivâyet olunduğu üzere, Medine etrafında üçyüz altmış put vardı, bu âyet-i 
    kerime nazil olduğu zaman yerlere kapanıp secde ettiler. 
  Ebussuud, 
    tefsirinde der ki, "Bazı kitaplarda şöyle bir kudsi hadis vardı: Ben azimüşşan 
    olan Allah, hükümdarlar hükümdarıyım. Hükümdarların kalbleri ve alınları benim 
    elimdedir. Kullar bana itaat ederlerse ben de onları onlara rahmet kılarım 
    ve eğer kullar bana isyan ederlerse, ben de onları onlara ceza kılarım; şu 
    halde hükümdarlara sövmekle meşgul olmayın ve fakat bana tevbe ve müracaat 
    eyleyin ki, onları size doğru meylettireyim." Bu hadisin içeriği ile "siz 
    nasıl olursanız, başınıza öyleleri yönetici olur." hadis-i şerifinin mânâsı 
    aşağı yukarı aynıdır.
   İşte Allah'ı 
    böyle bilmeli, böyle tanımalı ve bu tanıyışla ona bağlılık göstermeli ve sığınmalıdır. 
    Şimdi bunu bilen ve Allah'dan nusret ve yardım isteyen müminlere şunu anlat:
  Meâl-i Şerifi 
    
  28- Müminler, 
    müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin ve onu her kim yaparsa Allah'dan 
    ilişiği kesilmiş olur, ancak onlardan bir korunma yapmanız başkadır. Bununla 
    beraber Allah sizi kendisinden korunmanız hususunda uyarır. Nihâyet gidiş 
    Allah'adır.
   29- De ki, 
    göğüslerinizdekini gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde 
    ne var, yerde ne varsa hepsini bilir. Hiç şüphesiz Allah, her şeye kadirdir. 
    
  30- O gün 
    her nefis, ne hayır işlemişse, ne kötülük yapmışsa onları önünde hazır bulur. 
    Yaptığı kötülüklerle kendi arasında uzak bir mesafe bulunsun ister. Allah, 
    size asıl kendisinden çekinmenizi emreder. Şüphesiz ki Allah, kullarını çok 
    esirger.
   28-29-30- 
    Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri kendilerine dost edinmesinler. Müminler 
    iman hasletine küfür hasletini karıştıracak, müminlere şimdiki zamanda veya 
    gelecekte zararı dokunacak, İslâm'a zarar verecek ve ters düşecek bir sûrette 
    kâfirlerle dostluk ilişkilerine girmesin. Sevgisini, muhabbetini ve buğzunu 
    hep Allah için yapsın. Bu âyetin nüzul sebebiyle ilgili olarak dört vecih 
    nakledilmiştir: 
  1- Yahudilerden 
    Haccac b. Amir, Kehmes b. Abdulhakik, Kays b. Zeyd, Ensardan bazılarına gizlice 
    gelerek, dinlerini bozmak isterlerdi. Rifaa b. Münzir ve Abdurrahman b. Cübey 
    ve Sa'd b. Hayseme (r. anhüm) bu müslümanlara, o yahudilerden sakınmalarını 
    ve uzak durmalarını tavsiye ettiler. Onlar dinlemediler. Bunun üzerine bu 
    âyet nazil oldu.
   2- Müslümanlardan 
    Hatib b. Ebi Beltea gibi bazı zevat, Mekke kâfirlerine sevgi gösterisinde 
    bulunuyorlardı. Allah Teâlâ bunu nehiy buyurdu, yasakladı.
   3- Münafıkların 
    başı Abdullah b. Übeyy ve adamları yahudilerle ve müşriklerle dost bulunuyor, 
    onlara müslüman taraftan bilgi aktarıyor, havadis veriyorlardı. Resulullah 
    aleyhine zafer arzu ediyorlardı. Müminler bundan menedildiler.
  4- Ubade b. 
    Samit hazretlerinin yahudilerden dostları vardı. Ahzab günü Hz. Peygamber'e 
    gelerek, "Ey Allah'ın Resulü, benim yanımda beşyüz yahudi vardır. Benimle 
    beraber harbe çıkmalarını istiyorum." demişti. Âyet bunun hakkında nazil oldu. 
    İlh..
   Bunu her 
    kim yaparsa Allah'dan, Allah'ın dostluğundan ve yardımından hiçbir nasibi 
    yoktur. Ancak onlar tarafından gelmesi beklenen ve sakınılması gereken her 
    hangi bir zarardan korunmak için yaptığınız dostluk müstesnadır. Öyle durumlarda 
    iş başka, yoksa müminler, hiç kimseye karşı iyi davranmaktan, adalet ve ihsandan 
    menedilmiş değillerdir. Hukuka riâyet, ahitte sebat, ciddiyet, merhamet ve 
    yardımseverlik aslında imanın gereği olan güzel huylardır. Güzel huy ise müminin 
    şiarıdır. Fakat müminler, herşeyden önce din ve imanlarında samimi olmak zorundalar. 
    Allah'dan başkasına nefsini teslim etmiyecek olan müminin, kendisini herhangi 
    bir sebepten dolayı kâfirlerin dostluğuna kaptırması, imanına ve ciddiyetine 
    aykırı olur. Bir kâfir, bir mümine dünyaları bağışlasa bile onun ne imanına, 
    ne de din kardeşlerine en ufak bir zarar getirecek şeyi kabul ettirememelidir. 
    Bir mümin de bunu bile bile yapmaz, fakat iyi niyetle gaflet edebilir, hüsnüzan 
    ederek aldanabilir. Karşısındakine göre bilgisi, tecrübesi ve dünya işlerindeki 
    haberi daha eksik olabilir. Farkında olmaksızın fena yollara sürüklenebilir, 
    fena işlere bulaştırılabilir. Bunlar ise müminlerin yavaş yavaş kafirlere 
    benzemelerine ve ilâhî nusretin de üzerlerinden eksilmesine sebep olabilir. 
    "Her kim böyle yaparsa Allah'dan ilişiği kesilmiş olur". Bundan dolayı kesinlikle 
    müminler, kâfirlerle içli dışlı olmaktan ve yakın dostluktan sakınmalıdırlar. 
    Meğer ki, bütün bu gibi tehlikelerden korunabilecek bir vaziyette bulunsun 
    ve korunabilsin, veyahut büyük bir zaruret, tehlike veya zor karşısında bulunsun. 
    O zaman kalbinde imanına sahip olarak "takiyye" edebilir.
   Rivâyet olunuyor 
    ki, Müseylemetü'l-Kezzab, ashaptan iki kişiyi esir almıştı. Birine, "Muhammed'in 
    Allah'ın resulü olduğuna şehadet eder misin?" diye sordu, o da "Evet, evet, 
    evet" dedi. Sonra, "Benim de Allah'ın resulü olduğuma şehadet eder misin?" 
    diye sordu, ona da "evet" dedi. Müseyleme kendisi için, "Ben Beni Hanif'in 
    peygamberiyim, Muhammed Kureyş'in peygamberi" diye iddia ediyordu. Sorguya 
    çektiği birinci esiri serbest bıraktı, öbürünü çağırdı, "Muhammed'in Allah'ın 
    resulü olduğuna şehadet eder misin? diye sordu, o da "evet" dedi, "Benim resulullah 
    olduğuma şehadet eder misin?" diye sorunca, "Ben dilsizim, ben dilsizim, ben 
    dilsizim" dedi. Müseyleme de onu hemen öldürdü.
   Bu haber 
    Hz. Peygamber'e erişince, "O öldürülen imanındaki sadakat ve samimiyet üzere 
    geçti, mübarek olsun; öbürüne gelince o da Allah'ın ruhsatını kullandı, bunda 
    da bir zarar yoktur." buyurdu. Bu mânâ "Ancak zor karşısında kalıp da kalbi 
    iman dolu olanlar müstesna..." (Nahl, 16/106.) âyetinde daha açıktır. Hafiyye 
    vezninde takiyye canını, ırzını veya malını düşman şerrinden korumak için 
    ondan sakınmak demektir. Düşmanlık da iki türlüdür. Birisi din ayrılığına 
    dayanan düşmanlıktır ki, kâfirin mümine düşmanlığı gibi. Diğeri de mal, mülk, 
    servet ve başa geçmek gibi dünyaya ait çıkarlardan doğan düşmanlıktır. Bundan 
    dolayı takiyye dahi iki kısımdır. Bunların ayrıntıları, hangi hallerde caiz 
    olup olmadıkları fıkıh ilminin alanına girer. Bunlar Razî ve Âlusî tefsirlerinde 
    özetle bildirilmiştir. İşte korunmanın böyle çeşitli yönleri vardır. Ve kesin 
    olan şudur ki; asıl korunma Allah'ın azabından korunmadır. Allah müminlere 
    "Ancak onların zararlarından sakınmanız gereken durumlar başka..." şeklinde 
    ruhsat vermekle birlikte "Allah size, asıl kendisinden korkmanız, çekinmeniz 
    gerektiğini bildiriyor, son dönüş Allah'adır." diyerek de ikaz buyuruyor ki, 
    hemen arkasından gelen şu iki âyet bunu açıklar. 
  Yahudiler 
    "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz." (Mâide, 5/18) demişlerdi. Müşrikler 
    de Allah'a muhabbetimizden dolayı bizi Allah'a iyice yaklaştırsınlar diye 
    putlara tapıyoruz, demişlerdi (Zümer, 39/3). Necran heyetindekiler de, "Biz 
    Allah'a sevgimizden dolayı İsa'yı tanrı tanıyoruz." demişlerdi. Bunlara karşı 
    buyuruluyor ki: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  31- De ki, 
    siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı 
    bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır.
   32- De ki, 
    Allah'a ve Peygamber'e itaat edin! Eğer aksine giderlerse, şüphe yok ki Allah 
    kâfirleri sevmez. 
  31-Mahabbet 
    (muhabbet, sevgi), insan ruhunun yücelik ve güzellik sezdiği bir şeye öyle 
    bir meyil göstermesidir ki, ona yaklaşmak için gerekli sebep ve vesileleri 
    arayıp bulmaya yöneltir. Binaenaleyh sevenin hedefi, sevgilinin rızasına erebilmek 
    ve öfkesinden sakınmak, korunmak olduğundan, sevgi, itaat isteğini ve isyan 
    sayılan şeylerden kaçınmayı gerektirir. Herhangi bir kişi, hakiki yüceliğin 
    ve kemalin ancak Allah'a ait olduğunu idrak edip anladığı zaman, onun bütün 
    sevgisi Allah için, Allah yolunda ve Allah'ın rızasını kazanmak uğrunda olur. 
    Allah'ın dini de tevhid ve İslâm olduğundan, sevgisi hep bu çerçevede dolaşır 
    durur. İtaat ve ibadet için gösterdiği iradede ancak bu din hakim olur. O 
    halde Allah'ı sevenler "Ben özümü Allah'a teslim ettim, bana uyanlar da öyle..." 
    (Âl-i İmrân, 3/20) diyen ve bu ilâhî emri tebliğ eyleyen Resulullah'a karşı 
    gelmemek ve onun gibi ihlas ve samimiyetle, "Ben özümü Allah'a teslim ettim..." 
    deyip dininde ve şeriatında ona ve onun öğretim ve bildirilerine uymak ve 
    onu örnek almak lazım gelir. Bunun zıddı, "Ben Allah'ı severim, ama emrini 
    dinlemem, O'nun sevdiğini sevmem, O'nu sevenleri, O'nun yolunu gösterenleri, 
    O'nun seçip gönderdiklerini sevmem, onlara benzemek istemem." demektir ki, 
    bu da, "Ben kendimden başka birşey sevmem, tevhid yolunda yürümek istemem." 
    demektir. Allah'ın Resulüne uymak istememek "Ben özümü Allah'a teslim ettim." 
    dememek ve düstur ile hareket etmemektir. Bu da Allah'ı sevmemek ve rahmetinden 
    mahrum kalmaktır. 
  Rivayet olunuyor 
    ki, âyeti nazil olduğu zaman münafıkların başı Abdullah b. Übeyy, "Bakınız, 
    Muhammed kendisine itaat ve ibadeti Allah'a taat gibi tutuyor ve bize, hıristiyanların 
    İsa'yı sevdikleri şekilde kendisini sevmemizi emrediyor." demiş idi ki, bunun 
    üzerine ikinci âyet nazil oldu. Ve öyle bir şüphenin yerinde olmadığını gösterdi. 
    Yani Resalullah'a uymak, hıristiyanların Hz. İsa hakkında iddia ettikleri 
    gibi, tanrılığa ortak olmak demek değildir. Allah sevgisini bölüp üç ayrı 
    ortağa paylaştırmak değil, yalnız "Ben özümü Allah'a teslim ettim." diye bütün 
    sevgiyi sırf Allah'da toplayıp, O'na teslim olduğunu sunmakta ve itaatı yalnızca 
    O'na yapmaktır. Hz. Muhammed'e de sırf Allah'ın resulü, görevlendirdiği peygamberi, 
    dinin tebliğcisi, hidâyetinin ve emirlerinin bildiricisi ve habercisi olduğundan 
    dolayı, yine sırf Allah için uymak ve izinden gitmektir. Birine uyarken, onun 
    karşısında veya yanında diğer birine veya ikisine daha uymak başka şey, tek 
    başına ve yalnızca O'na uyarken, O'nun namına, O'nun bir adamını, bir görevlisini 
    tanımak yine başka bir şeydir. Bir elçiyi tanımak, onun kendisini değil, onu 
    görevlendirip gönderen makamı tanımaktır. Mesela bir devletin elçisini, memurunu 
    reddetmek, o devleti ve onun kanunlarını reddetmek demek olduğu gibi, Allah'ın 
    elçisi demek olan peygamberini kabul etmeyip reddetmek de Allah'a küfür ve 
    saygısızlıktır. Bundan dolayı Allah'ın elçisine itaat etmekten kaçınanlar, 
    Allah'a ibadet ve taattan kaçınan kâfirlerdir. Allah da kâfirleri sevmez, 
    küfrün hiçbir çeşidine razı olmaz. Eğer hıristiyanlar Allah'ı sevselerdi, 
    İsa'yı Allah'ın bir peygamberi olarak tanırlar ve ona bir tanrı olarak ibadet 
    değil, bir peygamber olarak itaat ederlerdi. Eğer ancak Allah'ı seviyorlar 
    ve İsa'ya Allah'ın bir peygamberi olarak itaat ediyorlarsa, peygamberlik sıfatında 
    Hz. Muhammed'in zatı ve kişiliği değil, ancak onu gönderenin şan ve şerefinin 
    dikkate alınması gerekeceğinden, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'i 
    de tanırlar ve itaat ederlerdi. Onlar Allah'ı sevseler, Allah'ın peygamberlerinden 
    bir kısmını tanıyıp da yalnızca birini ayırmazlardı, tanımazlık etmezlerdi. 
    " Biz Allah'ın resulleri arasında fark gözetmeyiz", derler ve Hz. Muhammed'i 
    de tanırlardı. Bunu ayrı tutup tanımamaları, İsa'yı Allah için değil, bizzat 
    kendi zatî varlığı, kendi şahsiyyeti için sevdiklerinden, Allah'ı ve İsa'nın 
    Allah tarafından yaptığı teb liğleri tanımadıklarından dolayıdır. Bu noktadan 
    bakıldığında aynı şey yahudiler için de söz konusudur. Hıristiyanlar bir peygamberi 
    ayrı tuttukları için, yahudiler de hem Hz. İsa'yı, hem de Hz. Muhammed'i ayrı 
    tuttukları için, yani iki peygamberi tanımadıkları için Hz. Musa'nın peygamberlik 
    sıfatından ziyade kişiliğinde ısrar etmişlerdir. Bu bakımdan hıristiyanların 
    küfrü bir ise yahudilerin küfrü ikidir. Diğer müşriklerin küfrü daha fazladır. 
    Genel anlamda dinleri inkâr edip, hiç Allah tanımayanların küfrü de sonsuzdur. 
    Velhasıl Allah'a itaat ile Resulüne itaat arasında karşılıklı bir gereklilik 
    vardır. Fakat bunda Allah gibi sevmekle, Allah için sevmek arasındaki büyük 
    farkı görmemezlikten gelip gözardı etmemek gerekir. Allah gibi sevmek, yani 
    âyette geçtiği şekilde "Onlar, putları Allah gibi severler..." (Bakara, 2/165) 
    ifadesinde Allah'a bir ortak, bir denk sevmektir. Bu Allah'a şirktir ve küfürdür. 
    İşte hıristiyanların İsa'ya olan sevgi ve bağlılıkları böyledir. Oysa istenen 
    "Allah gibi sevmek" değil "Allah için sevmek"tir. Allah için sevmek ise, ancak 
    bir tek Allah için sevmek ve hiç kuşkusuz tevhid üzere sevmektir. Bakara sûresinde 
    zaten bu nokta iyice açıklanmış olduğundan, burada "Bana uyunuz ki, Allah 
    da sizi sevsin." diye Muhammed'e uymakla emrolunmuştur. Bu emri, o münafıkın 
    yaygarası gibi, hıristiyanların İsa'ya bağlılıkları şeklinde bir şüphe ile 
    ele almaktan katiyyen sakınmak gerekir. Çünkü âyet, zaten o tür anlayışları 
    kınamak için gelmiştir. "De ki, ben özümü Allah'a teslim ettim, bana uyanlar 
    da öyledir..." emri ile muhatap tutulan ve bu emirleri tebliğ eden Hz. Muhammed'in 
    izinde olan ümmeti, bu uymadan dışarı çıkmamak ve Allah'dan başkasını Allah'ın 
    sıfatlarında denk ve ortak tutmamak için bu bağlılık ile yükümlü tutulmuşlar 
    ve bu uyma ile Allah'ın sevgisine nail olacaklarına inanmışlardır. Hatta bu 
    gelişigüzel bir uyma da değil, tamamen kendi istek ve rızası ile olan bir 
    uyma olmalıdır. Bu itaat doğrudan doğruya Allah'a itaattır. Çünkü Hz. Muhammed'in 
    şahsı ve bedeni varlığı bakımından değil, O'nun peygamberlik görevi bakımındandır 
    ve Allah adına vekalet yoluyla olan bir itaattir. Yani, bana uyunuz, demek, 
    "Allah'a ve Resule uyunuz!" demektir.
   Burada hıristiyanların 
    Hz. İsa'da sandıkları gibi, haşa Allah'ın birliği Hz. Muhammed'in şahsında 
    yok olmuş değil, tam aksine Hz. Muhammed'in hakikatı ve şahsiyeti Allah'ın 
    birliğinde yok olmuştur. Onun dilinden işitilen biz sözü, Hz. Muhammed'in 
    öz benliğinin ve kişisel varlığının ifadesi değildir. Hz. Muhammed "Ben özümü 
    Allah'a teslim ettim." diye kendisini ve kendi benliğini tamamen Allah'a teslim 
    etmiştir. Muhammed, kendi varlığının kendisine değil Allah'a ait olduğunu 
    bilmiştir. O, yani, bana uyunuz, dediği zaman, Allah'ın karşısında yer almaya 
    çalışan, tanrılığı beşeriyete indiren bir benlik değil; aksine zavallı insanlığı 
    şirk ve bayağılık bataklığından kurtarıp Allah Teâlâ'nın yüce birliğine, en 
    büyük rızasına eriştirmek için görevlendirilmiş bir peygamberin kulluğuna 
    ve peygamberliğine yakışan bir vicdanla söylemiştir.
   Bu nokta 
    o kadar mühimdir ki, Allah'ın birliğine iman konusunda hiçbir şüpheye yer 
    bırakmamak için bu vicdana açık bir şuurla şehadet de şarttır. Yalnızca "Ben 
    şahitlik ederim ki, Allah'dan başka ilâh yoktur." şehadeti ile yetinildiği 
    zaman, hıristiyanların şüphesine benzer bir şüpheye veya Allah'ın beşeri bir 
    mahluk, bir bende yok olacağı tarzında bir vahdet-i vücud anlayışına ihtimal 
    ve imkan kalabileceği için, buna bir de "Ben şahadet ederim ki, Muhammed Allah'ın 
    kulu ve resulüdür." şehadetinin eklenmesi lüzumlu görülmüş ve İslâm'ın temeli 
    olmuştur. Zira tanrılık İsa'ya gelmiş ve Allah İsa'da yok olmuştur, batıl 
    inancında olan bir kimse, gerçekte Allah'ı inkâr etmiş ve yok saymış olduğu 
    halde yine de kendine göre diyebilir. Ve bunun altında, fakat Allah İsa'dır, 
    veya İsa'dadır gibi bir inanç da gizleyebilir. Yine bunun gibi bir başkası 
    da derken, fakat Muhammed Allah'dır veya Allah Muhammed'in şahsındadır gibi 
    batıl bir vahdet-i vücud inancı gizleyebilir. Halbuki katıksız şirk, katıksız 
    inkâr, Allah'ı görevlerinden soyutlayıp tatile çıkarmak ve hulûl inancı, nasıl 
    bir küfür ise; Allah'ı, kâinatta veya varlıklardan birinde yok olmuş saymak 
    sûretindeki vahdet-i vücud iddiası da öylece batıl bir inançtır ve öylece 
    küfürdür. Gerçek tevhid inancında Allah'dan başka herşey Allah'da fena bulacaktır, 
    her şey Allah'a irca olunur. Allah, kendisinden başka hiçbir şeye, hiçbir 
    varlığa irca olunmaz. Allah her şeyi örter ve kaplar, hiçbir şey Allah'ı örtemez, 
    kaplayamaz. Allah'ı ve Allah'ın âyetlerini örtbas etmeye çalışan kâfirleri 
    de Allah sevmez.
   32-İşte bütün 
    bu şüphelerden dolayı, açıkça peygamberliğe şahedet edilmedikçe, Allah'ın 
    birliğine, Allah'ın kendisinin şehadeti gibi gerçek bir şehadet yapılmamış 
    olacağından İslâm'da bu iki şehadetin birleştirilmesinin şart olduğunu ve 
    Allah'a itaat ile Resulüne itaatın birbirini gerektirdiğini ve Allah'ın rızasına, 
    mağfiretine, rahmetine ermenin ancak bu sûretle mümkün olacağını açıklamak 
    üzere; "De ki, Allah'a ve Resul'e itaat ediniz! Eğer onlar yüz çevirirlerse, 
    şunu bil ki, Allah kâfirleri sevmez." buyurulmuştur.
   Şu halde 
    bahis, tanrılıktan peygamberliğe geçmiş olmakla, Hz. Muhammed'in peygamberlik 
    özelliğini anlatmaya ve bütün gerçekleri ortaya koymaya gelmiştir. Onun peygamberliği 
    bir tekamül sistemi içinde ilâhî ıstıfa (seleksiyon) ya mazhar olmuş bir kadim 
    peygamber hanedanından geldiğini tesbit edip desteklemek üzere, herşeyden 
    önce, alelade insanlardan seçkin durumda olan peygamberliğin niteliğini ve 
    genel olarak bütün peygamberlerin yüce kadrini anlatmak için, daha sonra da 
    Hıristiyanlığın özüne ve içyüzüne geçip Hz. Meryem ile oğlu Hz. İsa'nın hallerini 
    ve dine davetindeki, tevhid inancına davetindeki tutumunu ve bu arada Hz. 
    Zekeriya ile Hz.Yahya'nın yüce kadrini beyan ederek, hem hak ve hakikatı dile 
    getirmek ve açığa çıkarmak, hem de bütün bunlar hakkında yahudilerin ve hıristiyanların 
    ifrat ve tefrit arasında bocalayıp duran tutumlarını iptal etmek; daha sonra 
    bunların Hz. İbrahim hakkındaki mücadelelerinin de kof olduğunu göstererek 
    onun, Yahudilikle ve Hıristiyanlıkla bir ilişkisi bulunmadığını ispat etmek 
    ve nihâyet bütün peygamberlerin, bir Allah'a ibadet ve itaatten başka bir 
    yol izlemediklerini, kendilerine veya meleklere veya diğer bir peygambere 
    ibadete davet etmek gibi bir ihtimal bulunmadığını, böyle bir şaibeden uzak 
    olduklarını ve binaenaleyh Hz. Muhammed'in peygamberliğinin bütün yönleriyle 
    sağlam temeller üzerinde bulunduğunu ve İslâm'dan başka bir din aranamıyacağını 
    beyan ve tebliğ ettikten sonra onun hükümlerinin uygulanmasına geçilmek için 
    evvela buyuruluyor ki:
   Meâl-i Şerifi 
    
  33- Gerçekten 
    Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu âlemler üzerine seçkin 
    kıldı.
   34- Bir zürriyet 
    olarak birbirinden gelmişlerdir. Allah her şeyi işitendir, bilendir.
  33- Burada 
    içinde yaşadığımız asrı en çok uğraştıran pek önemli bir ilmi kanun ile peygamberlik 
    meselesinin niteliği gösterilivermiştir. Şimdi Peygamberlik nedir? Peygamberlerin 
    diğer insanlardan ne farkı vardır? Ne için Allah, herkese bizzat emrini tebliğ 
    etmesin, kelâmını ve emirlerini anlatmasın da ayrıca peygamber göndersin? 
    Bunlara ne lüzum var mı diyeceksiniz?
   Bunu anlamak 
    için varlıkta ve özellikle canlı varlıklar dünyasında, hele hele akıl sahibi 
    olan canlılar dünyasında Allah'ın rablık sıfatının gereği olarak bir tekamül 
    (gelişme) ve ıstıfa (seleksiyon) kanunu vardır ki, bu kanun O'nun Rablığının 
    tanıklarından, ilim ve kudretinin, sonsuz rahmet ve inâyetinin kanıtlarından 
    birini teşkil eder. İşte peygamberlik meselesi, bu ilâhî geleneğin, bu hakikat 
    yolunun ve bu ilmî kanunun çerçevesinde ele alınacak olursa, peygamberlerin 
    nasıl olup da insanlar arasında fevkalade bir imtiyaza mazhar olabildikleri 
    başka delil aramaya ihtiyaç bırakmadan, bilimsel bir kesinlikle ve en akla 
    yatkın bir şekilde anlaşılır. Çünkü peygamberliğe mazhar olmayanların bunu 
    dış gözlem veya iç gözlem yoluyla bizzat tecrübe ederek bilmeye, anlamaya 
    çalışmaları abestir, boşunadır. Bunu anlamak için de âyetteki ve kayıtlarını 
    iyi anlamak lazım gelir. Istıfâ: Lüğatte bir şeyin safını, yani en saf ve 
    en halis olan özünü almaktır. Tasfiye bir şeyin karışığını, bulanıklık şaibelerini 
    giderip özünü çıkarmak, saf olanı karışık olandan süzüp ayırmak demek olduğu 
    gibi, ıstıfa da en safisini seçip almaktır. Bir madeni tasfiye edip cevherini 
    almak bir ıstıfa, o cevherler arasından herhangi bir şeye elverişli olanının 
    seçip almak da yine bir ıstıfadır. İşte lüğat anlamıyla ıstıfa böyle karışık 
    olanı seçip ayıklamaya, değişik maddelerden meydana gelmiş olan karışımları 
    ayrıştırıp amaçlanan yönde geliştirmeyi hedef tutan bir iradi fiil ve bir 
    iradi etkidir ki, yaratılışta bu fiil ve etkinin varlığını sürdürmesine bilim 
    dilinde "Istıfa Kanunu" deniliyor. Bunun frenkçesi seleksiyondur. Lüğat anlamıyla 
    ıstıfa genel olarak yaratılmış olarak bir varlık üzerindeki işlem olarak anlaşılır 
    ve yaratılıştan sonraki bir iş olarak ele alınır: Gül yapraklarından gülyağı 
    elde etmekte olduğu gibi... Burada söz konusu olan ıstıfa ise yaratılış sırasında 
    hakim olan Allah Teâlâ'nın ıstıfasıdır ki, asıl ıstıfa kanunu budur. Binaenaleyh 
    bunda tasfiye ile mevcut safiyi, saf olmayandan seçip ayırmak anlamından daha 
    fazla olarak safiyi yaratmak, ona vücut vermek mânâsı da eklenmektedir. Bundan 
    dolayı tefsir âlimleri bu ıstıfayı iki farklı anlamda tefsir etmişlerdir: 
    Birisi, ıstıfa yarattıklarının en halisi, mahlukatın en özü kıldı şeklinde 
    olan tefsirdir. Diğeri de "Yakışıksız sıfat ve niteliklerden ayıklayıp güzel 
    hasletler ve alışkanlıklar ile donattı." demek olan tefsir şeklidir.
   Şüphe yok 
    ki, ıstıfa bu ikinci mânâda daha açıktır. İmam Fahruddin Râzî bu ikinci mânâ 
    üzerinde yürüyerek, peygamberlerin yaratılışı üzerinde cereyan eden ilâhî 
    ıstıfayı, tabiatteki "Istıfa Kanunu" nazariyesine uygun düşecek bir şekilde 
    izah eylemiştir. Fakat bu izahın tamam olması için birinci tefsir şeklini 
    de dikkatten uzak tutmamak lazımdır. Zira ıstıfa kanunun akışında her aşamadaki 
    ıstıfa ikinci mânâyı akla getirirken, yani çirkin ve olumsuz özellikler atılıp 
    ayıklanırken, iyi ve olumlu özellikler ile donatılırken, o donatma mükemmel 
    olarak yeni bir yaratılışı da içine aldığından birinci manadan uzak değildir. 
    Bunun için Rağıb Isfahanî demiştir ki: "Allah Teâlâ'nın bazı kullarını ıstıfası, 
    bazan başkasında olan karışıklıktan, şaibeden safi olarak icad ile, bazan 
    da bundan ari olmayarak ihtiyar ve hükmüyle olur. ilh..." Demek ki, müfessirlerden 
    bazıları bunun birini diğer bazıları da öbürünü daha uygun bulmuşlardır. Hasılı 
    ilâhî ıstıfa, mutlaka safî olanı hem yaratmak, hem de seçmek ile ilişkilidir. 
    Şu kadar ki, bu yaratma ya başlangıçtadır veya sonradan ve ilâvetendir ki, 
    bu sayede bir safiden daha safisi, ondan da daha safisi ilh... meydana gelerek 
    sürekli bir tekamül mümkün olmaktadır. Başlangıçta maddesiz safi olarak yaratmak 
    dahi Âdem'deki karışıklıktan tasfiye edilmesi mânâsını da içine almaktadır. 
    Bu da bir çeşit ıstıfa demekse de ıstıfa sözünden normalde anlaşılan şey, 
    mevcut bir karışım üzerinde yapılan işlemdir. Böyle bir ıstıfa dahi yeniden 
    yaratmaktan uzak değildir. Bu sûretle ıstıfa, varlık düzenindeki yaratılış 
    olayında Allah Teâlâ'nın koymuş olduğu bir Rablık kanunundan başka bir şey 
    değildir. Onun koyduğu bir sünnet, yürürlükte tutup geçerli kıldığı kuraldır 
    ki, varlık düzeni içinde olup biten bütün değişmeler ve gelişmeler, ancak 
    bu kanunun hasıl ettiği fiil ve tesirler sayesinde olmaktadır. Yani ıstıfa, 
    varlık düzeni içinde yer alan çeşitli varlıkların bir sıfat olarak değil, 
    Allah Teâlâ'nın koymuş olduğu bir kanun, O'nun iradesinin eseri olan bir kuraldır. 
    Tekdüze olarak sürüp giden atalet ve ıttırad prensibine aykırı olan ve ilâhî 
    iradenin etkisine en büyük misal ve belge olan sebeplilik prensibi ile, sebeplerin 
    değişmesiyle sonucunda değişeceği genel ilkesine bir yönden benzeyen bu kanun, 
    tabiat icabı olarak öne sürülen nazariyeyi, devamlı olarak ve durmadan iptal 
    etmek için, hem her aşamasında ıttırad kanununu iptal eder, hem de ilme ve 
    sebeplerin sürekliliğine belge olmak için onu büsbütün ortadan kaldırmayıp 
    beraberinde sürükleyip götürür. Bu sûretle görülüyor ki, ıstıfa tekamülün 
    şartıdır ve birlikte mütalaa edilmesi lazım gelir. Bütün varlıkları bir tek 
    varlık şeklinde bir araya toplayarak, onları çeşitli varlık ve hayat basamaklarına 
    ayırarak, basitten mürekkebe doğru, veya noksanlıktan mükemmelliğe doğru en 
    uygun ve uyumlu bir sınıflandırmaya tabi tutan ve bu sayede beşerin bilim 
    ve teknolojisine dahi kendi sahalarıyla ilgili olarak uygun ve uyumlu bir 
    sınıflama temin eden bu ıstıfa kanunu, kâinattaki olayların hepsinde kendini 
    göstermekle beraber, en çok hayat olaylarında ve canlılar dünyasında, özellikle 
    de insanın yaratılış ve gelişmesinde pek çok olarak kendini göstermektedir. 
    Bu mütalaada başlangıçta maddenin basit ve safi, ya da karışık ve mürekkep 
    olarak yaratılıp yaratılmadığı bahislerine girmeye hiç lüzum görmeden, olayların 
    şimdiki durumda bilinen tekamül derecelerini nasıl kazandıklarını ve kazanmakta 
    olduklarını düşündürmek bile yeter. Şimdi şu karşımızda duran ve "âlem" denilen 
    karışık olaylar yumağını şöyle dikkatle bir düşünelim: Evvela bir feza (uzay) 
    ile birçok gök cismini içine aldığı görülen genel bir görünüm karşısında bulunuyoruz. 
    Ve bu manzarada gök cisimlerinin birbirlerinden ayrılmış ve farklı farklı 
    özellikler kazanmış olduklarını ve bu arada üzerinde yaşadığımız yer kürenin 
    de onlardan ayrılmış olduğunu görüyoruz. İşte bunların herbiri bize bir ıstıfa 
    örneği sunar. Sonra yer küremizi teşkil eden cisimler içinde üç temel kaynak 
    denilen madenler (toprak), bitkiler ve hayvanların birbirinden çok açık ve 
    mütekamil farklarla ayrılmış olduklarını görürüz; şöyle ki, ilk maddeden madenler, 
    madenlerden bitkiler, bitkilerden de hayvanlar gittikçe artan bir tekamül 
    ile gruplara ve türlere ayrıla ayrıla gelmiş gibi, bir gelişme düzeni ve tekamül 
    çizgisi gösteriyorlar. Maden adı altında birleşen ve madenleşme veya cevherleşme 
    denilen bir karışım, yine çeşitli tasfiye aşamalarından geçerek ve her aşamada 
    başka başka yeni özellikler kazanarak yepyeni bir cevher özünde ıstıfa edilip 
    çok çeşitli madenler zuhur ediyor. Yine her birinde çeşitli mertebede sınıflamalar 
    da görülüyor. Sonra başka birtakım özellikleriyle bitkiler karşımıza çıkıyor. 
    Bunlar madenlerde bulunan özelliklerden daha başka bir özellikle bambaşka 
    bir ıstıfa şeklinde gelişme, büyüme ve üreme gibi, özellikle topraklardan 
    silkinip bir yeni varlık manzarası arzediyor. Bu da yine kendi alanında, bitkilerin 
    sınıflandırılması ve türlere ayrılması sırasında bir çok ıstıfa aşamalarını 
    meydana getiriyor. Bunlar da her aşamada ıstıfa ve tekamüle uğruyorlar ki, 
    madenlerdekine göre bunlardaki ıstıfa ve gelişme çok daha açık olarak görülüyor. 
    Madenlerde milyonlarca yılda meydana gelen ıstıfa, yani cevherleşme bunlarda 
    bir iki nesil içinde ve çok daha hızlı biçimde oluyor. Üçüncü olarak bir başka 
    özellikleriyle hayvanlar âlemi geliyor. İlkel bitkiler ile ilkel canlılar 
    arasındaki fark bizim için ister bilinsin, ister bilinmesin, ama bunların 
    şimdiki durumda aralarındaki gelişmişlik farkı o kadar açıktır ki, hiç kimse 
    bir çiçekle bir kelebeği karıştırmaz; çiçeği dalından koparır, kelebeği de 
    kovalamaya mecbur kalır. Ve bilir ki, bitkisel hayat, kelebekte fazlasıyla 
    vardır. Fakat kelebekteki hayat çiçekte yoktur. Çiçek kelebek haline gelmek 
    için topraktan bir daha silkinmiş, daha mütekamil bir ıstıfaya mazhar olmuştur. 
    Bu sûretle bitkisel özellikler, hayvansal özelliklere eklenerek gelişmişlik 
    düzeninde bir de hayvansal varlıklar zuhur etmiştir. Bu da hayvanlar arasında 
    bir sınıflamayı gerektirmiştir ve hayvanlar da bitkilerden daha çok sınıflara 
    ayrılmıştır. İşte yer küremizde, onu öteki gök cisimlerinden ayıran ilk yaratıldığı 
    andan beri, onun üzerinde görülegelen bu değişimler içinde çok çeşitli ıstıfa 
    aşamalarından geçtiği o kadar açık seçiktir ki, bunda tabiat adı verilen ve 
    hep tekdüzelik özelliği anlamına gelen oluşlar her aşamada bir yeniden yaratılışa 
    tabi tutulmuş, alışılmışın aksine her aşamada bir harika eklenerek yeni bir 
    varlık şeklinde ortaya çıkmıştır. Tabiatta hiçbir olayın bir önceki olayla 
    eşit şartlarda ve aynen tekrar etmediğini, bu yüzden tam anlamıyla ve sanıldığı 
    gibi hiçbir değişikliğe uğramadan sürüp giden bir tabiat davasının batıl olduğunu 
    ilim ve tecrübe ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu değişiklik içindeki ıttırat 
    ve tutarlılıktan okunan bütünlük düzeninin kendi yaratıcısı ve düzenleyicisi 
    varlığın kendisi olmayıp, bu düzenleme özelliğinin varlıkların kendi içlerinde 
    bulunmadığı, daha açık bir ifadeyle, sonradan yaratılmış olan varlıkların 
    hiçbirisinin ne sebebi, ne de gayeleri kendi varlıkları içinde aranmamalıdır. 
    Bütün varlıklar bir araya toplanıp cem edildiği zaman illet-i küll denilen 
    ve hepsinin varlığına vücut veren esas sebebin bunların toplam varlığı içinde 
    yok olmayıp, tam aksine bütün varlığın o illet-i küll içinde fâni olacağı 
    ve Allah'ın birliğinin ancak bu illet-i bakiyeye ait olduğunu ve binaenaleyh 
    bütün âlemin de bir tabiat olmadığını gösteren açık bir delil ve şahit vardır. 
    Akıl ve ilim sahiplerinin bu ıstıfa sırrını pek iyi düşünmeleri lazım gelir. 
    Bu ıstıfayı yapan, varlıkları böyle bir asıldan ayırıp ayırıp peyderpey çoğaltan 
    ve türlere ayıran, onları tekamül ettiren gücün, âlemlerin yaratıcısı olan 
    Allah olduğunda şüphe eden hiçbir ilim sahibine tesadüf edilmemiştir. Şu kadar 
    ki, bir takım kimseler bu çeşitli tabiatların hep birbirinden doğarak geldiğine 
    ve her mükemmelin bir noksandan kendiliğinden çıktığına, her sonradan olandaki 
    ıstıfa kuvvetinin bir öncekinde yine kendiliğinden var olduğuna, değişmenin 
    de bu ıstıfanın eseri olduğunda şüphe etmemekle beraber ıstıfanın sebepsiz, 
    illetsiz ve gerekçesiz olduğuna ve bu suretle ıttırad, tam zıddı olan değişme 
    ve çeşitlenmeyi zorunlu olarak meydana getirdiğine ve bu çelişki içinde âdî 
    ve gelişigüzel bir tabiat kanunu olduğuna sahip olmak gibi bir çelişki içine 
    düşmüşlerdir. Bu noktada bugün tabiat biliminde ilim adamlarının iki çelişkili 
    teoride ısrar ettiklerini görüyoruz: 
  1- Diyorlar 
    ki, ıstıfa kanunu ve tekamül prensibi gereğince bütün varlıklar bir tek varlıktan, 
    bir tek kökten doğup çoğalmışlardır. Binaenaleyh bütün canlılar, bir tek ilk 
    canlıdan üreyerek veya değişerek gelmiştir. Ve bu tekamül ve bu ıstıfa bitkilerden 
    madenlere geçerek ta bir ilk maddeye kadar gerisin geri irca olunuyor. Binaenaleyh 
    insan dahi iptidaî canlılardan üremiştir.
   2- Her hayvan, 
    her bitki mutlaka ve behemehal kendi türünün bir tohumundan ürer veya doğar. 
    Pastör bunu tecrübeye bağlı olarak ispat etmiştir. Binaenaleyh tohumsuz bir 
    üreme olmayacağı gibi, mesela nohut tohumundan buğday çıkmaz, balık tohumunda 
    köpek çıkmaz, maymun tohumundan ayı doğmaz, hatta zatürre tohumundan tifo 
    mikrobu doğmaz.
   Görülüyor 
    ki, bu iki dava birbirine tamamen zıttır. Biri bilimsel ve doğru ise öbürü 
    değildir. Bugün herkes bilir ki, yer küremiz sonradan teşekkül etmiştir. Ve 
    üzerindeki hayvanlar da sonradan meydana gelmiştir. O halde bugünkü canlıların 
    başlangıcı olan tohumlar nasıl oluştu? Tabiat nazariyesine en uygun olan Pastör 
    nazariyesinde bu suâle cevap yoktur. Meğer ki, arzın değişimi ve sonradan 
    yaratılmış olduğu inkâr edilsin. Halbuki önceki nazariye ıstıfa ve tekamüle 
    dayanarak buna cevap verebilir; nice bin derece sıcakta kaynamakta olan maddelerden 
    ıstıfa ve tekamül kanunu ile gazları, sıvıları, katı cisimleri, madenleri, 
    bitkileri, hayvanları çıkarmak imkânını bulabilir. Fakat bunu bulmak için 
    olayların, nasıl maddedeki asıl ve zati çerçeveyi aşabildiğini ve o asıldan 
    daha gelişmiş, daha mütekâmil özellikler kazanabileceğini ve dolayısıyla hakiki 
    etkenin, maddenin kendisi değil, ona hükmeden ve ona etki eden, onun üstünde 
    istediği gibi tasarrufta bulunan bir yaratıcı gücün olduğunu kabul etmek gerekir. 
    Ve bunu itiraf edip söylemek için, tabiat davasından vazgeçip onu bir yana 
    bırakmış olduğunu ilan etmek lazım gelir, yoksa bu da kendi içinde kendisiyle 
    çelişkiye düşmüş olur. Istıfa ve tekamül kavramlarının tabiat fikri iddiasıyla 
    nasıl uzlaştırılabileceği sorulduğu zaman, değişiklik ifade eden ıstıfa ile 
    tekdüzelik demek olan ıttırad kanununun aynı tabiat kanunu olduğunu, bu ikisinin 
    tek ve aynı şey olduğunu söyleyenler, bir çelişkiden başka bir şey söylemiş 
    olmazlar. Bunlar ilmin esası olan ve gerçeğin kendi kendisine uygunluğu ve 
    sebeplilik kanununa küfretmiş olurlar. O zaman ne ilim kalır, ne bilgi, ne 
    bilen, ne bilinen, ne tabiat ne de varlık... Bu noktaya gelince bütün hakikatı 
    itiraf ederek ıstıfanın tabiattan değil, fakat mutlak kudretin sahibi olan 
    yüce yaratandan, O'nun iradesinden geldiğini ve binaenaleyh fıtrat denilen 
    yaratılışın tabiatten önceliğini itiraf etmek gerekir. Bunun içindir ki, ıstıfa 
    nazariyesinde irade terbiyesinin önemi pek büyüktür. Şu halde tabiat bilimleri, 
    tabiata aykırı harikaları inkâr ettirecek bir zaruret, bir kesinlik değildir. 
    Her zaman aksine oluşların ve yaratılışların mümkün olduğu bir alışılmışlık 
    anlamı ifade eder.
   İşte peygamberliğin 
    niteliğini anlatmaya yönelik olan ve Hz. İsa'nın yaratılışına dahi bir mukaddime 
    teşkil edecek olan bu âyette ıstıfanın zaruri bir mutlak ıttırad değil; tabiat 
    üstü bir fıtrat, bir üstün yaratış ifade eden bir ilâhî fiil olduğuna ve aslî 
    maddelerin zarureti ve kadim olduğu görüşünden de sarfınazar etmek gerekeceğine 
    bir uyarıdır. Binaenaleyh tabiat davasıyla her şeyi değişmez bir tekdüzeliğe 
    bağlayıp, onunla mukayese ederek izah etmeye, yaratılışta ayan beyan görülmekte 
    olan fevkalade terakki ve tekamülü, değişme, gelişme ve ayrışmayı inkâra veya 
    durdurmaya kalkışmak doğru bir yol değildir. Ve bu cümleden olmak üzere insan 
    tabiatı namına insanların hepsini fıtrat, kuvvet ve melekât bakımından aynı 
    seviyede saymamak ve bu suretle birçoklarında yok diye nübüvveti, risaleti 
    ve peygamberlerin mucizelerini imkansız, akıl dışı gibi zannetmemek ve İsa 
    meselesini de işte bu esas çerçevesinde anlamak lazım gelir. 
  34-Aslında 
    ıstıfanın iradeye bağlı olduğuna, ilim ve eğitimdeki önemine en büyük misal, 
    tabiat üzerinde iradesiyle tasarrufta bulunma kabiliyetine doğuştan haiz olan 
    insanoğlunun kendisidir. Onun daha ileri ve daha mükemmel bir ıstıfaya da 
    aday olduğuna dikkat çekmek için, beşerin ıstıfasından başlayıp insanoğlunun 
    bütün varlık içinde en gelişmiş, en çok ıstıfaya uğramış bir tür olduğunu 
    göstermiştir. Âyet yalnızca bunu göstermekle de yetinmemiş, bu ıstıfanın, 
    bugün birbirinin devamı olarak sürüp giden bu türün yaratılışında, başlangıç 
    noktası olan Âdem'in oluşumunu sağlayan tohumdan başlamayıp, doğrudan doğruya 
    kendisinden başlaması da ıstıfanın tabiatın kendiliğinden olan bir kanunu 
    değil, onun ilâhî iradeye bağlı bir kanun olduğunu ve sonra bu ıstıfanın, 
    yine ilâhî iradeyle "birbirinden gelen bir zürriyet olarak" ifadesi de nesilden 
    nesile süzülerek yapıldığını, artarak ve gelişerek tekamül ettiğini de göstermiştir. 
    İşte peygamberliğe mazhar kılınan zatların böyle bir ıstıfa ile diğer akıl 
    sahiplerinden daha seçkin ve daha özel bir ilâhî ıstıfa ile geldiklerini ve 
    bu arada en mükemmel bir ıstıfa mertebesiyle Âdem, Nuh, İbrahim soyu ve İmran 
    soyu zincirini izlediğini, İsa'nın İmran soyundan, Hatemül-Enbiya olan Hz. 
    Muhammed'in de İbrahim soyundan bulunduğunu ve şu halde gerek peygamberliği 
    inkâr vadisinde, gerek bunların yüce kadirlerinin inkârı konusunda gizli veya 
    açıkça söylenen sözleri veya beslenen fikirleri Allah Teâlâ'nın işitir ve 
    bilir olduğunu anlatmıştır.
   Artık birlik 
    ile çokluk, tabiat ile irade arasında bağlantı teşkil eden ıstıfa kanununu 
    ve bunun ifade ettiği tekamül ve terbiye sırrını hakkıyla düşünüp tasavvur 
    edenler en açık bir ilmî kesinlikle şu gerçekleri itiraf ederler:
  1- Her kanun, 
    kanun üstü bir yaratılış olayı ile başlar.
   2- Her olayın, 
    bir kanun olması zaruri değil, mümkündür. 
  3- Bir olayın, 
    kanun olması için tekdüze olarak sürüp gitmesi şarttır. Fakat her sürüp gidişin 
    onun zıddı olan bir ihtilafa dönüşmesi de zarurîdir. Binaen-aleyh varlığın 
    zaman içinde sürüp gitmesi, aynen ve ebediyyen böyle sürüp gideceği anlamına 
    gelmez; çünkü bu onun zatından gelen kalıcı bir özellik değildir, yeni yeni 
    benzer olayların tekrarıdır. Zatında bakîlik özelliği, varlığın değil, onu 
    yaratan Hâlikın sıfatıdır.
   4- Tabiat, 
    haddizatında değişmez bir zaruret değil, alışkanlığa bağlı bir zaruret ifade 
    eder. Binaenaleyh bugün algılanan bir tabiat, dünün veya yarının olaylarına 
    zaruri olarak hakim değildir.
   5- Türlerin 
    bireylerinde tıpatıp aynilik mümkün olmadığı gibi, mutlak eşitlik mümkün değildir. 
    Onlarda o türün ortalama özelliklerinin üstünde de, altında da kalan bir takım 
    belirgin özellikler, üstünlükler ve noksanlıklar daima vardır. Binaenaleyh 
    türün bütünlüğü ve birliği, gelişmeye veya gerilemeye engel değildir.
   6- Varlık 
    denilen bu çeşitli âlemlerden gelişerek temayüz etmiş olan çeşitli yaratıklar 
    arasında beşer nevi, hepsinden mükemmel bir ıstıfa ile varlık içinde kendini 
    göstermiştir. Istıfanın iradî olması meselesi özellikle insanda açıkça görülmektedir. 
    Beşeriyete ait olan bu gelişmişlik, ilâhî kemale en yakın olan ve madde ile 
    tabiat üzerinde en ziyade tasarrufa istidatlı bulunan bir kemale yöneliktir. 
    
  7- Peygamberlik, 
    beşeriyetin nevine mahsus bir özelliği değil, insan nevinde en mükemmel bir 
    ilâhî ıstıfadır. Bunu da ardarda sürüp giden, derece derece durmadan daha 
    mükemmele doğru yönelen bir ıstıfa zinciri takip etmiştir. Herhangi bir türde, 
    o türün fertleri, türün altında veya üstünde bir takım üstün özelliklerle 
    farklı olabildiği gibi, bu farklılık ve değişiklik beşer sınıfları ve fertleri 
    arasında daha fazladır. Hatta beşer fertleri ve sınıfları arasındaki farklılık 
    ve değişiklik o kadar çoktur ki, başka türlerde bu kadar çok farklılıkların 
    her biri bir başka cins sayılmaya bile layıktır. İnsanların hiçbirinin şahsî 
    hasletleri bir başkasına ölçü olmaz. Zeyd'in nefsi, vicdanı, duyguları ve 
    yönelişleri, bilgi ve iradesi, kabiliyet ve kabiliyetsizlikleri, arzusu ve 
    alışkanlıkları ile Amr'in nefsi ölçülemez. Beşeriyetin fertleri arasında çeşitli 
    hayvanları, hatta melekleri, cinleri ve şeytanları temsil eden karakterler 
    vardır; neler neler vardır. Hatta beşerin akılları bile ne kadar farklı farklıdır. 
    Beride henüz şahsiyeti gelişmemiş, burnunun ucundakini göremeyen bir akıl; 
    ötede mekanları, zamanları aşmış, şahsiyetinden çıkıp bir küllî ruh olmuş 
    diğer bir akıl ve ruh vardır. Ve "Akıl için yol birdir." misaline uygun düşen 
    akıl, esasen böyle küllî bir akıldır ki, gerçek kıvamını bulmuş, hakiki mebdeini 
    anlamış, şerikten münezzeh olan Hak Teâlâ'nın vahdaniyyet yolunu tutmuştur. 
    Binaenaleyh, insanın ıstıfasının pek güzel örneklerini veren böyle seçkin 
    akıllara beşer fertleri arasında çok bol olarak rastlanmaması, bunların ne 
    beşeriyetlerini, ne de gerçekten beşer içinde ileri ve üstün olduklarını inkâra 
    sebep teşkil etmez. Bunun gibi alelade akılların hayran olacağı, en yüksek 
    bir ilâhî ıstıfaya mazhar olmuş olan Allah'ın peygamberlerinin de ne beşer 
    türünden olduklarını, ne de türün üstünde olan imtiyazlı özelliklerini inkâra 
    aklen ve ilmen hiçbir sebep yoktur. Istıfa kanununu bilenler ve bütün sonuçlarıyla 
    birlikte genişce anlayabilenler, bunu kendi nefislerinde tecrübe etmeseler 
    bile, şüphesiz bir istidlal ile dolaylı olarak ilmen ve aklen anlayabilirler. 
    İnsan yok iken, insan tohumu da yok iken, insanı yaratıp meydana getiren Allah, 
    onu ıstıfa üzerine ıstıfaya tabi tutarak nesilden nesile ıstıfa ederek neler 
    yapmaz neler...
   İşte peygamberliğin 
    niteliği bu en büyük ıstıfanın eseridir. Ve bunun en büyük misali de Hz. Muhammed'in 
    peygamberliğidir. 
  Bunu Halîmî 
    gibi İslâm filozofları şöyle izah etmiştir: "Peygamberler, gerek cismani kuvvetlerde, 
    gerek ruhani kuvvetlerde başkalarına benzemezler. Dış ve iç duyuları gibi 
    idrak güçleri, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyuları, hafıza ve 
    zeka gibi zihinsel güçleri, aklî ve ruhî güçleri, yalnızca derece bakımından 
    değil, nitelik bakımından diğerlerinden farklı bir mükemmelliğe ve ulaşılabilecek 
    en üst düzeye sahiptir. Mesela, uzakları görmekle kalmazlar, arkadan ve perde 
    gerisinden de görebilirler. Başkalarının işitemediği sesleri, duyamadığı kokuları 
    işitir, duyar ve anlarlar. Şifâ-yı Şerif'de de ayrıntılı olarak açıklanmış 
    olduğu üzere Peygamber efendimizin cismanî ve ruhanî kuvvet ve melekeleri 
    ne kadar yüksekti. 
  Özetle yine 
    Fahruddin Razî Hazretleri der ki: "Bu konuda sözün tamamı şudur: Nefsi kudsî-i 
    Nebevî, normal şahsiyetlere bile nitelik yönünden ters düşen bir özelliğe 
    sahiptir. Yani onların şahsiyetlerinin hakikatı, beşer cinsi içinde en mükemmel 
    bir nevidir. Zekada, fetanette, hürriyette, yücelikte, cismani ve şehvani 
    güçlere hakimiyet ve üstünlükte özel bir mükemmelliğe sahip peygamberin kutsal 
    kişiliğinin gereklerindendir. Ruh şeref ve safada; beden taharet, temizlik 
    ve arılıkta son derece yüksek olunca şüphe yok ki, bedensel ve ruhsal güçlerin 
    hepsi kemalin son derecesine ererler. Zira bu kuvvetler ruhtan bedene doğru 
    feyiz saçarak akan nurlar mecrasındadırlar. Esas yapıcı ve alıcı güçler gelişmenin 
    son noktasında olunca onların ortaya koydukları eserler de son derece güçlü, 
    şerefli ve sâfî olacaktır. Binaenaleyh âyetin mânâsı şu olur: 
  Cenabı Allah, 
    yeryüzünde sakin olan canlılar arasından ve hatta melekler de dahil bütün 
    yaratılmışlar arasından Âdem'i seçip ıstıfa etti. Beşer soyu üzerinden henüz 
    bir üreme aşaması geçmediği halde o zamanki mahlukat arasında ve hepsinden 
    seçkin, saf ve temiz bir fıtrat üzerine yarattı. Bilmek gerekir ki, insan 
    insandan doğar mutad kural ve kaidesi ezelî ve zarurî bir kanun değildir. 
    Başlangıçta insan, insandan doğmadı. Bunun başka bir mahluktan doğduğunu farzetmekle 
    insan insandan doğar kaidesinin genelliği, ezelîliği ve zarurîliği sağlanmış 
    olmaz. Her ne olursa olsun, en az başlangıçta bir insan vardır ki, işte o 
    insandan doğmamıştır. Bu konuda zarurî, ezelî ve istisnasız genel ve küllî 
    olan bir kural varsa o da şudur: Her insan Allah'ın mahlukudur. Buna iman 
    eden hiç yanılmaz. Her insan insandan doğar, diye iman eden yanılır. Evet 
    Âdem'i o zaman ki mahlukattan daha üstün ve temiz bir fıtratla yarattı. Sonra 
    Cenab-ı Allah, ruhanî kuvvetlerin gelişmesini ve kemale ermesini Âdem'in soyundan 
    belli kısmına nasip etti, onları ürettirdi. Sonra Nuh'a, daha sonra İbrahim'e 
    geldi. Sonra İbrahim'den iki kol ayrıldı; İsmail ve İshak. İsmail, Hz. Muhammed'in 
    kudsî ruhunun zuhuruna ve seçilmesine başlangıç oldu. İshak da evlattan evlada 
    ta Âl-i İmrân'a kadar Yakup soyundan peygamberliğe ve İys silsilesiyle mülke 
    başlangıç oldu ve bu hâl Hz. Muhammed'in zuhuruna kadar sürüp gitti. Bütün 
    peygamberler zaman içinde âlemlerin en seçkinleri idiler. Nihâyet Hz. Muhammed'in 
    zuhuru ile gerek nübüvvet nuru, gerek mülk şerefi Muhammed aleyhissalatu vesselama 
    intikal etti."
   "Âl", kelimesi, 
    yakınlıkta ve mezhepte bir kişiye raci olandır.
   Âl-i İbrahim'den 
    murad, bütün müminler denilmiş ise de sahih olan âyette geçtiği üzere "Zürriyetimden 
    de Ya Rabbi, dedi. Allah buyurdu ki: zalim olanlar benim ahdime nail olamazlar." 
    (Bakara, 2/124) gereğince ilâhî ahdin içinde olanlar, onun zalim olmayan zürriyeti 
    ve özellikle Hz. Muhammed Mustafa'dır.
   Âl-i İmran'a 
    gelince: İmran da ikidir. Birincisi Hz. Musa ile Hz. Harun'un babaları, yani 
    Yakub'un oğlu Levi'nin oğlu Yashür'ün oğlu olan İmrandır. Bilindiği gibi, 
    Hz. Yakub'un babası İshak, onun da babası İbrahim'dir. Rivâyet olunduğuna 
    göre, bu İmran'ın da Meryem isminde bir kızı varmış ki bu kız Hz. Musa ile 
    Harun'un büyük kızkardeşleri oluyor.
   İkincisi 
    de Hz. İsa'nın anası Meryem'in babası olan İmran b. Metan'dır ki, bu da İyşa 
    oğlu Davud oğlu Süleyman peygamber soyundandır. Bu soy da yine Yakub oğlu 
    Yehuda'nın soyudur. Burada Âl-i İmran her ikisine de ihtimali bulunmakla beraber, 
    ikinci İmran'a ait olması âyetin siyakına göre daha açık ve kuvvetli görülmektedir. 
    Fakat genel anlamıyla gerek birinci ve gerek ikinci her iki İmran soyuna ait 
    olduğunu söylemek de yanlış olmaz. Bu iki İmran arasında bin sekiz yüz sene 
    geçtiği de söylenmiştir.
   Genel olarak 
    bu ıstıfa sırrı iyice düşünüldükten ve anlaşıldıktan sonra gelelim Âl-i İmran'a, 
    Meryem ve İsa'ya.
   Şimdi şu 
    kıssaları hatırda tutunuz. Bir Allah'tır işiten, bilen:
  Meâl-i Şerifi 
    
  35- İmran'ın 
    karısı: "Rabbim, karnımdakini tam hür olarak sana adadım, benden kabul buyur, 
    şüphesiz sen işitensin, bilensin." demişti.
   36- Onu doğurunca 
    -Allah onun ne doğurduğunu bilip dururken- şöyle dedi: "Rabbim, onu kız doğurdum; 
    erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu koğulmuş 
    şeytanın şerrinden sana ısmarlıyorum". 
  37- Bunun 
    üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu güzel bir bitki gibi 
    yetiştirdi ve Zekeriyya'nın himayesine verdi. Zekeriyya ne zaman kızın bulunduğu 
    mihraba girse, onun yanında yeni bir yiyecek bulurdu. "Meryem! Bu sana nereden 
    geldi?" deyince, o da: "Bu, Allah katındandır." derdi. Şüphesiz Allah, dilediğine 
    hesapsız rızık verir. 
  35-36-37- 
    Rivâyet olunuyor ki, Hz. İsa'nın ninesi, İmrân'ın karısının ismi Hanne binti 
    Fâzuka (Fâzuka'nın kızı Hanne), Hanne'nin kızkardeşi ve bir rivâyette Meryem'in 
    kızkardeşi İyşâ da Hz. Zekeriyya'nın karısı ve Hz. Yahya'nın annesiymiş. Peygamber 
    (s.a.v.) efendimiz: "Yahya ile İsa teyze oğullarıdır." buyurmuştu. 
  "Muharrer" 
    kelimesi, esasen iyice azadlanmış, halis, hür bırakılmış demektir ki, ibadette 
    ihlas sahibi (samimi) veya mabed hizmetçisi veya dünyadan âzâde mânâlarıyla 
    tefsir edilmiştir.
   "Mihrâb" 
    bilindiği üzere cami ve mescitlerin ön tarafında imamın duracağı belli yerdir. 
    "Zikr-i cüz, irade-i kül" (bir kısmın söylenmesiyle, o şeyin tümünü kastedme) 
    yoluyla mescide, aynı şekilde en şerefli, en ileri mevkiye de mihrab denilir. 
    Fakat burada mihrabdan maksat, mescidde merdivenle çıkılır bir mahfel olduğu 
    beyan ediliyor ki, Hz. Meryem, Zekeriyya aleyhisselam tarafından buraya konulmuş 
    ve burada muhafaza edilmişti.
   İşte ana 
    karnında babasından yetim kalan Hz. Meryem, böyle bir ruhaniyetle doğmuş ve 
    böyle bir mihrabda Allah katından özel nâiliyyet ile yetiştirilmişti. O mihrab 
    ki:
   Meâl-i Şerifi 
    
  38- Orada 
    Zekeriyya, Rabbine dua etti: "Rabbim! Bana katından hayırlı bir nesil ver. 
    Şüphesiz sen, duayı hakkıyle işitensin" dedi.
   39- Zekeriyya 
    mabedde namaz kılarken melekler ona: "Allah sana, Allah'dan bir kelimeyi doğrulayıcı, 
    efendi, nefsine hakim ve iyilerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler." 
    diye ünlediler.
   40- Zekeriyya: 
    "Ey Rabbim, benim nasıl oğlum olabilir? Bana ihtiyarlık gelip çattı, karım 
    ise kısırdır." dedi. Allah: "Öyledir, fakat Allah dilediğini yapar." buyurdu. 
    
  41- Zekeriyya: 
    "Rabbim! (oğlum olacağına dair) bana bir alâmet ver" dedi. Allah da buyurdu 
    ki: "Senin için alâmet, insanlara üç gün, işaretten başka söz söyleyememendir. 
    Ayrıca Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et". 
  38-39-40-41- 
    Allah'tan bir kelimeyi (yani İsa'yı) tasdik edici. Burada Hz. Yahya'nın, Hz. 
    İsa'yı ilk tasdik eden kimse olduğu zikrediliyor. Bu tasdik, Yahya'nın ana 
    karnına düşmesiyle başlamıştır. Çünkü "âkır", hayız ve nifastan kesilmiş çok 
    ihtiyar bir kadının hamile kalması da âdete aykırı bir şeydir. Şu halde Yahya, 
    Cenab-ı Allah'ın âdete aykırı şeyler yaratabileceğine fiilen bir şahittir. 
    Ve onun vücuduyla esas tasdik ettiği de "Allah dilediğini yapar." kelâmıdır. 
    Bu ise Meryem'in de, âdet dışı olarak, hamile olabileceğini tasdiktir. Bu 
    mânâ iledir ki, Yahya'nın anasının Hz. Meryem'e: "Benim karnımdaki, senin 
    karnındakini tasdik ediyor." dediği rivâyet ediliyor.
   Bir efendi: 
    Kerim (cömert), halîm (yumuşak), batıla tenezzül etmeden güzel şekilde insanların 
    rızasını (hoşnutluğunu) alır, yaşıtlarına üstün, başkanlığa layık, gücü, kudreti 
    varken, gerek kadın ve gerek diğer dünya şehvetlerinden nefsini son derece 
    koruyan ve zapteden, mücerred (soyut), namuslu, zahit, dünyayı terkeden. Bir 
    nebevî hadiste varid olduğu üzere bir hata yapmamış, kelime (Hz. İsa)yi tasdik 
    edici olan Yahya böyle bir efendi, böyle bir zahid, böyle bir salih peygamber 
    idi. Hz. Yahya'nın İsa'dan yaşça altı ay büyük olduğu çoğunlukla rivayet edilmiştir. 
    Bununla beraber üç yaş da denilmiştir. İşaret edilen (Yahya), İsa'nın göğe 
    kaldırılmasından önce şehit edilmiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle rivâyet 
    edilmiştir: "Dünyanın Allah'a karşı değersizliğindendir ki, Zekeriyya'nın 
    oğlu Yahya'yı bir kadın öldürmüştür." Meryem'in kefili, Yahya'nın babası olan, 
    kin ve iftiralarla şehit edilen Hz. Zekeriyya da böyle nezih ve fevkalâde 
    (olağanüstü) bir Rabbanî (ilâhî) mazhariyette bulunuyordu. Yine Âl-i İmrana 
    (İmran ailesine) gelelim.
   Şunu da hatırda 
    tutunuz. Yine bir Allah'tır işiten, bilen:
   Meâl-i Şerifi 
    
  42 - Hani 
    melekler: "Ey Meryem! Allah seni seçti, seni tertemiz yarattı ve seni dünya 
    kadınlarına üstün kıldı.
   43- Ey Meryem! 
    Rabbine divan dur ve secdeye kapan ve rüku' edenlerle beraber rüku' et" demişlerdi.
   42-43- Hz. 
    Meryem böyle bir ilâhî seçeneğe tertemiz, pampâk idi. Çirkin hallerden, yahudilerin 
    iftiralarından uzak ve temiz idi. Hiçbir kadında görülmemiş bir şekilde Hz. 
    İsa'ya anne olması yönüyle, dünyadaki kadınların hepsinden üstün oldu. Bu 
    seçmenin eseri ve bu temizliğin iyilik alâmeti olmak üzere ibadet ve taat 
    ile meşgul olur, Rabbinin divanına durur, kaşını gözünü kaldırmaz, dualar 
    eder, secdelere kapanır, namaz kılar, asilerle değil, namaz kılan taat ehli 
    cemaat ile beraber olur, "Beyt-i Makdis"de ibadet ederdi. Böyle yapması için 
    kalbinde meleklerin kendine ilham ettiğini duyar ve bu emirlere uyardı. Yahudilerin 
    ve hıristiyanların bilinen ve görünen namazlarında rüku' bulunmadığına göre 
    "rüku' edenlerle rüku' et" ifadesinde rüku'un mânâsı, namaz veya taat ve şükür 
    veya İslâm'dakinden başka bir şekil veya aynen öyle olması hakkında tefsirciler 
    çeşitli açıklamalarda bulunmuş ve aynı zamanda "rüku' edenler" ile beraberliğin 
    mânâsı da açıklanmıştır. Her halde kıyam (ayakta durma), secdeler ve rüku'un, 
    namazın erkanı (içindeki farzları)nı ve "râkiîn", cemaati ifade ettiği açık 
    olduğundan, Meryem'in namazında bir rüku' bulunduğu meydandadır. Maiyyet (beraberlik) 
    ise Meryem sûresindeki "Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti" (Meryem, 
    19/17) âyetinin delaletiyle perde arkasından cemaate uymakla tefsir edilmiştir. 
    Bununla beraber mutlak (kayıtsız) da olsa Meryem'in, erkekle beraber ancak 
    cemaatla namaz halinde bulunduğunu anlatır.
   Ey Muhammed!
   Meâl-i Şerifi 
    
  44- İşte bu, 
    sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. (Yoksa) "Meryem'i kim himayesine 
    alıp koruyacak?" diye kalemlerini (kur'a için) atarlarken sen yanlarında değildin. 
    (Bu hususta) Tartışırlarken de yanlarında bulunmadın.
   44-Bundan 
    dolayı senin uyulması zorunlu bir büyük peygamber Muhammed Mustafa olduğunda 
    ve bu haberlerin hak vahy bulunduğunda şüphe yok.
   Bu hatırlatmanın 
    sonunda ve düşmanlık noktasında Meryem'in seçimiyle ilgili olarak İsa kıssasınında 
    bütün gerçeklerini anlatmak için şunları an:
   Meâl-i Şerifi 
    
  45- Melekler 
    şöyle demişti: "Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor 
    ki, adı Meryem oğlu İsa Mesih'dir; dünyada da ahirette de itibarlı, aynı zamanda 
    Allah'a çok yakınlardandır. 
  46- Beşikte 
    de, yetişkin çağında da insanlarla konuşacak ve iyilerden olacaktır.
   47- (Meryem): 
    "Ey Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?" dedi. 
    Allah: "Öyle ama, Allah dilediğini yaratır, bir şeyin olmasını dilediğinde 
    ona sadece 'ol!' der, o da hemen oluverir." dedi.
   48- Allah 
    ona kitab (okuma ve yazmay)ı, hikmeti ve Tevrat ile İncil'i öğretir.
   49- Allah 
    onu İsrailoğullarına (şöyle diyecek) bir peygamber olarak gönderir: "Şüphesiz 
    ki ben size Rabbinizden bir âyet (mucize, belge) getirdim: Size, kuş biçiminde 
    çamurdan birşey yaparım da içine üflerim, Allah'ın izniyle o, kuş olur; anadan 
    doğma körü ve alacalıyı iyileştiririm ve Allah'ın izniyle ölüleri diriltirim. 
    Evlerinizde ne yiyor ve neleri biriktiriyorsanız size haber veririm".
   50- "Önümdeki 
    Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak 
    için (geldim) ve Rabbiniz tarafından size bir mucize getirdim. Artık Allah'tan 
    korkun da bana uyun". 
  51- "Şüphesiz 
    Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Onun için hep O'na kulluk edin! 
    İşte bu, doğru yoldur".
   45-46-Mesih 
    kelimesi İbranice aslında "mübarek" mânâsında "meşih"tir ki, İsa'nın lakabıdır. 
    "İsa'nın, "iyşu' "nun Arapçalaşmışı olduğu geçmişti.
   Kelime: Nahiv 
    ilmi terimi olarak, "müfred (tek) bir mânâya konmuş kelimedir ki, isim, fiil, 
    harf veya edat ismiyle üç çeşittir. Mürekkeb (birleşik)lere ve lafız (kelime)dan 
    başkasına söylenmesi mecazdır. Mantık teriminde ise "kelime" nahivdeki fiil 
    demektir. Burada isme karşılık olma karinesiyle bu mânâ daha yakın görünüyor.
   Râğıb, "el-Müfredat"ında 
    der ki: "Kelm, duyma veya görme (gibi) iki histen biriyle idrak olunan (algılanan) 
    bir tesirdir. Bunun için tesiri açık bir cerh (yaralama) mânâsına gelir. Kelâm 
    ise duyma hissiyle anlaşılır. Kelam, dizilmiş kelimeler ile içerdiği mânâlara, 
    tümü itibarıyla, ıtlak edilir. Nahiv'de bunun bazan bir kısmı olan isim veya 
    fiil veya edatlara da denirse de, çoğunlukla birleşik ve müfid (bir anlam 
    ifade eden) cümleye denilir. (Yani kelâm, bizzat kastedilen cümledir). Bundan 
    dolayı Nahiv'de "kelâm", "kavil"den daha özeldir. Zira "kavil", müfret (tekil) 
    de olabilir. Kelime ise Nahiv'de isim veya fiil veya edat üç çeşit kelâmın 
    fertlerinden her birine ıtlak edilir. Bununla beraber "kelime" ıtlakı bu üçle 
    sınırlandırılmış değildir. Bir kelâm, bir kasîde, bir kitap, sözlü ve fiilî 
    bir hüküm, bir önerme bir şey... kelime olur ki, Kur'ân'da bunun birçok misalleri 
    vardır. Kelime-i tevhid, kelime-i İsa ve diğerleri bu cümledendir". Demek 
    ki "kelâm" denmesinde esas, bizzat veya vasıtalı duyma tesiri altında bir 
    mânâ telkin etme yönüdür. Kelâm, böyle bir araçdır. Kelime ise gerek duymanın 
    ve gerek görmenin etkisi altında mânânın telkini yönlerinden daha geneldir. 
    Mesela ağızdan çıkan mânâlı sesler veya kitapta yazılan mânâlı yazılar kelime 
    olduğu gibi, âleme bir bakıldığı zaman, bakışta seçkinleşen ve gözden gönüle 
    geçip duygu tesiri altında az-çok bir mânâ telkin eden varlıklar ve görünen 
    yaratıklar da birer kelimedirler ki, Hz. İsa da bunlardan biri idi ve Meryem'e 
    böyle bir tesir ile geldi.
   Allah tarafından 
    garip bir kelime, bir fiil ve tesir, normaldışı bir yaratma işi, mânâlı bir 
    eser. Burada buyurulmayıp da kelimenin nekre (belirsiz) olarak getirilmesi 
    şu nükteleri ifade eder: Evvela bu kelime tanınmadık, garip, âdet dışı bir 
    kelimedir. Ve bu sebeple İsa'nın hüviyetini teşkil eder. Gerçekte İsa'nın 
    yaratılışı bilinen âdetin dışındadır. kaydı da bunun vasıtasız bir yaratma 
    ve bundan dolayı âdet dışı bulunduğunu ve aynı zamanda bu kelimenin batıl 
    olmayıp, bir "hak kelime" olduğunu gösterir. deki ibtidaiyyedir. İkinci olarak, 
    bu bir kelimedir, fakat kelime bundan ibaret değildir. Çünkü nekreler, yaygın 
    fertlere delalet ederler. Buna göre Allah Teâlâ'nın daha başka kelimeleri 
    bulunduğu unutulmamalıdır. "De ki: 'Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz 
    mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, deniz tükenir'. Yardım için 
    bir o kadarını daha getirsek (yine yetmez)." (Kehf, 18/109). Ki o kelimenin 
    ismi, Mesih İsa b. Meryem (Meryem'in oğlu İsa Mesih)dir. Allah'dan bir kelime 
    ki, ismi Meryem'in oğlu İsa Mesih. İşte hıristiyanların "ekânîm-i selâse" 
    (üç esas: baba, oğul, Rûhu'l-kudüs) diye, teslis (üçleme) ve te'lih (tanrılaştırma) 
    eyledikleri ve üç şahıs dedikleri İsa'nın hüviyeti. Biri lakab olmak üzere 
    iki isim; bir müsemma (isimlenen), bir sıfat, sonra da açıklanacak vasıflar. 
    Şu halde İsa bir oğuldur, fakat Meryem'in oğludur, haşa Allah'ın oğlu değildir. 
    İsa, Mesih'tir, mübarektir, Rûhu'l-kudüs ile te'yid edilmiştir. İsa, Allah'tan 
    bir kelimedir, fakat kelimelerin tümü değildir. Hem de tekdir, çoğul değildir. 
    Allah'dan bir kelimeye, Allah'ın bir kelimesi denebilirse de, Allah denemez. 
    İsa bir kelime olmak üzere, Allah'a bağlıdır. Bir oğul, bir çocuk olmak üzere 
    ise ancak Meryem'e bağlıdır. "Dünyada da ahirette de itibarlı, aynı zamanda 
    Allah'a çok yakın olanlardandır. Beşikte de, yetişkin çağında da insanlarla 
    konuşacak ve iyilerden olacaktır." Bu dört de o kelâmının halleridir ki, bir 
    âyet sonra geri kalanı da gelecektir.
   Vecîh: Vecâhetli, 
    şeref sahibi, yani kuvvetli, şerefli, itibarlı, dünyada peygamberliğinin şerefi, 
    ahirette şefaatinin itibarı ve cennette derecesi yüksektir. Şu kadar ki "O'nun 
    izni olmaksızın, O'nun katında şefaat edecek olan kimdir?" (Bakara, 2/255) 
    âyeti unutulmamalı. Sade şerefli değil, mukarrabînden de, Allah Teâlâ'ya pek 
    yakın olanlardan ve rıdvân-ı ekberi (en büyük rızası)ne erenlerden ki "İyilikte 
    öne geçenler (mükafatta da) öne geçenlerdir. İşte onlar Allah'a yakın olanlardır." 
    (Vâkıa, 56/10-11) âyeti bunu dile getirmektedir. Halbuki bazıları itibarlı 
    olur da, mukarreb (Allah'a çok yakın) olmaz. Ve İsa gibi daha nice mukarrabîn 
    vardır. Fakat cahiller bunun Allah'a yakınlığını, uluhiyette (ilâhlıkta) aynılık 
    veya ortaklık zannettiler. 
  Kehl: Kuvvetini 
    toplamış, gençliği kemaline ermiş olandır ki, çoğunlukla otuzdan sayarlar. 
    Beşikteyken ve büyükken insanlara söz söyler bir halde olması, Meryem sûresinde 
    gelecek bir mucizesini veya kelime denmesinin sebebini açıklama mânâsından 
    başka; dünyada olgunluk yaşına kadar yaşayacağını müjdeleme ve özellikle hudûsü 
    (sonradan olma olduğu)nü, çocukluk ve olgunluk gibi halden hale, tavırdan 
    tavıra değişme ve geçişini anlatma ile hakkındaki ilâhlık iddiasının batıllığına 
    tenbihi de içerir.
   47- Meleklerin 
    müjdesi üzerine Meryem kalb ve vicdanında kendisinden hiçbir şüphesi bulunmadığı 
    ve kelimenin garibliğini de duyduğu için, doğrudan doğruya Rabbine dönüp ve 
    yalvararak: "Ey Rabbim! Bana hiçbir beşer dokunmamışken benim için çocuk nereden 
    veya nasıl olur?" diye hayretle sordu. Rabbi de: "Allah böyle, ne dilerse 
    yaratır ve takdir eder; O, bir işi kesinlikle istedi mi sadece 'ol!' der, 
    o da oluverir." diye onu vicdanında tasdik, kaza ve ilâhî kudreti bilenler 
    için bunda garib ve uzak görecek bir taraf olmadığını anlattı. Kelimenin sırrı 
    da işte bu, idi.
   48-49-50-Allah 
    bunu anlattı, şunları da anlattı: "Allah ona kitabı ve hikmeti öğretti". Burada 
    "kitab", kitâbet (yazı yazmak) mânâsına masdardır. Demek ki Hz. İsa yazı yazmasını 
    bilir bir bilgin idi. Mucizelerde "Allah'ın izniyle" sınırlamasının tekrarı, 
    bunların hıristiyanların iddia ettikleri gibi İsa'nın tanrılığına değil, yaratıcısının 
    uluhiyetine delalet edeceklerini kuvvetle açıklamak içindir.
   İşte ilâhî 
    takdirde İsa böyle bir kelime idi. Hiçbir sebebe mahkum olmayan Allah Teâlâ'nın 
    birliğine ait kudreti işbu âyetinden anlaşıldığı üzere, kelimelerin mânâya 
    delaletleri gibi, yaratılışı ve ahlâkı, ilim ve hikmeti, kitap ve yazması, 
    fiilleri ve sözleri ile delalet ederek anlatacak bir âyet, bir hak alâmet 
    olacak, İsrailoğullarına bir peygamber olarak gelecek, değişmez sanılan âdetler 
    dışında dört mucize gösterip imana davet edecek, önündeki Tevrat'ı tasdik, 
    te'yid ve yasaklanan bazı şeyleri onlara helal edecek, gelişinin tek sebebi 
    ve bütün mucizelerinin gayesi tek bir âyeti anlamaktan ibaret olduğunu söyliyecekti 
    ki, bu âyet de şu idi: Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz, hiç şüphe 
    yok ki Allah hem benim Rabbim, hem sizin Rabbinizdir. Şu halde O'nu mabud 
    tanıyınız, O'na ibadet ve kulluk ediniz. İşte sırat-ı müstakîm (doğru yol). 
    Demek ki, bir kelime olan İsa'nın ifade edeceği meâl, bu bir âyet olacaktı.
   Şimdi, "Acaba 
    Allah tarafından meleklerin müjdesi ve Allah'ın takdiri ve vaadi yerini buldu 
    mu? Kelime kuvve (niyet)den fiile çıktı mı? İsa, bu haller ve vasıflarla gelip 
    bu daveti yaptı mı?" gibi sorulara lüzum yoktur. Bunun cevabı da bu açıklamanın 
    içindedir. Bir kere ta yukarda "Muhakkak Allah sözünden dönmez." (Âl-i İmran, 
    3/9) olduğu malum. Sonra meleklerin yalan söylemeyecekleri açıkça belli olmakla 
    beraber, Meryem'in buna bizzat yalvarmakla aldığı cevap da malum. O halde 
    kelimenin hayal olmadığını anlatmak için ile mukayyed (sınırlanmış) olması, 
    melekler ile gelmesi, gerçekleşmesine delil olduğu gibi, deki de bu bapta 
    şüpheye yer bırakmamış, bundan başka bu gerçekleşme (Âl-i İmran, 3/52) da 
    "fasîha fâsı" ile görülen âlemde de gösterilmiştir. Bundan dolayı İsa bu hüviyet, 
    bu haller ve vasıflar, bu din ve davetle bir peygamber olarak geldi: "Size 
    bir delil getirdim, Allah'tan korkun, bana itaat edin, muhakkak ki Allah benim 
    de, sizin de Rabbinizdir, ona ibadet edin, bu doğru bir yoldur." dedi ve onun 
    bütün hayat ve daveti, bir tek âyetin mânâsından ibaret oldu. İsa: "Bana itaat 
    ediniz" dediği zaman, "Beni Allah tanıyınız, bana kul olunuz." demiyordu. 
    Ancak "Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kul olunuz, yalnız O'nu mabud tanıyınız, 
    doğru yol budur." diyordu. Doğru yol, hak din olan İslâm'dan başka bir şeye 
    davet etmiyor. "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana itaat ediniz ki, Allah da sizi 
    sevsin." (Âl-i İmran, 3/31); "Allah'a uyun ve peygambere uyun." ; (Mâide, 
    5/92) "Ben de kendimi Allah'a teslim ettim, bana uyanlar da." (Âl-i İmran, 
    3/20); "Müslüman olunuz." (Hacc, 22/34; Zümer, 39/54) diyen Muhammed Resulullah'ın 
    davetinden başka bir şey yapmıyordu. "Allah katında din İslâmdır." gerçeğinden 
    başka bir iddiada bulunmuyordu. "Allah kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik 
    etti. Melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka ilâh olmadığına adaletle 
    şahitlik etti. O, azizdir, hakimdir" (Âl-i İmran, 3/18) âyetiyle şahidliğinden 
    başka, bir şahitlik yapmıyordu. Özetle İsa'nın kelimesinin, kelime-i tevhidden 
    başka hiçbir mânâsı yoktu. İlâhî kitapların, kuvvetli naslarına karşı, "Biz 
    onun ruhunu ararız, ruhuna bakarız." diye müteşabih âyetler arkasında dolaşmak 
    isteyenlerin bilmesi gerekir ki, işte Tevrat'ın ve İncil'in de yegane ruhu 
    bu tevhidden ibarettir. 
  51-İsa ancak 
    bu mânâ, bu ruh bakımından bir rûhullah (Allah'ın ruhu) idi. Bu kelime de 
    bu mânâda, bu ruhta Yahya nasıl İsa'yı tasdik eden bir müjdeci olarak gelmiş 
    ise, İsa da Muhammed (s.a.v.)'i öylece tasdik ederek gelen bir müjdeciydi. 
    Sonra Hz. Muhammed de işte bu kitap ile, bu furkan (hak ile batılı ayırıcı) 
    ile herşeyi tasdik edici olarak gelmiştir. İsa "Şüphe yok ki Allah, benim 
    de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O halde O'na ibadet edin." derken Musa gelseydi, 
    "hayır" diyemez, İsa'yı önceden tasdik ettiği gibi tasdik ederdi. Şimdi Muhammed 
    Resulullah "Allah'a ve Peygamber'e uyun." diyerek bu gerçeği tebliğ ederken, 
    bütün peygamberlerle beraber İsa da gelseydi "evet" diye Hz. Muhammed'i tasdik 
    ve tebliğine uymaktan başka bir şey yapmazlardı. Bu bilindikten sonra İsa'nın 
    terceme-i hâli (özgeçmişi) hakkında meselenin aslı ile ilgisi olmayan ayrıntıları 
    bırakalım da onun davetinin neticesine ve son haline gelelim: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  52- İsa onların 
    inkârlarını hissedince: "Allah yolunda yardımcılarım kim?" dedi. Havariler: 
    "Allah yolunda yardımcılar biziz. Allah'a iman ettik. Şahit ol ki, biz muhakkak 
    müslümanlarız." dediler. 
  53- Ey Rabbimiz, 
    senin indirdiğine iman ettik, o peygambere de uyduk. Artık bizi şahidlerle 
    beraber yaz. 
  54- Onlar 
    hileye başvurdular, Allah da onların tuzağını boşa çıkardı. Allah hileleri 
    boşa çıkaranların en hayırlısıdır. 
  55- O zaman 
    Allah şöyle dedi: "Ey İsa, şüphesiz ki seni öldüreceğim, seni kendime yükselteceğim 
    ve seni inkârcılardan temizleyeceğim. Hem sana uyanları, kıyamete kadar o 
    küfredenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz banadır, ayrılığa düştüğünüz 
    hususlarda aranızda hükmedeceğim". 
  56- "İnkâr 
    edenlere gelince, onlara dünyada da, ahirette de şiddetli bir şekilde azab 
    edeceğim, onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır".
  57- "İman 
    edip iyi işler yapanlara gelince, Allah onların mükafatlarını tastamam verecektir. 
    Allah zalimleri sevmez".
   52- İsa'nın 
    tevhide daveti üzerine İsrailoğullarının az bir kısmı iman etmiş, çoğunluğu 
    etmemişti. İman etmiyenler bilinen küfürlerini, kötü niyetlerini İs'ya hissettirdiler. 
    İsa da bunlardan bu küfrü hissedince dedi. Kendine, özü Allah'a doğru yardımcılar 
    aradı. Bu cümlede, "ilallah" kaydının, "Ensar"dan veya "yâ"dan hâl olmasına 
    ve nın mânâsına göre, çeşitli mânâlara ihtimali vardır. 
  1- Ben Allah'a 
    giderken yardımcılarım kimler? 
  2- Allah'a 
    teslim ve uymuş olarak bana yardım edecekler kimler?
   3- Benim, 
    Allah için yardımcılarım kimler?
   4- Allah 
    ile beraber olup, yardımcım olacak yardımcılarım kimler? 
  5- "Allah'a 
    iman etmiş ve müslüman olmuş, nefsini Allah'a teslim etmiş olup da, yardımını 
    Allah'a bağlayarak ve Allah rızasından başka bir şey düşünmeyerek bana Allah 
    yardımı yapacak, özetle özü Allah'a bağlı, Allah'a doğru yardımcılarım, dostlarım 
    kimler?"
   Bu mânâ hepsini 
    toplayıcıdır. Cevap da buna daha uygundur. Hz. İsa'nın bu isteği ilk olarak 
    bir sosyal tesir yapıyordu. Kelime başlangıçta Meryem'in rahminde ilâhî seçim 
    ile cisimlendiği gibi, şimdi de dışarda belirlemeye başlıyordu ki, İsa'nın 
    dünyada itibarı bununla olacaktı. Bu andan itibaren tevhid dini maneviyatta 
    kalmayacak, maddiyata da geçecekti. Bu isteğe, İsa'nın ölüyü diriltme mucizesinin 
    kazanç meyvesi olan en güzide ashabı (arkadaşları) havarîler cevap verdiler:
   Havariler 
    bir ağızdan dediler ki: O Allah yardımcıları, Allah dostları biziz. Yani biz, 
    Allah için sana yardımcıyız. Zira sana yardım, Allah'a dostluktur, Allah rızasına 
    uygundur. Çünkü sen O'nun peygamberisin. Bundan, "Sen Allah değilsen, biz 
    sana yardım etmeyiz." gibi veya "Sen Allah'sın, şu halde biz de senin yardımcılarınız." 
    gibi bir kötü anlam çıkmaması için sözlerini açıklığa kavuşturdular. Yani 
    biz Allah'a iman ettik ve sen şahit ol ki biz şüphesiz müslümanız, Allah ve 
    Resulüne itaat ediciyiz. İşte nasaraya (hıristiyanlara), nasârâ (hıristiyan) 
    denmesinin sebeplerinden birisi, İsa ile havarîler arasındaki bu yardım anlaşmasıdır. 
    Onlar o zaman böyle müslüman ve Allah'ın birliğine inanmış idiler. Bununla 
    İslâm dinine ve Muhammed aleyhisselâma ait davete de manevi bakımdan ikrar 
    vermişlerdi. 
  53-Bunun için 
    havariler cevaplarını şu dua ile bitirdiler: Ey Rabbimiz, biz senin indirdiğin 
    emre inandık ve peygambere (yahut o resûle) uyduk, şu halde bizi yalnız bir 
    şahid olan İsa ile değil, birliğine şahitlik eden bütün erbâb-ı şühûd (şehadet 
    ehli) ile beraber yaz. Yani melekler, peygamberler, ilim sahipleri ve özellikle 
    "Siz insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun." (Bakara, 2/143) 
    âyeti gereğince ahirette bütün ümmetlere şahit olacak olan o peygamber Muhammed 
    ve ümmeti ile yaz. Görülüyor ki "şahitlerden" demediler, "şahitlerle beraber" 
    dediler. Zira biliyorlardı ki kendileri "şahidlerden" değildiler. Hz. İsa, 
    havarilerin İslâm'ına ve bu duasına şahit olduğu gibi, Muhammed (s.a.v.) ve 
    ümmeti de buna şahitlik eder. Havariler, manevî bakımdan, Muhammed ümmeti 
    ile beraberdir. Muhammed ümmeti de Hz. Muhammed ile beraber peygamberlerin 
    tümüne; "Peygamberlerden hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz." (Bakara, 2/285) 
    diye şahitlik yaptıklarından, Hz. Muhammed ve ümmeti, Hz.İsa'yı ve havarileri 
    beraberlerine almışlardır.
   Yuhanna İncili'nin 
    birinci babında yahudilerin, "Sen kimsin?" diye sorularına karşı Hz. Yahya'nın 
    Mesih'e (İsa'ya) şahitliği hakkında şöyle bir kıssa vardır: "Yahya inkâr etmeyerek, 
    'Ben Mesih değilim.' diye ikrar etti. 'Öyle ise nesin, İlyâ mısın?' diye sorduklarında; 
    'O da değilim." dedi. 'Sen o peygamber misin?' dediklerinde, 'Hayır' diye 
    cevap verdi. O zaman, 'Sen kimsin söyle ki, bizi gönderenlere cevap verelim. 
    Kendi hakkında ne dersin?' dediler, 'Ben Eş'ıya peygamberin dediği gibi, Rabbin 
    yolunu doğrultunuz, diye çölde çağıranın sadasıyım.' dedi ve o gönderilenler 
    firisilerden idiler ve ona sorarak: 'Öyle ise sen Mesih yahut İlya, ya o peygamber 
    olmadığın halde niçin vaftiz ediyorsun?' dediler. Yahya onlara cevap olarak: 
    'Ben su ile vaftiz ederim...' dedi." (İstanbul'da basılmış Türkçe İncil Tercemesi, 
    1930). İşte burada "er-Resul", "en-Nebiyyu" tercemesi olan "o peygamber", 
    "şol peygamber", Tevrat'ta Musa'ya benzer, "Musa gibi bir peygamber" olarak 
    geleceği açıklanan o peygamberdir ki, Hz. Yahya'nın şahitliğiyle o peygamberin 
    ne Yahya, ne kendisi, ne de Mesih olmadığı açıklanmıştır. bunun için İncil'e, 
    Yahya'ya, Mesih'e iman, gelecek olan "o peygamber"e de imana bağlıdır. Şu 
    halde havariler Hz. İsa'yı diye şahid getirdikten sonra Allah'a diye dua ettikleri 
    zaman "inzal ettiğin" cümlesinde şüphesiz "ol peygamber" de dahil olmakla 
    den kasıtları ya bi'l-ibâre (metin ile) veyahut İsa'ya veya resul cinsine 
    uymanın gereği olmak üzere bi'l-işâre (metnin işaretiyle) Muhammed Resulullah'a 
    bakmakta veya kapsamaktadır. Lafzı itibariyle değilse bile mânâ bakımından 
    şamildir ki "Allah'a ve Resule uyun." emrinden beri kelimesinin ilk defa burada 
    tekrar etmiş olması bakımından bunun yalnız e masrûf (çevrilmiş) olmayıp, 
    bütün peygamberlerin tasdikçisi olan o Resule, "o peygamber"e bağlanması ve 
    bu şekilde Resul cinsini kapsamına alması sözün gelişinin tümüne daha uygundur. 
    Bunlar düşünüldüğü zaman duasının tefsir yönü de anlaşılır. "Allah'a inandık, 
    herşey Rabbimizin katındandır." (Âl-i İmran, 3/7) "Allah daha iyi bilir."
   54- Havariler 
    öyle dedi, diğerleri de hile ve su-i kast yaptılar. Bu zamirin lafız bakımından 
    yakınlığı sebebiyle havarilere gönderilmesi ve bunların hepsinin yardım vaadinde 
    sebat edemeyip içlerinde hile edenlerin de bulunduğu mânâsı anlaşılabilirse 
    de, mânâ yönünden bu hile, küfreden İsrailoğullarına aittir. Yani İsa, İsrailoğullarının 
    inkârını hissetti, yardımcı aradı, havariler kendine yardım anlaşması yaptı, 
    diğer taraftan küfürleri anlaşılan İsrailoğulları da hile yaptılar. O sosyal 
    yapıya bu şekilde hile karıştı, tamam olmadı, bir seçime daha muhtaç oldu 
    ki, o da Muhammed Mustafa ile olacaktır.
   Mekr, karanlık, 
    gizli, hissedilmeyecek hile ile diğerine zarar vermeye çalışmaktır. İsrailoğullarının 
    buradaki hileleri, Hz. İsa'ya komploları, yani Allah'ın kelimesini yok etmek 
    için gizli gizli tedbirlere teşebbüs edip birden bire onu öldürmek üzere el 
    altından birtakım kimseler tayin etmiş olmalarıdır. Ve hıristiyanların sözüne 
    göre bu hileye havarilerden birisi de iştirak etmiş ve kâfirlere casusluk 
    yapmış. Bu sû-i kast, Hz. İsa'nın hem maddî hayatına, hem manevî hayatına 
    yönelmişti. Bir taraftan zulüm yaparak kendini öldürmek, diğer taraftan davet 
    ettiği tevhid dinini, kelimesini kaldırmak için mekir, hile ve hud'a düşünülüyordu. 
    Gerçekte "İsa" demek de dini, kelimesi demekti. Artık İsa'nın çekilmesi zamanı 
    gelmiş idi, fakat daha ölmeyecekti. İsrailoğulları bu hile dolayısıyla hıristiyanlığa 
    bir hayli şeyler soktular, karıştırdılar, fakat arzularına erişemediler. İsa'yı 
    öldüremediler. Hıristiyanlığı ortadan kaldıramadılar. Onlar hile yaptılar 
    Allah da onlara hile yaptı, onları hileden menetmedi, fakat hilelerinin cezasını 
    verdi. Gerçekten Allah mekredenlerin hayırlısıdır. Onun hilesi, başkalarınınki 
    gibi şer ve zarar vermeyi hedef alan bir hile olmadığı gibi; keşfi mümkün, 
    önüne geçilebilir, durdurulur bir hile de değildir. Hatıra ve hayale gelmez, 
    engin sırlarına erilmez yönlerden çevirir; imandan, doğruluktan çıkan, küfür 
    ve hileye sapanların belalarını verir. Buna göre Allah'ın mekri lügat bakımından 
    bilinen şer mânâsıyla değil, ona ceza olan ve müşâkele (şekli bir, mânâsı 
    zıt kelime getirmek) suretiyle hile denilebilen bir hayırdır. Hatta ilâhî 
    hile, hile yapanlar için bile bir hayrı içerir. Çünkü onlara bu şekilde hilenin 
    fenalığını, cezasını anlatır da uyanmalarına, tevbe etmelerine sebep olur.
  55- İşte Allah 
    o hile edenlere bu mekrini şöyle dediği zaman yaptı: Zira Allah o hileden, 
    sû-i kast yapan kâfir zalimlere rağmen İsa'ya dedi ki: Ey İsa, seni ben vefat 
    ettireceğim ve bana yükselteceğim ... "Teveffi" kelimesi, "vefa" masdarından 
    alınmış olarak esas lügatta "ıstıfa" gibi tamamen kabzedip almaktır. Fakat 
    ruh sahiplerine ve bilhassa insanla ilgili olduğu zaman vefat ettirmek, yani 
    eceline yetiştirip ruhunu almak mânâsında açık ve meşhurdur. Buna göre bir 
    delil bulunmadıkça, başka bir mânâ ile tevili caiz değildir. Fakat burada 
    mekir mânâsıyla ilgisi bulunmak üzere Nisâ Sûresi'nde "Onu öldürmediler ve 
    asmadılar, fakat (öldürdükleri) kendilerine (İsa'ya) benzetildi." (Nisa, 4/157) 
    âyeti, onların Mesih Meryemoğlu İsa peygamberi öldüremediklerini ve asamadıklarını 
    ve fakat şüpheye düşürüldüklerini açıkça beyan etmiş, Hz. Peygamber'den de 
    "İsa ölmedi, kıyamet gününden önce size dönecektir." hadis-i şerifi de varid 
    olmuş bulunduğundan, buradaki "seni öldüreceğim" kelimesinin, az çok zahir 
    dışı bir mânâ ile tevil olunması gerekmiştir. Bunun için tefsir âlimleri burada 
    yedi sekiz kadar mânâ beyan etmişlerdir ki, birkaçını zikredelim: 
  1- "Teveffî" 
    vefat mânâsınadır. Ancak mâbad (kendisinden sonras)ında atıf harfi olan (vav), 
    ne beraberlik, ne de tertip gerektirmiyeceğinden burada nükteli bir takdim 
    ve te'hir vardır. Ref' (yükseltme) önce, teveffî (ölme) sonra olacaktır. Bu 
    mânâ Katâde'den rivâyet edilmiştir. Yani İsa o su-i kast sırasında Allah'a 
    yükseltilmiş, onlar öldürüp astık zannetmişler, fakat ölmemiştir. Çünkü Allah 
    "muhakkak ben, seni öldüreceğim." buyurmuştur. Müslümanlar arasında meşhur 
    olan mânâ ve inanç da budur. Çünkü burada zahire aykırı denecek bir tevil 
    yok demektir. Bizce bu tefsir ve inancın özeti şu demek olur: Allah'dan bir 
    kelime olan ve Rûhu'l-Kudüs ile te'yid edilmiş bulunan Mesih İsa'nın ruhu 
    henüz kabzedilmemiştir. Ruhunun eceli gelmemiştir. Kelime daha Allah'a dönmemiştir. 
    Onun daha dünyada göreceği işler vardır. Bu, bir ruhun bâki (ebedî) olmasıdır. 
    Fakat hıristiyanların dediği gibi, uhrevî (ahirete ait), ebedî bir ruhun bâki 
    olması da değildir, berzaha ait bir bekadır. Onun kıyametten önce eceli gelecek, 
    vefat edecek, Azrail tarafından öldürülecektir. Ahirette de ölümden sonra 
    bir ba's (yeniden dirilme), bir ahiret hayatı olacaktır. İsa'nın ruhu alınmamış 
    olunca, İsa'nın Allah'a yükselişi, yerden kalkması yönündendir. Ortadan kalkan, 
    Allah'a yükselip dönen odur. Bundan dolayı İsa'nın haberlerde gelen semaya 
    yükselmesiyle, Kur'ân'da varid olan Allah'a yükselmesi durumunu birbirine 
    karıştırmamak gerekir. Çünkü sema, ilâhî isimlerden değildir. Hıristiyanlar, 
    semaya Allah, Allah'a sema diyorlarsa da İslâm'da caiz değildir. O halde "seni 
    kendime yükselteceğim" ifadesinin "seni semaya yükselteceğim" diye te'vil 
    olunmaması gerekir. Zira İsa'nın Allah'a yükseltilen cismi, semaya yükseltilen 
    de henüz öldürülmemiş olan ruhudur diyebiliriz. Ve bu sema, dünya seması olan 
    maddî sema değil, ruhanî dördüncü semadır ki, Mi'rac gecesinde Resulullah 
    (s.a.v.) İsa'yı orada, Harun'u beşinci, Musa'yı altıncı, İbrahim'i yedinci 
    semada görmüştü. Şu halde İsa'nın, semaya yükselmesi ve kıyametten önce semadan 
    inmesi ve dönüşünü anlatan haberler ve hadisleri, Allah'a yükseltilen İsa'nın 
    cismine sarfetmemelidir. İsa'nın ruhu, böyle bir geçici bakâ ile bakî olduğu 
    gibi, diğer peygamberler de böyledir. Kabirlerindeki peygamberler diridirler. 
    Nitekim fıkıh kitaplarında açıklanmıştır. Her peygamberin ruhanî eceli, ümmetinin 
    ecelidir. Ruhanî ecelleri tamam olmuş nice peygamberler vardır ki, Kur'ân'da 
    anılmamışlardır. Yukarda geçen ıstıfa (seçme) âyeti gereğince "Birbirinin 
    zürriyeti olarak" (Âl-i İmrân, 3/34) seçim silsilesinde dahil olan büyük peygamberlerin 
    derece derece ruhanî semada bekaları devam etmektedir ki, bunlar da Âl-i İbrahimdir. 
    Âl-i İmrân da bundandır. İsa'nın cesedi Allah'a yükseltilmiş, fakat İsa'nın 
    ruhu da kabzedilmemiş (alınmamış), yani ümmetinin eceli gelmemiş, İsrailoğullarının 
    su-i kastı ve hilesiyle Hıristiyanlık yok olmamış, o hile içinde yaşamış ve 
    Musa'nın ruhunun beraberinde yaşamıştır. Bunun için o yok oldu sanılan, İsa'nın 
    bir avuç tabileri, İsa pek az bir zaman içerisinde bu ruhtan faydalanarak 
    yahudilerin üstünde bir hayata erişmiş ve nihâyet Muhammed aleyhisselamın 
    gönderilmesiyle hepsi Muhammed'e ait ruhun emrine geçmiştir. Bundan sonra 
    İsa da, bütün peygamberlerle beraber, Hz. Muhammed'in emrindedir. Bir gün 
    gelecek Muhammed ümmetinin daraldığı bir devirde Allah'ın bir garib kelimesi 
    olan İsa'nın ruhu ortaya çıkacak, Muhammed'e ait ruhun emrinde hizmet edecek, 
    fakat kıyametten önce vefat edecektir. İşte bu halin, yalnız İsa'ya özellikle 
    açıklanması, İsa'nın hüviyetinin mücerred (soyut) bir garib kelime olması, 
    yani ölüleri diriltme gibi en çok inkâr edilen bir harika olaya nail olmasından 
    dolayıdır. Bu mazhariyet (şeref) peygamberlerin hepsinde ve hele Muhammedî 
    hakikatte de mevcut ise de, o aynı zamanda marufdur, bilinen bir hakikattir. 
    Tamam hakikate uygun olarak harika ile sünneti toplamıştır. İsa, Âdem gibi, 
    tekamülün başlangıcı olan bir şâz (kural dışı); Muhammed (s.a.v.) tekamülün 
    gayesi olan bir hakikattir. Bunun için Muhammed'e ait ruh, Allah'ın izniyle, 
    ölüleri diriltme mucizesinde İsa'nın ruhunu kullanır. Ölüleri diriltmek İsa'da 
    mücerred (soyut) bir mucize, Muhammed'de bir kanundur. Muhammed'e ait ruhun 
    seçiminde, İsa'nın ruhunun da bir ıttıradı (birbirini takip etmesi) vardır. 
    Her harika, ilk nail oluşa nisbet olunur. Muhammed'e ait olan harika, onunla 
    beraber olan diğer peygamberlerden gelen harika silsilelerine eklenen olgun 
    özelliktedir. "Allah onlardan bir kısmının derecelerini yükseltmiştir." (Bakara, 
    2/253).
  2- Ey İsa, 
    seni eceline tam bir şekilde yetireceğim, sana katili musallat etmiyeceğim, 
    kendi kendine öldüreceğim ve kendime yükselteceğim. 
  3- Seni Azrail 
    aracılığıyle öldüreceğim ve şahsını yerden alıp kendime yükselteceğim.
   4- Seni uyutacağım, 
    kendime yükselteceğim. 
  Bu ikisi Hasen'den 
    ve dördüncüsü Rebi'den rivâyet edilmiştir.
   5- Seni, 
    tam bir şekilde, olduğun gibi, ruh ve bedeninle alacağım, kendime yükselteceğim.
   6- Bazı âlimler 
    de tamamen zahiri üzere bırakarak, "Seni vefat ettireceğim, ruhunu alacağım." 
    mânâsını vermişler ve "Cenab-ı Allah İsa'yı semaya yükseltinceye kadar üç 
    saat" ve bir rivayette "yedi saat vefat ettirdi." diye rivâyet etmişlerdir. 
    Fakat bu rivayet zayıf görülmektedir. Doğru rivayet, yükseltilmeden önce ve 
    yükseltilme esnasında ruhunun alınmamış olmasıdır. Buna da en uygun olan birinci 
    görüştür. Bu rivayetten nihâyet şunu anlayabiliriz ki, o esnada birkaç saat 
    kadar Hıristiyanlığın tamamen sönmüş olduğu fikri hüküm sürmüştür. Ve bu yükseltme 
    ile o küfreden, kâfirlerden seni temizleyeceğim, artık onlarla ilgin kalmayacak. 
    Onlar sana bulaşamayacaklar. Ve sana ciddi olarak uyanları yahut ciddi veya 
    surî (görünüşte), gerçek veya iddia olarak nasıl rastlarsa dinine uyanları, 
    kıyamete kadar o küfredenlerin üstünde tutacağım. İsa'nın dinine uyan topluluk, 
    yahudilere üstün gelecek ve kıyamete kadar kılıç veya delil bakımından onların 
    üstünde olacaktır.
   Buradaki 
    maksat, Hz. İsa'ya küfürlerini hissettirip hile eden ve onların yolunda giden 
    yahudilerdir. Fakat yahudi olmak sıfatıyla değil, küfür sıfatıyladır. den 
    maksat, havariler ve onlar gibi müslüman ve müvahhid olarak, ciddi olarak 
    İsa'nın dinine tabi olanlar mıdır? Yoksa böyle olmasa bile şahsına sevgi ve 
    onun adına hareket ile velevki görünüşte olsun ona uyanlar da dahil midir? 
    Yani mutlak ittiba (uyma), kemaline mi sarfedilmiştir? Yoksa ıtlakı üzere 
    mi cereyan etmektedir? Birinci takdirde bu vaad, bütün hıristiyanlara değil, 
    ciddi olarak tevhid ehli ve İslâm olan ve bütün peygamberleri tasdik eden, 
    İslâm ve tevhidde havariler ile birlik ve uyuşmuş olanlara mahsustur ve bu 
    üstünlük hakiki ve geneldir. İkinci takdirde ise, bunlarla beraber bütün hıristiyanlara 
    da şamildir ve üstünlük izafî (relâtif) ve nisbîdir. Bu konuda iki rivayet 
    varsa da sonrasındaki ihtilaf ve hüküm fıkrası, genel olan ikinci mânâya ve 
    izafî üstünlüğe işaret etmektedir. Gerçekten o zamandan beri ya delil veya 
    hükümetçe veya her ikisiyle gerçek üstünlük, gerçek ittiba erbabına mahsus 
    olmakla beraber, genel şekliyle müslüman veya müslüman olmayan hıristiyan 
    toplumları da yahudilerin üstünde ve onlara hakim ve galip olagelmişlerdir. 
    Fakat bu yükselme ve bu vaadin mânâsı, ne İsa'nın uluhiyete ortaklığı ve ne 
    İsa'nın tabilerinin ilâhî hakimiyyetten çıkması, ne de bundan sonraki âlemin 
    içinde hıristiyanlara üstün hiçbir ümmet gelmeyecek ve İsa'nın tabileri hiçbir 
    zaman mahkum ve sorumlu olmayacak demek olmayıp, ancak İsa'ya hile ve küfreden 
    yahudilerin bu küfürde devam ettikleri müddetçe hiçbir zaman İsa'nın tabilerinin 
    üstüne çıkamayacaklarını, bu da İsa'nın kendisinden değil, bir peygamber olan 
    İsa'ya küfür, Allah'a küfür olmasından doğmuş olduğunu ve bundan dolayı İsa'ya 
    iman edeceğiz diye Allah'a küfredenler, yahudilere mahkum olmamakla beraber, 
    dünya ve ahirette küfür cezasından kurtulamayacaklarını ve yoksa gerek İsa 
    ve gerek tabileri her zaman ilâhî hakimiyet altında bulunduğunu, özetle o 
    hileye karşı İsa'ya ve İsa'nın tâbilerine iltifat eden bu vaadler imanın küfre; 
    tevhidin şirk ve ihtilafa; doğruluğun hileye; adaletin zulme; Allah'ın mâsivallah 
    (Allah'dan başkasın)a hakimiyyet ve üstün gelmesi demek olduğunu anlatmak 
    üzere buyuruluyor ki: Ey İsa, bu vaadlerden ve o kâfirlere tabilerine bu üstünlüğü 
    verdikten sonra üzerinizde ilâhî hüküm ve hakimiyyet kesilmiyecek, nihayet 
    dönüş yeriniz ben olacağım hakkında tabilerinle ihtilaf ettiğiniz hususlarda 
    aranızda yine hükmedeceğim. 
  56-57-Bu hüküm 
    üzerine: "İnkar edenlere gelince, onlara dünyada da ahirette de şiddetli bir 
    azab edeceğim. Onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır. İman edip iyi 
    işler yapanlara gelince, Allah onların mükâfatlarını tam olarak verecektir. 
    Allah zalimleri sevmez." Hayru'l-mâkirîn (hileleri boşa çıkaranların en hayırlısı) 
    olan Allah, zalimleri sevmediği içindir ki, küfürleriyle zulmeden o kâfirlerin 
    hilelerine karşı onlara bu hileyi, sana da bu diriltmeyi takdir etti. Onlar 
    da İbrahim'in nesline mensup oldukları halde, "Zalimlere ahdim ermez." (Bakara, 
    2/124) istisnasıyla ilâhî ahidden mahrum olarak bu mahkumiyete dûçâr oldular. 
    Senin tabilerin de onlara karşı dünyadaki bu üstünlüğü kötü kullanıp zulmederlerse, 
    aynı sonuca mahkum olurlar. İşte İsa'nın tabilerine kıyamete kadar -izafî 
    de olsa bir üstünlük vaad edilmiş olması "kelimetün minallah" (Allah'tan bir 
    kelime) olan İsa'nın ruhu, o hile ve yükseltilme zamanında alınmamış olduğuna 
    ve şu halde hükmü, vuku bulmada sonra olduğu halde; İsa'yı en çok sevindirecek 
    olan hakimiyet ve ilâhî vahdaniyyetin, her şeyden önce ilanı nüktesiyle takdim 
    edilmiş olduğunu gösterdiğinden, İslâm inancında İsa vefat etmemiştir ve fakat 
    kıyametten önce vefat edecektir. Demek ki, İsa'nın son hali de budur. Şimdi:
  Ey Muhammed: 
    
  Meâl-i Şerifi 
    
  58- İşte bu 
    sana okuduğumuz, âyetlerden ve hikmetli Kur'ân'dandır.
   58- İşte 
    ey Muhammed, İsa ile tabileri ve yakınları arasındaki ihtilaf üzerine vereceğimi 
    vaad ettiğim o hüküm yok mu, onu biz sana okuyoruz: Öyle ki, Tevrat ve İncil'i 
    tasdik edici olarak indirilen ve senin peygamberliğine delil ve bürhan olan, 
    müteşabih ve muhkem âyetleri içeren, muhkemleri "ümmü'l-Kitab" (Kitabın esasları) 
    olan Kur'ân'ın âyetlerinden ve hak ile batılın ayrılmasında hikmetli bir şekilde 
    hakim olan furkan-ı muhkem (sağlam furkan = Kurân) ve zikr-i hakîm (hikmetli 
    zikir = Kur'ân) cümlesinden olmak üzere tilavet ediyoruz. Birdenbire değil, 
    derece derece serdediyor ve zikrediyoruz. Demek ki o hüküm İslâm hükümleridir. 
    İşte o âyetlerden, o hikmetli ve muhkem zikirden birisi:
   Meâl-i Şerifi 
    
  59- Doğrusu 
    Allah katında İsa'nın (yaratılışındaki) durumu, Âdem'in durumu gibidir; onu 
    topraktan yarattı, sonra ona "ol!" dedi, o da oluverdi. 
  59- "Onu topraktan 
    yarattı", topraktan hayata doğru başlayan ıstıfa (seçme)ya, "sonra ona 'ol!' 
    dedi" , bir müddet sonra insana mahsus ruh üflenmesiyle insan olarak seçmeye, 
    "hemen olur" da silsilenin devam etmesine delalet etmektedir ki, "oldu ve 
    olur" demektir. Âdem'in topraktan yaratılması, Âdem'in oğullarının babalarının 
    sulbündeki yaratılışlarının gidişatına denktir, denebilir. Bugün bazı Zooloji 
    bilginleri (hayvanat bilimi âlimleri)nin tercihlerine göre nutfe (döl suyu, 
    sperma)deki yani menî tohumlarındaki hayat, bitki hayatıdır. "Allah sizi yerden 
    bir bitki olarak bitirdi." (Nuh, 71/17) âyetinin mânâsına göre de Âdem'in 
    (hayata), yeryüzünden bir bitki gibi başlamış olması anlaşılabiliyor. Bundan 
    sonra bunun hayvanî hayat ve insanî hayat bir adım(lık bir zaman)da mı, yoksa 
    birçok zamanlarda mı geçtiğini ilmî denecek bir şekilde tayin edemeyiz, bunlar 
    şüphedir. Bunda kuvvetli olan nokta, Adem'in her halde, ilk hılkati ne olursa 
    olsun, onun o yaratılışta insan ve âdem değilken, ilk olarak bir insan, bir 
    beşer olması ve ondan önce bitki ve hayvan varsa da, insan bulunmaması ve 
    insanın bir "kün" (ol) emri ile olmasıdır. Şu halde burada, hem insan, hem 
    hayvan, hem bitki açısından her birinin ilk tohumlarının kendi cinslerinden 
    olmadığını, onların her birinin de bir ilâhî yaratma ile olduğunu ve bunların 
    kadîm ve ezelî olmadıklarını açıklama vardır. Şu halde insan bir hayvan tohumundan 
    olmuştur veya bir bitki tohumundan olmuştur diye şüphe etmek de meseleyi değiştirmez. 
    İlk insan yine bizzat yaratılmıştır. Farzedelim ki Âdem bir hayvandan doğmuş 
    olsun, bir hayvan veya bir bitki insan oluversin. Bu da bir "kün" (ol!) emrinden 
    başka bir şey midir? Faraza bir insan nesnastan doğmuş demek, "ilk insan, 
    insan tohumuna muhtaç olmamıştır, insan için insan tohumu zorunlu değildir" 
    demek değil midir? O halde bunlar da yaratma kanunu ve "kün" (ol!) emrinden 
    başka, ilmî ve kesin bir kanunî başlangıç yokken şüphelere koşup da kuvvetliyi 
    bırakmanın mânâsı nedir? Daha sonra, Âdem'in bir değil, birçok farzedilmesi 
    de meseleyi değiştirmez. Tersine misalleri çoğaltır. Fakat akıl açısından 
    bir Âdem'den fazlası da zorunlu ve kuvvetli değildir. Bununla beraber ne gariptir 
    ki, "babasız bir insan olmaz" davasında bulunanlar, başlangıçta bir değil, 
    birçok babasız insanlar bulunduğuna hükmetmek istiyorlar. Bunlar ise, ilimde 
    ve imanda kuvvetliyi bırakıp, şüpheye koşmaktır. Bakınız veciz nazmındaki 
    mânâların içeriği ve hilkat (yaratılış) tertibi ve ilmin ihkâm (sağlamlaştırmas)ı 
    ne kadar hayrete şayandır? İnsanlığın yaratılışı iki neş'et (meydana geliş) 
    üzerine tertip olunmuş ve "kün" (ol!) emri ikincide verilmiştir.
   İşte Allah'ın 
    müteşabih bir kelimesi olan İsa'yı, böyle muhkem bir asla döndürmek suretiyle 
    açıklama, ilmî bir imana bağlayan bu muhkem âyetin nüzul sebebi, Necran'dan 
    gelen hıristiyan murahhas heyeti (delegeleri)nin Peygamber'in huzurundaki 
    karşılıklı konuşmaları olduğunda tefsir bilginleri ittifak etmişlerdir. Buna 
    göre bu âyet, önce nass olarak ve ibaresiyle hıristiyanlara; ikinci olarak 
    ve işaretiyle yahudi ve diğerlerine cevaptır. Necran temsilcileri demişlerdi 
    ki: "Madem İsa'nın beşerden bir babası olmadığı açıktır, o halde Allah olması 
    gerekir." Şimdi bunlara karşı buyuruluyor ki, İsa'nın ve tasdik ettiği bütün 
    peygamberlerin getirdikleri ilâhî kitaplar ve bu cümleden olarak Tevrat ve 
    İncil gereğince Hz. Âdem'in de beşerden bir babası olmadığı belli ve açıktır. 
    Halbuki bütün bunların şehadetiyle Âdem ne Allah'tır ne de Allah'ın oğludur. 
    İşte İsa da, tıpkı onun gibi, ne Allah, ne de Allah'ın oğludur. Allah İsa'nın 
    babası değil, yaratıcısı ve rabbidir; İsa ancak Meryem'in oğludur. Hak din 
    budur. Bunun zıddı, Tevrat ve İncil'i ve İsa'yı da yalanlamaktır. Burada yalanlanması 
    gereken noktalardan birisi, bu çözümün, hıristiyanlara karşı mücerred (soyut) 
    bir ilzam (susmaya mecbur etme) ifade eden bir tartışmadan ibaret olmayıp, 
    kesin susturmayı ifade etmekle beraber, hiçbir hata ihtimali olmayan delile 
    ait muhkem bir hakkı, bir ezelî hakikati tesbit etmiş olmasıdır. Yoksa aslı 
    bozulmuş İnciller'de İsa'ya "İbnü Yusuf" (Yusuf'un oğlu) adının verilmesini 
    caiz gören hıristiyanlara karşı diğer ilzam (susturma)lar da yapılabilirdi. 
    Fakat bu, bir hak olmaz, İsa'ya, Meryem'e ve Yusuf'a bir iftira, bu da "bana 
    hiçbir beşer dokunmadı" vicdanında Meryem'i tasdik eden Allah Teâlâ'ya bir 
    küfür olurdu. Bunun içindir ki, Allah, İsa'ya ancak "İbnü Meryem" (Meryem'in 
    oğlu) demiştir. Ve bununla "Allah'ın oğlu" ünvanını reddettiği gibi, "Yusuf'un 
    oğlu" ünvanını da reddetmiştir. Buna göre bu çözüm, yalnızca susturmaya mahsus 
    bir çözüm değil, delil ile ilgili bir çözüm olduğundan, yalnız hıristiyanlara 
    cevap olmakla kalmayıp, işaretle yahudilere ve başka inkârcılara da cevaptır. 
    Yahudilere cevap olmasının açıklaması da şudur: 
  Tevrat gereğince 
    Âdem, anasız babasız topraktan yaratılmış, babası yok bir peygamberdir. Ve 
    babası olmamakta İsa da bir Âdem gibidir. Şu halde babası olmadığından dolayı 
    İsa'yı ve peygamberliğini inkâr etmek Âdem'i ve Tevrat'ı, Allah'ın kudretini 
    inkâr etmektir. Şu halde siz, yalnız İncil'i ve İsa'yı değil, Tevrat ve Musa'yı 
    da yalanlıyorsunuz. Sonra bunda akıl bakımından bütün akıl sahiplerini şöyle 
    bir aydınlatma vardır: Beşere özgü dokunma olmaksızın Meryem'den İsa'nın doğuşu 
    normal deneylere, tecrübelere uymuyor diye, Meryem'i ve İsa'yı ve bu konudaki 
    gözlemleri, şehadetleri yalanlamaya ve bozmaya kalkışmak doğru değildir. Doğru 
    ilme, akıl ve hikmete aykırıdır. Zira böyle bir inkâr insanın kendini ve insanlığın 
    aslını ve toprak aslî maddesinden yaratma ve seçme kanununu inkârdır ki, bunları 
    inkâr edenler kendilerini ve gerçek ilmi reddetmiş olurlar. Çünkü akıl ve 
    ilimde en kesin kanun, yaratma kanunudur. İlimde deneye uygun olana inanılır. 
    Fakat deneye uymayan olaylar da inkâr edilmez, tesbit olunur. Diğer bilgilere 
    başlangıç yapılır. Deneyin ötesi bulunduğu da tecrübe edilmiştir. Şu halde 
    İsa'yı inkâr, ilmî ve fennî değildir. İsa'nın yaratılışı ilim bakımından tasavvur 
    olunamaz bir çelişki değildir. Tersine insana mahsus deneylerin başlangıcı 
    olan ilmî bir olayın, Âdem olayının, ilk yaratma olayının bir tekrarıdır. 
    Gerçekten İsa müteşabih bir hak kelimedir. Yani yaratılışta bir nadir olaydır. 
    Fakat her yönden tek, ıttırad (aynı üslubta gitme) kanunundan bütün bütün 
    dışarda, misalsiz, akıl ile açıklanması ve yorumu mümkün olmayan bir kelime, 
    bir olay da değildir. Allah katında bunun gerçek bir yorumu ve açıklaması 
    vardır. İlk beşerin yaratılması, ıstıfa kanunu, İsa olayına şahit olamayanlar, 
    şahitlerden bu kelimeyi işittikleri zaman ifrat ve tefrit ile, sapma ve doğrudan 
    ayrılma ile, inkâr veya kötü yoruma sapmamalıdır. Halk (yaratma) ve ıstıfa 
    (seçme) kanunu her zaman, herkes için olayların görülmesiyle bilinir. Akıl 
    ve ilim sahiplerinin şunu bilmesi gerekir ki, âdet dışı olaylar vardır, bu 
    da bir kanundur, hem de tecrübe ve araştırmaya ait bir kanundur. Bu da yaratmanın 
    iradeyle ilgili olduğuna delildir. Sûrenin başında akıl sahiplerine ve büyük 
    âlimlere anlatıldığı üzere hak olaylar, aynı şekilde onu ifade eden hak âyetler, 
    muhkem ve müteşabihlere ayrılmıştır. Muhkemler, hem görerek, hem düşünerek 
    şüphe etmeksizin alınır. Onlar kendi kendilerini açıklarlar. Müteşabihler 
    ise ancak şüphesiz olarak alınırlar, onun dışında kendi kendilerini açıklayamazlar? 
    Ancak kendilerine uygun bir misale veya bir kanuna irca ile açıklanır ve yorumlanırlar. 
    Gerçek misali bulunamadıkça, yapılan yorumlar hata olur; yalan olur, aldanmak, 
    aldatmak ve doğruyu bozmak olur. Buna göre kuvvetli ilim, tek ve istisna olayları 
    inkâr etmez. Onu, önce olduğu gibi alıp ve tasdik ederek, görerek kaydeder 
    ve kelime ile haber verir. İkinci olarak muhkem ve gerçek bir örneğini araştırarak 
    izah ve yorumuna ve aynı üslub bir bütüne döndürmeye çalışır. Ona akılda ve 
    dış alemde bir örnek bulabilirse, "bu da böyledir" der. Araştırmasından sonra 
    bulamazsa olayları yalnız görmekle yetinir; yorumunu bekler ve Allah'a havale 
    eder, fakat inkâr etmez, kötü yorumdan kaçınır. Mesela altını, altın olarak 
    alır, inkâr etmez, özelliğini zabteder. Bunu başka madenlere bir yönden benzetir, 
    diğer yönden benzetemez, bakır veya gümüştür diyemez, "onlar gibi değildir" 
    de diyemez. Netice olarak bunu maden kelimesiyle ve hepsinin başlangıcı olan 
    bir mutlak misalle toprak aslî maddesine döndürme ve onu o topraktan seçme 
    ve terbiye ile altın yapan yaratıcı kudrete teslim eder. İşte akıl sahiplerinin, 
    kamil aklın, kuvvetli ilmin yapacağı budur. Bundan başkası ne ilim, ne akıldır; 
    nefis düşkünlüğüdür. Şimdi bu ilmî esaslar bilindikten sonra görünmüş olan 
    İsa kelimesine gelelim: Bu kelime, Mesih Meryem'in oğlu İsa'dır ki, güzel 
    ve yüksek vasıfları içeren bir tevhid delilidir. Beşer tarihinde bu isim ile 
    -Allah'ın izniyle önemli olaylara başlangıç olmuş, mübarek, kişisel ve bir 
    tek olay olarak görünmüş, sonra göğe yükseltilmiş ve yalnız kelimesine şehadet 
    kalmıştır. Bu olay başlıca birkaç yönden müşahede edilir: Birincisi olayın 
    kendisidir ki, İsa'nın zatıdır. Bunu geçmişte beşikteki çocukluğundan yetişkinliğine 
    kadar birçok insanlar, bu cümleden olarak İsrailoğulları toplumu görmüş, konuşmuş, 
    kimi sevmiş, kimi sevmemiş, seven sevmeyen hepsi yalanlanması mümkün olmayan 
    bir ittifak ile bu insanî şahıs vardır diye şahitlik etmiştir. Bu yönden İsa'nın 
    şahsı, hem görünmüş olmak, hem de şahitlik etmek bakımından muhkem bir olaydır. 
    Bir insandır. İkincisi, İsa'nın şahsı Meryem'den doğmuştur ki, bu da kesindir. 
    Gerçi bu görme, diğer müşahedenin aynı değildir. Fakat bilinen ve muhkem âdet 
    dairesinde bilinen herhangi bir şahsın varlığı gibi görülmüştür ki, esası 
    Meryem'in kendisinin ve beraberindekilerin müşahede ve şahitliklerine dayanmaktadır. 
    Gebeliğin geçmesinden istidlalin eklenmesiyle de İsa'nın şahsını görenlerin 
    hepsi bunu itiraf etmiştir. Herhangi bir şahsın anasından doğduğunu itiraf 
    etmesi de başka türlü bir görmeye dayanmaz. Şu halde İsa'nın, Meryem'in oğlu 
    olması durumu da bu şekilde görme ve sonuç çıkarmaya dayanan inkâr edilemez 
    muhkem bir olaydır. İsa anasından doğmuş bir çocuk, bir insandır. Üçüncüsü, 
    Meryem'e, beşerle ilgili bir temasın vaki olmaması ve İsa'nın Meryem'in rahminde 
    bir baba aracılığı olmaksızın yaratılması durumudur ki, bu da aslında imkansız 
    olmayan ve fakat örnekleri görülmüş olmadığından dolayı şâz (kural dışı), 
    garib ve tek olan karmaşık bir olaydır. Doğumda olduğu gibi, bu da Meryem'in 
    vicdanı ve Meryem'in geçmiş ve özel durumlarını tecrübeyle bilenlerin şahitlikleriyle 
    tesbit edilmiştir ki, bir nefy-i mahsura (sınırlı bir nefye, yani bu tür hamileliğin 
    yalnız Meryem'e mahsus olduğuna) şahitliktir. Pastör deneyindeki ilmî şahitliğin 
    içeriği de böyle bir nefy-i mahsurdan ibarettir. "Yirmi dokuz sene gibi belli 
    bir zaman sürecinde kapalı şişeler içerisindeki dezenfekte edilmiş sular içinde 
    bir mikrop oluşmamış olduğuna Pastör adındaki doktor objektif bir şekilde 
    şahitlik etmiş, bundan da tohumsuz meydana gelmenin bir tabiat olmadığı sonucuna 
    varmıştır. Buna karşılık da Hz. Meryem korunmuş ve masum olduğunu Pastör'ün 
    şişelerini bilmesinden daha kuvvetli bir şekilde bildiği kendi nefsinde, kendi 
    kalp ve vicdanı ile beraberinde onu devamlı bakış ve tecrübeleri altında saklı 
    bulunduran zatlar da tecrübe ve bilgileriyle insan teması olmaksızın bir gebeliğin, 
    bir ceninin oluşmasına hem enfüsî (subjektif) ve hem âfâkî (objektif) bir 
    şekilde şahitlik etmişlerdir. Bu sırada bundan önce Zekeriyya'nın karısının 
    ihtiyarlamış iken Yahya'ya gebe kalması olayı da tecrübe ve âdet dışı olma 
    bakımından Meryem'in gebeliğinin doğruluğunu gösteren geçmiş bir teyid edici 
    olmuştur.
   İşte incelemeye 
    göre İsa anasından doğmuş, anasının maddesinden yaratılmış bir insanî şahıs 
    olma bakımından muhkem; anasından beşer dokunmaksızın oluşumu bakımından da 
    müteşabih olan hak bir kelimedir. Bu kelime böyle kural dışı bir olay olmak 
    üzere tesbit edilmiş ve bunu görmemiş olan akıl sahiplerinin akıl ve imanına 
    teklif olunmuş ve bu olay birtakım olaya ve nice sözlere sebep olmuştur ki, 
    bütün bu sözlerin içinde en doğrusu onun söylediği "Şüphesiz Allah,benim de 
    Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na ibadet ediniz." ifadesi, tevhid emridir. 
    Herhangi bir kimse kendinde böyle bir olay görmüş olsa, onu Allah'a karşı 
    kendi vicdanında "haktır" diye tasdik etmekte hiç de tereddüt etmez. Bir insanın 
    bunu şahsında görmesi için de Meryem gibi bir bikr-i betûl (kendini Allah'a 
    adayan bekâr kadın) olması gerekir. Şimdi Meryem gibi bir bâkire olmayanlar 
    ve onun gibilerini görmeyenlerin, bunu tesbit eden şehadetleri yalanlayarak 
    veya bozarak İsa olayını inkâr veya kötü yorum yapmaya ilmen ve aklen hakları 
    olabilir mi? Sonra, bu olayın bir gerçek yorumu, bir açıklaması var mıdır, 
    yok mudur? Mesele budur. Yukardan beri akıl sahiplerine bütün bu açıklamayı 
    yapan ve seçme kanununu da anlatıp kelimeyi böyle inceleyen Kur'ân ta sûrenin 
    başında "İlimde derinleşmiş olanlar: 'Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. 
    Ama ancak temiz akıl sahipleri öğüt alır.' derler." (Âl-i İmrân, 3/7) muhkem 
    âyetiyle, müteşabihi inkâra veya kötü yoruma sağlam ilim ve kâmil akıl açısından 
    hiçbir zaman hak ve selahiyet bulunmadığını anlatmış olduğu gibi, burada da 
    onu akıllar nazarında çaresiz olarak sabit ve sağlam bir örneğe, bir aslî 
    maddeye, ezel ve ebede doğru, bir muhkem kanuna irca edip gerçek yorumunu 
    göstermiştir ki, o örnek Âdem ve o madde toprak ve o kanun yaratma ve seçme 
    kanunudur. Buna göre ilmî açıdan bunu inkâr etmek doğru değildir ve şöyle 
    izah etmek gerekir. İsa kelimesi, bir insan tasavvurunu, bir insan kelimesini 
    içerir. İnsan tasavvuru ve insan kelimesi de pratik ve realitede, her şeyden 
    önce Âdem anlayışını, Âdem olayını ifade eder. Çünkü realitede insan tarifinin 
    ilk örneği Âdem'dir. Âdem kelimesinin kesin akıl anlayışında en sağlam şekilde 
    delalet ettiği olay da şudur: Başlangıçta topraktan yaratılmış ve var olmuş 
    itaatkâr bir memurdur ki, asıl insan demek bu demektir. Şu halde İsa kelimesi, 
    insanın aslı demek olan Âdem kelimesine, diğer Âdemoğullarından daha çok bir 
    benzeyişle benzeyip dururken, "böyle insan olmaz ve olamaz" diye inkâr etmek 
    veya geçmiş ve gelecekte dengi bulunmak ihtimali olmayan yaratıcı ve emredici 
    Allah Teâlâ'ya benzetmeye kalkışıp çelişkiye düşmek veya düşük örneklere dönüştererek 
    iftira ve bühtan yollarına sapmak için hiçbir ilmî ve fennî zorunluluk yoktur. 
    Toprak ve ruh, yaratma ve seçme, bir yaratıcıya mahkum olmak, her insandan 
    en küllî (tümel), en umumî (genel), en sağlam esas bu iken, bunu bırakıp da 
    İsa'yı bunun dışında veya tesiriyle düşünmeye veya ilim bakımından hiç izahı 
    mümkün değil zannetmek büyük bir bilgisizliktir, insanlıktan düşmektir. Kör 
    bir tabiat, seçimsiz bir yaratma, temelsiz bir kanun, illet (sebep)siz bir 
    malul (illetli), iradesiz bir sebep değişimi fikirleri üzerinde yürüyen ve 
    başlangıç tasavvurunu Hak'dan almayıp kendi gördüğünden alan ve insanlığı 
    ruhî gelişmesinden çok cisim ve madde ile ilgili gelişmesiyle ölçen kimselerin 
    aşırılık ve ihmalkârlıktan kurtulmayan tasavvurlarına ve adi iddialarına ilim 
    denmez. Âdem kıssası, İsa kıssasının hem haber, hem istikrâ (tüme varım) ve 
    hem istintac (sonuç çıkarma) bakımından bir örnek ve izahıdır. Sözün kısası, 
    insanlığın yaratılışı hakkında başlıca iki kanun vardır: Birisi, hiçbir istisnası 
    olmayan daha genel ve külli (tümel) ve bundan dolayı istidlal (delil ile sonuca 
    varmak) ve sonuç çıkarma yönüyle mantık bakımından kesin ve kuşkusuz bir sonuç 
    veren şu kanundur: "Her insan Allah'ın mahlukudur." İkincisi de şu kanundur: 
    "İnsan, bir baba insan ile bir ana insanın birleşmesiyle doğmuş çocuğudur". 
    Bu kanun, genel değil, çoğunluğa aitdir. Çünkü zorunlu müstesnası vardır. 
    Çünkü ilk insanı veya ilk insanları kapsamamaktadır. Buna göre İsa bir insandır 
    ve çoğunlukla insan, bir baba insan ile bir ana insanın birleşmeleriyle doğmuş 
    çocuklarıdır. O halde İsa da büyük ihtimal ile böyle bir çocuktur. "Acaba 
    onun babası kimdir?" diye düşünmek kuvvetli, ilmî bir düşünce değildir. Bir 
    iman temin etmez, ilmî bir inkâra da hak vermez. Fakat "İsa bir insandır ve 
    her insan ise Allah'ın yaratığıdır. O halde İsa da Allah'ın yaratığıdır." 
    diye tasavvur edildiği zaman hiç yanlış olma ihtimali yoktur. Buna iman eden 
    hiçbir zaman aldanmaz ve hiç yalan söylemiş olmaz. İşte hak din olan İslâm 
    dininde, iman ve iman prensiplerinin, böyle her şüpheden uzak ve her töhmetten 
    salim, gayet sağlam ve son derece nezih ve ahlâkî olması gerekir. İnsan, ya 
    doğru söylemeli veya susmalıdır. Yalancılıkla Allah'a küfür ve isyan etmemelidir. 
    
  Bu açıklamalara 
    eklenecek bir şey yoktur. Fakat zamanımızda hayat bilgisi, tabiat bilgisi 
    ve rüşeym (embriyon) ilmi adına söz söyleyenler çok olduğundan, bunları kavrayamayacak 
    olanların uzaklaşmalarını ortadan kaldırmak için şunları da hatırlatalım: 
    Önce, hayvanlarla ilgili doğumlarda kanûn-i veraset (soya çekim)e ait olmak 
    üzere "atavizm" (ceddâniyet) yani ta yukarlardaki ataya ve dedeye çekmek denilen 
    bir olay vardır ki, İsa olayı da bu türdendir. İkinci olarak, tasvirle ilgili 
    olan hayat bilgisinde canlı olanlar "monomer" yahut "diyamer" yani "analı" 
    veya "analı babalı" olmak üzere iki kısma ayrılır. Demek olur ki, Hz. İsa'da 
    insanlar arasında bir analı bir hayat olayı olmuştur. Üçüncüsü, insanlarda 
    erkek dişi bulunduğu gibi, iki cinsli olarak hünsâ-yı müşkil (erkeklik ve 
    kadınlık yönünden eşit olan hünsa) de bulunabilir. Ve zaman zaman bunun bir 
    yönü (yani erkeklik veya kadınlık uzvu) galip gelebiliyor. Biz bundan Hz. 
    Meryem'e hünsâ demek istemiyoruz. Çünkü Kur'ân metni ile o kadındır, fakat 
    bundan hakkıyla şu hükmü çıkarabiliriz ki, bir bedenin iki çeşit tohumun meydana 
    gelmesinde esas olması pekâlâ düşünülebilir. Şu halde kadınlar âlemi arasında 
    Meryem'in seçilmesini bu şekilde düşünmemize engel nedir? Dördüncü olarak, 
    bugün biliyoruz ki, insan tohumu olan nutfe (döl suyu, sperma) tamamen meni 
    demek değildir. "Kendisi dökülen meniden bir nutfe (sperma) değil miydi?" 
    (Kıyame, 75/37) âyeti gereğince meniden bir parça olan ve bir meni içinde 
    birçok miktar bulunabilen ve bezr-i manevî (meni tohumu) denilen bir hücreciktir. 
    Ve bunun yirmi dokuz sene önce zannedildiği gibi hayvanlara özgü bir hayat 
    ile yaşayan bir "huveyn" (gözle görülemeyecek kadar küçük hayvancık) değil, 
    bitkisel hayatta bir "büzeyr" (tohum taneciği) olduğu kabul ediliyor. Şimdi 
    tabiat bilgisi adına güneşten koptuğu ve bir zamanlar güneş gibi ateş sıvısı 
    halinde bulunduğu nazariye (teori)ye uygun gibi görünen yeryüzünün o ateşleri 
    içinde böyle bir tohum tanesinin bulunamayacağı ve buna göre bunun sonradan 
    yaratıldığı ve oluşturulduğu fen ilimleri bakımından bilinip ve kabul edilirken 
    ve sonra böyle bir tohum tanesinin oluşum imkanına, kuru topraktan çok daha 
    gelişmiş bir rahimin daha müsait ve çok elverişli olmasının tabii görünmesi 
    gerekirken, Meryem'in rahiminde bir yumurtacığı bulmak için böyle bir tohum 
    tanesinin muhakkak dışardaki bir erkek tarafından aşılanması nasıl olur da 
    bir mutlak zaruret (zorunluluk) gibi düşünülür? Ve nasıl olur da öyle bir 
    tohum tanesinin şekil ve ulaşma yolunu ilim ve beşer fenni kapsar ve tayin 
    eder diye iddia olunabilir? Ve sonra tek başına böyle haddini bil-meyen tabiat 
    ilimleri davalarına, haddini bildirmek için yaratılmış ve gönderilmiş olan 
    Hz. İsa'ya ve meleklerin canciğer arkadaşı olan seçkin anasına (Meryem'e) 
    ilim adına nasıl saldırılabilir? Beşinci olarak, insan, madde ile değil, ruh 
    ile insandır. Ve burada psikoloji açısından da bir düşünce vardır. Her an 
    kendimize dikkat edersek görürüz ki, zihnimizdeki bir kelimenin veya bir mücerred 
    mânânın, maneviyattan maddiyata, ruhaniyetten cismaniyete bir sebep olması 
    vardır. Kendimizdeki bir şuurun bir hayale, bir hayalin bir harekete geçebildiğini 
    görüyoruz. Böyle olmasaydı kolumuzu oynatamazdık ve hiç kuşku yok ki bu toplu 
    ve mekanik (şuursuz, kendi kendine olan) hareket, içimizdeki molekül ve hücre 
    hareketiyle ilgilidir. Demek ki bir soyut idrak (anlayış), hem mekanik harekete, 
    hem zerresel ve kimyasal harekete dönüşebiliyor da, bu şekilde kulaktan veya 
    kalpten gelen bir "arş = marş!" kelimesi orduları yürütüyor. Manevi olayların, 
    böyle maddî olaylara devamlı olarak dönüşmesi görüldükten sonra, bunun diğer 
    örneklerini de az çok farklı bir biçimde düşünebiliriz. Bir lafızla veya nefisle 
    veya vücudla ilgili kelime, vicdanî bir izlenim uyandırır ve bu vicdanî izlenim, 
    şiddetine göre, bütün ruhu kapsayan sağlam bir inanç olur ve bu inanç bedende 
    etkisini göstermeye, beden de onunla uygun olan yeni bir hayata başlar. Ve 
    bu hâl gelişebilirse uzva ait görevlerde yeni bir şekil vücud bulabilir ki, 
    filozoflar bu şartlar altında uzuvla ilgili değişikliklerin örneklerini bile 
    tesbit etmişlerdir. Şu halde Hz. Meryem'in bu hâli yaşadığını düşünmek ve 
    kabul etmek de mümkündür. Ve belki bu şekilde Meryem'in kalbindeki bir kelime, 
    Meryem'in rahminde bir tohum ile bir yumurtanın beraberce oluşmasına -Allah'ın 
    izniyle sebep olmuş ve İsa bundan doğmuştur. Bu da şehvetle ilgili bir mânâ 
    ile değil, bilhassa rahmânî bir mânâ ile tasavvur edilmek gerekir. İşte bazı 
    tefsir bilginleri, Meryem'in seçimi, meleklerin müjdesi, kelimenin oluşumu 
    âyetlerinin psikoloji ilmi açısından böyle bir düşünce ilham ettiğini de göstermişlerdir. 
    Bununla beraber bunlar tevil ve tefsir değil, inkâr ve uzak görme iddialarını 
    bozacak mümkün olabilen düşünceleri göstermektedir. Gerçekte te'vil dur. Bunda 
    o kadar açık mânâlar vardır ki, dikkat edip anlamalıdır. Topraktan yaratma, 
    sonra "kün" (ol!), hemen peşinde "feyekün" (hemen oluverdi). Ancak şu noktayı 
    unutmamalıdır ki, bu zikr-i hakim (hikmetli hatırlatma), bütün muhataplardan 
    önce hıristiyanlara karşı bir hâkimin hükmüdür. Allah'ı ve insanı tanımak, 
    yaratıcı ile yaratılanı, amir ile memur, hâkim ile mahkumu farkettirip itaate 
    davet etmektir. Kelime, İsa'da var da, Âdem'de yok değildir. İsa'ya her ne 
    yönden bakılırsa bakılsın ortağı, dengi, örnekleri vardır. Fakat Allah'ın 
    hiçbir dengi yoktur. İsa ve Âdem, ikisi de topraktan yaratılmış, ikisi de 
    emriyle memurdur. Âdem kelimesi, Allah'ın aynı veya oğlu olmak mümkün olmadığı 
    gibi, İsa kelimesi de öyledir. Kelimeler çok, Allah ise birdir. Allah, kelimelerde 
    fani (yok olucu) değil, diri ve her şeyi koruyandır. Fakat kelimeler Allah 
    da fani (yok olucu)dir. Kelimelerle Allah çoğaltılmamalı, Allah ile kelimeler 
    birleştirilmelidir. Kelimeler birer yol gösterici, birer alâmet, birer âyettirler. 
    Bütün bunların tek medlûl (mânâ)leri Allah'dır. İsa da, Âdem gibi, Allah'dan 
    gelmiş, Allah'a yükseltilmiştir. İsa'nın ruhu, vefat etmediyse, edecektir, 
    bakî (ebedî olarak kalıcı) ancak Allah'dır. 
  Şimdi Necran 
    delegeleri ve onların benzerleri bu hakkı kabul etmeyip de, "Allah'dan garip 
    bir kelime" dedin ya, işte bu bize yeterlidir, kelime Allah'ın cüz'ü (bir 
    kısmı)dür, kelime Allah'ın aynıdır, kelime Allah'dır, diye inat edip kibirlenerek 
    boş laf üretiyorlarsa, Ey Muhammed:
   Meâl-i Şerifi 
    
  60- Bu hak 
    (gerçek) senin rabbindendir, o halde şüphecilerden olma.
   61- Sana 
    (gerekli) bilgi geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışacak olursa, 
    de ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, 
    kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da lanetleşelim; Allah'ın lanetinin 
    yalancılara olmasını dileyelim". 
  60-61-Bu âyete, 
    mubâhele (lanetleşme) âyeti denir ki, "Hangi taraf yalancı ise ona Allah lanet 
    etsin." diye karşılıklı olarak lanetleşmek demektir. Yukarda açıklandığı üzere 
    Necran delegeleri müzakere esnasında reylerinin sahibi olan reisleri Âkıb 
    Abdu'l-Mesih'in reyi ile bu lanetleşme teklifini kabul edemediler. Onlar üzerinde 
    en kuvvetli hüküm bu oldu, bir anlaşma ile İslâm devletinin uyruğuna girmeyi 
    kabul edip gittiler. "Haklarımıza sahiptirler, müslümanların yükümlülükleriyle 
    de sorumludurlar."
   İşte Âl-i 
    İmran (İmran ailesi) kıssasının gerçek aslı: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  62- İşte (İsa 
    hakkında söylenen) gerçek kıssa budur. Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur. 
    Muhakkak ki Allah çok güçlüdür ve hikmet sahibidir. 
  63- Eğer (haktan) 
    yüz çevirirlerse, şüphesiz ki Allah bozguncuları çok iyi bilendir. 
  63- Gelelim 
    Âl-i İbrahime (İbrahim ailesine) ve Muhammed aleyhisselâm ile ilgili seçime:"Allah'tan 
    başka tanrı yok. O, güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah katında din, ancak İslâm'dır." 
    (Âl-i İmrân, 3/18-19) olduğu akılla ve nakille, ilimle ve hikmetle kuvvetli 
    bir şekilde sabit olduktan sonra, şimdi bozguncuların itirazına bakmayarak, 
    kelimeleri dağıtmayıp toplamalı; dağınık, farklı kelimeleri, çeşitli ihtilafları 
    bırakmak ve en sağlam olan ittifak şeklini almak suretiyle İsa kelimesinin, 
    Âdem kelimesine döndürülmesi ve her ikisinin ortaksız yaratıcı ve emredici 
    bir Allah'a teslim olma ölçüsünde tevhidi gibi hakkıyla tevhid etmeli ve buna 
    göre Âdem'in en güzide sülalesi olan İbrahim soyunda bilhassa Âl-i İbrahim 
    (İbrahim ailesi) denilen şûbe ile Âl-i İmran (İmran ailesi) denilen ve ihtilafa 
    düşmüş bulunan şûbeler arasındaki eşit ve üzerinde ittifak edilen bir hak 
    kelimesine davet etmelidir. 
  Bunun için 
    ey Muhammed:
   Meâl-i Şerifi 
    
  64- De ki: 
    Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan 
    başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp 
    da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin 
    ki: "Şahit olun biz müslümanlarız".
   64-Burada 
    çeşitli vicdanların, muhtelif milletlerin, farklı dinlerin, çeşitli kitapların, 
    temelli bir vicdanda, hak bir sözde nasıl birleşebilecekleri, İslâm'ın insanlık 
    âleminde ne kadar geniş, ne kadar açık, ne kadar doğru bir hidayet yolu, bir 
    hürriyet kanunu öğretmiş olduğu ve artık bunun Arap ve Arap olmayana ait olmadığı 
    tam olarak gösterilmiştir. cümlesinde toplanan vicdanî birlikten daha geniş, 
    daha hakim hiçbir vicdan bulmak mümkün değildir ki onun arkasına düşülsün. 
    Dinî gelişmeler, vicdanların ayrılık ifade eden özelliklerinde değil, bütünlüğünde 
    ve genişliğindedir. Bütün özgürlük ve eşitlik davasının esası bu bir kelimede, 
    bir vicdanda toplanır: İşte özgürlük ve eşitlik davasının bütün çözüm anahtarı 
    buradadır. Birbirimizi rab, mevla, mutlak hükmedici tanımıyalım; bütün hareketlerimizi 
    bir Hakk'ın emriyle ve Allah'ın rızasıyla ölçelim. Allah'ı bırakıp da onun 
    gerisinde ve hakkın dışında bir bağımlılık anlaşmamız olmasın; hepimiz Allah'a 
    kul olalım ve kendimizi ancak O'na boyun eğmiş bilelim; birbirimize de ancak 
    bu açıdan uyalım ve bağlanalım; hiç birimizin hakkına tecavüz etmeyelim; Allah'ın 
    onu görevlendirdiği vazifeye de Allah için itaat edelim. Asıl anlaşma ve asıl 
    vicdan, bir Allah'ın emrine uyma olunca, her anlaşmazlık, hak düşüncesi ve 
    hak kanunu ile çözümlenir. Ve hiçbir kimsenin şahsî isteği hakim olmaz. Buna 
    göre İsa'yı da rab tanımıyalım. Onu da Allah'ın bir kulu ve bir elçisi tanıyalım. 
    Aynı şekilde papalar, krallar, başkanlar hep böyle, birbirine Allah'a itaatları 
    ve hakkı araştırmaları açısından bakalım.
   Ortaya atılan 
    bir soruya karşı Resulllah (s.a.v.) kitap ehli (yahudi ve hıristiyanlar)dan 
    iman edenlere: "Siz hani papaların ve diğerlerinin sözlerine, yalnızca onların 
    sözleri olduğu için itaat etmez miydiniz? İşte o, onları rab edinmektir." 
    buyurmuştur. Burada sözün gelişi en çok Hz. İsa'ya "rab" diyen hıristiyanlara 
    yöneliktir. Bugün bazı İncil tercemelerinde bunun muallim (öğretmen) demek 
    olduğu gösterilmişse de akide-i teslis (üçleme inancı) varken bu yorum yeterli 
    olamaz. Hatta, "Ona kitabı ve hikmeti öğretir." (Âl-i İmrân, 3/48) âyetinin 
    delaletine göre gerçek öğretici yine Allah'tır.
   Fakat kitap 
    ehli, Hakk'ı birlemekten değil, kelimeyi dağıtmaktan hoşlandılar, İmran ailesi 
    ile İbrahim ailesi arasında bir birlik yönü olan İbrahim'i bile, her biri 
    kendilerine bağlayarak "yahudi idi" veya "hıristiyan idi" dediler. Bunlara 
    karşı cevap olarak buyuruluyor ki: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  65- Ey Kitap 
    ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ondan 
    sonra indirilmiştir. Siz hiç düşünmüyor musunuz?
   66- İşte 
    siz böylesiniz. Haydi biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız, ya hiç 
    bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz.
   67- İbrahim, 
    ne yahudi, ne de hıristiyandı; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı, 
    müşriklerden de değildi. 
  68- Doğrusu 
    onların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber ve iman edenlerdir. 
    Allah da müminlerin dostudur.
   65-66- Yani 
    Tevrat ve İncil'den, bir dereceye kadar, bilginiz bulunan Musa ve İsa, hakkında 
    hiç malumatınız bulunmayan Hz. İbrahim.
   67- "Fakat 
    o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden de değildi." 
    Şu halde ne yahudilerin, ne hıristiyanların, ne de müşriklerin İbrahim'i, 
    ne ırk bakımından, ne de din bakımından kendilerine bağlamaya, kollarından 
    saymaya hakları olmadığı gibi, bunlardan ırk yönünden mensub olanların da 
    kendilerini temiz bir müslüman-muvahhid olan İbrahim'in aile ve tabilerinden 
    saymaya hakları yoktur ve mücadeleleri bilgisizcedir. Onlar "Zalimlere ahdim 
    ermez." (Bakara, 2/124) âyetinin hükmüne dahildir. 
  68- "Doğrusu 
    onların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu peygamber ve iman edenlerdir." 
    Seçime giren İbrahim ailesi işte bunlardır: İbrahim'in dinine uyanlar, şu 
    şanı ulu peygamber Muhammed Mustafa ve buna iman edenlerdir. İlahî ahde ve 
    imamete (önderliğe) nail olacak olanlar, her halde, bunlardır. Çünkü "Allah, 
    müminlerin dostudur." 
  Kitap ehlinin 
    bir kısmı müvahhid (Allah'ı birleyen) ve müslüman olmak şöyle dursun müminleri 
    sapıtmaya çalışıyorlar. Nitekim yahudiler, Huzeyfe, Ammar, Muaz gibi büyük 
    sahabileri yahudiliğe davet etmeye cesaret ettiler de şu âyet indi: 
  Ey müminler!
   Meâl-i Şerifi
   69- Kitap 
    ehlinden bir grup sizi saptırmak istediler, halbuki sırf kendilerini saptırıyorlar 
    da farkına varmıyorlar.
   69-Bunların, 
    haberleri olmadan kendilerini nasıl saptırdıkları da şu hitap ile anlatılıyor:
   Meâl-i Şerifi 
    
  70- Ey kitap 
    ehli! (gerçeği) gördüğünüz halde, niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?
   71- Ey kitap 
    ehli! Niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?
   70-Bakınız 
    bunların bir kısmının karıştırmalarına ki, Hayber veya Ureyne yahudileri hahamlarından 
    on iki kişi anlaşmışlar, birbirlerine: "Haydi bir gün sabahleyin laftan ve 
    yalnız dil ile Muhammed'in dinine giriniz, akşam üzeri de; kitaplarımıza baktık 
    ve bilginlerimize de danıştık, şimdi Muhammed'in (Tevrat'ta anlatılan) o peygamber 
    olmadığını anladık, bu yalan ve dini de batılmış, deyiniz ve inkâr edip çıkınız. 
    Böyle yaparsanız Ashabı da şek ve şüpheye düşerler." demişlerdi. Aynı şekilde 
    Kıblenin değişmesi meselesinde Ka'b b. Eşref isimli yahudi hahamı da kendine 
    uyanlara, kıbleye karşı günün başlangıcında namaz kılmayı ve sonunda caymayı 
    telkin etmişti ki, şu âyet bunları haber veriyor: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  72- Kitap 
    ehlinden bir grup: "Müminlere indirilene günün başlangıcında inanın, sonunda 
    da inkâr edin, belki onlar da dönerler." dedi. 
  73- "Ve kendi 
    dininize uyanlardan başkasına inanmayın" (dediler). De ki: "Şüphesiz doğru 
    yol, Allah'ın yoludur". (Onlar kendi aralarında): "Size verilenin benzerinin 
    hiçbir kimseye verilmiş olduğuna, yahut Rabbinizin huzurunda sizin aleyhinize 
    deliller getireceklerine" (de inanmayın dediler). De ki: "Lütuf Allah'ın elindedir, 
    onu dilediğine verir. Allah, rahmeti bol olan, her şeyi hakkıyla bilendir".
   74- Rahmetini 
    dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf ve kerem sahibidir.
   72-73-74-Fakat 
    kitap ehlinin hepsini böyle ahlâksız sanmamalıdır. Çünkü:
   Meâl-i Şerifi 
    
  75- Kitap 
    ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen, onu sana eksiksiz 
    iade eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine 
    dikilip durmadıkça onu sana iade etmez. Bu da onların, "Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan 
    bize vebal yoktur." demelerinden dolayıdır. Ve onlar, bile bile Allah'a karşı 
    yalan söylerler.
   76- Hayır, 
    kim sözünü yerine getirir ve kötülüklerden korunursa, şüphesiz Allah da korunanları 
    sever. 
  77- Allah'a 
    verdikleri sözü ve yeminlerini az bir paraya satanlar var ya, işte onların 
    ahirette bir payı yoktur; Allah kıyamet günü onlarla hiç konuşmayacak, onlara 
    bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için acı bir azab vardır.
   75 -76-77- 
    "(Kitap ehlinden) öyle kimseler vardır ki, ona yüklerle emanet bıraksan onu 
    sana geri verir." Yahudi bilginlerinden olup Peygamber'e iman eden Abdullah 
    b. Selam Kureyş'ten birinin emanet bıraktığı bin ikiyüz okya altını eksiksiz 
    teslim etmiş idi ki, okya kırk dirhem itibar ediliyor. "Yine onlardan öylesi 
    vardır ki, ona bir dinar emanet etsen onu sana geri vermez." Nitekim yine 
    yahudilerden Fenhas b. Âzura diğer bir Kureyş'linin emanet bıraktığı bir dinarı 
    inkâr etmişti. Bir dinar, (aslı dinnar) yirmidört kırat, yani bir miskal itibar 
    edilir. Bu hainliğin sebebi de: "Adam sen de, ümmîlerin, okuyup yazması olmayanların 
    hakkı mı olurmuş? Vesikası, yaptırma gücü bulunmayan ve hele dini ayrı olan 
    kimselerin hakkını yemek helaldir." inancında bulunmaları olduğu gösterilmiştir. 
    Bu âyetin içeriğine işaret ederek Malik b. Dînâr hazretleri demiştir ki: "Dinnar 
    kelimesi, 'din' ile 'nâr' kelimelerinden oluşmuştur. Hakkıyla alınca 'din' 
    olur, haksız alınca da 'nâr' (ateş) olur". 
  Bir de kitap 
    ehli içinde, kitap adına ağızlarını eğen, bile bile yalan söyleyerek propagandalar 
    yapan ve insanları Hak'tan ayırıp batıla saptırmak, kula kul etmek istiyenler 
    vardır. Şöyle ki: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  78- Kitap 
    ehlinden öyle bir güruh da vardır ki, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini 
    kitaba doğru eğip bükerler. Halbuki o, kitaptan değildir. "Bu, Allah katındandır." 
    derler; oysa o, Allah katından değildir. Allah'a karşı, kendileri bilip dururken, 
    yalan söylerler.
   78-Halbuki 
    Allah'ın kitap ve peygamberlik verdiği bütün nebiler ve resuller, bunların 
    isnat ettikleri yalanlardan uzaktırlar. Çünkü:
   Meâl-i Şerifi 
    
  79- İnsanlardan 
    hiçbir kimseye, Allah kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik verdikten sonra, 
    kalkıp insanlara: "Allah'ı bırakıp bana kul olun." demesi yakışmaz. Fakat 
    onun: "Öğrettiğiniz ve okuduğunuz kitap gereğince Rabb'e halis kullar olun" 
    (demesi uygundur).
   80- Ve O 
    size: "Melekleri ve peygamberleri tanrılar edinin." diye de emretmez. Siz 
    müslüman olduktan sonra, size hiç inkârı emreder mi?
   81- Allah 
    peygamberlerden şöyle söz almıştı: "Andolsun ki size kitab ve hikmet verdim, 
    sonra yanınızda bulunan (kitaplar)ı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde ona 
    muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu 
    hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?" demişti. Onlar: "Kabul ettik" dediler. 
    (Allah da) dedi ki: "Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım".
   79-80-81-Allah 
    bütün peygamberlerine kitap ve hikmet verirken hepsinin böyle bir sözleşme 
    ve anlaşmasını almıştır. Bunlar arasında, önce gelenden sonra gelene, sonra 
    gelenden öncekine böyle karşılıklı ve ilâhî şahitlik altında kabul edilmiş 
    bir tasdik antlaşması vardır. Hepsi, kendilerini tasdik eden Muhammed Resulullah'a 
    iman ve yardım için Hak Teâlâ'ya söz vermişlerdir. İlim ve hak şahitliğin 
    hükmü budur. 
  Şu halde:
   Meâl-i Şerifi 
    
  82- Artık 
    bundan sonra her kim dönerse, işte onlar yoldan çıkmışların ta kendileridir.
   82-Şimdi 
    peygamberlerin fâsık olmaları, Allah'a itaatten çıkmaları ihtimali var mıdır? 
    Haşa! Öyle ise:
   Meâl-i Şerifi
   83- Onlar, 
    Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa 
    hepsi, ister istemez O'na boyun eğmiştir ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir.
  83-Hayır, 
    gerek yükseklerde bulunanların ve gerek aşağıda bulunanların istiyerek ve 
    istemiyerek uyduğunu bilen ve hepsi Allah'a döndürülecek olan peygamberler 
    hiçbir zaman Allah'ın dininden, Allah'a itaatten, Hakk'a teslim olmaktan başka 
    bir istekte, bir davada bulunmazlar. "Allah'ı bırakınız da bize kul olunuz." 
    demezler. Ve fakat: "Allah'ın öğrettiği kitap ve okuduğunuz, okuttuğunuz derslerle 
    'rabbaniyyûn' Rabb'e halis kullar olunuz." derler ve öyle demişlerdir. "Rabbanî" 
    kelimesi "Rabb" veya "mürebbî" (terbiye edici) mânâsına "Rabbe mensub"dur. 
    (İlerde gelecek olan "Nice peygamberler vardı ki, beraberlerinde Allah erleri 
    bulunduğu halde savaştılar." (Âl-i İmran, 3/146) âyetine bak.) 
  Bütün bu hak 
    âyetler anlaşıldıktan sonra, ey Muhammed: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  84- De ki: 
    "Allah'a, bize indirilen (Kur'ân)e, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a 
    ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere 
    inandık. Onların arasında hiçbir fark gözetmeyiz, biz O'na teslim olmuşlarız". 
    
  85- Kim İslâm'dan 
    başka bir din ararsa ondan asla kabul edilmeyecek ve o ahirette de zarar edenlerden 
    olacaktır. 
  86- İnandıktan, 
    Peygamber'in hak olduğuna şehadet ettikten ve kendilerine açık deliller geldikten 
    sonra, inkâra sapan bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zalimler 
    güruhunu doğru yola iletmez. 
  87- İşte onların 
    cezaları, Allah'ın, meleklerin, insanların hepsinin laneti onların üzerlerindedir. 
    
  88- Onlar 
    bu (lanetin) içinde ebedî kalacaklardır. Kendilerinden ne bu azab hafifletilir, 
    ne de yüzlerine bakılır. 
  89- Ancak 
    bundan sonra tevbe edip kendini düzeltenler başka. Şüphesiz ki Allah, çok 
    bağışlayan ve çok esirgeyendir. 
  90- Şüphesiz 
    imanlarının arkasından küfreden, sonra da küfrünü artırmış olanların tevbeleri 
    asla kabul olunmaz. İşte onlar sapıkların ta kendileridir.
  91- Muhakkak 
    ki inkâr edenler ve kâfir oldukları halde de ölenler, yeryüzü dolusu altın 
    fidye verseler bile hiç birisinden asla kabul edilmeyecektir. İşte dayanılmaz 
    azab onlar içindir. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur. 
  84-91-İşte 
    ilâhî tevhidin zorunlu bir sonucu olmak üzere bütün peygamberler ve ilâhî 
    kitaplar Allah'a karşı değil, Allah'ın olmaları ve ancak Allah'a kulluk etmeleri 
    yönünden iman edilmedikçe İslâm'ın ve tevhidin mânâsı tahakkuk etmez. Allah'a 
    değil, kendine kul olmaya davet edenler Allah'ın peygamberi olamaz. Elçi ancak 
    kendisini gönderene davet eder. Ve elçiyi inkâr etmek de göndereneni inkâr 
    olur. Hak din olan İslâm'ın esası, bu tevhid imanı ile Allah'a teslim olmaktır. 
    Bundan çıkmak, irtidad (dinden çıkmak), bunun dışındakiler küfürdür. İsterse 
    bir peygamberi olsun diğerlerinden ayırıp inkâr etmek, peygamberliğin esasını 
    inkâr etmektir. Peygamberliğin esasını inkâr etmek, bütün peygamberleriyle 
    beraber Allah Teâlâyı inkâr etmektir. kısmı, a kadar müslüman olduktan sonra 
    dinden çıkarak Medine'den kaçıp Mekke müşriklerine sığınan birkaç kişi hakkında 
    inmiştir. Bunlar hakkında tevbenin kabul edilmemesi bahis konusu olmuştur. 
    En çok tercih edilen mânâ şudur: Çünkü böyleleri ölüm belirtisini görüp hayattan 
    ümidini kesmedikçe tevbe edip imana gelmezler. Halbuki yeis halindeki iman 
    makbul değildir. Bunun izahı, "Yoksa kötülükler yapıp da nihayet ölüm gelip 
    çatınca: "Ben şimdi tevbe ettim." diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe 
    yoktur." (Nisa, 4/18) âyetidir.
   Şimdi İslâm'ın 
    amelle ilgili hükümlerine ve tatbikatına gelelim: 
  Anlaşıldı 
    ki Allah katında makbul olan din İslâm'dan ibarettir. Ve İslâm'dan başka bir 
    din arayanın dini kabul edilmez, sonu ziyan olur. Allah'a ve Allah'dan gelene 
    tam bir iman ve teslimiyet bulunmadıkça ahirette hiçbir amel fayda vermez. 
    Küfürle ölenlerin her biri dünya dolusu altınlar nafaka vermiş olsalar da 
    ahirette kendilerini kurtaramazlar. Fakat buna karşılık ilâhî yardıma ermek 
    ve birr (büyük hayır) ve nimetlere ulaşmak istiyen ey müminler siz de:
   Meâl-i Şerifi 
    
  92- Sevdiğiniz 
    şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz. 
    Her ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.
  92-Şu halde 
    yalnız iman, tam, kâmil hayra, iyiliğe ermek için yeterli sebep değildir. 
    İman ve ilimden sonra amel ve özellikle (Allah yolunda) sarfetmek ve harcamak 
    da gerektir. Hem de bu harcamak ne kadar sevgili şeylerden olursa, o kadar 
    kıymetli olur. Allah, harcanılan hoş veya nâhoş (güzel olmayan) herhangi bir 
    şeyi bilir ve ona göre sevabını verir. Fakat asıl iyiliğe, yüksek hayra ulaşmak, 
    sevilen şeylerden harcamaya bağlıdır. Bundan dolayı Bakara Sûresi'nde geçen 
    "birr" ve "infak" âyetlerini (Bkz: el-Bakara, 2/3, 44, 177, 189, 215, 219, 
    261, 264, 265, 267, 270, 272, 273, 274.) hatırlamalı ve ona göre İslâm'ın 
    hükümlerini yerine getirmeye hazırlanmalıdır.
   Birr: Bakara 
    Sûresi'nde (Bakara, 2/177) âyetinde de açıklandığı üzere ihsan (iyilik etmek), 
    geniş hayır, tam hayır demektir. "Birr" ile "hayır" arasında şöyle bir fark 
    da göstermişlerdir: "Birr", hayra ulaşan ve kastedilmiş fayda; "hayır" ise 
    -kasıtsız bile olmuş olsa muhakkak faydadır. Birrin zıddı ukuk (isyan etmek), 
    hayrın zıddı şerdir. Bununla beraber "birr", hıns (günah) karşılığı da kullanılır. 
    Burada birr'e erişmek, hayır ve iyilik etme sıfatıyla sıfatlanmış olmak veya 
    "İyiler mutlaka nimet içindedirler." (İnfitar, 82/13) âyetinin delaleti üzere 
    iyiliğe ve ilâhî sevaba ermek mânâlarından her biriyle tefsir edilmiştir ki, 
    ikisi birbirinden ayrılmazlar. "Allah asla sözünden dönmez." (Âl-i İmran, 
    3/9) âyeti gereğince Allah'a söz vermek ve anlaşmada tamamıyla ayak direyerek 
    ilâhî vaade tamamen kavuşmak, ermek mânâsı, her ikisini de içine alır. Buna 
    göre iman, dinin temeli; birr, dinin gayesi demektir. Hak tevhid, hayra erişmek: 
    İşte din, bu iki esasın mahsulüdür. Ve bu şekilde bu âyet, kendisinden önceki 
    iman konularının bir sonucu, kendisinden sonraki hükümlere dair konuların 
    da mukaddimesi (başlangıcı) yerindedir. 
  Bilinmektedir 
    ki, infak (harcama) denilince en başta zorunlu ihtiyaçlar, bunun başında da 
    yiyecekler vardır. İslâm dini ise bu konudaki baskıları kaldırıyor. "Yeryüzünde 
    bulunanların helal ve temiz olanlarından yiyin." (Bakara, 2/168) diyordu. 
    Yahudiler de İslâm'ın hükümlerini reddetmek için neshi inkârdan başlıyorlardı. 
    Buna dayanarak İslâm'ın helal ve haram meselelerine ve Peygamberimizin İbrahim 
    milletine davetine karşı itiraz etmiş olmak için: "İsrailoğullarına haram 
    olan şeyler, Nuh ve İbrahim zamanından beri haramdı." diyorlar ve Mescid-i 
    Aksa'nın Ka'be'den daha eski ve şerefli olduğunu da iddia ederek, kıblenin 
    değiştirilmesine de itiraz ediyorlardı.
   Burada bir 
    taraftan infak (harcama) dolayısıyla İslâm dininin yiyecekler hususundaki 
    geniş iznini teyid, diğer taraftan İbrahim milletinin kuruluşunu düzenleme 
    olmak üzere, bunlara cevap olarak buyuruluyor ki: 
  Meâl-i Şerifi
   93- Tevrat 
    indirilmeden önce, İsrail (Yakub)in kendisine haram kıldığı dışında, yiyeceklerin 
    hepsi İsrailoğullarına helal idi. De ki: "Eğer doğrulardan iseniz, haydi Tevrat'ı 
    getirip okuyun". 
  94- Kim bundan 
    sonra Allah'a karşı yalan uydurursa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.
   95- De ki: 
    "Allah doğru söylemiştir. Öyle ise dosdoğru, Allah'ı birleyici olarak İbrahim'in 
    dinine uyun. O, müşriklerden değildi".
   93-94-95-Şu 
    halde "nesih yoktur" davası bir iftira olduğu gibi, En'âm sûresindeki , "Yahudilere 
    bütün tırnaklı (hayvan)ları haram kıldık. Sığır ve koyunun da yağlarını onlara 
    haram ettik, yalnız sırtlarının, yahut bağırsaklarının taşıdığı, ya da kemiğe 
    karışan yağlarını haram etmedik. Saldırganlıkları yüzünden onları böyle cezalandırdık." 
    (En'âm, 6/146) âyeti gereğince, İsrailoğullarının bunlardan mahrum oluşları 
    saldırganlıklarının bir cezası idi. Tevrat'tan önce Hz. Yakub'un kendine haram 
    ettiği, yani kendisine yasakladığı şey hariç tutulursa, diğerleri haram değildi. 
    Tevrat, neshi inkâr etmek şöyle dursun, tam tersine önceden helal olan bazı 
    şeyleri İsrailoğullarına haram etmekle nesih yapmış bulunuyordu. Hz. Yakub 
    hakkında en sahih rivayet şudur: Müşarunileyh (adı geçen), ırkunneşe' (siyatik) 
    hastalığına tutulmuş ve bundan şifa bulur kurtulursa en sevdiği yemeği yememeye 
    adak adamıştı. Bir rivayete göre en sevdiği de deve eti ve sütü imiş. Bu adağı, 
    doktorların tavsiyesi veya hastalığında bir gece pek çok ıztıraplı olması 
    sebebiyle veya sırf bir zühd (her türlü zevki terkederek kendini ibadete vermek) 
    ve kulluk için yapmış olduğu da rivayet edilmiştir.
   Kabe meselesine 
    gelince: Şu muhakkaktır ki:
   Meâl-i Şerifi 
    
  96- Şüphesiz 
    insanlar için kurulan ilk mabed, Mekke'deki çok mübarek ve bütün âlemlere 
    hidayet kaynağı olan Beyt (Kabe)dir. 
  97- Onda apaçık 
    deliller, İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren güvene erer. Ona bir yol bulabilenlerin 
    Beyt'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, 
    şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağni (kimseye muhtaç değil, her şey ona 
    muhtaç)dir.
   96-97-Kabe'nin 
    esas kuruluşu, Mescid-i Aksa'nın esas kuruluşundan öncedir. Buna göre bütün 
    kitap ehlinin tanıyageldikleri mabedlerin hepsinden daha önce, daha mübarek 
    bir tevhid kıblesidir. Bu da, önce ve sonra neshin var olduğunu ifade eder. 
    
  Bekke, Mekke 
    demektir. Veyahut Mekke şehirin ismi, Bekke de Mescid-i Haram'ın yeridir. 
    Bakara sûresinde haccın tafsilatı açıklanmıştı. Burada da "Beyti haccetmek 
    insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır." nassıyle haccın kesin olarak farz 
    oluşu te'kidli bir şekilde tesbit edilmiştir.
  İstitâa, aslında 
    fiilin itaat etme ve meydana gelmesini talep ve irade etmektir. Bu ise kudret 
    (güç yetmey)e bağlı olduğundan, sonradan kudret mânâsında meşhur olmuştur. 
    Tam mânâsıyla fiile yakın olan bizzat kudrettir. Fakat fiilden önce olan aletlerin 
    ve sebeplerin selameti mânâsına kullanıldığı da çoktur ki, burada bu mânâyadır. 
    Hacca kudret (güç yetmek), ya beden veya mal veya her ikisiyledir. İmam Malik 
    yalnız bedenî kudreti, İmam Şafiî malî kudreti, İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri 
    de her ikisini dikkat nazarına almıştır. "her kim küfrederse şüphesiz ki Allah..." 
    âyetindeki "küfür"den maksadın, görüldüğü üzere haccı inkâr etme mânâsına 
    olmak ihtimali bulunmakla beraber, tefsir bilginlerinin çoğunluğunun açıklamasına 
    göre, "kudreti varken haccı terketmek" mânâsınadır ki, bununla namazı terketmek, 
    zekatı terketmek gibi, haccı terketmek de kâfire yakışır bir isyan demek olduğu 
    ağır bir tarzda gösterilmiştir.
   Rivayet olunuyor 
    ki, Şemmas b. Kays isminde bir yaşlı yahudi varmış. Küfrü ve müslümanlara 
    karşı hiddeti, kini ve çekememezliği pek şiddetliymiş. Bir gün Evs ve Hazrec 
    kabilelerinden birtakım ashab-ı kiram bir mecliste oturmuş konuşurlarken bu 
    yahudi yanlarından geçmiş, cahiliyye zamanında aralarında şiddetli düşmanlık 
    ve hasımlık bulunan bu kimselerin İslâm'dan sonra aralarındaki bu ülfeti, 
    toplanmayı, düzelmeyi ve sevgiyi görünce: "Allah'a yemin ederim ki bunlar 
    böyle toplandıkça, bizim buralarda rahatımız kalmaz." demiş ve yanındaki bir 
    yahudi delikanlısına: "Haydi şunların yanlarına otur, yevm-i bûâsı (buas gününü) 
    ve daha öncekilerini hatırlarına getir ve o zaman söyledikleri şiirlerden 
    bazı parçalar da okuyuver." diye tenbih etmişti. "Büas günü" ise İslâm'dan 
    önce yüzyirmi sene kadar birbirleriyle düşmanlık ve hasımlık üzere yaşamış 
    olan Evs ve Hazrec kabilelerinin savaş yaptıkları ve Evs'in Hazrec'e galip 
    geldiği son bir gün idi. Delikanlı dediğini yapmış ve derken bir münakaşa 
    kapısı açılmış, iki taraf öğünmeye başlamışlar, nihayet bir çekişme, ağız 
    kavgası olmuş, Evs'ten Evs b. Kayzî, Hazrec'den Hübar b. Sahr sıçramışlar, 
    birbirlerine söz atmışlar, birisi diğerine: "İsterseniz bugün yine öyle bir 
    gün yaparız" demiş. İki taraf öfkeyle gelmiş: "Haydi yaptık, silâh silâh, 
    haydi zahireye, harre meydanına!" demişler, sözün kısası Evs kabilesi birbirleriyle, 
    Hazrec de birbirleriyle birleşmişler, o sırada durum Peygamberimize ulaşmış, 
    O da yüce huzurlarında bulunan Muhacir ashab-ı kiramla birlikte onların yanlarına 
    gelmiş: "Ey müslümanlar topluluğu!.. Allah Allah! Ben aranızda bulunurken 
    de cahiliye davası mı yapıyorsunuz? Cenab-ı Allah sizi İslâm'a hidayet ettikten 
    ve küfürden kurtarıp kerem (cömertlik) ve yardımıyla cahiliyyenin kökünü kestikten 
    ve aranızı bulduktan sonra, yine eski küfre mi dönüyorsunuz?" diye nasihat 
    edince, hepsi düştükleri tehlikenin bir şeytan tuzağı olduğunu anlayarak derhal 
    ellerindeki silahlarını bırakmışlar, gözlerinden yaşlar dökerek birbirlerine 
    sarılmışlar, kucaklaşmışlar ve Resulullah'a itaat ederek beraberce gitmişlerdi. 
    Cenab-ı Allah bu şekilde Şemmas'ın fitne ateşini söndürmüş, bu sebeple hem 
    Ehl-i Kitab'a bir öğüt, hem de müminleri onlardan herhangi birine uymaktan 
    yasaklama maksadıyla hükmü âmm (genel) olan şu âyetleri indirmiştir:
   Meâl-i Şerifi 
    
  98- De ki: 
    "Ey kitap ehli! Allah yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah'ın âyetlerini 
    inkâr ediyorsunuz?" 
  99- De ki: 
    "Ey kitap ehli! Gerçeği görüp bildiğiniz hâlde niçin Allah'ın yolunu eğri 
    göstermeye yeltenerek müminleri Allah'ın yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? 
    Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir".
   100- Ey iman 
    edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, imanınızdan 
    sonra sizi döndürüp kâfir yaparlar.
   101- Size 
    Allah'ın âyetleri okunup dururken ve Allah'ın elçisi de aranızda iken nasıl 
    inkâra saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle doğru yola iletilmiştir.
   98-101- Allah'a 
    i'tisam (sımsıkı sarılmak), Allah'a sığınmak ve ilâhî ismet (masumluk)e sığınmaktır 
    ki, bu sarılma için: 
  Meâl-i Şerifi
   102- Ey iman 
    edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak 
    can verin. 
  103- Hep birlikte 
    Allah'ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. 
    Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz 
    de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler 
    olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi 
    O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru 
    yola eresiniz. 
  Allah'tan 
    hakkıyla korkmak Bakara sûresinin (Bakara, 2/2) âyetinde açıklandığı üzere 
    "takva mertebeleri"nin en mükemmelidir ki, iki mânâ ile düşünülür: Birisi 
    her yönden Allah'a itaat edip, hiçbir isyan etmemek, daima zikr (Allah'ı anma) 
    üzere bulunup, hiç unutmamak ve her halde şükredip hiçbir nankörlüğe düşmemektir 
    ki, ilâhî şan ve büyüklüğe layık olmak mânâsına "Hak takva" demektir. Bu ise 
    peygamberlerin en büyükleri gibi masum fıtrat üzere yaratılmış olanlardan 
    başkası için ve hatta onlar için bile mümkün değildir. "Seni layıkıyla tanıyamadık, 
    sana layıkıyla ibadet edemedik." Bundan dolayı bu âyet indiği zaman ashab-ı 
    kiramın çok ibadet etmekten dolayı ayakları şişmiş, alınlarının derileri soyulmuş 
    ve bunun üzerine "Gücünüzün yettiği kadar Allah'dan korkun." (Teğabün, 64/16) 
    emrinin inmiş olduğu rivayet edilmiştir.
   İkincisi 
    Allah yolunda hakkıyla, gücünün yettiği kadar gayret etmek ve bu konuda hiç 
    kimsenin kınamasından korkmamak, hatta anası, babası veya kendi aleyhinde 
    bile olsa Allah için adalet ve doğruluktan ayrılmamaktır ki; bu hak, vücub 
    (lüzumlu, gerekli) ve sabit olmak mânâsınadır. Ve bu şekilde âyeti, bunun 
    açıklamasıdır. Allah'tan hakkıyla korkmak ve her halde müslüman olarak ölebilmek 
    için de her şeyden önce Allah'ın ipine toptan yapışarak tevhid üzere toplanmak 
    ve ayrılıklardan çekinmek lazımdır. Anlaşılıyor ki, haccın farz oluşu, bu 
    toplanmanın hem sebeplerinden, hem de maksatlarından birini teşkil eder. Şu 
    halde önce kalplerin birleşmesi, ikinci olarak fiillerin birleşmesi hak dinin 
    esaslarının en büyüklerindendir. "Ben, kendi başıma, yalnızca dinimi, imanımı 
    koruyabilirim." demek tehlikelidir. Kendi başına kalmak isteyen fertlerin, 
    iman ve İslâm üzere hüsn-i hatime (iyi sonuç) ile ahirete gidebilmesi şüpheli 
    olur. Ferd zorlama ve baskı altında her şeyini kaybedebilir. Çünkü "Allah'ın 
    kudreti toplumla beraberdir." Ve dinin dünyada en büyük feyzi de bu toplumun 
    kuruluşundadır. Bunun içindir ki, toplumlarını yitiren veya perişan edenler 
    muhakkak perişan olurlar. Fiilî sebepler karşısında ilmî deliller, çoğunlukla 
    hükümlerini yerine getiremezler. Nitekim Hz. İsa bile "Allah yolunda bana 
    yardımcı olacaklar kimlerdir?" (Âl-i İmran, 3/52) dedi. Her mümin, Hakk'ın 
    bir izafî tecellisine ulaşmıştır. Hakk tecellî ise bütün bağların toplanmasıyla 
    hakk tevhidin ortaya çıkmasındadır. Şu halde bütün iman ehli, tek kelime üzerinde 
    fiillerini birleştirmedikçe ittikâ (layıkıyla Allah'tan korkma)ya eremez, 
    Allah'a kavuşamazlar. 
  103-Hablullah 
    (Allah'ın ipi), Allah Teâlâ'ya kavuşma sebebi olan delil ve vasıta demektir 
    ki, Kur'ân, Allah'ın emrini yerine getirme ve cemaat, ihlas, İslâm, Allah'a 
    söz verme, Allah'ın emri diye rivayetlerle tefsir edilmiştir ve hepsi birbirine 
    yakındır. Bu âyetin cemaat ve ictimaiyyet (toplum bilim, sosyoloji) ile emir 
    olduğunda kuşku yoktur. Bununla beraber burada cemaat, hablullah (Allah ipin)ın 
    aynı değil, ona yapışmanın ürünüdür. Ebu Said el-Hudrî hazretlerinden rivayet 
    edildiği üzere Allah Resûlü şöyle buyurmuştur: "Gökten yeryüzüne indirilmiş 
    olan hablullah (Allah'ın ipi), Allah'ın kitabıdır." Korkunç bir yolun kenarına 
    çekilmiş olan bir ip veya bir kuyuya düşmüş olanları çıkarmak için uzatılmış 
    bir ip ve ona gereğince iyice tutunmuş bir toplum düşününüz. İşte bu tasavvurdan 
    meydana gelen hey'et-i ictimaiyye (sosyal kurul) Kur'ân etrafında devamlı 
    yükselen bir İslâm cemaatinin misalini teşkil edecektir. 
  Bu i'tisam 
    (tutunma) için herhangi bir cemaat olmak da kâfi değildir. 
  Meâl-i Şerifi 
    
  104- İçinizden 
    hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. 
    İşte kurtuluşa eren onlardır. 
  104-İslâm 
    toplumundan böyle bir ümmet (topluluk) de teşekkül etmelidir. 
  Ta yukarılarda 
    da açıklandığı üzere ümmet, öne düşen, çeşitli insan gruplarını toplayan, 
    kendilerine uyulan bir topluluk demektir ki, hepsinin önünde de "imam" (önder) 
    bulunur. Cemaat ile (toplu halde) namazlar, bu muntazam ve hayırlı sosyal 
    tertibin görüntüsünü ifade eden gözle görülür şeklidir. Bu şekilde hayra davet 
    ve iyiliği emir, kötülüğü de men edecek bir topluluk ve imamet (önderlik) 
    teşkili müslümanların imandan sonra ilk dinî farîzalarıdır. Bu farizayı (Allah'ın 
    emrini) yerine getirebilen müslümanlardır ki âyetinin açık hükmü gereğince 
    kâmil (tam) kurtuluşa ererler. Yoksa âyetinin mânâsı müşkil ve belki müteazzir 
    (mümkünsüz) olur. Allah'ın vaadi bütünüyle temin edilmez, hayra çağırmak, 
    iyiliği emir, kötülüğe engel olma bütün müslümanlara farz-ı kifayedir. Bu 
    yapılmayınca hiçbir müslüman mesuliyetten kendini kurtaramaz. Fakat her ferde 
    farz-ı ayın değildir. Ümmetin tümünün vazifesidir. Çünkü "sizden" buyurulmuştur. 
    Buradaki in tecrîdî (soyutlayıcı) veya teb'îzî (ayırıcı) olmak üzere iki mânâya 
    ihtimali vardır. Tecridî olduğuna göre her müslüman bununla görevlidir. Teb'îzî 
    olduğuna göre de genelde müslümanların vazifeleri, içlerinden bunu yapacak 
    belli, özel bir topluluk meydana getirmek, onlara yardım ederek ve uyarak 
    o vasıta ile bu görevi yerine getirtmektir. Bunlar tayin ve görevlendirildikten 
    sonra emretmek ve yasaklamak bizzat onlar üzerine farz-ı ayın olur. Ve fakat 
    bunlar görevlerini yerine getirmezlerse, sorumluluk önce bunlara, ikinci olarak 
    herkese teveccüh eder. Tevhid nizamı bozulduğu zaman, ortaya çıkacak şer ve 
    bela da yalnız zalimlere isabet edip kalmaz, herkese bulaşır. 
  Hayra davet 
    (çağırma), dine ve dünyaya ait bir iyiliği içeren herhangi bir şeye davettir 
    ki, birliğin ve İslâm'ın esasıdır. İyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak 
    da bunun önemli bir kısımdır. Maruf (iyilik), İslâm'ın gereği olan Allah'a 
    itaat; münker (kötülük) de İslâm'ın gereğine uymayıp, Allah'a karşı gelmek 
    demektir. İyiliği ve kötülüğü Allah'ın ipinden başka ölçü ile ölçmeye kalkmak, 
    isteklere ve nefse ait arzulara uymaktır ki, bu da ayrıcalık yapmaktır. Bu 
    noktayı daha çok açıklamak için buyuruluyor ki: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  105- Kendilerine 
    apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. 
    İşte bunlar için büyük bir azap vardır. 
  106- O gün 
    bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara: "İmanınızdan 
    sonra küfrettiniz ha? Öyle ise inkâr etmenize karşılık azabı tadın" (denecektir). 
    
  107- Yüzleri 
    ağaranlara gelince, (onlar) Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedî 
    kalacaklardır. 
  108- Bunlar 
    Allah'ın, sana gerçek olarak okuyageldiğimiz, âyetleridir. Allah âlemlere 
    hiçbir haksızlık etmek istemez. 
  109- Göklerde 
    ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Bütün işler Allah'a döndürülür. 
  105-109- Ey 
    Muhammed ümmeti! 
  Meâl-i Şerifi 
    
  110- Siz insanlar 
    için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe 
    çalışır ve Allah'a inanırsınız. Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette 
    daha hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler de var, ama pek çoğu yoldan çıkmışlardır. 
    
  111- Onlar 
    size eziyetten başka bir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşmaya kalkışsalar, 
    size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez. 
  112- Onlar 
    nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine alçaklık damgası vurulmuştur. 
    Meğer ki Allah'ın ipine ve insanlar (müminler)ın ahdine sığınmış olsunlar. 
    Onlar Allah'ın hışmına uğradılar ve üzerlerine de miskinlik damgası vuruldu. 
    Bunun sebebi, onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları ve haksız yere 
    peygamberleri öldürmeleridir. Ayrıca isyan etmiş ve haddi de aşmışlardı. 
  110-111-112-Burada 
    ümmet-i Muhammed'in esas mümeyyiz (ayırıcı) özelliği, tevhid imanı ile iyiliği 
    emir ve kötülükten alıkoyma olduğu ve bilhassa bu vasıf altında insanlar için 
    en hayırlı bir ümmet oldukları ve bu vazife esas itibariyle yalnız ulu'l-emr 
    (müslümanların yetkili amirlerin)e ait olmayıp bütün müminlerin bizzat veya 
    bilvasıta (aracı ile) bununla ilgili olmaları gerekeceği ve bir ümmetin hayırlı 
    oluşu da çoğunluğunun iyiliğiyle olabileceği ve nitekim diğer kitap ehlinin 
    bu haslete sahip olamamaları, içlerinde Allah'a itaattan çıkmış sapıkların 
    çoğunluğu oluşturmalarından doğduğu ve müslümanların çoğunluğu bu seçkin hasleti 
    muhafaza ettikçe kendilerine diğer kâfirlerin, sapıkların netice itibariyle 
    bir eziyetten başka zararları dokunamayacağı hatırlatılıyor ki, burada "ancak 
    Allah'ın ipine ve insanların ahdine sığınanlar hariç" kısmı da dikkate değerdir. 
    Kendilerini her şey zannedip Allah'a itaatten dışarı çıkanlar az çok zillet 
    (alçaklık)ten kurtulurlarsa, yine Allah'ın veya Allah'ın kullarının ahd (söz 
    verme) ve emanı sayesinde kurtulabilirler. 
  Evet, Kitap 
    ehlinin mümin olanları da yok değildir: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  113- Hepsi 
    bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet (topluluk) 
    vardır ki, gecenin saatlerinde onlar secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini 
    okurlar. 
  114- Allah'a 
    ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, 
    hayır işlerinde de birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar iyi insanlardandır. 
    
  115- Onlar 
    ne hayır işlerlerse karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah kendisinden gereği 
    gibi sakınanları bilir. 
  113-114-115-Ümmet-i 
    kâime, hakşinas (hak tanıyan), doğru, doğrulan veya Allah için kalkan, müstakîm 
    (doğru), âdil (adaletli) topluluk mânâlarına gelir. 
  Tefsir bilginlerinin 
    çoğunun tercihine göre burada kitap ehlinden maksat, Musa ve İsa aleyhisselâma 
    iman etmiş olanlardır. Ve bu âyetin iniş sebebi hakkında birkaç rivayet vardır: 
    
  1- Abdullah 
    b. Selam, Sa'leb b. Said ve Üseyd b. Ubeyd gibi zatlar müslüman oldukları 
    zaman diğer yahudiler bunların aleyhinde bulunmuşlar küfür ve hüsranlarından 
    bahsetmişlerdi. Bunlara karşı, onların faziletlerini açıklamak hakkında bu 
    âyet inmiştir. 
  2- Necranlılardan 
    kırk, Habeşten otuziki, Rumdan üç kişi ki toplamları yetmiş beş zat İsa'nın 
    dini üzereyken Muhammed (s.a.v.)'i tasdik ederek iman etmişlerdi. Âyet bunlar 
    hakkında inmiştir. 
  3- Peygamberimizin 
    Medine'ye gelmesinden önce Ensar arasında Esad b. Zürare, Berar b. Ma'rur, 
    Muhammed b. Mesleme ve Ebu Kays b. Sırme b. Enes muvahhidîn (Allah'ı bir tanıyanlar)den 
    idiler. Cünüb oldukları zaman guslederler ve bildikleri kadar hanif dini ile 
    amel ederlerdi. Resulullah gelince derhal tasdik edip, ona yardım ettiler. 
    
  4- Yukarıdaki 
    âyetlerde kitap ehli yerildikten sonra hepsinin böyle olmayıp, içlerinde iyi 
    sıfat ve hoş huya sahip olanların da bulunduğunun açıklanması için indiği 
    de söylenmiştir. 
  Bazı tefsircilerin 
    açıklamasına göre de burada kitap ehli deyimi, müslümanları da kapsayan genel 
    bir mânâda kullanılmıştır. Ve her halde âyetin siyâk (geliş şekli), cümlesindeki 
    müminleri açıklama olduğu ortadadır.
   Kitap ehlinin 
    iman edenleri böyle. Genel olarak kâfirlere gelince; müminler, bunların servetlerinden 
    ve dünya hayatı uğrunda çok harcamalarından endişe etmemelidirler. Çünkü:
  Meâl-i Şerifi 
    
  116- O inkâr 
    edenler (var ya), onların ne malları, ne de evlatları, onlara Allah'a karşı 
    hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlar, ateş halkıdır; orada ebedi kalacaklardır. 
    
  117- Onların 
    bu dünya hayatında harcadıklarının durumu, kendilerine zulmeden bir topluluğun 
    ekinlerini vurup da mahveden kavurucu ve soğuk bir rüzgarın hali gibidir. 
    Allah onlara zulmetmedi. Fakat kendileri, kendilerine zulmediyorlar. 
  116-117-Ancak: 
    
  Meâl-i Şerifi 
    
  118- Ey iman 
    edenler! Kendi dışınızdakilerden sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık 
    etmekten asla geri kalmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve düşmanlıkları 
    ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Düşünürseniz, 
    biz size âyetleri açıkladık. 
  119- İşte 
    siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, halbuki onlar sizi sevmezler, 
    siz kitap(lar)ın hepsine inanırsınız, onlarsa sizinle buluştukları zaman "inandık" 
    derler. Başbaşa kaldıkları zaman da kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını 
    ısırırlar. De ki: "kininizle geberin!". Şüphesiz ki Allah göğüslerin (gönüllerin) 
    özünü bilir. 
  120- Size 
    bir iyilik dokunsa fenalarına gider, başınıza bir kötülük gelse onunla sevinirler. 
    Eğer sabreder ve Allah'dan gereğince korkarsanız, onların hileleri size hiçbir 
    zarar vermez; çünkü Allah onları kendi amelleriyle kuşatmıştır.
  118-Bitâne 
    ( ) esasında elbisenin iç yüzündeki astar demektir. Bundan bir kimsenin sırlarına 
    vakıf olan pek sıkı dostuna da "bitâne denilir. Müminler, milletlerinin ehlinden 
    başkasını, yani gerek kâfirleri ve gerekse münafıkları (iki yüzlüleri) iç 
    yüzlerine vakıf olacak özel işlerinde ve muamelelerinde kullanmaktan yasaklanmıştır 
    ki, bu yasaklamanın özel hususlara da şümulü bulunmakla beraber âyetin siyâkı 
    (gelişi) -daha çok genel işlere bakmaktadır. Bunun gerekçesi de her iki tarafın 
    ruhî durumları izah olunarak anlatılmıştır.
   Evvela size 
    fesat ve zarar yapmakta hiç kusur etmezler. Size meşakkat ve zahmet veren 
    şeylerden memnun olurlar. Buğuzları ağızlarından taşmış, aleyhinize devamlı 
    propaganda yapmaktadırlar. Halbuki sîne (göğüs, kalp)lerinde gizledikleri 
    öfkeler, kinler daha büyüktür. 
  119-İkincisi: 
    Bunların sebebi ey müminler! Siz öyle kimselersiniz ki, onları, yani kendinizden 
    başkasını da seversiniz. Müslümanın şiarı budur. Herkesin iyiliğini ister, 
    herkese hayırhah (iyiliksever) olur, sevgi gözüyle bakar, haklarını korur, 
    fesattan sakınır, kimseyi belaya sokmak istemez. Fakat mümin ve müslüman olmayanlar 
    size karşı öyle değildir. Onlar sizi sevmezler. Bunun böyle olmasının sebebi 
    de siz müslümanlar bütün kitaplara iman edersiniz ve tamamen iman edersiniz. 
    Onun için herhangi bir kitaba mensub olanların ve hatta mensubluk iddiasında 
    bulunanların kendilerine iyi nazar (bakış)ları kadar sizin de onlara iyi nazar 
    (bakış)ınız bulunur. Çünkü imanın gereği budur. Fakat böyle olduğunuz halde 
    onlar öyle değildirler. Sizin kitabınıza inanmazlar, küfrederler; inandıkları 
    kitaba da -yukarda görüldüğü üzere hepsi tamamıyla inanmış değildir. Buna 
    göre müslümanların, müslüman olmayanlara karşı bakışları ve muameleleri mümine 
    yakışır olduğu halde; müslüman olmayanların müslümanlara bakış ve muameleleri 
    -inançları gereğince daima ve zorunlu olarak kâfirce olur. Bundan dolayıdır 
    ki hakiki bir müslüman, herkesin işlerinin sırdaşı olmaya layık olduğu halde; 
    müslüman olmayanların müslümanlara sırdaş olması hem kendilerine, hem müslümanlara 
    zarardır. Netice olarak müslümanın vicdanı temiz ve geniş, diğerleri ise dar 
    ve bulaşıktır. Üçüncü olarak, münafıklar yüze karşı gelince "biz müminiz" 
    derler; fakat tenha kaldılar, meydanı boş buldular mı iman ehline kinlerinden 
    parmaklarını ısırırlar, daima diş gıcırdatır dururlar. 
  120-Bunun 
    için siz müminlere bir güzellik dokunursa fenalarına gider. Mesela müslümanların 
    bedenlerinin sıhhati, ucuzluk ve ferahları, düşmanlarına zaferleri, aralarındaki 
    anlaşma ve sevgileri onları memnun etmez ve fakat size bir kötülük isabet 
    ederse onunla sevinirler. Mesela müslümanlara bir hastalık, fakirlik, mağlubiyet, 
    ayrıcalık, yağma ve çapulculuk gibi bir musibet oldu mu keyiflenir ve sevinirler. 
    İşte bütün bunlara karşı müslümanların görevi sabredip korunmak, faziletler 
    kazanmak ile onları hasetlerinden çatlatmaktır. Eğer müslümanlar Allah'a itaat 
    etmede sabrederler ve yasaklarından kaçınmakla iyice korunurlarsa, o kâfirlerin 
    ve o münafıkların hilelerinin ve entrikalarının hiçbir zararını görmezler. 
    Çok olsa biraz eziyet çekmiş olurlar. Fakat sonunda hepsine galip gelirler 
    ki, İslâm tarihi bunun misalleriyle doludur. 
  Sabredenlere 
    ve Allah'tan gereği gibi korkanlara Cenab-ı Allah'ın yardım ve imdadı nasıl 
    cereyan edip de düşmanların zararlarını defettiğini, sabredilmediği ve korunulmadığı 
    zaman da nasıl zararlara düşüldüğünü açıkça anlatmak için de özellikle şu 
    örnekleri an ey Muhammed: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  121- Hani 
    sen sabah erkenden müminleri savaş mevzilerine yerleştirmek için ailenden 
    ayrılmıştın. Allah, hakkıyla işiten ve bilendir. 
  122- O zaman 
    içinizden iki takım bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah onların yardımcısı 
    idi. İnananlar, yalnız Allah'a dayanıp güvensinler. 
  121-Bu iki 
    âyette Uhud gazası (harbi) hatırlatılmıştır. Şöyle rivayet edilir ki, bir 
    Çarşamba günü müşrikler Ebu Süfyan komutasında olarak Medine civarında Uhud 
    dağına inmişlerdi. Resulullah (s.a.v.), ashabıyla istişare etti. Abdullah 
    b. Übeyy b. Selul'ü de çağırmıştı. Bundan önce onu çağırmazken, bu defa onu 
    da davet etti. İstişare esnasında Abdullah ve Ensar'ın çoğunluğu: "Ey Allah'ın 
    elçisi Medine'de dur, çıkma, biz şimdiye kadar herhangi bir düşmana çıktıksa 
    musibete (kötülüğe) uğradık ve fakat herhangi bir düşman da üzerimize geldiyse 
    biz de onları musibete düşürdük. Sen içimizde iken daha neler olur? Şu halde 
    bırak onları, şayet kalırlarsa kötü bir yerde kalmış olurlar ve eğer üzerimize 
    gelirlerse erkekler yüzyüze savaşır; kadınlar, çocuklar da taşa tutarlar, 
    geri dönerlerse fena halde ümitsiz ve şaşkın olarak dönerler, giderler." demişlerdi. 
    Diğer bazıları da: "Şu köpeklere karşı çıkalım, kendilerinden korktuk zannetmesinler." 
    dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki: "Ben rüyamda gördüm, etrafımda 
    bir sığır boğazlanıyordu. Bunu hayra yordum. Kılıcımın ucunda bir gedik gördüm, 
    bunu da bir hezimet (yenilgiy)e yordum ve gördüm ki, sanki ben sağlam bir 
    zırhlı gömleğe sokuldum, bunu da Medine diye yordum. Reyiniz (kanaatiniz bu 
    şekilde) olursa Medine'de kalır ve onları bırakırsınız". Buna karşı müslümanlardan 
    "Bedir savaşı"na yetişememiş olan ve Uhud günü şehit olmaları takdir edilmiş 
    bulunan birtakım kimseler: "Herhalde bizi düşmanlarımıza çıkar." dediler ve 
    bunda ısrar ettiler. Buna göre Peygamberimiz de zırhını giyindi. Giyinince 
    de ısrar edenler: "Biz ne kötü şey yaptık, Resulullah'a vahy gelirken ona 
    karşı fikrimizde ısrara kalkıştık." diye pişman oldular. Bunun üzerine: "Ey 
    Allah'ın Resulu ne fikirdeysen öyle yap." dediler. Resulullah da: "Bir peygamber 
    zırhını giyince, artık savaşmadan onu çıkarması yaraşmaz." buyurdu ve cuma 
    günü cuma namazından sonra bin kişi ile çıkıp hareket etti. Cumartesi günü 
    sabahleyin Uhud'da Şi'b adlı yere vardılar. Resulullah piyade (yaya) olarak 
    yürüyordu. Ashabını harb için mevzilere yerleştiriyordu ve safları o kadar 
    tanzim ediyordu ki, biraz çıkmış bir göğüs görse, "geri çekil" diyordu. Vadinin 
    bir yanına kondu. Gerek kendisini ve gerek askerinin arkasını Uhud'a verdi. 
    Abdullah b. Cübeyr'i okçulara komutan yaptı. "Oklarla bizi müdafaa ediniz, 
    arkamızdan gelmesinler." diye ona emretti. Ve ashabına da: "Bu yerde iyi durunuz, 
    düşman sizi görünce dönecektir. Sakın dönenleri takip etmeyiniz ve bu mevziden 
    çıkmayınız." buyurdu. İşte bunları hatırlatmaktır. kısmı da Hz. Aişe'dir. 
    O gün Resulullah onun yanından hareket etmişti. Sonra Abdullah b. Übeyy, görüşüne 
    muhalefet edildiğinden dolayı, "Çocukların sözlerini dinledi de benimkini 
    dinlemedi." diye içerlemişti. Kendi adamlarına: "Muhammed, düşmana ancak sizinle 
    galip gelir, ashabına, 'Düşman sizleri görünce bozulacak' diye vadetti. Şu 
    halde düşmanlarını gördüğünüz zaman siz bozulunuz, arkanızdan onlar da bozulur, 
    iş Muhammed'in dediğinin tersine olur." dedi. İki taraf karşılaşınca Abdullah 
    emrindeki üçyüz kadar münafıkla beraber bozuluverdiler. Düşman üçbin kadardı. 
    Bunlara karşı yediyüz müslüman kaldı. Allah'ın yardımıyla müşrikleri yenilgiye 
    uğrattılar. Resulullah'ın buyurduğu ortaya çıkmıştı. Fakat müminler bu suretle 
    onların bozulduklarını görünce, Bedir olayı gibi olmasını arzu ederek sabredemediler, 
    geriye kaçanları takibe koyuldular ve Resulullah'ın emrine uymayıp, gösterdiği 
    yeri terkediverdiler. Sırf bu muhalefet yüzünden Cenab-ı Allah müşriklerin 
    kalplerinden korkuyu alıverdi. Tekrar döndüler hücum ettiler. Asker, Resulullah'ın 
    etrafından dağıldı. Beraberinde Hz. Ebu Bekir, Ali, Abbas, Talha, Sa'd gibi 
    birkaç zattan başka kimse kalmadı. O sırada Resulullah'ın mübarek yüzü yaralandı, 
    mübarek rubâ'ıyye (kesici) dişi kırıldı. Asker içinde: "Muhammed öldürüldü" 
    diye bir sayha (çığlık) çıktı. Ensar-ı kiramdan künyesi Ebu Süfyan olan bir 
    zat da: "İşte Allah'ın Resulu burada" diye bağırmaya başladı. Muhacirler ve 
    Ensar döndüler, Resulullah'ın etrafına geldiler. İçlerinden yetmiş kişi şehid 
    olmuş, birçoğu da yaralanmıştı. Resulullah, "Kardeşlerini müdafaa eden erkeğe 
    Allah rahmet etsin". buyurup, beraberindekilerle müşriklere hücum etti, onlar 
    da bir hayli ölü ve yaralı vererek, Allah'ın yardımıyla hepsini defetti. 
  İşte Uhud 
    olayının özeti budur ki, üçbin düşmana karşı, binden az ve üçyüz münafıkın 
    da geri dönmeleri üzerine yediyüz kadar müslüman askeri galip olmuşken sırf 
    Resulullah'ın emrine uymamaktan ve ganimet arzusuna düşülmekten dolayı böyle 
    bir bozgunluk vuku buldu ve olanlar oldu ki, bütün bunlar, "Eğer siz sabırlı 
    olur ve iyi korunursanız onların hileleri size hiçbir zarar vermez." (Âl-i 
    İmran, 3/120) anlamını gösteren olayın şahitleridir. 
  122-Bu olayda 
    Abdullah b. Übeyy b. Selul'ün bozgunluğu esnasında Resulullah'ın taraflarını 
    teşkil eden iki taife ki, Hazrec'den Beni Seleme (Seleme oğulları) ile Evs'ten 
    Beni Harise (Harise oğulları) de kalp zayıflığına düşüp az daha dönecek gibi 
    olmuşlar; fakat âyeti delaletince Allah saklamış, kalplerini toplamışlar, 
    niyetlerini doğrultmuşlar ki âyetinin de bunlara işaret olduğu beyan edilmiştir. 
    Bunda bir münafığı bitâne (sırdaş) edinip istişareye karıştırmaktan çıkan 
    zarara da büyük bir misal vardır. Şu halde müslümanlar sabır ve korunma ile 
    görevlerini bilmeli ve ancak Allah'a tevekkül ve itimat etmelidirler. Kalplere 
    kuvvet veren O, zayıflık veren yine O'dur. İkbal (düşmanı karşılamak) ondan, 
    idbâr (geri çekilmek) de ondandır. Allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından 
    sakınanlar herhalde galip ve muzaffer olurlar. 
  Meâl-i Şerifi 
    
  123- Andolsun, 
    sizler güçsüz olduğunuz halde Allah size Bedir'de yardım etmişti. Allah'tan 
    sakının ki, O'na şükretmiş olasınız. 
  124- O zaman 
    sen müminlere: "Rabbinizin size, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi 
    size yetmez mi?" diyordun. 
  125- Evet, 
    sabreder ve (Allah'tan) korkarsanız, onlar ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz 
    size nişanlı nişanlı beş bin melekle yardım eder. 
  126- Allah, 
    bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. 
    Yardım, yalnız daima galip ve hikmet sahibi olan Allah katındandır. 
  127- (Allah 
    bu yardımı) inkâr edenlerden bir kısmını kessin veya perişan etsin de umutsuz 
    olarak dönüp gitsinler (diye yaptı). 
  128- Bu işten 
    sana hiçbir şey düşmez. (Allah), ya onların tevbesini kabul eder, yahut onlara, 
    zalim olduklarından dolayı azab eder. 
  129- Göklerde 
    ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azab 
    eder. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. 
  123- "Bedr", 
    Mekke ile Medine arasında bir kuyu suyunun ismidir ki, sahibi Bedr b. Kelde'nin 
    adıyle veya ay gibi parlak ve yuvarlak olduğundan dolayı Bedr diye isimlendirilmiştir. 
    O yere veyahut vadiye Bedr denildiği de rivayet edilmiştir. İkrime'den nakledildiğine 
    göre burası cahiliyye devrinde bir ticaret yeriymiş. Peygamberimizin, müşriklerle 
    ilk savaşı olan Bedir gazası burada olmuştu ki, hicretin ikinci senesi Ramazan 
    ayının yirmi yedinci cuma gününe rastlıyordu. O gün, "sizler güçsüz olduğunuz 
    halde" âyetinden anlaşıldığına göre müslümanlar gayet az, fakir ve maddî bakımdan 
    son derece zayıf durumda idiler. Toplamı üç yüz on kişiden ibaret bir mücahid 
    toplumu idi. Yetmiş yedisi Muhacir (Mekke'den Medine'ye göç eden)lerden ve 
    sancaktarları Hz. Ali idi. İki yüz otuz altısı Ensar (Medine'nin yerlisin)dan 
    ve sancaktarları Sa'd b. Ubade idi. Üç-beş kişiye ancak bir deve düşebiliyordu. 
    Bütün askerde yalnız bir at, diğer bir rivayete göre biri Mikdad'ın, bir de 
    Mersed'in olmak üzere iki at, doksan deve, altı zırh, sekiz kılıç vardı. Buna 
    karşılık düşman, bin kadar savaşçı idi. Yüz atları vardı. Silah ve kuvvetleri 
    tamdı. İşte Bedir günü böyle bir halde bulunan müminlere Cenab-ı Allah yardım 
    ihsan etti. Bilindiği ve görüldüğü üzere Ebu Cehil gibi Kureyş'in ileri gelenleri 
    o gün hep öldürüldüler. Ve o günden itibaren imanın gücü ortaya çıktı. Bedir 
    günü, İslâm'ın binası oldu. Bunu Allah'dan başka kim yapabilir? Şimdi aklı 
    olanlar, böyle bir yardımı yapan Allah'a dayanmaz ve itimad etmez mi? Nasıl 
    olur da sabır ve korunmayı bırakır, feşele (yani korkaklığa) ve kalp zayıflığına 
    düşer? Şu halde ey müminler bundan böyle hep Allah'dan gereği gibi korkunuz 
    ki, yardımına erişip şükredesiniz. 
  124-125- Bedir 
    harbindeki ilâhî yardım o sırada idi ki ya Muhammed, sen müminlere şöyle diyordun: 
    "İndirilmekte olan üç bin melekle Rabbinizin size yardım etmesi yetmez mi? 
    Evet siz sabır ve sebat eder, itaatsizlikten sakınırsanız, onlar da şu anda 
    üzerinize geliverirlerse Rabbiniz, beş bin nişanlı melekle size yardım eder." 
    Rivayet edildiğine göre o sıra, "Kürz b. Cabir el-Muharibî müşriklere yardım 
    etmek istiyormuş" diye müslümanlara bir haber gelmiş ve endişelenmelerine 
    sebep olmuştu. Buna karşı, bu şekilde iki derece ilâhî yardım bildirilmiş 
    ve müşrikler dağılmış, bunu haber alan Kürz de yardımdan vazgeçmiş idi. Cenab-ı 
    Allah Bedir savaşında müminlere başlangıçta bin melaike ile yardım etmişti. 
    "Siz Rabbinizden yardım istiyordunuz, O da: "Ben size birbiri ardınca bin 
    melek ile yardım edeceğim" diye dualarınızı kabul etmişti." (Enfal, 8/9) Bundan 
    sonra Kürz haberleri üzerine inmiş olan üç bin melek yardımı ile müşriklerin 
    dağılmasını çabuklaştırdı. Ve şayet düşmanlara adı geçen Kürz'ün yardımı hemen 
    geliverecek olursa, müminlerin -sabır ve korunmaları şartıyla yani alâmetli, 
    nişanlı, simaları belli beş bin melaike daha göndereceğini de vaad etti. Şu 
    halde düşmana yardım gelmemiş ve zafer tamam olmuş bulunduğundan, bu beş bine 
    ihtiyaç kalmadığı anlaşılıyor. Bununla beraber işbu beş bin nişanlı meleklerin 
    de savaşa katılmamış olmakla beraber, indikleri ve hazır oldukları hakkında 
    rivayetler de mevcuttur. Ve bazı rivayette bu nişanlı melekler "Uhud"da inmiş 
    ve fakat çarpışmaya iştirak etmemişlerdir. Bu meleklerin simaları, çoğu rivayetlerde 
    kır atlar üzerinde sarı veya beyaz veya siyah sarıklı olmak üzere nakledilmiştir. 
    Bütün tefsir ve siyer bilginlerinin ittifakı vardır ki, Bedir harbinde melekler 
    inmiş ve kâfirlerle harbetmişlerdir. Bedir harbinin dışında meleklerin bizzat 
    harbe katılmayıp ancak çok sayı ile yardım halinde bulunmuş oldukları da İbni 
    Abbas'dan rivayet edilmiştir. Allah'ın bir meleğinin, yerin altını üstüne 
    girmeye gücü yettiği halde, böyle birçok melek ile yardım, kulların fiillerine 
    olan ilâhî yardımının bir tecellisidir. Ve bilinmektedir ki, bu gibi durumlarda 
    insanların gözünde kemmiyyet (mikdar)in de özel bir önemi vardır. Şu halde 
    meleklerin çoğaltılması, en az bir mücahit zümresinin, keyfiyyet (nitelik) 
    bakımından, kuvvetlerinin artmasını ifade eder. 
  126-Bunun 
    için buyuruluyor ki: Vuku bulan ve vaad edilen bu yardımı Allah, sırf müminlere 
    bir müjde olmak ve kalplerini yatıştırmak için yapmıştır. Böyle bir yardım 
    ve hatta genelde gerçek yardım ise, ancak aziz (üstün) ve hakim (hikmetli) 
    olan Allah katındandır. 
  127-Allah'ın 
    bu yardımı da şu hikmetler içindir: Kâfirlerin bir tarafını bölmek, öldürmek 
    veya esir etmek veya onları perişan edip ciğerlerini hûn (kan) eylemek için 
    ki maksatlarına eremeyip perişan ve ümitsiz olarak dönsünler. 
  128- Ey Muhammed! 
    Başkaları şöyle dursun, sen bile bizzat hiçbir emre, hiçbir hükme sahip değilsin. 
    Ancak memur bir kulsun. Allah'ın emri olmayınca, o kâfirlere ve muhalif (karşıt)lere 
    hiçbir şey yapamazsın, hatta aleyhlerine dua bile edemezsin. Nitekim rivayet 
    edildiğine göre Uhud olayında Resulullah kâfirlere beddua etmek istemişti 
    ki bu âyet inmiştir. Netice olarak emir, ancak Allah'ındır. Allah'ın hikmeti 
    de, ya onları Bedir'de yaptığı gibi kesmek veya perişan etmekle ümitsiz bırakmak, 
    veya onlara tevbe nasip etmek, veyahut onları şiddetli bir şekilde azaplandırmaktır. 
    Bu azaplandırmanın sebebi de zira onlar zalimdirler.
  129- "Göklerde 
    ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azab 
    eder." bununla beraber "Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir". Şu 
    halde bunu iyi bilmeli ve yalnız Allah'ın emir ve hakimiyetine iman ve ancak 
    onun yardımına dayanıp ona göre sabır ve ittika (gereğince sakınmak) ile ilâhî 
    afv ve rahmet yoluna girmeli ve Uhud vakası (olayı)nda olduğu gibi zarar görmemek 
    için küçük cihaddan önce müminler büyük cihad olan nefis mücadelesi ile ahlâklarını, 
    toplumlarını, işlerini ve iç durumlarını ıslah ve terbiye etmelidirler. 
  Bunun için: 
    
  Meâl-i Şerifi 
    
  130- Ey iman 
    edenler! Kat kat artırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa 
    eresiniz. 
  131- Kâfirler 
    için hazırlanmış olan ateşten sakının. 
  132- Allah 
    ve Peygambere itaat edin ki, size de merhamet edilsin. 
  130-131-132-Demek 
    ki şimdi içe ait ıslahat (düzeltme) hususunda dikkat nazarına alınacak mesele, 
    ittika (gereğince sakınma) ile ilgili olan iktisadî meseledir. Ve bunun en 
    önemlisi de faizden kaçınmaktır (Bakara, 2/275, 276, 278, 279. âyetlerin tefsirine 
    bkz.). Bunda da ilk iş "ad'at-ı müdaafe" (kat kat artırılmış) ribâ (faiz)nın 
    kaldırılmasıdır. Faizin kat kat artırılması da, bir borca geçmişi eklene eklene 
    faizin ana para kadar veya daha çok bir mikdarı bulması demektir. Tefsirciler, 
    kat kat olma şartının, ihtirâzî olmayıp o zamanki durumun cereyanına göre 
    vaki olmuş olduğunu ve buna göre yasaklamanın aslının mutlaka faizi haram 
    kılmaya yönelmiş olduğunu açıklamaktadırlar. Bu âyetin Uhud vakasını hatırlatması 
    konusunda inmesi, bunun ilk nazil olan ribâ (faiz)yı yasaklama âyeti olduğunu 
    göstermekten uzak değildir. Fıkha ait incelemelere göre Bakara sûresinin âyetleri 
    nüzul bakımından bundan sonradır. Ve hatta sonra inmiş olmasa bile, herhalde, 
    mukaddem (daha önce) de olmadığından, en azından beraber olduklarının düşünülmesi 
    gerekir. Ve bundan dolayı ribâ (faiz) hakkında hakim olan nass (mânâsı açık 
    âyet), "Allah alışverişi helal, ribâ (faiz)yı haram kıldı." (Bakara, 2/275) 
    mutlak haram kılma âyetidir. Şu halde Bakara sûresinde açıklandığı üzere "Eğer 
    (faizle ilgili söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Resulu ile savaşa girdiğinizi 
    bilin." (Bakara, 2/279) tehlikesini düşünüp emirlerini tutun. Bu ittika (korunma) 
    ve itaat ile: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  133- Rabbinizin 
    bağışına ve genişliği göklerle yer arası kadar olan, Allah'tan gereği gibi 
    korkanlar için hazırlanmış bulunan cennete koşun! 
  134- O (Allah'tan 
    hakkıyla korka)nlar, bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini 
    yutarlar, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever. 
  135- Ve onlar 
    çirkin bir günah işledikleri, yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı 
    hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Allah'tan başka günahları 
    kim bağışlayabilir? Bir de onlar, bile bile, işledikleri (günah) üzerinde 
    ısrar etmezler. 
  136- İşte 
    onların mükafatı (ödülleri) Rableri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar 
    akan, ebedî kalacakları cennetlerdir. Çalışanların mükafatı ne güzeldir! 
  133- kelimesi, 
    Nâfi' ve İbni Âmir kırâetlerinde "vav"sız olarak şeklinde okunur. 
  "Müsaraat", 
    , konuşmak, sürat yarışı yapmaktır. Mağfiret (afv)e koşmak da, sebeplere ve 
    mağfiretin yoluna koşmak demektir. "Cennet", dâr-ı saadet (saadet evi) olan 
    ebedî vatan, o gizli bahçe ki "altından ırmaklar akan cennetler" den birisi 
    veya hepsi. "Arz"; tûl (uzunluk) karşılığı "en" veya vüs'at (genişlik) veya 
    karşılık ve bedel mânâsınadır ki, birşey satın almak için arz olunur. Diğer 
    bir âyette "Genişliği, gökle yerin genişliği gibi olan cennete koşuşun." (Hadid, 
    57/21) buyurulduğundan, burada da teşbih (benzetme) "kaf"ın hazfi (düşmesi)yle 
    "Onun eni, göklerin ve yerin enidir." mânâsı gözetilmiştir. Ve bu teşbihin 
    hakikî veya genişliğin büyüklüğünden kinaye olduğu da bahis konusu edilmiştir. 
    İbnü Abbas ve Said b. Cübeyr ve cumhûr (çoğunluk) demişlerdir ki: "Gökler 
    ve yer, kumaş gibi yayılıp birbirine ulanınca cennetin enine bir ölçü olur. 
    Uzunluğunu ise Allah'tan başka kimse bilmez". Bu görüşe göre cennet, semalardan 
    daha büyük demektir. Bazı nebevî hadislerde de cennet, Arş-ı âzam (büyük Arş)ın 
    altında ve semaların üstünde bulunduğu şeklinde varid olmuştur. Bunun için 
    "bir kişiye düşen cennet" diye de açıklanmıştır. Bununla beraber bu âyetin 
    zahiri, bu alemin semaları ve yeri, aynen cennetin eni, âyeti de teşbihen 
    (benzetilerek) böyle olduğunu gösteriyor. Bunların birini bedel, birini "en" 
    mânâsına alarak tevfik (birbirine uydurmak) mümkün olduğu gibi, "Rabbının 
    (hüküm ve adalet) makamından korkan kimseye iki cennet vardır." (Rahman, 55/46) 
    âyeti de, her iki âyetteki cennetleri başka başka olarak almaya müsaittir. 
    "Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver." (Bakara, 
    2/201). 
  Râzî tefsirinde 
    nakledildiği üzere Herakl'in (yani Rum kralının) elçisi Peygamberimize: "Sen 
    'müttekîler için hazırlanmış ve genişliği yer ve gökler kadar' olan bir cennete 
    davet ediyorsun? O halde nâr (cehennem) nerede?" diye sormuş. Resulullah (s.a.v.): 
    "Sübhanallah (Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim), gündüz olduğu zaman 
    gece nerede olur?" buyurmuş olduğu rivayet edilmiştir. 
  134-Bu cennetin 
    müttakî (Allah'tan gereğince korkan)ler için hazırlanmış olduğu gösteriliyor. 
    Ve bu korunmanın sadece şirkten sakınmak mânâsına genel bir korunma olmadığı 
    anlatılmak için bu müttakîler, özel vasıflarla vasıflandırılıyor ki, birinci 
    olarak "serra", sürûr (sevinç) veren durum; "darrâ", zarar ve sıkıntı veren 
    durum demektir ki, hâl-i yüsur ve hâl-i usür, (sürûr hali ve gam hali); hayat 
    ve vasiyyet hali suretiyle ölüm hali; evlat ve akrabaya harcama gibi sevinç 
    veren infak; düşmanlara karşı masraf gibi zarar ve sıkıntı veren harcama halleri; 
    kolaylaştırıcı kimselere ziyafet ve hediye; sıkıntıda olan fakirlere sadaka 
    mânâlarından her biriyle tefsir edilmiştir. Buna göre açık olan genellemedir. 
    Gayz, hoşlanmadık bir şeye karşı insan tabiatın heyecanının yani öfke demektir 
    ki, gadab (kızgınlığ)ın aslıdır. Ve ondan farkı vardır. Deniliyor ki, her 
    halde gadabın arkasında intikam alma isteği vardır. Veyahut gadab (kızgınlık), 
    istemeden yüzde ve uzuvlarda görünür. Gayz ise yalnız kalpte kalabilir. Bir 
    de Allah'a gazab isnat edilir de, gayz isnat edilmez. "Kezm = " dolu bir kırbanın 
    (deriden yapılmış su kabı) ağzını bağlamaktır ki, burada öfkesini yutup tutmak, 
    zarar gördüğü kimselere karşı kudreti bulunduğu halde intikama kalkışmamak 
    ve hatta hoş olmayan bir hâl göstermeyip hazmetmek ve sabretmektir. Kötülük 
    edenlere karşı afv ile muamele edenler. Affetmek hakkında birçok nebevî hadis 
    varid olmuştur. Bu cümleden olarak buyurulmuştur ki: "Kıyamet günü, nerede 
    ecir (sevab)leri Allah üzerinde olanlar, cennete girsinler." diye bir çağırıcı 
    bağıracak. "Ecri Allah üzerinde olan kim?" denilecek. Bunun üzerine, affetmiş 
    olanlardan başka kimse kalkamayacaktır. İşinde iyilik yapan bütün iyilikseverleri 
    kapsayıcıdır. (İhsanın mânâsı için Bakara sûresi 112. âyetine bakınız). 
  135-İkinci 
    olarak "Onlar fâhişe işledikleri veya nefislerine zulmettikleri zaman..." 
    Fahişe, zina gibi çok çirkin olan fiil; nefse zulüm de herhangi bir günah. 
    Yahut fahişe, başkasıyla ilgisi olan günah. Nefse zulüm de başkasıyla ilgisi 
    olmayan günah demektir. Müttakilerin ikinci kısmı insanlık hali böyle bir 
    kötülük yaptıkları veya herhangi bir günah işledikleri zaman, hemen Allah'ı 
    hatırlarlar da haya ve korkularından günahlarına hemen istiğfar ederler. Yaptığına 
    nedamet edip kalbiyle ve diliyle affedilmesini diler ve o günahı örttürecek 
    iyiliklere koşuşurlar. Gerçekte günahları da gafûr (affedici), rahim olan 
    Allah'dan başka kim bağışlar? Öyle ya, affedenleri, iyilik yapanları seven 
    şânı büyük Allah'dan çok affetmeye ve bağışlamaya gücü yeten kim düşünülebilir? 
    İşte herhangi bir günah sonunda derhal Allah'dan utanıp da hemen tevbe ve 
    istiğfar edenler, ve yaptıkları günahlarda, bile bile, ısrar etmeyenler, 
  136- bunlar 
    yok mu, Allah tarafından mükafatları bağışlanma, günahları yokmuş gibi altından 
    ırmaklar akan, içinde ebedî olarak kalacakları cennetlerdir. Bunlar Allah'ın 
    göze görünmeyen ebedî (sonsuz) nimetleridir. Ne de güzeldir ecri iş yapanların, 
    çalışanların. Esas itibarıyla amelin gereği değil, sırf Allah'ın lütfu olan 
    bu bağışlama ve cennet, ilâhî vaad gereğince, güzel amel sahiblerinin haklarıdır. 
    Amel etmeyen, tevbe etmeyen isyankârların kurtuluş ve selametleri ise böyle 
    hak etmek şeklinde bir ahd ve vaad ile garanti edilmiş değildir. Sırf Allah'ın 
    dilemesi ve yardımına kalmış bir şeydir. Bununla beraber onların bağışlanması 
    da imkansız değil, caizdir. Çünkü "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin, 
    muhakkak Allah bütün günahları affeder." (Zümer, 39/53) buyurulmuştur. Ancak 
    şuna dikkat edilmesi gerekir: İkisinde de esasen hakim olan ilâhî lütuf ve 
    büyüklük olmakla beraber, Kur'ân dilinde biri çalışmış namuslu bir ecir, biri 
    de ecir olmak üzere yazılan ve fakat namusuyla çalışmayıp ücret zamanı sadaka 
    uman bir dilenci durumunda anlatılmıştır. Şu halde kendini beğenmiş, küstah 
    bir işçinin kovulmak tehlikesi bulunduğu gibi, tembel bir dilencinin de iman 
    cilvesi ile ihsana mazhar oluvermesi mümkündür. 
  Burada açıklanan 
    iki kısım müttakilerin hali, kıyasın gelişine tatbik olununca birincilerin 
    genel olarak Bedir ashabının, ikincilerin de Uhud ashabının vasıflarına işaret 
    ettiği anlaşılır. Bundan dolayı, bu kıssa (olay)ya sözü nakletmek için buyuruluyor 
    ki: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  137- Muhakkak 
    ki sizden önce birçok olaylar, şeriatler gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin, 
    dolaşın da yalancıların sonunun nasıl olduğunu bir görün. 
  138- Bu (Kur'ân) 
    insanlar için bir açıklama, Allah'dan gereğince korkanlar için doğru yolu 
    gösterme ve bir öğüttür. 
  137- kelimesi 
    burada vaka (olay)lar mânâsınadır. Yani ey müminler, Uhud vakasında kâfirler 
    size karşı bir gösteride bulundularsa da bundan dolayı üzülmeyiniz. Sizden 
    önce milletlerin tarihinde böyle nice olaylar geçmiştir. Fakat güzel sonuç 
    Allah'dan korkanlara kalmıştır. Yer yüzünde gezin de gözünüz ve basiretinizle 
    bakıp inceleyiniz, gerçeği yalanlayanların sonu nasıl olmuş? Tefsirciler: 
    "Burada, ibret almak için yeryüzünün her yerini gezip onun içine aldığı Allah'ın 
    acaip yaratıklarını seyretmenin, salih kişileri ve büyük yapıları ziyaret 
    etmenin ve tarih kitaplarını okuyup incelemenin caiz olduğuna delalet vardır. 
    Çünkü bunlar, âlemin seyrini ve geçmiş milletler üzerinde cereyan eden işkenceleri 
    bilmek için bir yoldur." diyorlar ki bunda, hak ile batılın akışını incelemek 
    suretiyle ibret almak için eski eserlerin de dahil olacağı unutulmaması gerekir. 
    Biz de şunu eklemek isteriz ki, bu konuda "geziniz" emri, mücerred (yalnız) 
    izin ve mubah olmaktan çok, en az nedb (mendûb, müstehab) gibi bir hüküm ifade 
    eder. 
  138- İşbu 
    "gelip geçmiştir." hatırlatması ve gerisi, bütün insanlara bir çeşit açıklama 
    ve fakat yalnız Allah'dan hakkıyla korkanlara doğru yolu gösterme ve öğüttür. 
    Gereğince korunmak karakterine uymayanlar, akıllarını başlarına alamazlar. 
    Mev'ıza (öğüt), din yolunda layık olmayan şeylerden yasaklamayı ifade eden 
    söz demektir. 
  Şöyle ki: 
    
  Meâl-i Şerifi 
    
  139- Gevşemeyin, 
    üzülmeyin, eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir. 
    
  140- Eğer 
    size (Uhud savaşında) bir yara değmişse, (Bedir harbinde) o topluma da benzeri 
    bir yara dokunmuştu. O günler ki, biz onları insanlar arasında döndürür dururuz. 
    (Bu da) Allah'ın sizden iman edenleri ayırt etmesi ve sizden şahitler edinmesi 
    içindir. Allah zalimleri sevmez. 
  141- Bir de 
    bu, Allah'ın iman edenleri tertemiz seçip, kâfirleri yok etmesi içindir. 
  139- "Eğer 
    hakikaten inanıyorsanız muhakkak üstün olan sizsinizdir." Uhud harbinde müminlerin 
    bir kısmı bozulunca, o zaman düşman komutanlarından olan Hâlid b. Velid dağı 
    tutmak istemiş, Resulullah da: "Sakın üzerimize yükselmesinler. Ya Allah, 
    bizim kuvvetimiz ancak seninledir." demişti. Bu âyet de o zaman indi diye 
    rivayet edilmiştir. Kurtubî tefsirinde anlatıldığı üzere gerçekten Uhud'dan 
    sonra Peygamberimiz zamanında Muhammed ümmeti hangi seferde bulundularsa muhakkak 
    başarılı olmuşlar, ondan sonra da sahabeden bir kişi bile bulunan her İslâm 
    ordusu da öyle olmuştur. 
  140-141- "Eğer 
    size bir yara dokunmuşsa, o topluma da benzeri bir yara dokunmuştur." "Karh 
    " yara demektir. Uhud savaşında Muhacirlerden beş kişi (yani Peygamberimizin 
    amcası Hz. Hamza b. Abdülmüt-talib, Resulullah'ın sancakdarı Mus'ab b. Umeyr, 
    Peygamberimizin amcaoğlu Abdullah b. Cahş, Osman b. Şemmas, Utbe'nin kölesi 
    Sa'd), Ensar'dan da yetmiş kişi şehid olmuşlardı. (Allah hepsinden razı olsun). 
    Başlangıçta Bedir harbinde kâfirler ordusundan yetmiş kişi öldürülmüştü. Uhud'da 
    İslâm ordusu bine yakın olduğu gibi, Bedir'de kâfirler ordusu da bin kadardı. 
    Bundan başka Uhud savaşında müslümanlar Resulullah'ın emrine muhalefet olmazdan 
    önce düşmandan bayraktarlarıyla beraber yirmi küsür kişiyi öldürmüşler ve 
    birçoklarını yaralamışlar ve oklarıyla bir hayli hayvanlarını da tepelemişlerdi. 
    Bazı tefsirciler bu mukayeseyi yalnız Uhud harbine tahsis etmişlerse de, tefsircilerin 
    çoğunluğunun açıkladığı üzere âyet Uhud ile Bedir'in karşılaştırılması hakkındadır. 
    Yani düşmanlar Bedir savaşında verdikleri ölü, gördükleri yenilgiden dolayı 
    gevşekliğe ve güçsüzlüğe düşmeyip Uhud saldırısına hazırlanmış oldukları halde, 
    siz onlardan daha yüksek iken nasıl olur da gevşekliğe ve güçsüzlüğe düşer, 
    üzülürsünüz ve bundan sonra da cihada hazırlanmazsınız? 
  O günler, 
    o zafer ve üstün gelme günleri yok mu? Biz onları insanlar arasında tedavül 
    ettirir, döndürür, dolaştırırız. Kâh filanların lehine çeviririz, kâh da filanların. 
    Nitekim: 
  "Bir gün aleyhimize, 
    bir gün lehimizedir. Bir gün kadınlar, bir gün de kartallar" denilmiştir. 
    "Devlet" ve "devle" isimlendirmesi de işbu müdavele (döndürüp dolaştırma) 
    mânâsı itibariyledir. Ve bu günleri döndürüp dolaştırmanın birçok gizli hikmetleri 
    vardır. Bu cümleden olarak Allah sizden iman edenleri bilsin ve sizden şehidler 
    alsın ve şahitler tutsun diyedir ki böyle yapar. Ve malum ya Allah zalimleri 
    sevmez. Eğer bu döndürüp dolaştırmak olmamış ve kâfirler hep sıkıntı ve şiddet 
    içinde kalmış olsaydı, imanın ihtiyarî (isteğe bağlı olmasının) kıymeti kalmaz, 
    zorunlu bir iş olur. Teklifin, sevap ve cezanın mânâsı olmaz, her şekilde 
    ilâhî cebir (zorlama) ve kudret, hükmünü icra eder. Ve çalışma ve seçime, 
    isteğe bağlı olan sayısız terakkî (ilerleme) ve ıstıfa (seçme) kanunu bulunmazdı. 
    Görünüşte kâfirlerin çıkarına gibi görünen bazı şüpheler bulunmalı ve mükellef 
    gaybe ait delilleri iman gözüyle keşf ve tetkik ederek o şüpheleri defetmeli 
    ve o sayede bulunduğu halden geleceğe aşk ile hamle ettirecek heyecanlar duyabilmelidir 
    ki, gerçek iman sahibi ile küfür sahibi ortaya çıksın ve küfür ehli geçici 
    şeylerle aldanırken iman ehli ebedîlik ile en son saadete ulaşsın. Bunun için 
    buyuruluyor ki: Bir de Allah iman edenleri seçsin ve günahlardan temizlesin 
    ve o kâfirleri eksiltip körletsin. Demek olur ki, insanlar arasında günlerin 
    döndürülüp dolaştırılması, iman ile küfür arasında bir ıstıfâ (seçim) ile, 
    işin sonunda müminleri yükseltme hikmetine dayanmaktadır. Herhangi bir zamanda 
    kâfirlerin bir zafer günü görmüş olmaları bile bir çeşit iman ile ilgilidir. 
    Mesela kâfirlerin batıla inanmalarının kuvveti, müminlerin hakka inanmalarının 
    kuvveti ile karşılaştırıldığı zaman, kâfirin batıla olan imanında daha çok 
    bir şiddet ve kuvvet varsa; o kâfirler o müminlere galip gelebilirler ki, 
    bu galibiyet batılın hakka üstün gelmesi değil, inanılan şeyi bir tarafa bırakmak, 
    bir imanın, diğer imana galip gelmesi demektir. Çünkü, ilgilendiği şeye bakmaksızın 
    mutlak iman, mutlak küfre muhakkak galiptir. Buna göre müminlerin Allah'a 
    öyle kuvvetli bir imanları bulunması gerekir ki, kâfirlerin, esasında bir 
    küfür ve şirk olan dünyaya ait imanları onunla ölçüldüğü zaman, ahiret karşısında 
    dünya, hâlik (yaratıcı) karşısında mahluk (yaratık) kadar zayıf ve hükümsüz 
    kalsın. Bu noktada "Kim zerre kadar hayır yapmışsa onu görür." (Zilzal, 99/7) 
    ifadesinin de bir tecellisi vardır. Ve herhalde sonuçta şurası kuşkusuz sabittir 
    ki, yaratılış mutlak bir seçime yöneliktir. "Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın." 
    (Âl-i İmrân, 3/191) Bunun için kâfirlerin başarıya ulaşması da netice itibariyle, 
    kendi zararlarınadır. 
  Mesela işbu 
    "Allah iman edenleri bilsin.", "Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri 
    bilmeden, sabredenleri bilmeden..." (Âl-i İmrân, 3/142), "Elbette Allah doğruları 
    bilecek, yalancıları bilecektir." (Ankebut, 29/3), "İki zümreden hangisinin, 
    kaldıkları süreyi daha iyi hesab edeceğini bilelim." (Kehf, 18/12), "Andolsun 
    biz sizi deneyeceğiz ki, içinizden cihad edenleri ve sabredenleri bilelim." 
    (Muhammed, 47/31), "Allah hanginizin daha güzel iş yaptığınızı denesin." (Hûd, 
    11/7) ve yukarda Bakara sûresinde geçen "Biz Peygamber'e uyanı bilelim." (Bakara, 
    2/143) âyetlerindeki ilâhî ilmin mânâsı dikkate değer görülmüştür. Hatta Mu'tezile 
    mezhebinden olan Hişam b. Hakem bu âyetlerin zahiriyle delil getirerek: "Allah 
    Teâlâ hadiselerin meydana gelişini ancak olduğu anında bilir, zira bu âyetler 
    Allah Teâlâ'nın bu şeyleri ancak oluşları sırasında bildiğini ifade ediyor." 
    demiştir. Halbuki Allah'ın ilminin ezelî oluşu, aklî ve naklî kesin deliller 
    ile sabit ve ilâhî ilimde değişme, mümkün olmayacağı için tefsirciler bu âyetlerdeki 
    ilme birkaç şekilde mânâ vermişlerdir: 
  1- Temsille 
    yorumlanmıştır ki, iman üzere sabit olan ihlas sahiplerini görüp bilmek isteyen 
    şefkatli bir sevgili muamelesi yapmak demektir.
   2- Burada 
    ilim, sebebiyyet (sebep olma) ve müsebbebiyyet ilgisiyle temyizden mecazdır 
    ki, imanları kuvvetli ve sabit olanları diğerlerinden ayırd etmek demek olur. 
    Nitekim: "Allah müminleri, şu üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir, 
    pisi temizden ayrılacaktır." (Âl-i İmrân, 3/179) buyurulmuştur. 
  3- İlim, kendi 
    hakiki mânâsıyladır. Fakat bilinenle ilgi durumlarını ayırt etmek gerekir. 
    Bir şeyle varlığından önce bilginin ilgisi durumuyla, bizzat varlığından sonraki 
    ilgisinin durumu arasında fark vardır. Bunun için kelamcılar demişlerdir ki, 
    Allah'ın ilmi kadîm (ezelî) olduğu halde tealluku (ilgisi) hâdis (sonradan 
    olma) olabilir. Ve Allah'ın ilminin olaylara iki ilgisi vardır: Biri, var 
    olmadan önceki ilgidir ki, ezelidir. Allah Teâlâ ezelde "her şeyi bilen" dir. 
    İkincisi, varlığından sonra lâyezal (zevalsiz, sonsuz) da ilgisidir ki, Allah 
    Teâlâ sonsuzda her şeyi varlığından sonra, mevcut veya fânî olarak da olduğu 
    gibi bilir. Ve bu fark, Allah'ın ilminde bir değişme değil, bilinenin halinde 
    bir değişme ifade eder. Ve bununla Allah'ın ilminin tahakkuk (gerçekleşme) 
    ve sabit olması ortaya çıkar. Şu halde bu mânâca ilim, tahakkuk ve icat (yaratma) 
    mânâsıyla yakından ilgilidir. 
  4- İlim, lâziminden 
    mecazdır ki, ceza veya mükafat mânâsınadır. Nitekim dilimizde: "İyiliği et, 
    denize at, balık bilmezse Hâlik (yaratıcı) bilir." atasözünde, "Halik bilir" 
    demek, "o takdir eder, mükafatını verir" demektir ki, O'nun mükafatı, en büyük 
    rızadır. Birçok âyetlerde ilmin bu mânâya geldiği de olmuştur. Nitekim "Allah 
    için yaptığınız her harcamayı, yahut adadığınız her adağı Allah bilir." (Bakara, 
    2/270) bu kabildendir. Üçüncü mânâ çok ince ve pek felsefî olduğu için, ikinci 
    ve dördüncü mânâlardan birisi, genel bir bakışla, daha açıktır. den buraya 
    kadar olan âyetlerin meâllerinin özeti şu oluyor ki: "Allah Teâlâ bu dine 
    yardım vaad etmiştir. Eğer siz gerçekten müminler toplumundan iseniz, biliniz 
    ki, Uhud vakası bu hâl üzere kalmıyacaktır. Devlet, müslümanların olacak ve 
    onlar sonunda düşmanları istila edeceklerdir. Zaten dünyanın acıları ve tatlıları 
    sonsuz ve halleri devamsızdır. Ebedî saadet ahirettedir. Ebu Hayyan tefsirinde 
    nakledilir ki, hafızın birisi, âyetini okurken, dili fasih Araplardan birisi 
    dinlemiş, o herhalde "O günleri Araplar arasında döndürüp dolaştırırız." olacak 
    demiş. Kendisine: "Hayır dir", denilince, "Yani biz Allah içiniz ve O'na dönücüyüz, 
    Ka'be'nin Rabbine yemin olsun ki Arabın devleti elden gitti." demiş ve bu 
    âyetten İslâm devletinin sırf Araba mahsus olmadığını ve bütün toplumlar arasında 
    bir tedavül (döndürülmey)e namzed bulunduğunu lisan kuvveti ile anlamıştır. 
    
  Bu öğüt, müjde 
    ve teselliden sonra, Uhud savaşındaki hataları tenkid ve kusur edenleri de 
    tevbih (kınama) ve terbiye sadedinde buyuruluyor ki: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  142- Yoksa 
    siz, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan 
    cennete girivereceğinizi mi sandınız? 
  143- Andolsun 
    ki siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. İşte onu gördünüz, ama 
    bakıp duruyorsunuz. 
  144- Muhammed, 
    ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi 
    o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim 
    (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah şükredenleri 
    mükafatlandıracaktır. 
  145- Allah'ın 
    izni olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. (Ölüm) belirli bir süreye göre 
    yazılmıştır. Kim dünya menfaatini dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de 
    ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükafatlandıracağız. 
    
  146- Nice 
    peygamberler vardı ki, kendileriyle beraber birçok Allah dostları çarpıştılar; 
    Allah yolunda başlarına gelenlerden yılgınlık göstermediler, zaafa düşmediler, 
    boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever. 
  147- Onların 
    sözleri ancak: "Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı 
    bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı diret, Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım 
    et!" demekten ibaretti. 
  148- Allah 
    da onlara hem dünya nimetini, hem de ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah 
    güzel davrananları sever. 
  149- Ey iman 
    edenler! Siz eğer kâfir olanlara uyarsanız, sizi topuklarınız üstünde gerisin 
    geriye çevirirler. O zaman büsbütün kaybedersiniz. 
  150- Hayır! 
    Sizin mevlanız Allah'tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.
   151- Allah'ın, 
    hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmalarından dolayı, 
    inkâr edenlerin kalplerine korku salacağız. Onların yurtları ateştir. Zalimlerin 
    dönüp varacağı yer ne kötüdür! 
  152- Siz Allah'ın 
    izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan vaadini yerine getirmiştir. 
    Allah size sevdiğiniz (galibiyeti) gösterdikten sonra zaafa düştünüz. (Peygamber'in 
    verdiği) emir hakkında tartışmaya kalkıştınız ve isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı 
    istiyordu, kiminiz ahireti istiyordu. Sonra Allah sizi, denemek için onlardan 
    geri çevirdi ve sizi bağışladı. Allah müminlere karşı çok lütufkârdır. 
  142-143- "Andolsun 
    ki siz ölümü istiyordunuz..." Bu hitab müminlerden bir kısmı hakkındadır ki, 
    yukarda anıldığı üzere, Resulullah (s.a.v.) Bedir harbine ansızın çıktığı 
    için, harb olacağını zannetmemişler ve bundan dolayı Bedir gazvesinde bulunamamışlardı. 
    Bedir ashabı hakkındaki ilâhî ikramları anladıkları zaman gitmediklerine pişman 
    olarak: "Ah keşke biz de Bedir ashabı gibi öldürülüp şehit olsaydık." diye 
    düşmanla çarpışmak için arzu beslemeye başlamışlardı. Ve hatta Medine'de savunmaya 
    razı olmayıp, Uhud'a çıkmak için teşvik edenler de bunlardı. Fakat harbe çıkıp 
    anılan olay olunca birçokları sebat edemediler. Bu âyet bunlar hakkında inmiş 
    ve önceden harbi arzu ederek ölümü temenni ettikleri halde, onu görünce bakıp 
    kalmalarından dolayı azarlanmışlardır. Bazı tefsirciler diyorlar ki burada 
    ölümden kastedilen harbdir. Çünkü savaş, çoğu zaman ölümü içine alır. Bu itibar 
    ile kendi şahsında ölüme razı olmayan, harbi de temenni etmez. İşte harb ile 
    ölüm arasındaki bu ilgiden dolayı, çıkıp düşmanla çarpışmak arzusundan ölümü 
    temenni etmekle tabir buyurulmuştur. Yoksa kastedilen, bizzat ölümü temenni 
    etmek değildir. Çünkü bir müslüman için ölümü istemek meşru (dine uygun) değildir. 
    Hatta savaşta şehid olmayı temenni etmenin bile caiz olamıyacağına ve çünkü 
    bunda kâfirlerin galip gelmesini temenni mânâsı bulunacağını kabul edenler 
    olmuştur. 
  Fakat doğrusu, 
    şehit olmayı istemekte sakınca yoktur. Ve bu âyette ölümü istemekte, şehid 
    olmayı isteme mânâsı açıktır. Ancak iyi anlaşılmak gerekir ki, şehit olmayı 
    istemek, düşmanın üstün gelmesini temenni eder gibi, bizzat ölümü temenni 
    etmek şeklinde olmamalıdır. Asıl maksad, Hak yolunda şehitlik rütbesine erişmek 
    ve Allah katında vaad edilmiş olan gerçek hayata ermektir ki, bunda ölümü 
    isteme bir vesile olmak bakımından zımnî (örtülü) kalır. Kısaca, ölmek için 
    yaşamakla, ahirette gerçekten yaşamak için ölmek arasında pek büyük bir fark 
    vardır. Savaşacak olanlar, sırf bu maksatla hareket etmeli ve ölümle karşılaştıkları 
    zaman da ondan kaçınmamalı ve bu imandan ayrılmamalıdır. Uhud savaşı, her 
    mânâsıyla müdafaa harbi olduğu gibi, tecavüz eden düşmana karşı meydan muharebesine 
    çıkmak arzusunu besleyen bu müslümanların istek ve arzuları da yapmacık bir 
    gösteri olmayıp, samimi bir iman eseri olduğunda hiç şüphe yoktu. Fakat "haber 
    (ağızdan ağıza dolaşan söz), görülen şey gibi değildir." ifadesi gereğince 
    bugünkü arzu ile yarınki olacak olay arasında büyük bir fark bulunduğundan 
    kalp ile sözün fiile uygunluğu önemli bir mesele teşkil eder ki, asıl imanın 
    doğruluğu (sadakatı) bundadır. "Öyle erkekler var ki, Allah'a verdikleri sözde 
    durdular." (Ahzab, 33/23). Şu halde herhangi bir harbe karar vermek için tam 
    bir ciddiyetle iyice düşünmeli ve bir kere harbe başladıktan sonra, artık 
    dönmeyi hatıra getirmemeli, ölmek de gerekirse onu sabır ve sebat ile seve 
    seve karşılamalıdır. Yoksa kanını son damlasına kadar akıtmaya yeminler ederek 
    harbi kızıştırıp da selameti kaçmakta arayanlar hiçbir zaman selamet bulamazlar 
    ve işi perişan ederler, hem de kendileri dünya ve ahirette çöküntüye uğramış 
    olurlar. 
  144- ""Muhammed 
    ancak bir peygamberdir. O'ndan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi 
    o ölür veya öldürülürse siz gerisin geriye mi döneceksiniz?" Rivayet olunuyor 
    ki Uhud günü iki ordu çarpışmaya başlayıp harp kızışınca, Peygamberimiz: "Şu 
    kılıcımı hakkıyla kim alır da bükülünceye kadar düşmana çalar?" buyurmuş ve 
    onu Ebu Dücane Simak b. Harşet el-Ensarî almış ve başına da kırmızı sarık 
    sarıp salınarak ve: 
  "Ben, dostumla, 
    hurmalıkların yanındaki dağın eteğinde bulunduğum sırada, hiçbir zaman harp 
    saflarının gerisinde kalmamak üzere antlaştım. Allah ve Resulünün kılıcıyla 
    vuruyorum..." diyerek beraberindeki birkaç müslüman ile birlikte harbe dalmıştı. 
    Resulullah: "Bu azametli (kibirlenerek) yürüyüşü Allah ve Peygamberi sevmez 
    ama, bu makam müstesna" buyurdu. O da karşısına kim gelirse vurup öldürüyordu. 
    Hz. Ali, Hz. Hamza ve Sa'd b. Ebi Vakkas düşman saflarına dalarak kahramanca 
    savaşmışlar ve Hz. Ali kılıcı bükülünceye kadar çarpışmıştı. Bu şekilde Allah, 
    müslümanlara başarı ihsan etmiş, müşrikler hayli kayıp vermiş ve bozulmuştu 
    da ganimet toplanmaya başlanmıştı. Bunu gören okçuların çoğu ganimete iştirak 
    etmek için komutanları Abdullah b. Cübeyr'in engellemesine rağmen mevkilerini 
    bırakıp koştular. Onun yanında ve Resulullah'ın korunmasını emrettiği o mevkide 
    ancak sekiz kişi kaldı. Düşmanın sağ cenah (taraf) komutanı olup, ilk önce 
    Hz. Zübeyr'in karşısında geri çekilmiş olan Halid b. Velid, kalan okçuların 
    azlığını ve arka tarafın boş kaldığını görünce, derhal ikiyüz elli kadar süvari 
    ile Şı'b tarafından şiddetli bir hücum yaparak, kalan okçuları şehit edip 
    İslâm askerini arkadan vurdu ve yarıp dağıttı, bütün kuvvetleriyle Resulullah'a 
    doğru hücum etti. Ashab-ı kiram şiddetle çarpıştılar, içlerinden otuz kişi 
    yaralandı, Abdullah b. Kamia sokulup Resulullah'a bir taş atarak mübarek rubâıyye 
    (ön dişlerle azı dişi arasındaki) dişini kırdı ve güzel yüzünü yaraladı, öldürmek 
    maksadıyla atıldı. (Bir rivayete göre taşı atan Utbe b. Ebi Vakkas idi). Mus'ab 
    b. Umeyr müdafaya koştu. Fakat İbnü Kamia bunu şehit etmiş ve Resulullah'ı 
    öldürdüğü zannıyla dönmüş, "Muhammed'i öldürdüm." demişti. O zaman kim olduğu 
    belli olmayan birisi: "Bilmiş olunuz ki Muhammed öldürüldü." diye acı bir 
    haykırış haykırmış ve bu ses hemen dağılıvermekle, her taraftan halk dönüp 
    kaçmaya başlamışlardı ki, hatta bu bağıranın İblis olduğu söylenmiştir. Resulullah 
    ise: "Allah'ın kulları bana doğru (gelin)." diye çağırıyordu. Bu sırada ashabdan 
    ilk önce Ka'b b. Malik, kendi tabiriyle, miğferin altında parlayan gözlerinden 
    Resulullah'ı tanımış, en yüksek sesiyle: "Ey müslüman toplumu! Müjde Allah'ın 
    Resulü işte!" diye alabildiğine bağırmış, Resulullah da ona "sus" işareti 
    vermiş, hemen otuz kadar sahabi Resulullah'ın yanına toplanmışlar, onu korumuşlar 
    ve nihayet müşrikleri uzaklaştırmışlar, geri kalanları dağılmışlardı. 
  "Muhammed 
    öldürüldü" yaygarası üzerine çok sarsılmışlar ve perişan olmuşlardı. Bir kısmı, 
    "savaşı bırakalım" demiş, ellerini salıp oturmuşlar; bazıları: "Abdullah b. 
    Übeyye gidecek bir adamımız olsa da bize Ebu Süfyan'dan bir eman (güven) alıverse." 
    diye söylenirmiş. Bir kısım münafıklar da: "Muhammed peygamber olsaydı öldürülmezdi, 
    artık eski dininize dönünüz ve kardeşlerinize başvurunuz." diye ikiyüzlülüklerini 
    açığa çıkarırlarmış. Bundan dolayı, bütün bunlara karşı Enes b. Nadr hazretleri 
    (Enes b. Malik hazretlerinin amcasıdır) kalkmış: "Ey topluluk! Eğer Muhammed 
    öldürüldüyse, Muhammed'in Rabbi canlı ve ölmemiştir. Resulullah'dan sonra 
    sağ kalıp da ne yapacaksınız? Onun savaştığı uğurda savaşın da ve onun öldüğü 
    uğurda şeref ve şan ile ölün." demiş, bundan sonra: "Allah'ım şunların dediklerinden 
    sana özür beyan ederim ve şunların (münafıkların) yaptıklarından yüz çeviririm." 
    diye dua ettikten sonra, kılıcını çekip muharebeye atılmış ve şehid oluncaya 
    kadar harp etmiş ki, yetmiş yara aldığı rivayet olunmuştur. Ve birtakım insanlar 
    da aynı şekilde şehit olmuşlardır ki, Sa'd b. Rebî' ve kanlar içinde yuvarlanan 
    Ensarî bu cümleden idi. Kaçanlardan bazıları Medine'ye kadar gitmişler ve 
    çoğu dağda kalmışlar, sonra toplanmışlar ve düşman açıldıktan sonra Peygamberimiz 
    de yanındakilerle beraber oraya çıkmış ve birleşmişlerdi. İşte bu âyet, bu 
    öldürme yaygarası üzerine görevlerini terkedenleri terbiye ve makam-ı sıddîkîn 
    (doğruların makamın)e irşad için inmiştir. Olay öldürme şayiasının yayılması 
    üzerine olduğu halde âyette ölümün öne alınması, Resulullah hakkında öldürülmesinin 
    vaki olmadığı ve olmayacağı, fakat ölümün muhakkak vuku bulacağı için, özellikle 
    Peygamber'in vefatı sırasında ortaya çıkacak olaylara dikkati çekmek ve o 
    bakış açısından dinî terbiyeyi kuvvetlendirme hikmetini içine almaktadır. 
    "Allah seni insanlardan korur." (Maide, 5/67) buyurulmuş olduğu halde, birtakım 
    ashabın öldürülme söylentisine nasıl ihtimal verebildikleri meselesine gelince: 
    Birinci olarak, bunun o zaman nazil olmuş bulunduğu malum değildir. Ve öldürülmüş 
    peygamberler de vardır. İkinci olarak, her âyet herkesin bilgisi altında olmayabilir. 
    Üçüncüsü, herkes için her bildiğini, her zaman ve her yerde hatırlamak mümkün 
    olmaz. Özellikle böyle dehşetli korkular karşısında şiddetli üzüntü ile bildiğini 
    unutmak beşerî arızalardandır. Nitekim Hz. Ömer, Peygamberimizin vefat ettiği 
    gün, işbu âyetini ancak Hz. Ebu Bekir'in hatırlatmasıyla hatırlamıştı. 
  "İnkılâb alâ'l-akıb 
    = " esas olarak, "ökçeler üzerine dönmek" demektir ki, asker yürüyüşünde olduğu 
    gibi tam sağdan veya soldan geri dönmektir. İki ökçeyi birden yerinde çevirmek 
    suretiyle ayakları çaprazlaştırdığından yürümeyi imkansız bırakır, Kur'ân'da 
    bu tabir, ya harpte kaçmaktan kinaye veya dinden irtidad (dinden dönme)den 
    mecaz olmak üzere iki mânâya ihtimali vardır. Burada açık olan "dinden dönme" 
    mânâsıdır ki, harpten kaçmak dolayısıyla inkârî istifham (soru) ile "irtidad 
    mı edeceksiniz?" (dinden mi döneceksiniz?) diye bir tevbîh (azarlama) ifade 
    eder. Ve Peygamberimizin vefatından sonra müslümanların görevlerini hatırlatır. 
    Ve bu azarlama ve hatırlatmanın mahsulü de şu olur: "Muhammed ancak bir Resuldür. 
    Ondan önceki bütün peygamberler ise gelmiş geçmişlerdir. Şu halde Muhammed 
    de onlar gibi gidecektir. Bu yönden O'nun diğer peygamberlerden bir farkı 
    yoktur. Peygamberlerin tebliğ ettikleri şeriat (din)lerin bâkî kalması için 
    de kendilerinin bâkî kalmaları şart değildir. Önceki peygamberlerin hepsi 
    vefat etti. İman eden tabileri sebat edip dinlerini muhafaza ve müdafaa ettiler. 
    Risaletin hükmü budur. Muhammed aleyhisselama ait elçiliğin hükmü de başka 
    değildir. Bu böyle iken eğer Muhammed vefat eder veya öldürülürse, siz onun 
    dininden dönüverecek veya onu müdafaa etmiyecek misiniz ki, bir öldürülme 
    söylentisi üzerine kaçmaya kalkıştınız? Hayır, Muhammed (s.a.v.)'in vefatından 
    sonra sizin hayır ve menfaat (çıkar)ınız dönmekte değil, sebattadır. O zaman 
    bu görev tamamen size kalacak ve siz sözünüzde durup onu yerine getirirseniz 
    şükredenlerden olacaksınız ve muhakkak Cenab-ı Allah'ın mükafatına ereceksiniz. 
    Nitekim geçmiş peygamberlerin ümmetleri de ancak böyle mesut olagelmişlerdir". 
    
  Burada yüksek 
    nazmı, Resul'den hâl veya sıfat veya bir isti'nafiyye cümlesi olarak bir kübra 
    (önerme) yerindedir. Ve bütün peygamberlere genel olduğu açık bir şekilde 
    anlaşıldığından Hz. İsa da bunda dahil olmuş olur. Ve bu genel nassın, mütevatir 
    olmayan hadislerle tahsisi caiz olmamak gerekir. "Onu (İsa'yı) öldürmediler 
    ve asmadılar, fakat (öldürdükleri) kendilerine (İsa'ya) benzer gösterildi." 
    (Nisa, 4/157) âyeti de öldürme ve asmanın reddinde kat'î ise de, genelde ölümü 
    reddetmede kat'î olmadığından bunu tahsis edici olamaz. Şu halde Hz. İsa'nın 
    ölmediği ve ahir zamanda ineceği hakkında varid olan sahih hadislerin mânâsını, 
    bilinen ölümden başka bir yöne yormak gerekecektir. Çünkü genel nassın, genelliği 
    üzere cereyan etmediği farzedilecek olursa, âyetin takribinin tamamlığı işkâl 
    yeri olacaktır. Çünkü kazıyye (önerme), genel olmadığı takdirde, bazı peygamberlerde 
    geçmiş misal ile ölümün caiz görülmesi sabit olsa bile, hepsinde bir hükmü 
    isbat edecek olan ölümün tahkiki sabit olmayacaktır.
   "Allah şükredenleri 
    mükâfatlandıracaktır." Burada "şâkirin"den maksad, İslâm'da sebat ederek vazife 
    yapanlardır. Bunun için "sâbitîn = sebat edenler" veya "tâiîn = itaat edenler" 
    diye tefsir edilmiştir. Hz. Ali, "sâbitîn" (sebat edenler) ile tefsir eder 
    ve dermiş ki: "Bunlar, Ebu Bekir ve arkadaşlarıdır. Ve Ebu Bekir şâkirîn (şükredenler)in 
    başıdır". Buna göre âyet, öldürülme söylentisi üzerine dönme ve kaçmanın, 
    dinden dönme değilse de, ona yakın büyük bir günah olduğunu anlatmakla bir 
    azarlama ve inananları sıddîkîn (güvenilir kimseler)in makamına yükseltecek 
    bir terbiyeyi içermiş olduğu gibi, bilhassa Peygamber'in vefatı sırasındaki 
    dinden dönme (irtidad) olaylarının ve Hz. Ebu Bekir'in bunlara karşı doğruluk 
    metanetiyle güzel başarısına bir işareti içine almaktadır. Ve bu şükretmenin 
    dünyada mükafatı de İslâm devletinin kuruluşu olmuştur. 
  145- Öldürülme 
    söylentisi üzerine perişan olanlar üzerinde iki duygudan biri veya her ikisi 
    etken olduğu anlaşılıyor ki, birisi Peygamber'in vefatından son derece müteessir 
    olarak her şeyden vazgeçmek; diğeri de düşman karşısında ölümden korkup can 
    derdine düşmektir. birinciye cevap olduğu gibi, işbu de ikinciye veya her 
    ikisine karşı teselli ve irşadı içine almış olarak metanet (dayanma) ile cihada 
    sevk ve bu konuda bu iki endişenin bile bir mazeret olamayacağını açıklamaktır. 
    Gerçekten Allah Teâlâ'nın izni ve iradesi olmaksızın hiçbir kimsenin ölmesi 
    ihtimali yoktur. Gerek döşekte olsun, gerek öldürmekle olsun, mutlak ölüm 
    böyle olunca, Allah'ın iradesi erişmeden ne düşmanın saldırısıyla, ne de kendi 
    arzusuyla kimse ölmez. Demek ki Muhammed vefat eder veya öldürülürse düşmanın 
    saldırmasıyla değil, Allah'ın izniyle olacaktır. Aynı şekilde her hangi bir 
    şahıs da ölecek veya öldürülecek olursa, o da düşmanın saldırmasıyla değil, 
    Allah'ın emriyledir. Ve bunun böyle olduğu da Uhud olayının tecrübî (deneysel) 
    sonuçlarından biri olmak üzere sabittir. Eğer böyle olmasaydı, o gün hiçbir 
    kimse kurtulamazdı. Buna göre her iki takdirde Allah'ı unutmamak ve Allah'ın 
    iradesine, tam bir rıza ile itaat edip görev yapmak gerekir. Harp meydanında 
    vazife ise kâfirlere karşı koymak ve i'lây-ı kelimetullah (Allah'ın kelimesini 
    yükseltmek) uğrunda hiçbir şeyden çekinmemektir. İyi bilinmelidir ki, korkunun 
    ecele faydası yoktur. Kâfirlere mağlub olanlar, bir müddet hayatta kalsalar 
    bile, dinden dönme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Allah'ın izniyle ölüm 
    ise tayin edilmiş bir şekilde yazılır. Yani Allah katında bilinen bir vakit 
    ile takdir edilmiştir ki; ne ileri gider, ne geri kalır. Bir insan, gerçekte 
    nasıl bir şekilde ölecekse öyle ölür. Ve onun dünyada iki ömrü yoktur. Şu 
    halde iki eceli de yoktur. Bazı kimseler ecel-i müsemmâ (eceliyle gelen, normal 
    ölüm) ve ecel-i kaza (kaza ile gelen ölüm) diye iki ecel tasavvur ederler. 
    Ve, "Zavallı eceli gelmeden kazaya uğradı." derler. Bilmezler ki, olay ne 
    ise ömür, ecel odur. Ve o kimsenin Allah katında bilinen vakti ondan ibarettir. 
    Bundan başkası gerçekten değil, zâtî ve aklî imkan üzerine kurulmuş varsayımlar 
    ve ihtimallerdir. Herkesin gerçekte ömrünün, ecelinin birliği, inkâr imkanı 
    bulunmayan apaçık bir gerçek olduğu halde, birtakım kimselerin bunu karmaşık 
    bir mesele imiş gibi "ecel bir mi, iki mi?" diye konuşmaya kalkışmaları, konuyu 
    kavrayamamalarından doğar. Evet, kaderin sırrı belli olmaz ve yaşayan bir 
    kimsenin ne vakit ve ne şekilde öleceğini de Allah'tan başka kimse bilmez. 
    İlâhî kanunda ölümün sebepleri olarak tanınmış birçok şeyler de vardır. İnsan, 
    ecelinin ne olduğunu bilmediği için bunlardan sakınmalıdır. Ve fakat muhakkak 
    şu bilinmelidir ki bu sakınma ne ilâhî iradeyi değiştirir, ne de Allah katında 
    bilinen ve takdir edilmiş olan eceli değiştirir. Şu halde ölüm endişesi, hayatla 
    ilgili kayıtlanmalar, Allah'a karşı olan mühim vazifeleri unutturmamalıdır. 
    Çünkü hayat ve ölümün bizzat dayanağı sırf Allah'ın dilemesidir. Ve bunda 
    kimsenin tesiri yoktur. Fakat hayattan istifade ve hayatın meyvelerini toplayabilme, 
    devşirebilme hususu böyle değildir. Bu cihet (yön) beşer iradesiyle ilgilidir. 
    Bunun için buyuruluyor ki, ve her kim dünya sevabı isterse, ona dünya sevabından 
    veririz; her kim de ahiret sevabı isterse, ona da ahiret sevabından veririz. 
    Kayıtları gösteriyor ki istenilenin hepsi verilmezse de, her halde biraz olsun 
    verilir. Ve kulun iradesi büsbütün hükümsüz kalmaz. Burada "dünya sevabı" 
    kısmı, ganimet arzusuyla koşanlara bir ta'riz (taşlamay)i içermektedir. O 
    şükredenler ki, İslâm nimetinde sebat edip, Allah'ın kendilerine ihsan ettiği 
    kudret ve kuvveti, yaratılış gayesi olan itaate sarfederek şükrünü eda ederler 
    ve hiçbir engel karşısında bundan dönmezler. Bu şükredenlerden maksat ya lâm-ı 
    ahd (ahid lâmı) ile şehidler ve diğer bilinen mücahidler bunda ilk girenlere 
    dahildirler. Burada şükrün cezasından kastedilenin de, ahirete ait sevab olduğu, 
    sözün gelişinden açıkça anlaşılmaktadır. 
  146-147-148- 
    "Ribbiyyûn" kelimesi, nin çoğuludur ki, "rabbânî" gibi rabbe nisbettir. Rabbe 
    kulluk eden demektir. nın esresi, Basra-Bısriyyûn gibi ism-i mensûbun değişimlerindendir. 
    Rabbânî, mürebbî (terbiyeci) demek olan "rabbe"ye nisbet olarak düşünülebildiği 
    gibi, "ribbî" de cemaat demek olan "ribbe"ye nisbet olarak da tahlil edilmiştir 
    ki, esasında sosyal anlamı düşüncesiyle "cemaat" (toplum) diye tefsir edilmiştir. 
    Bunlardan başka Vâhidî'nin Ferrâ'dan naklettiği üzere "evvelûn" (yani evvelkiler, 
    öncekiler) mânâsına da gelir. Bazıları, "rabbânî" ile "ribbî" arasında bir 
    mânâ farkı bulunduğunu söylemişlerdir. Bu cümleden olarak İbnü Zeyd demiştir 
    ki: "Rabbânî, veli imamlar, de halkdır ki, ribbe bağlıdırlar. Buna göre "rabbânî" 
    ve "ribbî" ikisi de "rabbe intisab" mânâsını içermekle beraber, ribbe bağlanmakla 
    terbiye ve öğrenim görmüş topluluk; rabbânî de rabbe bağlanmakla diğerlerine 
    öğretim ve eğitim yaptırabilecek yüksek seviyede bulunanlar diye ayırım yapılması 
    en uygun mânâ olacaktır. Bununla beraber bunların anlamdaş veya "ribbiyyûn"un, 
    "rabbâniyyûn"dan daha şümullü olarak da kullanılması caiz olur. Yukarda, Allah 
    tarafından peygamberliğe, kitaba, hüküm ve hükumete nail olmuş bir beşerin 
    insanlara karşı, "bana kul olunuz" diye rubûbiyyet (tanrılık) iddiasına hakkı 
    olmadığı ve "Fakat Rabb'e halis kullar olun." (Âl-i İmran, 3/79) âyeti gereğince 
    bunların görevi öğretim ve eğitim ile rabbâniyyûn yetiştirmek olduğu açıklanmakla, 
    Muhammed aleyhisselâmın gönderilmesinin hikmetlerinden birisi de rabbâniyyûn 
    yetiştirmek olduğu anlaşılmış ve bundan sonra "Siz, insanlar için çıkarılmış 
    en hayırlı ümmet oldunuz." (Âl-i İmran, 3/110) ilâhî fermanıyla Muhammed ümmetinin, 
    ümmetlerin en hayırlısı olacağı da anlatılmış idi. İşte burada, Uhud olayı 
    dolayısıyla Muhammed aleyhisselâma ait sebepler yüksek bir mânâ ile terbiye 
    edilmek üzere, "Siz öyle ümmetlerin en hayırlısı olarak rabbânîler olmaya 
    namzedken, geçmiş peygamberlerin ümmetleri kadar da olamayacak mısınız ki, 
    öldürülme söylentisi karşısında perişan oluverdiniz." meâlinde büyük ve ince 
    bir azarlama ortamında, buyurulmuştur. 
  149-150- "Ey 
    iman edenler! Eğer siz kâfirlere itaat ederseniz..." Peygamberlerin yardımcılarına 
    uymayı özendirdikten sonra, bu âyetler de "Eski dininize dönünüz." diyen münafıkların 
    sözleri sebebiyle inmiştir. Bununla birlikte bütün kâfirlere uymaktan sakındırılmıştır. 
    Bu sakındırma hitabı özellikle şu mânâyı içeriyor ki, cihaddan kaçmak, kâfirlere 
    uymak ve mağlub olmaya, bu da neticesiyle dünya ve ahirette zarar doğuran 
    dinden dönmeye götürecek bir felakettir.
  151- "Allah'ın, 
    hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmalarından dolayı 
    inkâr edenlerin kalblerine korku salacağız." "er-Ru'b ", kalbi dolduran korku; 
    "sultan", hüccet ve bürhan ve delil demektir. Dikkate değer ki, müslümanlara 
    büyük bir vaadi içeren bu âyet, kâfirlerin hepsinde Allah'a bir şirk bulunduğunu 
    ve şirkin hiçbir ilmî esasa dayanmayan bir zulüm, bir haksızlık olduğunu ve 
    korkunun sebebi de bu şirk olacağına işaret etmekte ve bu şekilde müslümanları 
    tam bir ihlas (samimiyet)a sevketmektedir. Buna göre geniş mânâsıyla "müşrikler" 
    deyimi, "kâfirler" deyimiyle müradif (eşanlamlı) demektir. 
  152-Şimdi, 
    "Allah Teâlâ inananlara böyle vaadlerde bulunuyor da Uhud olayında niye bu 
    musibetler oldu?" gibi bir soru akla gelirse, şurası muhakkak ki Allah size 
    olan va'dini yerine getirmiş, doğruluğunu göstermiş idi. O sıradaki siz düşmanları, 
    Allah'ın izniyle, doğruyordunuz. "Hass = ", öldürmek suretiyle hissi ibtal 
    etmek mânâsına olup, çok öldürmek ve kökünü kesmek mânâlarına gelir. Yani 
    düşmanınızı Allah'ın yardımıyla bozmuş, önünüze katmış devamlı kesiyordunuz 
    ve kesecektiniz. Fakat siz bu yardımın tamam olması için sabır, korunma ve 
    emre uymak gibi gerekli şartlara riayet etmediniz. Onun için vaadin tahakkuku 
    o zamana kadar devam edebildi ki nihayet kalb zayıflığına düştünüz, sabredemeyip 
    ganimete hırs ettiniz, emir ve kumandada münakaşa ettiniz ve isyan eylediniz. 
    Çünkü okçular, Hz. Peygamber'in tertip ettiği ve "her ne olursa olsun buradan 
    ayrılmayınız" dediği mevkiden kendi kanaatlarıyla ayrılmışlar ve komutanları 
    Abdullah b. Cübeyr'in emrini dinlememişlerdi. Bütün bunlar da Allah'ın, size 
    sevdiğiniz zafer ve ganimeti, düşmanın bozulmasını göstermesinden sonra oldu. 
    O halde ki, kiminiz dünyayı arzu ediyordu, ganimete koştu, kiminiz de ahireti 
    istiyordu, yerinde kaldı, şehid düştü. Allah onu gösterdikten sonra o kalb 
    zayıflığınız, münakaşa ve isyanınız üzerine sizi o musibetlerle denemek ve 
    imtihan etmek için düşmanlardan yüzünüzü çevirdi, bununla beraber şurası muhakkak 
    ki pişmanlığınız nedeniyle sizi affetti de. Allah Teâlâ bu müminlere böyle 
    büyük bir lütuf ve ihsan sahibidir. Ve o affetme, sizin pişmanlık ve imanınız 
    dolayısıyla bu ilâhî lütfun eseridir. Yoksa bütün bütün mahvolmanız hiçbir 
    şey değildi.
   Allah'ın 
    sizi denemesi o zaman idi ki veya hatırınıza getirin o zamanı ki:
   Meâl-i Şerifi 
    
  153- Peygamber 
    sizi arkanızdan çağırıp dururken, siz boyuna uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp 
    bakmıyordunuz. Bundan dolayı Allah, size gam üstüne gam verdi ki, ne elinizden 
    gidene, ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. 
    
  154- Sonra 
    o kederin ardından (Allah) üzerinize öyle bir eminlik, öyle bir uyku indirdi 
    ki, o, içinizden bir zümreyi örtüp bürüyordu. Bir zümre de canları sevdasına 
    düşmüştü. Allah'a karşı, cahiliyet zannı gibi, hakka aykırı bir zan besliyorlar 
    ve "Bu işten bize ne?" diyorlardı. De ki: "Bütün iş Allah'ındır". Onlar sana 
    açıklamayacaklarını içlerinde saklıyorlar (ve) diyorlar ki: "Bize bu işten 
    bir şey olsaydı burada öldürülmezdik". Onlara şöyle söyle: "Eğer siz evlerinizde 
    olsaydınız bile, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar yine muhakkak yatacakları 
    (öldürülecekleri) yerlere çıkıp gidecekti. Allah (bunu) göğüslerinizin içindekini 
    denemek ve yüreklerinizdekini temizlemek için yaptı. Allah göğüslerin içinde 
    olanı bilir. 
  155- İki toplumun 
    karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirip gidenler var ya, şeytan onların kazandıkları 
    bazı şeylerden dolayı ayaklarını kaydırmak istedi. Ama yine de Allah onları 
    affetti. Kuşkusuz Allah çok bağışlayandır, halim(çok yumuşak)dir.
   156- Ey iman 
    edenler! Sizler inkâr edenler ve yeryüzünde sefere veya savaşa çıkan kardeşleri 
    için: "Eğer bizim yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi." diyenler 
    gibi olmayın. Allah bunu, onların kalplerine bir hasret (yarası) olarak koydu. 
    Allah, diriltir ve öldürür. Allah yaptıklarınızı görmektedir. 
  157- Eğer 
    Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah'ın bağışlaması ve rahmeti, (sizin 
    için) onların topladıkları (dünyalıkları)ndan daha hayırlıdır. 
  158- Andolsun, 
    ölseniz de, öldürülseniz de Allah'ın huzurunda toplanacaksınız. 
  159- Sen (o 
    zaman), sırf Allah'ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, 
    katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları 
    sen bağışla, onlar için Allah'dan mağfiret dile. (Yapacağın) işlerde onlara 
    da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a dayan. Muhakkak ki Allah 
    kendine dayanıp güvenenleri sever. 
  160- Allah 
    size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, artık 
    ondan sonra size kim yardım edebilir? Müminler ancak Allah'a güvenip dayansınlar. 
    
  161- Hiçbir 
    peygambere ganimet malını gizlemesi (devlet-millet malını aşırması) yaraşmaz. 
    Kim böyle bir aşırma ve ihanette bulunursa kıyamet günü aşırdığını boynuna 
    yüklenerek getirir. Sonra da herkese kazandığının karşılığı tastamam ödenir, 
    onlar haksızlığa da uğramazlar. 
  162- Allah'ın 
    rızasına uyan kimse, Allah'ın hışmına uğrayan ve varacağı yer cehennem olan 
    kimse gibi midir? Varış yeri olarak ne kötüdür orası! 
  163- Onlar 
    (insanlar) Allah katında derece derecedirler. Allah, onların yaptıklarını 
    görmektedir. 
  153- O sırada 
    uzak uzak gidiyordunuz, yahut dağlara çıkıyordunuz ve hiç bir kimseye dönüp 
    bakmıyordunuz (yani alabildiğine kaçıyordunuz), Peygamber ise gerinizde (yani 
    ordunun arkasındaki kuvvetler içinde) sizi çağırıp duruyordu. Yukarıda nakledildiği 
    üzere "Bana doğru gelin ey Allah'ın kulları." diye çağırıyordu. Demek ki kaçışın 
    şiddetinden merkez, artçılar halinde (yani artçılar gibi) kalmıştı. Böyle 
    oldu da Allah sizi, gam üstüne gam ile cezalandırdı. O ganimet kayboldu. Öldürülüyor, 
    yaralanıyordunuz. Düşmanın zaferinden dolayı çok üzülüyordunuz. Peygamber'i 
    öldürmek için yapılan hücum ile içi kan ağlar ve perişan durumda kaldınız. 
    Yahut, Allah sizi gama karşı gam ile cezalandırdı. Siz isyanınızla Peygamber'i 
    üzdünüz, Allah da buna karşılık sizi bu gamlarla gamlandırdı. Diğer bir mânâ 
    ile, Peygamber sizin başınıza gelen felaketlerin acısını yüklenerek size gam 
    ortağı oldu ki ne kaybettiğiniz fırsat ve üstünlük, ne de uğradığınız musibet 
    (kötülük)lere üzülmeyesiniz. Dünya olaylarına karşı metin ve tecrübeli olarak 
    Allah'a sığınıp geleceğe hazırlanasınız. Zira bu şekilde deneyle görülmüş 
    oldu ki, acı acıyı unutturur. En büyük zannedilen gamları unutturacak gamlar 
    olur. Ve bir lahza içinde Allah yenilenleri galip, üzülenleri memnun edebilir. 
    Ve Allah bütün yaptıklarınızdan ve yapacaklarınızdan haberlidir. 
  154- O gamdan 
    sonra Allah size bir emniyet, bir uyku verdi ki, içinizden bir kısmını bu 
    uyku basıyor, sarıyordu. Malumdur ki, insanı şiddetli korku içinde uyku tutmaz, 
    uykusuzluk devam ettikçe de perişanlık artar. Buna göre, böyle bir hâl içinde 
    uyuyabilen, korkuyu unutmuş, bir emniyet duymuş, kalbinde bir sükûnet (sakinlik) 
    bulmuş demektir. Rivayet ediliyor ki, müşrikler olayın cereyanından sonra 
    Uhud'dan açılırken, "yine geleceğiz" diye tehdid savurarak açılmışlardı. Müslümanlar 
    da duruma bakarak emin olamıyorlardı. Düşmanın sahte bir dönüşle, aldatarak 
    tekrar hücum etmesinden veya giderken Medine'ye bir baskın yapmasından çok 
    fazla endişe ediyorlardı. Ve hatta düşman dönüp şiddetle bir hücum daha yapacak 
    olursa bütün bütün yok olmak tehlikesinin bile baş göstereceğinden korkanlar 
    bulunuyordu. Bunun için kalkanlarının altında çarpışmaya hazır bir halde duruyorlardı. 
    İşte bu korku ve keder içinde bulundukları bir sırada idi ki, Allah bir emniyet 
    verdi. Uyuklamaya başladılar. Hazreti Zübeyr demiştir ki: "Korkunun şiddetlendiği 
    sırada ben Peygamber'le beraberdim. Allah bize bir uyku verdi ki, beni uyku 
    basıyordu ve uykum arasında rüya gibi Muattib b. Kureyş'in, "Bize bu işten 
    bir şey olsaydı burada öldürülmezdik." dediğini vallahi işitiyordum". Ebu 
    Talha hazretleri de demiştir ki: "Uhud günü başımı kaldırdım, kimi gördümse 
    kalkanının altında uykudan eğilmiş idi. O gün ben de uyku basanlardan idim, 
    elimden kılıcım düşerdi alırdım. Sonra kamçım düşerdi alırdım". Böyle bir 
    emniyet duygusu Bedir'de de vâki olmuştur. "O zaman sizi, Allah'dan bir güven 
    olmak üzere hafif bir uyku bürüyordu." (Enfal, 8/11) ki bunlar, Allah'dan 
    gelen feyz ve ilhamlar ve ilâhî sükünet cümlesindendir. Bu uyku, normal bir 
    uyku olmayıp, fevkalade ilâhî bir yardım olmuş ve müslümanlar bundan çeşitli 
    şekillerde istifade etmişler. sözünden anlaşılıyor ki, orada bütün müminlere 
    inen bu uyku, hepsini birden bastırmamıştır. Sözün kısası bu askerde iki zümre 
    vardı. Müminler, münafıklar. Müminler, Muhammed aleyhissalatü vesselamın Allah 
    tarafından hak peygamber olduğuna ve sözleri kendi arzusundan olmayıp hak 
    vahiy bulunduğuna kesin şekilde inanmış ve Allah'ın bu dine yardım edeceğini 
    ve bütün dinlere üstün getireceğini de Peygamber'den dinlemiş bulunduğundan, 
    bu kötü olayın, köklerini kesecek bir yok etmeye kadar varamayacağına imanları 
    gereğine kesin ümitleri vardı. Bu sayede o korkulara rağmen emniyetleri yok 
    edilmemiş "Ne kaybettiğiniz fırsat ve üstünlüklere, ne de uğradığınız musîbetlere 
    üzülmeyesiniz." sırrı da tecelli etmiş bulunduğundan, kendilerini uyku tutabilmiş 
    ve bununla bütün bütün sükunet bularak korkuları tamamen kalkmış ve kendilerini 
    toplamışlardı. 
  Diğer bir 
    topluluk da nefislerinin derdine düşmüş, kendilerinden başka bir şey düşünmüyor. 
    Dine, Peygamber'e önem vermiyor, nefislerine ait istekleriyle uğraşıyorlardı 
    ki, onlar münafıklar idi. Muhammed aleyhisselamın peygamberliği hakkında şüphe 
    üzerinde bulunuyorlar ve harbe ganimet hevesiyle veya ihtilal fikriyle gelmişlerdi. 
    Çokları daha başlangıçta Abdullah b. Übey ile beraber savuşup gitmiş, bir 
    kısmı da kaçamamış kalmıştır. Olay bu duruma dönüşünce, başlangıçta gönüllerinde 
    intikam almış gibi bir sevinç hissettiler; sonra da her iki taraf için şüpheli 
    mevkide bulunduklarından dolayı, korkuları şiddetlendikçe şiddetlendi. Gözlerine 
    uyku girmedi. Cahiliyye (İslâm öncesi) kafasıyla Allah'a sû-i zanda bulunuyorlar, 
    "Artık Peygamber'in işi bitti, yok oldu." batıl zannında bulunuyorlardı. "Muhammed 
    hak peygamber olsaydı, Allah ona böyle kafirleri musallat etmezdi." diyorlar, 
    Allah'ın "Dilediğini yapar, dilediğine hükmeder." bir fail-i muhtar, dilediğini 
    yapmakta serbest olduğunu bilmiyorlardı. Allah'ın Resulü'ne güya danışıyorlarmış, 
    emir bekliyorlarmış gibi, "gözetilen o zafer işinden bizim için az bir pay 
    var mı?" Diğer bir mânâ ile, "bize bir iş, bir tedbir var mı?" diyorlardı 
    ki; bu deyim, "Nasıl, bundan sonra hakimiyet işinden bize de bir hisse var 
    mı?" gibi, bir siyasi (politik) maksadı veyahut, "Nasıl, bu işlerde biz bir 
    dolap çevirebiliyor muyuz? Senin vaad ettiğin zaferi neticesiz bırakacak bir 
    rol oynayabiliyor muymuşuz?" gibi bir kinciliği içine alabilir. 
  Ey Muhammed! 
    De ki: Bütün iş Allah'ındır. Şu halde neticede bütün galibiyet (üstünlük) 
    O'nun ve O'nun dostlarınındır. "Şüphesiz ki Allah'tan yana olanlar üstündürler." 
    (Maide, 5/56). Yahut bütün Bedir onundur. Ezelde ilâhî takdirinde ne hükmetmiş 
    ise o olacaktır. Ey Muhammed! O münafıklar nefislerinde (yani gönüllerinde 
    veya kendi aralarında) bir şey, bir bozuk fikir, bir küfür gizliyorlar ki, 
    onu sana açmazlar. Denilmiş ki, müslümanlarla beraber bu savaşa geldiklerine 
    pişman oluyorlardı. Aralarında "Bizim için o vadolunan işten bir şey olsaydı 
    (yani Muhammed'in vaadi doğru olsaydı), yahut bizim fikir ve tedbirden hissemiz 
    olsaydı, fikrimizle hareket edilseydi, burada böyle öldürülmeye maruz olmaz, 
    içimizden bu kadar ölü vermezdik." diyorlar. Ecelin iki olduğunu söylüyorlar, 
    normal sebeplerin, ilâhî iradenin tersine etki edebileceğini sanıyorlar. "Emr" 
    kelimesi ya "umûr" kelimesinin veya "evamir" kelimesinin müfred (tekil)i olduğuna 
    göre, bu söz birkaç mânâya gelebilir. Bir yandan Hz. Peygamber'in belli şartlarla 
    Allah tarafından vaad etmiş olduğu zafer işini yalanlamak maksadıyla peygamberliğe 
    bir itiraz; diğer yönden yukarda açıklandığı üzere Abdullah b. Übeyy'in Medine'den 
    çıkılmaması hakkındaki reyi kabul edilmemiş olduğundan dolayı, Peygamber'in 
    emir ve isteğini hatalı bulma ve bunun altında istişareden daha kuvvetli bir 
    şekilde hükümet işine iştirak etmek ve işe karışmak, bu niyetle Peygamber'in 
    idare şeklini istibdatkâr (keyfi idareye yakışır şekilde) görmek isteyen bir 
    ihtilal fikri vardır. Bu münafıklar derken bu niyetleri besliyorlar ve tabiatıyla 
    açıklıyamıyorlardı. Halbuki önce Resulullah, münafıkların başı olan Abdullah 
    b. Übeyy'i istişareye davet etmişti. İkinci olarak kendisi de rüyasını anlatmış 
    ve aynı görüşte bulunmuş ve fakat şûrâ (danışma kurulu)nın çoğunluğu, çıkmak 
    görüşünde ısrar ettiklerinden dolayı, o görüş hakim olmuştu. Buna göre bu 
    durum karşısında Resul-i Ekrem'e münafıkların bir çeşit istibdad isnat edercesine 
    "eğer bu işten bize bir şey olsaydı..." demeleri, iftira edercesine bir gerçeğin 
    tahrifi (bozulması) idi. Üçüncü olarak, bu olay ile tecrübe göstermişti ki, 
    münafıkların istişare içine alınması bile hikmete uygun değildir. Çünkü Abdullah 
    b. Übey, kibir ve gururundan fikrinin kabul edilmemesine tahammül edemeyerek 
    kırgınlığını artırmış, savaşla ilgili tedbirlerin akışını yakından öğrenerek 
    ona göre orduda ihtilal çıkarmaya çalışmıştır. Bu sebepleydi ki yukarda açıklandığı 
    üzere " Ey inananlar, kendinizden başkasını kendinize dost edinmeyin." (Âli 
    İmran, 3/118) ayeti inmiş ve "De ki: Bütün işler Allah'a aittir." ilâhî emri 
    ile bu bakış açısından da gerçek gösterilmiştir. Ve bunlara rağmen İslâm ile 
    ilgili işlerde istibdad (zorbalık) olmadığını ayrıca açıklamak için de "İşte 
    onlarla istişare et." (âyet: 159) emri gelecektir. Şimdi böyle ölü vermezdik 
    iddialarına da "Eğer siz evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülmesi 
    yazılmış olanlar, yine öldürülüp yatacakları yere çıkıp gideceklerdi." diye 
    cevap, emir buyurulmuştur. Yani, "Ey Muhammed de ki, Uhud'a çıkmayıp da evlerinizde 
    (yani Medine'de) bulunsaydınız, öldürülmeleri yazılmış olanlar, herhalde, 
    devrildikleri yerlere çıkacaklar, yine öldürüleceklerdi". Zira Allah'ın takdirini 
    geri çevirmek ve değiştirmek mümkün değildir. Ve bundan dolayı Allah'a su-i 
    zan (kötü zan) da bulunmamalıdır. Allah bunları inananlara yardımı olmadığından 
    değil, nice nice hikmet ve iyi şeyler için ve özellikle içinizdeki ihlas (samimiyet) 
    ve nifak(bozgunculuk)ı tecrübe âleminde imtihana çekmek ve kalblerinizdeki 
    gizli şeyleri, vesveseleri, şüpheleri günahları tasfiye ve temizlemek için 
    böyle yapmıştır. Şunu da bilmeli ki Allah sinelere arkadaş olan ve onlardan 
    ayrılmayan sırları ve gizlilikleri tamamen bilir. Şu halde öyle imtihanlara 
    çekmesi de bilmediğinden değildir. Bunda, Rabb olmanın gerektirdiği bir seçme 
    sırrı vardır ki, bununla müminler alışkanlık kazanır, münafıkların da durumları 
    ortaya çıkar. 
  155- Şüphe 
    yok ki iki ordunun çatıştığı gün içinizden yüz çevirenler (yani düşmandan 
    dönen veya Medine'ye kadar kaçanlar), herhalde kazanmış oldukları bazı hatalar 
    sebebiyle şeytan onların ayaklarını kaydırmak istedi. O bazı günahlar ne idi? 
    Onu ancak Allah bilir ve burada gizlemiştir. Anlaşılıyor ki itaat, itaate 
    sevkettiği gibi, günah da günaha sevkeder. Ve insanın şeytana kapılmak kabiliyetini 
    artırır. Bununla beraber muhakkak ki Allah onların günahlarını affetti. Çünkü 
    "Allah çok bağışlayıcı ve halim" dir. "Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları 
    hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiç bir canlı yaratık bırakmazdı". (Fâtır, 
    35/45) Artık ümitsiz olmak, kötü zanna düşmek caiz değildir. 
  O gün sebat 
    eden veya kaçanların sayısı ve kimlikleri hakkındaki haberler çeşitlidir. 
    Muhammed b. İshak'ın nakline göre üçte birisi yaralı, üçte biri bozguna uğramış, 
    üçte biri de sebat etmiş. Bozguna uğrayanlar hakkında da ihtilaf vardır. Denilmiş 
    ki bir kısmı Medine'ye kadar vardı ve Resulullah'ın öldürüldüğünü haber verdi. 
    Bu, Sa'd b. Osman idi. Ondan sonra daha bazıları gelmiş, kadınlarının yanlarına 
    girmişlerdi. Kadınlar bunlara: "Demek Peygamber'den kaçıyorsunuz ha!" diyorlar 
    ve yüzlerine toprak saçıyorlar, "Burada öreke var, al da iplik bük." diye 
    hakaret ediyorlardı. Diğer taraftan denilmiştir ki, müslümanlar dağdan ileri 
    geçmediler. "Keffal Tefsiri"nin açıklamasına göre bu konudaki bütün haberlerden 
    özetle anlaşılabilen şudur ki: Bazıları dönmüş ve uzaklaşmış. Bunların kimisi 
    Medine'ye, kimisi de diğer tarafa gitmiştir. Fakat çoğu dağ tarafında kalmışlar 
    ve orada toplanmışlar, bunların yanında Hazreti Ömer de vardı. Ancak bunun 
    başlangıçlarda olmadığı, bir de uzağa gitmeyip dağın üzerinde Resulullah'ın 
    oraya çıkmasına kadar kaldığı muhakkaktır. Ebu Hayyan Tefsiri'nde nakledilmiştir 
    ki, Hazreti Ömer, bir cuma günü hutbeye çıkmış, Âl-i İmran sûresini okumuştu 
    ve ismi geçen (Hz. Ömer) hutbesinde Âl-i İmran sûresini okumaktan hoşlanırdı. 
    İşbu "Sizden yüz çevirenler..." âyetine gelince demiştir ki: "Uhud günü biz 
    bozulduk, ben geçtim dağa çıktım, kendimi görüyordum ki, dağ keçileri gibi 
    sıçrıyordum, insanlar da, 'Muhammed öldürüldü' diyorlardı. Ben de, 'Muhammed 
    öldürüldü diyen bir kimse bulursam her halde öldürürüm' dedim. Nihayet dağın 
    üzerinde toplandık. Bunun üzerine bu ayetin tamamı indi." Yine Keffal Tefsiri'nde 
    ve Razî Tefsiri'nde yazılmıştır ki, Hazreti Osman da Ensar'dan Sa'da ve Ukbe 
    adında iki kişi ile beraber bozulmuşlar, hatta uzak bir yere kadar gitmişler, 
    üç gün sonra dönmüşler, Hz. Peygamber (s.a.v.) de, "uzakça gittiniz" buyurmuştur. 
    Bir gün Hz. Fatıma, Hz. Ali'ye: "Osman ne yaptı?" diye sormuş, o da ismi geçen 
    (Osman'ı) eksiklemiş, Peygamber'imiz (s.a.v.) de, "Ey Ali, kız kardeşlerin 
    kocaları birbirlerini sevme hususunda beni yordular." hitabıyla karşılamıştır. 
    Sebat edenlere gelince: Bunlar nihayet ondört kişi idiler ki, Muhacirler'den 
    Ebu Bekir, Ali, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Talha b. Ubeydullah, 
    Ebu Ubeyde b. el-Cerrah, Zübeyr b. el-Avvam. Ensar'dan Hubab b. el-Münzir, 
    Ebu Ducane, Âsım b. Sâbit, Hâris b. es-Sımma, Sehl b. Huneyf, Üseyd b. Hudayr, 
    Sa'd b. Muaz'dır. Söyleniyor ki, o gün bunlardan sekizi Resulullah ile ölüm 
    üzerine andlaşmışlardı. Üçü Muhacirlerden: Ali, Talha, Zübeyr. Beşi de Ensar'dan: 
    Ebu Dücane, Haris b. es-Sımma; Hubab b. el-Münzir, Asım b. Sabit, Sehl b. 
    Huneyf idi. Allah'ın izniyle hiç biri öldürülmemiştir. 
  156-Şu halde 
    Ey müminler, o küfredenler ve sefere çıktıkları veya gazi olmaya gittikleri 
    zaman kardeşleri için bizim yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi, 
    diyenler gibi olmayınız, kâfirlere benzemekten sakınınız, onların sefer ve 
    savaşı, gerçekten ölüm sebebi kabul edip de böyle söylemeleri, Allah'ın, o 
    telakki (kabullenme)yi kalblerinde büyük bir hasret kılması içindir. Yani 
    o inanışın neticesi kalplerin, sonsuza dek hasrette kalmasıdır. Bir kerre 
    ölüm ve öldürülmeyi bu gibi sebeplere bağlayanlar ve daha ilerisini düşünmeyenler 
    için teselliye imkan yoktur. Artık olan olmuş ve "ah keşke göndermeseydik" 
    diye hasret çekmekten başka bir şey kalmamıştır. Bunlara, onu yasaklamadıklarından 
    dolayı kendilerini ölüme sebep olmuş bir katil gibi düşünerek (farzederek) 
    pişmanlıktan başka bir şey düşmez. İkinci olarak, bu inanış, sefer ve harpten 
    yılmaya ve onların büyük faydalarından mahrum kalmaya ve düşmanın istilasına 
    uğrayıp her felakete baş eğmeye sebep olur ki, bu da ebedî büyük bir hasrettir. 
    Halbuki hayatı da, ölümü de veren Allah'tır. Allah öldüreceği zaman seferde 
    de öldürür, hazarda da; harpte de öldürür, sulhte de. Nice sefere çıkanlar 
    vardır ki, büyük büyük kârlar, istifadelerle sağ ve salim dönerler gelirler. 
    Nice savaşa gidenler vardır ki, büyük zaferlerle dönerler. Allah öldürmeyince 
    kimse ölmez, hem de Allah yaptıklarınızı görür. Müminler bunu bilmeli ve kâfirlere 
    benzememelidirler. 
  157- Şayet 
    Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz hiç şüphe etmeyiniz ki Allah'tan bir 
    mağfiret (affetme) ve rahmet herhalde o kâfirlerin ömürleri boyunca toplayacakları 
    şeylerden hayırlıdır. 
  158- Başkasına 
    değil, ancak Allah'a haşrolunacaksınız. Ona sevkolunup, onun huzurunda toplanacaksınız, 
    mükafatınızı ve cezanızı ondan alacaksınız. 
  Müminlere 
    vaki olan bu hatırlatmadan sonra Resulullah'ın şanına, haklarına ve görevlerine 
    ilişkin olarak hitap renklendirilerek şu ayet irad buyuruluyor: 
  159- Şimdi 
    ey Muhammed! Şu ilâhî nimete özellikle şükretmelidir ki, Allah katından büyük 
    bir rahmet ile yaratılmış olduğun güzel ahlak gereğince sen onlara yumuşak, 
    nazik bulundun, azarlamayı hak ettikleri halde kusurlarını yüzlerine vurup 
    da sert muamele etmedin. Yoksa sen huysuz, katı kalpli biri olsaydın hiç şüphesiz 
    etrafından darmadağın olurlar, seni bırakıp kaçtıktan sonra bir daha başına 
    toplanmazlardı. Bu ise en büyük bir felaket olurdu. Bundan dolayı peygamberlik 
    haklarıyla ilgili kusurlarını affet, ve Allah haklarını Allah affettiğinden, 
    onlar için istiğfar et ve işde onlarla istişare et. Yani vahy gelmeyip rey 
    ve ictihada dayanan, savaş gibi, genel işlere ilişkin durumlarda onların oyunu 
    al ki emir, iyiliği emir olsun. Müşavereden sonra karar verip azmettiğin zaman 
    da Allah'a dayan ve itimad et, icrada gevşeklik etme. Muhakkak Allah tevekkül 
    edenleri sever. 
  "Müşavere", 
    şivar, meşvüre, meşvere, meşure, danışıp işaret almak, yani rey (oy) almak 
    demektir. Toplanıp meşveret eden cemaate de "şûrâ" denilir ki, bu da esas 
    itibarıyla öbürleri gibi masdardır. Arap dilinde "işaret" diye ile sılalandığı 
    (kullanıldığı) zaman, dilimizde meşhur olduğu üzere el veya göz, kaş ile îmâ 
    (işaret etme) mânâsına geldiği gibi, diye ile sılalandığı zaman da emretmek, 
    oy vermek mânâsına gelir. Müşavere işte bu mânâda işaret almak içindir. İştikak 
    (türeme) bakımından iş bu müşavere ve işaret, arı kovanından bal almak mânâsından 
    veya satılık hayvanı göstermek veya anlamak için at pazarında binip koşturmak 
    mânâsından alınmıştır. 
  "Afv" ve "istiğfar" 
    emirlerinden olan "İşte onlarla istişare et." buyurulmasında dikkati çeken 
    bir takım nükteler ve hikmetler vardır: 
  1- Peygamber'in 
    onlarla müşaveresi, şanlarının yüksekliğini ve payelerinin terfiini (yükseltilmesini) 
    gerektirir. Bu da onların sevgilerinin artmasına sebep olur. Müşavereye tenezzül 
    edilmemesi ise bir çeşit hakareti içerir ki, bundan da kötü huy ve huysuzluk 
    meydana gelir. Bunun sonucu ise, "etrafından dağılırlardı" sözüyle açıklanmıştır. 
    Bu açıdan Peygamber'e ait müşavere, bir kalp hatırı almayı içerir. 
  2- (Âl-i imran, 
    3/79), (Âl-i İmran, 3/104), (Âl-i İmran, 3/110) emirleri işaretince Muhammed 
    aleyhisselamın gönderilmesi bütün insanlar için uyulacak, örnek alınacak bir 
    ümmet teşkilini hedef aldığından, Hz. Muhammed'in ashabının en yüksek bir 
    siyasî terbiye kazanması Allah'ın isteği idi. Böyle bir terbiye ise "Allah 
    tarafından bir rahmet ile" âyetinin delaletince sıf ilâhî rahmet olan Hz. 
    Muhammed'in müşavere mektebinde alınabilirdi. Hz. Muhammed'in terbiye ve talim 
    görmüş ashabı, başkalarını terbiye edebilecek şekilde yetişecekler, sonra 
    da "Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz" 
    nebevî hadisi mânâsınca, Allah'ın emriyle nice toplumlar ve Allah'a layıkıyla 
    kulluk etmeye çalışanlar yetiştireceklerdi. Buna ise her şeyden önce pek büyük 
    bir cömertlik ve nezaketi içeren bir ahlakî kemal ve rabbânî irfan gerekli 
    idi ki; işte esası, ilâhî bir vergi ve meyveleri ve inkişafları beşere ait 
    çalışma, kazanma olan bu ahlâkın başlangıcı teşekkür hitabıyla ve gelişmeleri 
    iyiliksever emriyle gösterildikten sonra, o irfan (anlayış)ın öğretim ve temrin 
    (alıştırmas)i için de buyurulmuştur. Bu bakımdan da Peygamber'in müşaveresi 
    bir terbiye sırrını ve uyma hikmetini içine alır. 
  3- Esasen 
    Peygamber'imiz, Uhud olayının başlangıcında müşavere etmişti. Peygamber'imiz, 
    Medine'den çıkılmaması tarafına meylettiği halde, onlar çıkılması reyinde 
    bulunmuşlardı. Çıkılınca da olanlar oldu. Şu halde bundan sonra Peygamber 
    onlarla müşavereyi terk ederse, o müşavereden dolayı kalbinde bir üzüntü bulunduğuna 
    delalet ederdi. Bunun için, bu olaydan sonra müşavere emri açıkça belirtilmiştir 
    ki, Peygamber'in kalbinde bu olaydan böyle bir eser bulunmadığı ve müşavere 
    hususunda üzüntü caiz olmayıp, tam bir emniyet ile hareket edilmesi gerektiği 
    ve iyi niyetle vaki olan ictihadî reyden dolayı, sonunda hata ortaya çıksa 
    bile, başında mesuliyet olmayacağı anlaşılmış olsun. 
  4- Münafıkların 
    başı Abdullah b. Übeyy müşavereye sokulmuş olduğu halde, müşavere ahlâkını 
    tanımıyarak ve tahakküm fikrine kapılarak en müşkül (zor, kritik) bir zamanda 
    işe karışma ve müdahele hırsıyla, "Bize işten bir hisse var mı?", "Bize bu 
    işten birşey olsaydı..." dediklerinden dolayı, cevabından sonra buyurulmasında; 
    hem İslâm siyasetinin tehakküm ve istibdad fikrinden uzak bir iyiliksever 
    ruh ve ahlâka dayandığını, hem de bu iyilikseverliğin, tevhid esasına ve ihlas 
    fikrine aykırı açık veya gizli bir şirk ve işrak (Allah'a ortak koşmay)a varan 
    bir işe katılma durumunda olmamasının gereğini ayrıca bir hatırlatmadır. Şu 
    halde "onları işe ortak et" buyurulmayıp da buyurulması, münafıklara bir reddi 
    ve müşaverenin metnindeki emir birliğini bozmaya değil, düşünme ve açıklamaya 
    yönelmiş olması gerektiğini de içerir ve âyetin başında sonunda yüksek hükmüyle 
    bütün işlerin Allah'a döndürülmesi de bu tevhid noktasını bildirir. Bundan 
    ise şu neticeyi alırız ki, İslâm şurası (danışma kurulu)nın görevi, yalnız 
    kendi arzu ve isteklerini ifade eden reylerini göstermek değil, olaylarda 
    Allah'ın kullarının genel çıkarları açısından hakkı araştırmakla o konuda 
    aklî ve naklî delillerden amel edilir olması gereken Allah'ın hükmünü tayin 
    etmektir. Bu şekildedir ki ortaya çıkacak olan irade, tatbikte hiçbir kıymeti 
    olmayan yalnız beşerî istekler değil, vaki'de gerçekleşecek olan ilâhî iradeyi 
    temsil ve ona uyarak faydalı bir şekilde hüküm icra edebilir. Burada insan 
    iradesinin hiç hükmü yok denemez. Fakat ilmin iradeye tabi olmasıyla, iradenin 
    ilme tabi olması arasında büyük bir fark bulunduğunu unutmamak gerekir. Şu 
    halde şûrâ, her şeyden önce, ilmî bir fikir ile hakkı araştırmak ve ilâhî 
    iradenin tecellilerine uymak ve cüz'î iradelerini, kendi temennilerini ortaya 
    çıkarmaya değil, Hakk'ın hükmünü açıklamak ve tayine sarf etmek gerekir. Yoksa 
    ortada müşavere değil, çeşitli iradelerin çekişme ve mücadelesi cereyan eder 
    ve bu münakaşa, hak ve hayır fikri ile Allah'ın hükmüne döndürülmedikçe çeşitli 
    fırkaların çarpışması, batması gerekli olur. 
  İşbu müşavere 
    emrinin vücub (farz)mu, yoksa nedb (mendub)mi ifade ettiği hakkında âlimlerin 
    ihtilafı vardır. İmam Şafiî hazretleri mendub olduğunu kabul etmişse de, zahir 
    olan farzdır. Fakat tefsircilerin ve bilginlerin ittifakı vardır ki, Allah 
    katından vahy inmiş olan hususlarda Peygamber'in ümmeti ile müşavere etmesi 
    caiz değildi. Çünkü nass karşısında rey ve kıyas batıldır; mevrid-i nass (nassın 
    geldiği yer)de ictihada mesağ (izin, ruhsat) olmadığı malumdur. Nass olmayan 
    hususlara gelince, her şeyde müşavere caiz midir, değil midir? Birçok bilginler 
    ve tefsirciler işbu emrinin, harbe mahsus olduğu fikrindedir. Çünkü vahiy 
    bulunan hususlarda müşavere caiz olmadığı kesinlikle bilindiğinden deki "el-Emru" 
    kelimesinin "elif-lâm"ının istiğrak (genelleme) için olmadığı anlaşılır. Dolayısıyla 
    ahd için olduğu ortaya çıkar. Bu âyette geçmiş olan bilinen emir ise, harp 
    ve düşmanla karşı karşıya gelmektir. Şu halde emirin de buna tahsis edilmesi 
    olması gerekir. Fakat diğer âlimler ise, el-emr'in âmm (genel) olduğu ve ancak 
    nass (kesin dini delil)'ın geldiği hususlara tahsis edilmiş ve buna göre geri 
    kalanlarda genel bir şekilde hüccet (delil) olarak kalmış olduğu fikrindedir. 
    Gerçekte emri, harbe mahsus olmadığı gibi, buradaki de öyle olması gerekir. 
    Delillerin gelmesinden sonra ihtilaf edenler ve Allah'ın kitabına iman etmeyenler 
    aleyhinde gelen âyetlerin, nassın geldiği yerde ictihadın caiz olmadığını 
    gösterdikleri ve daha açıkçası nass karşısında ictihad, Allah'ın emri karşısında 
    rey ve kıyas ile isyan eden mel'ûn (lanetlenmiş) İblis'in hali olduğu malumdur. 
    Şu halde meselenin ruhu, vahye mazhar olan Resulullah'ın din içinde ictihadla 
    da görevli olup olmadığı meselesidir. Peygamber için ictihadı caiz görmeyenler, 
    müşaverenin harp işi gibi sırf dünya ile ilgili olan hususlara ait olduğuna 
    inanmışlardır. Halbuki Usul İlmi'nde sahih olan şudur ki,Resulullah vahyi 
    bekler ve vahy gelmeyen hususlarda rey ve ictihadıyla amel ederdi. Ve bu ictihadda 
    başlangıçta hata da düşünülebilir, ancak hata olursa vahy ile düzeltilir, 
    devam etmezdi. Peygamber'in ictihadının, diğer ictihadlardan farkı bu idi. 
    Yoksa Cenab-ı Allah "İçlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar, onun 
    ne olduğunu bilirlerdi." (Nisâ, 4/83) diye müctehid âlimleri öğmüş ve "Ey 
    akıl sahipleri ibret alın." (Haşr, 59/2) diye basiret kullanmak ile istibar 
    (ibret alma) ve kıyası da emretmişken, basiret sahiplerinin efendisi olan, 
    akıl ve zekası herkesin üstünde bulunan Resulullah'ın bu naslardan hariç olamayacağı 
    açıktır. Şu halde Resulullah, vahy inmeyince ictihadla görevliydi. İctihad 
    ise mübahase (karşılıklı konuşma) ve münazara (ilmî tartışma) ile kuvvet bulacağı 
    için, vahyin gelmesinin dışında müşavere ile de görevli olmuştur. Rivayet 
    edilmiştir ki işbu indiği zaman Resulullah şöyle buyurmuştur: "Biliniz ki, 
    Allah ve Resulü müşavereden herhalde müstağnidirler ve fakat Allah Teâlâ bunu 
    benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse doğru yoldan 
    mahrum kalmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz". Diğer bir hadis-i 
    şerifte de: "Müşavere eden bir toplum, herhalde işlerinin en doğrusuna muvaffak 
    olur." buyurulmuştur. 
  Bütün bunlardan 
    anlaşılır ki, burada Peygamber'e hitap olarak gelen "veşâvirhüm" (onlarla 
    müşavere et) emri, yukarda açıklandığı üzere, bir çok faydaları içermekle 
    beraber, bunun sebebi ve asıl hikmeti, ümmetini öğretim ve terbiyesi için 
    gelmiş olmasıdır. Şu halde Peygamber için müşavere mendub da olsa, ümmet için 
    vacibtir. Nitekim diğer bir âyette "İşleri, aralarında danışma iledir." (Şûrâ, 
    42/38) buyurulmuştur. 
  160-161-Bu 
    noktada Resulullah'a hitabdan müminlere sözü çevirerek buyuruluyor ki: "Eğer 
    Allah size yardım ederse size galip gelecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa 
    ondan sonra size yardım edecek olan kimdir?" "Hizlân" muhtacı, tam ihtiyacı 
    sırasında bırakıvermektir. Bedir vakası birinci fırkanın, Uhud vakası da ikinci 
    fırkanın misalleridir. Gerçi Uhud'da Cenab-ı Allah müminleri perişan bırakmamıştır. 
    Fakat Bedir gibi tam yardım da bahşetmemiş ve bu şekilde Allah'ın yardımsız 
    bırakmanın dehşetini takdir ettirecek bir imtihan yapmış olduğundan, bu da 
    ikinci fırkayı tecrübeyle takdir etmek için yeterli örnek olmuştur. Şu halde 
    müminler de ancak Allah'a tevekkül etsinler, yalnız ona dayansınlar. 
  İmam Fahruddin 
    Râzî der ki: "Tevekkül bazı cahillerin zannettiği gibi, insanın kendini ihmal 
    etmesi demek değildir. Böyle olsaydı müşavere emri, tevekküle engel olurdu. 
    Tevekkül insanın zahirî (görünür) sebeplere uyması ve fakat kalbini onlara 
    bağlamayıp Hak Teâlâ'nın, korumasına dayanması demektir..." Okçular, merkezi 
    terkedip ganimete koşmalarına sebep olarak, "Resulullah herkesin aldığı kendisinin 
    olsun der de ganimetleri taksim etmez diye korktuk, nitekim Bedir'de taksim 
    etmemişti." demişler, Resul-i Ekrem de:
   "Demek ki 
    ganimetleri size taksim etmeyeceğiz de hainlik yapacağız zannettiniz." buyurmuştu. 
    Bu sebeple Peygamber'in şânını tenzih ve hainliğin Allah'ın gazabını çeken 
    büyük bir günah olduğunu ve cezasız kalmayacağını açıklamak için şu âyetler 
    inmiştir: . Gulûl = ", ganimet malından gizli bir şey aşırmak, emanete hiyanet 
    etmektir ki, genelde devlet mallarında su-i istimal (kötüye kullanma) de bu 
    türdendir. Resulullah, gulûl (hainliğ)i büyük günahlardan saymıştır ve bu 
    konuda bir çok hadisi şerif vardır. Bu cümleden olarak: "Her kim üç şeyden 
    uzak olarak ruhu cesedinden ayrılırsa cennete girer. Kibir, gurur, borç" "İpliği, 
    iğneyi de eda ediniz (veriniz), çünkü kıyamet gününde âr (utanma), nâr (ateş) 
    büyük ayıptır. " buyurulmuştur. 
  162- Şimdi 
    Peygamber gibi Allah'ın rızası ardında giden zat Allah'dan bir dehşetli gazap 
    (kızgınlık) ile dönen ve varacağı yer cehennem olan haine benzer mi? O cehennem 
    ne fena varış yeridir. Hayır onlar eşit olamazlar. 
  163- O sevilen 
    gurup ile o istenmeyen gurup Allah katında tabaka tabaka çeşitlidirler, biri 
    cennette, biri cehennemdedir ve Allah onların amellerinin derecelerini bilir, 
    ona göre sevap ve ceza verir. 
  Şimdi bu sevilen 
    gurup ile sevilmeyen gurubun durumlarını biraz açıklama ve Uhud olayından 
    üzgün olan müminleri teselli etme ve kalplerini takviye (kuvvetlendirme) konusunda 
    önce Resulullah'dan başlayarak buyuruluyor ki: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  164- Andolsun 
    ki Allah, müminlere kendilerinden, onlara kendi âyetlerini okuyan, onları 
    arındıran ve onlara kitab ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle büyük 
    bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler. 
    
  165- (Bedir'de 
    düşmanı) iki katına uğrattığınız bir musibet (Uhud'da) size çarpınca mı: "Bu 
    nereden" dediniz? De ki: "Bu başınıza gelen kendinizdendir". Şüphesiz Allah 
    her şeye kâdirdir. 
  166-167- İki 
    topluluğun karşılaştığı günde başınıza gelen musibet de Allah'ın izniyledir. 
    Bu da müminleri belirlemesi ve hem de münafıklık yapanları ayırt etmesi içindir. 
    Ve onlara: "Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya (hiç olmazsa) savunmaya 
    geçiniz." denilmişti. Onlar ise: "Biz savaşmasını (veya savaş olacağını) bilseydik 
    arkanızdan gelirdik." demişlerdi. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar. 
    kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah neyi gizlediklerini 
    daha iyi bilendir. 
  168- Kendileri 
    oturup kaldıkları halde kardeşleri için: "Eğer bize uysalardı öldürülmezlerdi" 
    dediler. Onlara de ki: "Eğer iddianızda doğru iseniz, kendinizden ölümü uzaklaştırınız". 
    
  169- Allah 
    yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rab'leri 
    katında rızıklanmaktadırlar.
   170- Allah'ın 
    lütfundan verdiği nimetle sevinçlidirler. Arkalarından kendilerine ulaşamayan 
    kimselere de hiç bir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler. 
    
  171- Onlar, 
    Allah'ın nimetini, keremini ve Allah'ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini 
    müjdelerler. 
  172- Kendilerine 
    yara dokunduktan sonra da Allah ve Peygamberi'nin davetine uydular. Hele onlardan 
    iyilik edenlere ve gereğince Allah'tan korkanlara büyük bir mükafat vardır. 
    
  173- İnsanlar 
    onlara: "Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun." dediklerinde, 
    bu, onların imanını artırdı ve şöyle dediler: "Allah bize yeter. O ne güzel 
    vekildir". 
  174- Bunun 
    üzerine kendilerine hiç bir kötülük dokunmadan Allah'ın nimeti ve lütfuyla 
    geri döndüler ve Allah'ın rızasına uydular. Allah büyük lütuf sahibidir. 
  175- (Size 
    o haberi getiren) ancak şeytandır, (sadece) kendi dostlarını korkutabilir. 
    Onlardan korkmayın, eğer mümin iseniz benden korkun. 
  176- Küfürde 
    yarışanlar seni üzmesin. Onlar, Allah'a hiç bir şekilde zarar veremezler. 
    Allah onlara ahirette bir pay vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap 
    vardır. 
  177- İman 
    karşılığında inkarı satın alanlar Allah'a hiç bir zarar veremezler. Onlar 
    için acı bir azap vardır. 
  178- Kâfirler, 
    kendilerine mühlet vermemizin, şahısları için hayırlı olduğunu sanmasınlar. 
    Biz onlara bu mühleti, ancak günahlarını artırsınlar diye veriyoruz. Onlar 
    için alçaltıcı bir azap vardır.
   179- Allah, 
    müminleri içinde bulunduğunuz şu durumda bırakacak değildir, pisi temizden 
    ayıracaktır. Ve Allah sizi gayba vakıf kılacak da değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden 
    dilediğini seçip (gaybı bildirir). O halde Allah'a ve peygamberlerine iman 
    edin. Eğer iman eder ve günahlardan korunursanız, sizin için büyük bir mükafat 
    vardır. 
  180- Allah'ın, 
    kendilerine lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik edenler, bunun, kendileri 
    için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır o, kendileri için şerdir. Cimrilik 
    ettikleri şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin 
    mirası Allah'a aittir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. 
  164- "Andolsun 
    ki Allah, müminlere, kendilerinden bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta 
    bulunmuştur." Bu, ne büyük bir ilâhî lütuftur. Bütün insanlık âlemine bir 
    hidayet tarihi açan ve âlemlere halis ilâhî rahmet olan böyle yüksek şanlı 
    bir Peygamber'in ümmeti olan ve özellikle sohbet ve arkadaşlık şerefiyle şereflenmiş 
    bulunan müminlere ne mutlu! Öyle bir Resul ki onlara vahyi anlatarak Allah'ın 
    âyetlerini okur, ilâhî bilgilere ulaştırır ve bakış güçlerini terbiye eder. 
    Onları ıslah ve tasfiye eder de amelî kuvvetlerini, ahlâklarını tamamlatır 
    (kemale erdirir), onlara kitabı ve hikmeti öğreterek Allah'a adamaya yükseltir. 
    Kitap, şeriatin zahir durumlarına, hikmet de onun güzelliklerine ve Allah 
    bilgilerine, sırlarına, hedeflerine ve faydalarına işarettir. Halbuki bundan 
    önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı. 
  O cahiliyyet 
    ve sapıklık birkaç sene içinde birden bire bu yüksek hidayet ve hikmete dönüşüverdi. 
    Ve bu şekilde geçmiş asırlar tarihi kapanıverdi. Şu halde buna ümmet olan 
    müminlere gevşeklik yakışır mı? 
  165-Bu böyle 
    iken sizin iki katını isabet ettirdiğiniz bir musibet size isabet edince, 
    (yani sizin musibetiniz düşmanınızınkinin yarısı iken) "bu başımıza gelen 
    musibet nereden?" dediniz. Bedir savaşında düşman yetmiş ölü ve yetmiş esir 
    vermişti. Uhud'da da müslümanlar hiçbir esir vermeyerek yetmiş kadar şehit 
    verdiler. Bu ölçü ile müslümanların Uhud'daki kaybı, müşriklerin Bedir'deki 
    kayıplarının yarısı kadardı. Bir de müslümanlar, müşrikleri bir Bedir'de, 
    bir de Uhud'un başlangıcında olmak üzere iki kere bozguna uğratmışlar, müslümanlar 
    ise bir kerecik bozulmuşlardı. Bu itibarla da müşriklerin uğradıkları musibete 
    bakarak müslümanların musibeti ikiye karşı bir demekti. Hem müşriklerin musibetleri, 
    müslümanların Bedir başarıları olduğu halde; müslümanların musibeti, müşriklerin 
    bir başarısı değildi. Bu ise müslümanların fazlaca üzüntü ve hayretini gerektirmiş 
    ve bunu büyüterek: "Bu nereden?" diye bir endişeye dalmışlardı. Bu soru, hadisenin 
    ilmî bir bakışla tetkik ve tenkidi için mesele ortaya atma kabilinden olabilirse 
    de, diğer taraftan münafıkların: "Muhammed'in vaadi tahakkuk etmedi, peygamber 
    olsaydı bu musibetler olur muydu?" gibi şüpheler ortaya atmaya çalıştıklarından, 
    burada mümin halkın fikirlerinin bozulma ihtimali de vardı. Buna göre Cenab-ı 
    Allah, olayın haddinden fazla büyütülmüş olduğunu karşılaştırmak suretiyle 
    göstererek sorusunun haksız ve yersiz olduğunu soru üslubuyla hatırlatmak 
    için (Âli İmran, 3/140) mazmununa işaret ederek, sevinci gibi kederleri de 
    değişen bu âlemde, bu halin şaşılacak ve üzülecek bir şey olmadığı tarzında 
    bir teselli etme cevabına işaretle beraber, meselenin gerçek cevabını da açıklamak 
    için buyuruyor ki: Ey Muhammed cevap olarak şöyle de: O sizin kendinizden 
    oldu. Bunun sebebini ilk önce dışarda değil, kendinizde, emre uymamak, merkezi 
    terkedip ganimet hırsına düşmek gibi kötü irade ve hareketinizde aramalısınız. 
    Şu halde "bu nereden?" diye şaşıp ve üzüleceğinize, nefsinizi ıslah edip, 
    gelecek için hazırlanmalısınız. Çünkü Allah her şeye kâdirdir. Kudret cümlesinden 
    olmak üzere yolunda bulunanlara başarı ihsan ettiği gibi, tersine gidenleri 
    sefil de edebilir. Hatta gizli hikmetlerinden dolayı, lütfunu kahr, kahrını 
    lütuf şeklinde gösterebilir. Bunun için üzüntülü ve müteessir olmakta mânâ 
    yoktur. Burada önce olayın sebep ve kaynağı kendileri olduğu ve bu şekilde 
    kulların fiillerinin kendi iradelerine dayalı bulunduğu tebliğ olunmakla beraber; 
    bundan insan iradesinin, ilâhî iradenin tersine olarak olaylarda müstakil 
    (bağımsız) olduğunun zannedilmemesi, sebeplerin ve kulların iradesinin tesirinin, 
    Allah'ın kudretine ve iradesinin ilgisine borçlu ve bağlı bulunduğunun iyice 
    anlaşılması için ilavesinden sonra, doğrudan doğruya müminlere hitabı çevirmekle 
    sorunun cevabı şu şekilde açıklanıyor ki: 
  166-167-Ey 
    müminler, iki ordunun (yani müslümanların ordusuyla, müşriklerin ordusunun) 
    çatıştıkları o gün her ne felaket isabet ettiyse, kendinizden olmakla beraber 
    Allah'ın izniyledir. Çünkü ilâhî izin ve iradenin dışında herhangi bir olayın 
    olmasına imkan yoktur. Demek ki, ilâhî irade iki şekilde ortaya çıkar: Birisi 
    cebrî (zorlayıcı) olan ilâhî iradedir ki, hiç bir sebep ve şart ile bağlı 
    olmayarak ilk defa ve doğrudan doğruya ortaya çıkar. Ve bu irade, rızayı da 
    gerektirir. Bunda Cebbar (zorlayıcı) ism-i şerifi hakimdir ve kulların fiilleri 
    ıztırarî (zorunlu)dir. Biri de sebep, şart ve kulun iradesi altında hükmünü 
    yürütme şeklinde ortaya çıkan ilâhî iradedir ki, bu irade rızayı gerektirmez. 
    Ancak sorumluluk kullara ait olmak üzere fiille ilgili bir izni ifade eder. 
    Buna ve özellikle bunun zıddı rıza olanına Kelâm bilginleri tahliye (serbest 
    bırakma) de tabir etmişlerdir. Kur'ân'da çoğunlukla bu çeşit icraya ait irade 
    izin kelimesiyle ifade olunmuştur. Yasağın kalkması demek olan izin de rızayı 
    gerektirmez. Ve bundan dolayı sorumluluğa zıt olmaz. İşte burada karinesiyle 
    buyurulması da bu kabildendir. Bunun için bazı tefsirciler bu izni, irade 
    ile; bazıları da tahliye ile tefsir etmişlerdir ki maksad, bu iznin rıza demek 
    olmadığını da anlatmaktır. 
  Sözün kısası 
    vaad olunan ilâhî zafer, mutlak ve zorunlu değildi. Sabır ve günahlardan sakınma 
    gibi, kulun iradesi ile ilgili olan şartlarla kayıtlı idi. Müminler buna uymayıp, 
    iradelerini kötüye kullandıklarından dolayı musibet vaki oldu. Bununla beraber 
    her şeye kâdir olan Allah zıddını isteseydi, müminlerin kötü iradelerini ve 
    müşriklerin bundan istifade eden hareketlerini infaz etmez, musibeti, ilâhî 
    zorlaması ile menedebilirdi; fakat etmedi, izin verdi ve böylece musibet olayı 
    da olağanüstü sûrette değil de, normal bir şekilde vuku buldu ki, bu âdet, 
    kulların iradesini izin ile yerine getirme ve sorumluluk, ilâhî sünnetidir. 
    O halde buna "nereden?" diye şaşıp ve hayret edecek bir taraf yoktur. Tersine 
    teşekkür etmek gerekir ki, rızaya tabi olan Resulullah'ın ve beraberindeki 
    bir kaç zatın sabır ve takvaları hürmetine müşriklerin saldırıları durduruldu 
    da yok olma tehlikesi önlenmiş oldu. 
  Şunu da bilmeli 
    ki musibet, Allah'ın birtakım hikmetleri ile de beraber bulunan Allah'ın izniyle 
    beraber, bir de müminleri bilmesi, (yani halk arasında ayırıp ortaya çıkarması), 
    ve münafık olanları bilmesi, ayırt etmesi ve her ikisinin ona göre ecir ve 
    cezalarını vermesi içindir. Bunda, böyle müminleri seçmek ve münafıkları ayırmak 
    hikmetleri de vardır. O münafıklar ki, kendilerine geliniz Allah yolunda çarpışınız 
    veya kendinizi ve vatanınızı müdafaa ediniz, yahut bizzat savaşmazsanız, bari 
    çok kalabalık görünerek düşmana göz dağı veriniz de koğulmasına hizmet ediniz, 
    denildi de. İbnü Abbas (r.a.) demiştir ki: "Bunlar Abdullah b. Übeyy ve arkadaşlarıdır." 
    Çünkü Uhud savaşında bırakıp gitmişlerdi. Abdullah b. Amr b. Haram da bunlara: 
    "Size Allah'ı hatırlatırım, Peygamberimizi ve kavminizi terkedip gitmeyiniz." 
    demiş ve vuruşmaya davet etmişti. Buna karşı biz savaş olacağını bilseydik, 
    yahut savaşmasını bilseydik elbette size uyardık dediler ve bununla fesat 
    (bozgunculuk) çıkarmak ve alay etmek istediler. Doğrusu o gün onlar, imandan 
    çok küfre yakın idiler. Zaten bunlar, ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylerler, 
    (yani içleri dışlarına uymaz). Söyledikleri kalplerinden gelmez. Bu onların 
    her zamanki halleridir. O gün de ağızlarından iki şey açıkladılar ki, kalplerinde 
    yoktu. "Savaş olacağını bilmiyoruz, bilseydik uyardık." dediler. Kalplerinde 
    ise bunların ikisi de böyle değildi. Onların kalplerinde ne sakladıklarını 
    Allah daha iyi bilir. 
  168- O münafıklar 
    ki, harpten savuşup oturarak kardeşleri (yani akrabaları) için: "Bizi dinlemiş 
    olsalardı öldürülmezler, bizim gibi kurtulurlardı." dediler. Bunu diyenin 
    de Abdullah b. Übeyy olduğu nakledilmiştir. Bu sözde, önce savaştan kaçırmak 
    için teşviklerde bulunduklarını ikrar; ikinci olarak teşvikleri dinlenilmediği 
    için gücendiklerini açıklama; üçüncü olarak öldürülenleri aşağılama ve "oh 
    olsun" diye öç alma; dördüncü olarak da eceli inkar vardır. Ta yukarda (Âli 
    İmran, 3/122) âyet-i kerimesindeki iki grup münafıkların yüzünden az daha 
    kalp zayıflığına düşüyorlardı, Allah korudu. Ey Muhammed, bunları susturmak 
    için de ki: "Öyleyse haydi kendinizden ölümü uzaklaştırın bakalım?" Sizin 
    kurtulmanızın sebebi savaştan savuşup oturmanız olduğu ve size uyanların kurtulacağı 
    iddiasında doğru iseniz, bunu yapabilmeniz gerekir. Gelelim öldürülenlere:
   169-Ey hitap 
    mümkün olan herhangi bir kimse, yahut Ey Muhammed! "Allah yolunda öldürülen 
    kimseleri ölüler zannetme" . İmam Ahmed b. Hanbel'in ve daha birçoklarının 
    İbnü Abbas hazretlerinden rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Allah'ın Resulü 
    buyurmuştur ki: "Uhud'da kardeşleriniz şehid oldukça Allah Teâlâ onların ruhlarını 
    yeşil kuşların içlerine koydu ki, cennetin ırmaklarından sulanırlar, meyvelerinden 
    yerler ve Arş'ın gölgesinde asılmış altın kandillere giderler, istirahat ederler. 
    Ne zaman ki yiyecek ve içecek yerlerinin hoşluğunu ve uyuyacak yerlerinin 
    güzel letafetini taddılar, 'Nolaydı Allah'ın bize neler verdiğini kardeşlerimiz 
    bilselerdi de cihaddan çekinmeseler, savaştan gocunmasalardı.' dediler. Allah 
    Teâlâ da: 'Tarafınızdan ben onlara bunu tebliğ ederim.' buyurdu ve bu âyetleri 
    indirdi. Tirmizî'nin "hasen", Hakim ve diğerlerinin "sahih" olarak Cabir b. 
    Abdullah hazretlerinden tahric ettikleri bir hadis-i şerifte de şöyle rivayet 
    edilmiştir: "Cabir (r.a.) dedi ki: Resulullah (s.a.v.) bana rastgeldi, 'Ey 
    Cabir, seni üzgün görüyorum, niye?' dedi. 'Ey Allah'ın Resulü, dedim, babam 
    şehit oldu, çoluk-çocuk ve borç bıraktı.' Buyurdu ki: 'Allah Teâlâ babanı 
    ne şekilde kabul buyurdu sana müjde edeyim mi?' 'Evet' dedim. Buyurdu ki: 
    'Allah Teâlâ hiç kimseye perde arkasından başka bir şekilde kelâm söylemedi. 
    Babanı ise diriltti de yüzüne karşı ona, 'Ey kulum, dile benden, vereyim sana.' 
    dedi. O da: 'Ey Rabbim, bana hayat verirsin de senin yolunda ikinci defa öldürülürüm' 
    dedi. Rabbi Teâlâ: 'Benden onlar bir daha dönmezler.' diye söyledi buyurdu. 
    O da: 'Ey Rabbim, arkamdan tebliğ et.' dedi, Allah Teâlâ da bu âyeti indirdi." 
    İkisinin de vukuu mümkün olduğu gibi bu, bir âyet; diğeri bir kaç âyet hakkında 
    olması yönünden iki rivayet arasında zıtlık yoktur. Ve bu âyetlerin Uhud şehidleri 
    sebebiyle inmiş olduğu hakkında haberler açıktır. Nitekim Bakara Sûresindeki 
    (Bakara, 2/154) âyeti Bedir şehidleri sebebiyle inmiştir. 
  170- O şehitler, 
    arkalarından kendilerine katılmayan (yani şehit olmayıp hayatta kalan) bütün 
    müminlerin sonunda korku ve üzüntüden kurtulup mesut olmalarıyla müjdelenir, 
    sevinir ve neşeli olurlar. Bu şekilde demek ki kalanların din ve dünya selamet 
    ve saadetiyle devamlı oluşu, şehitlerin rızıklandıkları refah ve sevincin 
    sebeplerinden birini teşkil eder. Diğer bir mânâ ile, arkalarında mücahede 
    eden ve henüz şehit olmak suretiyle kendilerine katılmamış bulunan gelecekteki 
    şehitlerin, bugün çektikleri acı ve zahmete rağmen neticede şehit olarak, 
    dünya ve ahiretin korku ve hüznünden bütün bütün kurtulacaklarını ve kendileri 
    gibi mesut olacakları müjdesini alırlar da sevinirler. Şu halde geride savaşı 
    kaybeden ve şehid olmaktan mahrum kalan ve düşman işgali altında inleyen ve 
    özellikle dinlerinin yok olması tehlikesiyle karşı karşıya bulunanların halinden 
    haberdar olurlarsa şehitlerin de üzgün olmaları gerekecektir. Demek oluyor 
    ki, Allah Teâlâ şehitlere bunların durumlarını ya bildirmeyecek, ilgilendirmeyecek 
    veya bildirdiği şekilde onları o üzüntüden koruyacak, lutfunun nimetiyle memnun 
    edecektir. Çünkü Allah yolunda şehit olanlar "kendilerine hiçbir korku olmayanlar 
    ve üzülmeyecek olanlar" dır. 
  171-Şehitler 
    "Allah'ın nimetini, keremini ve Allah'ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini 
    müjdelerler." 
  172- Hele 
    o müminler ki, "Onlar, kendilerine yara dokunduktan sonra da Allah ve peygamberinin 
    davetine uydular. Hele onlardan iyilik edenlere ve Allah'tan korkanlara büyük 
    bir mükafat vardır." Bu âyet de Uhud'un arkası sıra Hamra-i Esed Gazvesi hakkında 
    inmiştir. Rivayet olunuyor ki, Ebu Süfyan ve arkadaşları Uhud'dan çekilip 
    Revha denilen yere vardıklarında pişman olmuşlar: "Çoğunu öldürdük, azı kalmıştı, 
    neye bıraktık geldik, herhalde dönmeli ve köklerini kesmeliyiz." diyerek, 
    dönüp müslümanlara tekrar hücum etmek istemişlerdi. Hazreti Peygamber de bunu 
    derhal haber almış ve onları yıldırmak, kendinin ve ashabının kuvvetini göstermek 
    için, Ebu Süfyan'ı takip etmek üzere ashabını teşvik etmiş ve: "Bugün bizimle 
    beraber ancak dünkü günümüzde hazır bulunanlar çıksın." buyurmuş idi. Şu halde 
    Peygamber'le beraber bir cemaat hareket ettiler ki, yetmiş kişi oldukları 
    söylenmiştir. Medine'den sekiz mil mesafede bulunan Hamra-i Esed isimli yere 
    kadar vardılar. Ashab yaralı idiler, çok zahmet çekiyorlardı, sevaplarını 
    kaçırmamak için katlanıyorlardı. İçlerinde öyle yaralılar vardı ki sırayla 
    birbirlerini sırtlarında taşıyorlardı. Biraz birisi yükleniyor, biraz sonra 
    binen inip altındakini yükleniyordu. Yine içlerinde saatlerce birbirlerine 
    dayanarak gidenler bulunuyordu ki, hep bunlar yaraların ıztırabından idi. 
    Fakat Cenab-ı Allah müşriklerin kalblerine korku koydu da kaçtılar, gittiler. 
    İşte bu âyet, bu hal içinde Resulullah'ın davetine katılan bu müminler hakkındadır.
   173-174-Aynı 
    şekilde o müminlerden bahseden (3/173-175) âyetleri de Küçük Bedir Gazvesi 
    hakkında inmiştir. Rivayet olunuyor ki, Ebu Süfyan Uhud'dan Mekke'ye gitmeye 
    karar verdiği zaman: "Ey Muhammed, sözleşme zamanımız Küçük Bedir mevsimi 
    olsun, orada çarpışırız istersen." diye bağırmıştı. Hazreti Peygamber de Hz. 
    Ömer'e: "Bu, bizimle senin aranda inşaallah" diye cevap vermesini emretmişti. 
    Vakit gelince Ebu Süfyan emri altındakileri alıp çıktı. "Merru'z Zahran" isimli 
    yere kondu. Fakat Allah kalbine bir korku verdi, cayıp dönmek istedi. O sırada 
    Nuaym b. Mes'ud Eşceî'ye rastgeldi ki bu Nuaym, umre yapmış geliyordu. Buna: 
    "Ey Nuaym, ben Muhammed'le Bedir mevsiminde çarpışmaya anlaşmıştım. Bu sene 
    ise kurak, bize herhalde ağaçlarda hayvan yayacağımız ve süt içeceğimiz bir 
    sene yaraşır. Bunun için dönmek istiyorum. Fakat Muhammed çıkar da, ben çıkmamış 
    bulunursam cür'et (cesaret)i artar. Medine'ye git onları oyala, geciktir, 
    sana on deve vereyim." demişti. Nuaym yola çıktı, geldi gördü ki, müslümanlar 
    hazırlanıyorlar. "Bu dedi, doğru bir fikir değil; onlar memleketinize geldiler, 
    bir çoğunuzu öldürdüler, siz üzerlerine giderseniz, hiç biriniz geri gelmez". 
    Ve bu söz, bir takımları üzerinde tesir icra etti. Resulullah, bunu anlayınca: 
    "Muhammed'in canı elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben yalnızca çıkarım." 
    buyurdu ve beraberinde yetmiş kişi kadar zevat ile hareket etti ki, İbnü Mes'ud 
    hazretleri de içlerinde idi. Gittiler, Küçük Bedir'e vardılar. Küçük Bedir, 
    Kinane Oğulları'na ait bir sudur ki, bir pazar yeri idi. Burda her sene sekiz 
    gün toplanırlardı. Hazreti Peygamber ve ashabı, müşriklerden kimseye rastlamadılar. 
    Pazara gittiler, yanlarında nafaka (geçimlik)ları ve ticaret malları da vardı. 
    Alış-veriş ettiler, bire iki kazandılar ve Medine'ye sağ salim ve zengin olarak 
    geldiler ki, bu âyet bunlar hakkındadır. Ebû Süfyan da Mekke'ye dönmüştü. 
    Mekke halkı onun askerini (Kavut askeri) diye isimlendirdiler, "Siz sevik 
    (kavut) içmeye çıkmışsınız." dediler.
   175- Sizi 
    o alıkoymak isteyen şeytan, yahut o şeytan sizi dostlarından korkutuyor. Burada 
    şeytan, müslümanları alıkoymak isteyen o herif veya onu sevkeden; dostları 
    da Ebu Süfyan ve arkadaşları olduğunu ve mânâ takdirinde bulunduğunu tefsirciler 
    açıklıyorlar. Şu halde ey müslümanlar, şeytanın dostlarından korkmayınız, 
    benden korkunuz, siz halis (samimi) mümin iseniz, böyle olmanız gerekir. 
  Şimdi bütün 
    bu olaylar üzerine Resulullah'ı teselli hususunda, hitab değiştirilerek buyuruluyor 
    ki: 
  176-Ey Muhammed! 
    "Küfürde yarışanlar seni üzmesin." Bu âyetin nüzul sebebi hakkında bir kaç 
    rivayet vardır: 
  1- Kureyş 
    kâfirleri hakkında inmiş, Allah Teâlâ onların harp için asker toplayıp durmak 
    gibi küfürde yarışmalarına karşı Peygamber'ine teminat vermiştir. 
  2- Münafıklar 
    hakkında inmiştir. Bunların küfürde yarışmaları da şu şekilde özetlenmiştir: 
    Münafıklar Uhud olayı üzerine müminleri devamlı olarak korkutmaya, başarı 
    ve zaferden ümitlerin kesip ümitsizlendirmeye çalışıyorlar ve özellikle, "Muhammed, 
    melik (kral)lik için uğraşan ve sırf siyasi maksadla hareket eden bir inkılabçı, 
    onun için işler bazan iyiliğine ve bazan kötülüğüne oluyor. Eğer Allah tarafından 
    peygamber olsaydı hiç yenilmezdi." diye propaganda yapıyorlar. Bunlar, müslümanların 
    fikirlerini bulandırıyor ve bu sebeple Resul-i Ekrem de üzülüyordu.
   3- Bazıları 
    demişlerdir ki, kâfirlerden bir kavim müslüman olmuşlardı. Sonra Kureyş'lilerden 
    korkarak dinden döndüler. Bundan dolayı Resulullah merak etmiş ve bunların 
    dinden dönüşleri yüzünden bir zarar gelebilme ihtimalini düşünmüş. 
  4- Yahudiler 
    hakkında inmişti. Çünkü bunlar da Uhud vakasından sonra küfürlerini daha çok 
    kızıştırmışlar ve müslümanları aldatmak için çalışmaya başlamışlardı. 
  İşte bu âyetler, 
    bunların bir veya hepsi dolayısıyla inmiştir. Zahiri amm (genel)dır. 
  177-Bunlar 
    Allah'a zarar namına bir şey yapamazlar. Bunda iki mânânın hatıra geldiği 
    gösterilmiştir. Birisi: "İlâhî mülk ve saltanattan hiç bir şey noksanlaştıramazlar" 
    demektir. Nitekim Ebu Zerr (r.a.) in rivâyet ettiği üzere Resulullah (s.a.v.) 
    şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ buyuruyor ki, evveliniz (öncekileriniz) ve 
    ahiriniz (sonrakileriniz), cinleriniz ve insanlarınız içinizde en çok Allah'dan 
    korkan adamın kalbi üzerine olsaydı, bu benim mülküme bir şey ilave etmezdi. 
    Tersine öncekileriniz ve sonrakileriniz, cinleriniz, insanlarınız içinizden 
    en kötü olan adamın kalbi üzerine olsaydı, bu da benim mülkümden bir şey eksiltmezdi." 
    Birisi de, "Allah'ın velî kullarına hiç bir zarar yapamazlar" demektir ki, 
    velilere zarar vermeye kalkışmak, Allah'a zarar vermeye kalkışmak hükmünde 
    tutulmak suretiyle mubalağa ifade eden bir mecazdır. Beyan makamı, Peygamber'i 
    teselli etme yeri olmasına bakarak tefsircilerin çoğu bu mânâyı tercih etmişlerdir. 
    
  "İman karşılığında 
    küfrü satın alanlar..." Bu âyetin de mürted (dinden dönen)leri ve yahudileri 
    hedef aldığı açıklanıyor. Dinden dönenler hakkında olması açıktır. Yahudilere 
    gelince: Bunlar Bakara sûresinde açıklandığı üzere peygamber olarak gönderilmeden 
    önce Peygamber'i tanıyorlar ve iman ediyorlar ve onunla düşmanlarına karşı 
    istinsar (yardım istemin)de bulunuyorlardı. Böyle iken Peygamber olarak gelince 
    küfrettiler, fikirlerini değiştirdiler. Buna göre imanını vermiş, küfrü satın 
    almış mürted (dinden dönmüş) durumunda demektirler. Bununla beraber bu âyetin, 
    münafıklarla ilgisinin ihtimali de yok denemez. Zira açıklamaya göre birinci 
    âyet dolayısıyla küfürde yarış edenler, münafık ve diğer bütün kâfirlerin 
    önlerinde giden önderlerine; ikinci âyet dolayısıyla imanı verip küfrü satın 
    alanlar da onların arkalarında gidenlere yormak uygun olacaktır ki, dinden 
    dönenler daha çok ikincide bulunurlar. 
  178-Kâfirlerin 
    gururlarına gelince "Küfredenler, kendilerine mühlet verişimizi (hayır) sanmasınlar." 
    Burada "imla", imhal (mühlet verme) ve müsaade etme mânâsınadır. 
  179-Şimdi 
    Uhud olayının yönelmiş olduğu sonuca gelelim: 
  Ey Muhammed 
    ümmeti Allah Teâlâ, halis müminleri o bulunduğunuz karışık hal üzere bırakmazdı. 
    Öyle sebepler tertip edecekti ki, sonuçta pisi temizden, münafığı müminden 
    ayıracak, farkettirecekti. Bu ayırmayı yapmak için Allah hepinizi gaybden 
    haberdar kılacak değildi. Yani sizin hepinizi münafıkların kalblerinden haberdar 
    etmek suretiyle onları ayırt ettirecek değildi. Ve fakat Allah Peygamberlerinden 
    her kimi dilerse seçer, ona onu bildirir. Öteden beri ilâhî sünnet (âdet) 
    budur. Muhammed Mustafa da böyle yapmıştır. Şu halde "Allah'a ve peygamberlerine 
    inanın. Eğer inanır ve sakınırsanız, sizin için büyük bir mükâfat vardır." 
    bundan önceki âyetlerde müminlere ahirete ait cezalar ile va'id (korkutma) 
    gösterildiği gibi, bu âyette de münafıkların bozgunculukları meydana çıkarılıp 
    rezil edilmek gibi dünyaya ait cezalarla va'd (müjde) leri gösterilmiş ve 
    aynı zamanda müminlere büyük ecir müjdelenmiş ve İslâmi heyetin ıslahına ait 
    mukaddimeler (prensipler) hazırlanmıştır ki, ahlak ve iktisad ile ilgili şu 
    âyet de bu mukaddimelerdendir. 
  180- Göklerin 
    ve yerin mirası yani selef (geçmiş)den halef (yerine geçen)e intikal edegelen 
    mal ve diğerleri gibi gökler ve yerle ilgili miraslar yalnız Allah'ındır. 
    Tek başına onun mülküdür. Bunlara miras yoluyla sahip olanların, gerçek mülkleri 
    yoktur, o geçici, iğreti bir şeydir. Hepsi yok olur. Ancak gerçek sahip olan 
    Allah'ın mülkü kalır. Şu halde bunları Allah'dan kıskanıp da Allah yolunda 
    sarfetmek hususunda cimrilik edenler bunu düşünmeli ve ne büyük günah yaptıklarını 
    anlamalıdırlar. Semâvî (göklere ait) miras, nübüvvet (peygamberlik), ilim... 
    gibi yüksektir. Bundan şu anlaşılır ki, önce miras ilâhî bir kanundur. İkinci 
    olarak "Allah'ın onlara lütfundan verdiği" yalnız mallara tahsis edilmiş değildir. 
    Bir de burada bu süreyi takip edecek olan Nisâ Sûresi'nde gelecek miras âyetlerine 
    bir çeşit hazırlık vardır. 
  Allah habîr 
    (her şeyden haberdar) olduğu içindir ki:
  Meâl-i Şerifi:
   181- Allah, 
    "Şüphesiz Allah fakirdir, biz zenginiz." diyenlerin lafını elbette duymuştur. 
    Onların söylediklerini ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız 
    ve şöyle diyeceğiz: "Tadın o yakıcı azabı!". 
  182- "Bu, 
    kendi ellerinizin yapıp öne sürdüğünün karşılığıdır". Allah kullar(ın)a asla 
    zulmetmez. 
  183- "Ateşin 
    yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiç bir peygambere iman etmeyeceğimize dair 
    Allah bize ahidde bulundu." diyenlere de ki: "Benden önce size bazı peygamberler 
    açık belgelerle ve sizin dediğiniz şeyle geldi. Eğer doğru insanlarsanız, 
    ya onları niçin öldürdünüz?" 
  184- Eğer 
    seni yalanladılarsa, senden önce açık deliller, hikmetli sayfalar ve aydınlatıcı 
    kitap getiren peygamberler de yalanlanmıştı. 
  185- Her canlı 
    ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ecirleriniz size eksiksiz olarak verilecektir. 
    Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. 
    Dünya hayatı, aldatıcı zevkten başka birşey değildir. 
  181-Burada 
    Muhammed aleyhisselam'ın peygamberliği hakkında kâfirler tarafından münasebetsizce 
    söylenen bazı şüphelerin ve itirazların nakil ve reddine başlanıyor: 
  "Andolsun 
    ki Allah, 'Allah fakirdir, biz zenginiz' diyenlerin sözünü işitmiştir." Rivayet 
    olunuyor ki Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir gün yahudilerin dersanelerine gitmişti. 
    Baktı ki bir takım yahudiler Fenhas'ın başına toplanmışlardı. Ve bu Fenhas, 
    yahudilerin âlim ve din adamlarından idi. Ebu Bekir: "Yazık ey Fenhas Allah'dan 
    kork ve müslüman ol, vallahi sen şüphesiz bilirsin ki Muhammed Allah'ın resulüdür, 
    siz onu yanınızdaki Tevrat'da yazılmış bulursunuz." dedi. Fenhas: "Vallahi 
    ey Ebu Bekir bizim Allah'a ihtiyacımız yok, o bize muhtaç. Ve biz ona, onun 
    bize yalvardığı kadar yalvarmıyoruz, herhalde biz ondan müstağni (tok gözlü), 
    daha zenginiz. O zengin olsaydı, arkadaşınızın sandığı gibi bizden borç almaya 
    tenezzül etmezdi. O bizi faizden yasaklıyor ve bize ribâ vaad ediyor. Zengin 
    olsaydı bize ribâ vermezdi." diye münasebetsizlikte bulundu. Bunun üzerine 
    Ebu Bekir öfkelendi ve Fenhas'ın yüzüne şiddetli bir tokat vurdu ve dedi ki: 
    "Nefsim yed (kudret)inde olan yüksek zata (Allah'a) kasem ederim ki, bizimle 
    senin arandaki anlaşma olmasaydı boynunu vururdum ey Allah'ın düşmanı!". Bunun 
    üzerine Fenhas Resulullah'a gidip: "Ey Muhammed bak arkadaşın bana ne yaptı?" 
    diye şikâyet etti. Resulullah (s.a.v.) Hazreti Ebu Bekir'e: "Bu yaptığına 
    sevkeden nedir?" diye sordu. O da: "Ey Allah'ın Resulü, büyük bir edepsizlikte 
    bulundu, öyle sanıyor ki, Allah Teâlâ fakir ve bunlar daha zengin imişler. 
    Bunu söyleyince Allah için kızdım ve yüzüne bir tokat vurdum." dedi. Fenhas: 
    "ben böyle bir şey söylemedim." diye inkar etti. İşte bunun üzerine Allah 
    Teâlâ Hz. Ebu Bekir'i tasdik ederek bu âyeti indirdi. Bu rivayet İbnü Abbas, 
    İkrime, Suddi, Mukatil ve İbnü İshak'tandır. Şu halde söyleyen bir iken, bu 
    lakırtının diye topluluğa isnadı, onların da razı olmaları sebebiyledir. 
  Yahudi reislerinden 
    Huvey b. Ahtab'ın, aynı şekilde İlyas b. Ömer'in: "Fakir zenginden borç para 
    ister." dedikleri ve bazı yahudilerin Peygamberimizin huzuruna gelip: "Ey 
    Muhammed Rabbin fakir mi ki kullarından borç istiyor?" sözünü söyledikleri 
    de bir çok rivâyetlerle nakledilmiştir ki, hepsi aynı mânâya döner. Kur'an'ın 
    edebî nezahetine uygun olamayacağından dolayı âyet söyleyeni tayin etmemiş 
    ise de, anlattığı öldürme meselesinin yahudilere ait olduğu bilindiğinden, 
    bunun da onlar tarafından söylendiği anlaşılmış olmaktadır. 
  Bu dediklerini 
    yazacağız. Bu yazma, ya hakikati üzerinedir ki, iki şekilde düşünülebilir. 
    Birisi: Amel pusulalarına, amellerinin sayfalarına kaydedeceğiz, defterlerine 
    geçireceğiz demek olur. Ve gerçekten tartıya konacak olan amellerin sayfaları 
    yazısını ifade eder. Çünkü bu yazı bildiğimiz bir yazı olmamakla beraber, 
    hakikaten bir yazıdır. Nitekim gramofon plaklarına ve telsizler aracılıklarıyla 
    seslerin tesbiti ve nakli bir yazıdır. Ve bugün fen ilimleri bakımından bilinmiştir 
    ki, ses titreşimleri açıkta görüldüğü gibi hemen kayboluvermiyor. Fezada her 
    tarafa yayılıp yazılıyor. Nerede bir alıcı bulunursa, hemen alınabiliyor. 
    Bunların kâinatta genel elektrik cereyanları içinde nerelere kadar gittiği 
    ve İlâhî Arş'ın altında daha ne şekiller kazanacağını bilemeyiz. İkincisi: 
    Kur'ân'da yazacağız, tarihe geçireceğiz, göstereceğiz demek olur. Veyahut 
    burada yazmak, cezası verilmek üzere ilâhî ilimde saklı kalıp unutulmamak 
    ve ihmal olunmamak mânâsına mecaz veya kinayedir ki, bu mânâ dilimizde de 
    meşhurdur. "Bunu yaz" deriz ki, "unutma, cezasını göreceksin" demektir. Şu 
    halde "yazacağız" demek, "ihmal etmeyeceğiz, bunu unutmasınlar, cezalarına 
    hükmedeceğiz" demek olur. İstikbal (gelecek zaman) siğası bu mânâda açıktır. 
    Birinci mânâya göre de, gelecek zaman sigasiyle söylenmesi, tevbeye imkan 
    bırakmak gibi bir nükteyi içine alır.
  "Haksız yere 
    peygamberleri öldürmeleri" "Mef'ûl-i maah" yerindedir ki, sözlerini bu fiilleriyle 
    beraber, yani bu cinâyetin başına yazacağız mânâsını ifade ve çok büyük bir 
    vaid ve tehdidi içine alır. Bu katl (öldürmey)i, bunların ecdad (dedeler)ı 
    yapmış olduğu halde bunlara isnad edilmesi, bunların da bugün ona razı olarak 
    cezasına iştirak etmekte bulunduklarından dolayıdır. Yani Hz. Yahya, Zekeriya 
    ve diğerleri gibi peygamberlerin böyle haksız olarak öldürülmesinin suçu şahıslara 
    değil, Yahudiliğin mahiyetine yüklenmiştir. Ve işte bu rıza ve bu izafet (yükleme) 
    dolayısıyladır ki, bu âyet bunlar hakkında yalnız bir va'id ve tehditten ibaret 
    olmayıp, Muhammed aleyhisselamın peygamberliğine karşı gösterdikleri küfrün 
    ve öne sürdükleri şüphelerin ciddi olmadığını isbat ile kökünden kaldıran 
    bir cevabı da içerir ki, bu cihet devamında ayrıca açıklanacaktır da. Çünkü 
    yahudiler yalnız Hz. İsa gibi inkar ettikleri peygamberi öldürmeye kalkışmakla 
    kalmamış, Hz. Zekeriya gibi vaktiyle peygamberliğini itiraf ve tasdik etmiş 
    bulundukları peygamberleri de öldürmüşlerdir. Ve bir peygamberin öldürülmesi 
    ise her halde haksız yeredir ve bir küfürdür. Demek olur ki, onlarca peygamberlik 
    sabit olduktan sonra bile öldürme ve küfür gibi cinâyetleri onaylayanların 
    ve Allah Teâlâya karşı, isterse şaka ve alay şeklinde olsun, "Allah fakirdir, 
    biz zenginiz" demek cüretinde bulunanların, bir peygambere karşı ortaya atmaya 
    uğraştıkları şüphelerin ve itirazların gerçekten kalblerini meşgul eden ilmî 
    bir şüphe değil; sırf değişmez hakikatlara karşı inad ve kibirlenme yoluyla, 
    zorbalık ve düşmanlık hissiyle ortaya atılmış bir ahlâksızlıktan ibarettir. 
    Ve bunların gerçek cevabı, nasihat dinlemeyip kendilerini ateşe atmakta ısrar 
    edenleri bırakıvermek gibi, söz ve fiillerinin korkunç sonuçlarına fiilî olarak 
    atıvermek ve deyivermektir. Bunun için buyuruluyor ki, yazacağız ve yakıcı 
    azabı tadınız diyeceğiz. Harîk "mü'lim" mânâsında "elîm" gibi, "müf'il" mânâsında 
    "feîl" olarak "muhrik" mânâsına gelir ki, yakıcı cehennem azabı demek olur. 
    "el-Harîk", cehennem tabakalarından bir tabaka diye de açıklanmıştır. Bununla 
    birlikte harîk, dilimizde olduğu gibi ihtirak, yanış ve yangın mânâsına da 
    geldiği için haydi yakmak istediğiniz fitne ve ihtilal yangınının azabını 
    kendiniz tadınız bakalım demek de olabilir. Bu emrin hesap zamanında mı, yoksa 
    ölüm zamanında mı verileceği hakkında iki rivâyet vardır. 
  182-Bu emir 
    verilirken ilâhî adalet anlatılmak için şu da eklenecektir: Bu azab, önce 
    kendi elinizle, yani kazanma gücünüzle yaptığınız sözlü, fiilî, i'tikâdî günahlar; 
    bir de Allah Teâlâ'nın kullarına zulmedici olmaması sebebiyle ilâhî bir adalettir. 
    
  183- Bu, yukardaki 
    ya sıfat olarak merbut (bağlı)tur. Zemm (kınama) üzere nasb veya ref veya 
    bedel olması da caiz görülmüştür. Bu âyetin iniş sebebinde rivâyet edilir 
    ki, yahudi reislerinden Ka'b b. Eşref, Malik b. Sayf, Vehb b. Yahuza, Zeyd 
    b. Manuh, Fenhas b. Azura ve Hüyey b. Ahtab gelmişler, Resulullah'a: "Sen, 
    Allah Teâlâ'nın seni bize bir peygamber olarak gönderdiğini ve sana bir kitap 
    indirdiğini iddia ediyorsun. Halbuki Allah Teâlâ bize, Allah tarafından gönderildiğini 
    iddia eden bir peygamber ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe kendisine 
    iman etmememize dair ahid vermiş, yani böyle emir ve tavsiye etmiştir. Şu 
    halde sen bu mucizeyi gösterirsen seni tasdik ederiz." demişlerdi. Bunun üzerine 
    bu âyet indi. Bu ateşten maksad, gökten bir fışıltı ile inen bir nâr-ı beyza 
    (beyaz bir ateş), kurbanı yemesi de yakıp ateş haline çevirmesi demek olduğu 
    ve kurbanın kabulüne işaret olmak üzere böyle bir ateş ile yakması geçmiş 
    peygamberler zamanında yaygın bulunduğu da naklediliyor. Fakat bu mucize olmadıkça 
    bir peygamberin tasdik olunmaması, diğer deliller ve mucizelerin dikkat nazarına 
    alınmaması hakkında yahudilere ilâhî bir ahdin bulunduğu iddiası, Hz. Peygamber'e 
    iman etmemek için uydurulmuş bir yalan ve iftiradan başka bir şey olmadığı 
    da muhakkaktır. Çünkü bunun gayesi, bir mucizesi olmasıdır. Ve Allah Teâlâ'nın 
    sonsuz mucizeler yaratmaya kudreti de malumdur. Şu halde buna diğer mucizelerden 
    fazla bir kıymet verilmesi ve bunun iman için ilk şart sayılması tam iftira 
    olur. Bununla beraber bu kurban meselesinin bir müddet cereyan edip İsa'nın 
    dili ile nesholunduğu (kaldırıldığı)da söylenmiştir. İşte Allah Teâlâ onların 
    yalan, iftira ve fikirlerinin iman etmek maksadıyla bir mucize isteği olmayıp, 
    sırf kibirlenme olduğunu çok belagatlı ve ince bir şekilde açıklamakla onları 
    ilzam (susturmak) için buyuruyor ki: Ey Muhammed, sen onlara şöyle söyle: 
    "Benden önce size bir çok peygamber açık açık deliller, mucizelerle ve o söylediğiniz 
    kurban ve ateş mucizesiyle geldilerdi." Zekeriya, Yahya ve diğer İsrailoğulları 
    peygamberleri gelmişler ve İsrailoğulları peygamberleri olmaları bakımından 
    mucizeler arasında bu söylenen mucizeyi de elbet göstermişlerdi. Siz sözünüzün 
    delaleti üzere, bu kurban mucizesi gösterilirse iman edeceğiz demekte doğru 
    ve ciddi iseniz o peygamberleri niçin öldürdünüz ya? Yani sizin dedeleriniz 
    onları öldürdükleri gibi, siz de bugün onların fikir ve yolunda bulunuyor 
    ve onların öldürülmesine razı oluyor, doğru buluyor ve kıymet veriyorsunuz. 
    Hâlâ inat ediyor, o peygamberlere iman etmiyor ve o öldürmelerden dolayı tevbekâr 
    olmuyorsunuz. Halbuki Muhammed Resulullah'a iman etmek için bütün bu peygamberlere 
    iman etmek şarttır. Siz onları tasdik etmeden ve o günahlara tevbe etmeden 
    Muhammed'i tasdik etmiş olamazsınız. Ve mademki onlar kurban mucizesini de 
    gösterdikleri halde hâlâ iman etmiyorsunuz, o halde çok açıktır ki, bugün 
    istediğiniz bu mucizeye yine iman etmiyeceksiniz. Buna göre ahid (anlaşma) 
    davanız iftira olduğu gibi, bu isteğiniz de yalandır. Bu iftirayı tasdik mânâsını 
    içine alacak bir mucize olamaz. Bugün böyle bir şey gösterilmiş olsa, iddia 
    edilen anlaşmanın varlığını tasdik demek olur. Allah Teâlâ bu iftirayı tasdik 
    etmez ve siz gerçekte o peygamberlerin peygamber olduğunu bildiğiniz halde, 
    yakinen (kesin bir şekilde) iman etmediğiniz gibi, bugün de öylesiniz. İşte 
    Ey Muhammed, sen onları Kur'ân'ın bu i'cazkâr cevabıyla sükuta zorla ve sustur, 
    sakın üzülme, çünkü: 
  184- "Eğer 
    seni yalanlamışlarsa, senden önce de peygamberler yalanlanmışlardı ki, onlar 
    da açık deliller, sahifeler ve aydınlatıcı kitaplarla gelmişlerdi." Beyyinat, 
    açık mucizeler. Zübür, sahifeleri de içine almak üzere genelde kitab demek 
    olan nin veya un çoğuludur. Kitab-ı münir (aydınlatıcı kitap)in buna atfı, 
    atfü'l-hâss ale'l-âmm (hassın, âmma atfı) kabilindendir. Bundan da maksad, 
    Tevrat ve İncil denilmiştir. Fakat Kur'ân âdetinde kitab, şeriatleri ve hükümleri 
    içermiş olandır. Bunun için çoğunlukla hikmet ile birlikte anılır. Yalanlanmaya 
    maruz kalmak, doğruların pek çok gücüne gideceği için Resulullah da bundan 
    dolayı kederli olurdu. Burada öteden beri bu denemenin bütün peygamberler 
    hakkında ilâhî bir kanun olduğu açıklanarak Resulullah'ın kalbi tatmin buyurulmuş 
    ve bundan sonra doğrulara va'd (müjde) ve yalancılara vaîd (tehdit) olmak 
    üzere de şu hatırlatılmıştır: 
  185- Her nefis 
    (canlı) ölümü tadacaktır. (Yani herkes ölecektir) Nefs, zat ve ruh mânâlarına 
    geldiği için, bundan bazı kimseler ruhun ebedî olduğu mânâsını anlamışlardır. 
    Çünkü tatmak, bir hayat eseridir. Ve zevk anında tadıcının bakî (ebedî) olduğunu 
    anlatır, yoksa zevk tasavvur olunamaz. O halde mânâ: "Her nefis bedeninin 
    ölümünü tadacaktır" demek olur. Bu da nefsin, bedenden başka olduğunu ve bedenin 
    ölümüyle onun ölmeyeceğini anlatır. Şu halde ölüm zorunluluğu cismânî hayata 
    mahsus olup, mücerred (soyut) ruhların yok olmadığını söylerler. Ve ahiret 
    meselesini bu şekilde ruhun ebedî oluşuna dayanan ruhanî (ruhlara ait) bir 
    hayat tasavvur etmişlerdir. Fakat diğer taraftan bir çok tefsirciler ve bilginler 
    demişlerdir ki, bu şekil yorum, bir zorlamadır. Zaikatü'l-mevt demek ölecektir 
    demek olduğu açıktır. Belli ki tadan kim ise, ölen o olacaktır. Evet bedenin 
    ölmesiyle nefis ve ruhun büsbütün yok oluvermeyip bir müddet kalabileceği 
    diğer delillerden açıkça anlaşılıyor ise de, genelde ruhların ölmedikleri 
    davası ne aklen, ne de naklen zorunlu olarak sabit değildir. Önce "zaikatü'l-mevt", 
    herhalde, tadan nefsin ölümünü ifade etmektedir. Rivâyetler de bu mânâyı göstermektedir. 
    Rivâyet olunuyor ki, ne zaman "Yeryüzündeki her canlı yok olacak." (Rahman, 
    55/26) âyeti indi melekler, yeryüzündekiler öldü dediler. Sonra indiği zaman 
    biz de öldük dediler. Ruhların ölümünü de ifade etmeseydi, meleklerin ölümünü 
    de anlatmazdı ve melekler için ölüm ve yok olma düşünülünce, beşer ruhları 
    için de düşünülmesi gerekir. Ancak genel hükmünün de umumi üzere cereyan edemeyeceği 
    de hatırlatmaya değer görülmüştür. Çünkü "Allah'ın diledikleri hariç olmak 
    üzere, göklerde ve yerde kim varsa hepsi düşüp ölmüş olacak." (Zümer, 39/68) 
    âyetinde Allah Teâlâ'nın diledikleri, bu genelden hariç tutulmuşlardır. Buna 
    göre göklere ait olsun, yere ait olsun, gerek melekler ve gerek bütün nefisler 
    yanında ebediyete kadar ölmeyecek olanlar da bulunabilecektir. İşte İslâm 
    âlimlerinin çoğunluğunun görüşleri budur. Özetle ruhun ebedî oluşu inkar edilemez. 
    Ve fakat umum için zorunlu değildir. Dinin ve ahiretin imkanının, mutlak olarak, 
    ruhların ebedîliği nazariye (teori)sine dayanması da zorunlu değildir. "Kıyamet" 
    kelimesi de tamamen yok oluşu ve ondan sonra kıyam (öldükten sonra dirilme), 
    neşr ve haşr (dağılıp, toplanmay)ı ifade eder ki, ölüm ve öldükten sonra dirilme, 
    özetle ahiret inancı, bir ebedî olma inancıdır. Fakat bu ebedîlik, ilk oluşum 
    değil, ikinci oluşumdur. 
  Evet her nefis 
    ölümü tadacak; dünyanın ne üzüntüsü, ne sevinci hiç biri kalmayacak, ve sevaplarınızın 
    size tam olarak ödenmesi de ancak kıyamette olacaktır. Dünyada iyi veya kötü 
    bütün çalışmaların sevap veya cezasını yine dünyada elde etmek mümkün değildir. 
    Mesela şehidlerin kanlarıyla kazanılan savaşların başarı meyvelerinden o şehidlerin 
    dünyada istifade etmelerini düşünmek tenakuz (çelişki) olur ki, bütün faziletler 
    de böyledir. Gerçi dünyada hiçbir ücret verilmez de değildir. Burada da bazı 
    çalışmaların karşılığının alındığı da vardır. Fakat bu dünyada sonuç, ölüm 
    ve yok olmak muhakkak bulunduğu için; gelen herhangi bir menfaat ve tad, kesilme 
    ve sona erme korkusuyla karışık ve muhakkak gam ve kederle sarılıdır. Gamsız 
    sevinç, korkusuz eminlik, ıztırapsız lezzet, kesintisiz ebedi saadet kıyamet 
    gününde hasıl olur. Mizan (tartı) ve hesabın temizlenmesi oradadır. Bunun 
    için cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete sokulan her kim ise, işte o 
    kendini kurtarmış ve her muradına ermiştir. Yoksa dünya denilen o fani hayat, 
    müşterisini aldatan gurur sermayesinden başka hiç bir şey değildir. Serap 
    gibi parıldar, bulut gibi geçer gider. "Meta' " satılık kumaş ve kullanacak 
    aletler ve avadanlıklar veya gerek aletler ve avadanlıklar, gerek mallar ve 
    diğer genel faydalanmaya yarayan az-çok lüzumlu şey mânâlarına gelir ki, dilimizde 
    "matah" dediğimiz zaman bu üçüncü mânâyı kastederiz. "Gurûr " aldanmak demek 
    olduğu gibi, ın çoğulu olarak aldatıcılar demek de olabilir. Meta-ı gurur 
    (gurur metaı), müşteriyi kandırmak için allanıp pullanarak hoş gösterilen 
    ve alındıktan sonra aşağılık olduğu anlaşılan meta (sermaye, mal) demektir. 
    İşte dünya hayatı budur. Bunun alıcısı olanlar, bütün nazar (bakış) ve ümidini 
    buna dikenler, ne saadet görülecekse bunda görülecek sananlar aldanmış olurlar. 
    
  Burada, bu 
    gurur metaına aldanıp da küfür, yalanlama, aldatma ve bozmanın arkasında koşan 
    düşmanların rahatsız etmelerine karşı Resulullah'a ve ona tabi olan müminlere 
    bir teselli ve nasihat vardır. Şimdi bu düşmanların saldırılarının daha kesilmeyeceğini 
    ve bundan böyle bu kâfirlerin daha bir çok eziyetlerde bulunacaklarını anlatmak 
    ve bu şekilde müminleri gaflet ve aldanmadan korumak, ilim ve bilgi üzere 
    tam bir güçle hareket etmelerini, olaylar karşısında zayıflık ve telaşa düşmemelerini 
    hatırlatarak geleceğe hazırlayıp Bakara sûresinin sonundaki "Kâfir kavimlere 
    karşı bize yardım et" (Bakara, 2/286) duasının kabul olma yolunu tam olarak 
    göstermek üzere buyuruluyor ki: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  186- Muhakkak 
    siz, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınız. Sizden önce 
    kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a ortak koşanlardan size eziyet verici 
    bir çok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah'dan gereği gibi korkarsanız, 
    şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir. 
  187- Bir zaman 
    Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, 
    onu gizlemiyeceksiniz." diye söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler 
    ve onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları bu alışveriş ne kadar kötüdür. 
    
  188- O yaptıklarına 
    sevinen ve yapmadıkları şeylerle de övülmek isteyenlerin (onacaklarını) sanma! 
    Onların azaptan kurtulacaklarını da sanma! Onlar için can yakıcı bir azap 
    vardır. 
  189- Göklerin 
    ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah her şeye kâdirdir. 
  190- Göklerin 
    ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde 
    selim akıl sahipleri için gerçekten açık, ibretli deliller vardır. 
  191- Onlar 
    ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin 
    ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve "Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, 
    Sen yücesin, bizi ateşin azabından koru." derler. 
  192- "Rabbimiz! 
    Sen kimi cehennem ateşine sokarsan onu rezil etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları 
    yoktur". 
  193- "Rabbimiz! 
    Biz, 'Rabbinize iman edin' diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman 
    ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, bizleri sana 
    ermiş kullarınla beraber yanına al". 
  194- "Rabbimiz! 
    bize peygamberlerine vaad ettiğini ver, kıyamet günü bizi rezil etme. Muhakkak 
    sen verdiğin sözden dönmezsin". 
  195- Rableri 
    onlara şu karşılığı verdi: "Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden, hiçbir 
    çalışanın amelini zayi etmeyeceğim. Sizler birbirinizdensiniz. Göç edenler, 
    yurtlarından çıkarılanlar, yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler... 
    Onların günahlarını elbette örteceğim ve Allah katından bir mükafat olmak 
    üzere, onları altından ırmaklar akan cennetlere de koyacağım. En güzel mükafat 
    Allah katındadır". 
  196- Kâfirlerin 
    diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın. 
  197- Bu, az 
    bir geçimliktir. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. Ne kötü bir yataktır 
    orası! 
  198- Fakat 
    Rablerinden gereğince korkanlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. 
    Onlar orada ebedî olarak kalacaklar, Allah katından ağırlanacaklardır. İyiler 
    için Allah katındakiler daha hayırlıdır. 
  199- Kitap 
    ehlinden öyleleri var ki, Allah'a inanırlar, size indirilene ve kendilerine 
    indirilene -Allah'a boyun eğerek inanırlar. Allah'ın âyetlerini az bir değere 
    değişmezler. Onların mükafatı da Allah katındadır. Şüphesiz Allah, hesabı 
    çabuk görendir. 
  200- Ey iman 
    edenler! Sabredin, düşmanlarınıza karşı sebat gösterin, nöbet bekleşin, Allah'dan 
    gereğince korkun ki, kurtuluşa eresiniz. 
  186-Siz o 
    gurur metâı (aldanma metâı)na sakın aldanmayınız ve biliniz ki: mallarınızdan 
    ve canlarınızdan muhakkak imtihan ve tecrübe olunacaksınız. Mallarınızda yok 
    edici bazı afetler, nefislerinizde öldürülme ve yaralanma veya esir düşme 
    veya diğer bazı zahmetler, meşakkatler, korkular ve diğerleri gibi takdir 
    edilmiş şeylerle deneneceksiniz.
   İbtilâ'nın, 
    külfet ve zahmet ile sınama ve tecrübe demek olduğu yukarda geçmişti. Allah 
    Teâlâ'nın tecrübe ile ilim kazanmaktan münezzeh ve müstağni bulunduğu bilindiği 
    için, bu gibi âyetlerde ve imtihan muamelesi yapmak mânâsına bir istiaredir 
    ki, nüktesi ilmi deneyin önemine ve hareketlerde deneyin esas alınmasına kulları 
    bir irşaddır. 
  Bu âyetin 
    de, söylendiği üzere Fenhas olayı veya şiirleriyle müşrikleri Resul-i Ekrem 
    aleyhine teşvik eden ve heyecan veren Ka'b b. Eşref veya Resulûllah'ın şeref 
    verip Kur'ân okuduğu bir mecliste Eğer bu doğru ise, meclislerimizde onunla 
    bizi rahatsız etme. diye küstahlık eden Abdullah b. Übeyy sebebiyle indiği 
    hakkında üç rivâyet vardır. 
  Ve eğer bunlara 
    karşı sabreder ve başkalarından uzaklaşıp bütün varlığınızla Allah'ın korumasına 
    girerek korunursanız, işte bu sabır ve korunma ise azmi gerektiren işlerdendir. 
    Yani azmedilmesi gerekli olan şerefli, meziyetli, önemli işlerdendir. İmtihanda 
    başarı bununla olacaktır. Şu halde bunda yarış etmeli ve gurur malına aldanan 
    ahlâksızlar gibi olmamalıdır. 
  187-Ey Muhammed, 
    bunu tebliğ et, şunu hatırla ve hatırlat hani Allah kendilerine kitap verilmiş 
    okur yazar olanların o kitabı, yahut o kitapta peygamberliğinin doğruluğu 
    sabit olan o peygamberlerin sonuncusu şanlı Peygamber'i, insanlara hakkıyla 
    açıklayıp anlatacaksınız ve onu gizlemiyeceksiniz diye tekit ve kasem ile 
    misak almış ve bunu onlara teahhüt ettirmiş idi. Bu kitap verilmiş olanlardan 
    maksad, kitap ehli olan yahudi ve hıristiyan bilginleridir. Bunların, iş bu 
    adıyla anılmaları, kendilerine Kur'ân verilmiş olan müslümanların da böyle 
    ahitleri alınmış bulunduğunu delalet yoluyla hatırlatır. Buna göre müslümanların 
    sözleşmesi, bu isimde açık bir şekilde dahil olmamakla beraber, delalet bakımından 
    dahildirler. Bunun için bazı tefsirciler, burada da müslümanlar dahildir diye 
    göstermişlerdir. Fakat bunun ibare (metin) ile olmayıp, delaletle olacağının 
    unutulmaması gerekir. 
  Bu sözleşme 
    ne zaman ve nasıl alınmıştır? Malumdur ki, kitabın mahiyeti, neşr, beyan ve 
    hakikatleri ve hükümleri tebliğ içindir. Buna göre bir kitaba sahip olmuş 
    bulunmak, kitap ehli ve okur yazar olmak, o kitabın neşr ve beyanını üzerine 
    almaktır. Bundan başka Allah'dan gelen kitapların hepsinde, bunların hakkıyla 
    neşr ve beyanı emir, teklif ve irâdî delillerle isbat olunmuştur. Sonra Tevrat 
    ve İncil'in içeriği meyanında o peygamberin, yani en son Peygamber hazretlerinin 
    vasıfları ve peygamberliğinin doğruluğu müjdelenmiş ve açıklanmış ve buna 
    iman, o kitaplara iman cümlesinden olmuştur. Ve bilhassa bu ahir zaman Peygamberi'nin, 
    bu istikbal Peygamberi'nin müjdelenmesi o kitapların ve kitap ehlinin takip 
    ettiği ve beklediği en büyük bir müjde bulunuyordu. Şu halde Tevrat ve İncil'in 
    neşr (yayma) ve beyanını üzerine almış bulunan kitap ehli bilginlerinin en 
    büyük görevi, ilâhî kitaplardaki hak ve hakikatin hiç birini gizlemeyerek 
    neşir ve beyan olduğu gibi, bunun yanında özellikle son Peygamber'in peygamberliğinin 
    doğruluğunu da hiç bir şekilde saklamayıp neşr ve beyan etmek, hem genel ve 
    hem özel şekilde üzerine alınmış bir görev idi. İşte bu âyetin açıklama hedefi 
    de budur. Genel görüşe göre nün zamiri, kinaye, özel görüşe göre de o Peygamber'e 
    racidir. Bunun için Said b. Cübeyr ve Süddi rivâyetlerinde zamir, Muhammed'e; 
    Hasen ve Katade rivayetlerinde kitaba irca edilmiş (gönderilmiş)tir. (Bakara 
    sûresindeki 40, 134 ve 146 ncı âyetlere bkz.) 
  İşte bunlar, 
    böyle üzerlerine alıp antlaşma yaptılar da o kitabı arkalarına attılar, antlaşmalarını 
    yerine getirmediler, hakkı (gerçeği) gizlediler de Peygamber'e ve müslümanlara 
    eziyet verip rahatsız etmeye kalkıştılar. (Bakara sûresindeki 101. âyete bkz.) 
    Bunu önce yahudiler yapmış, sonra hıristiyanlar da o yola gitmiş olduğundan, 
    burada da hatırlatılmıştır. Bunlar böyle yaptılar, ve karşılığında az bir 
    bedel aldılar. Aldanma metâı olan dünya hayatına aldanarak az bir para veya 
    menfaat karşılığında susarak veya tevil ederek ve bozarak veya görmemezlikten 
    gelerek hakkı (doğruyu, gerçeği) gizlediler. Bu semen (bedel), gerçekte ne 
    kadar çok olursa olsun, bitici ve fânî olduğu için, ebedî ve sonsuz olan ahiret 
    sevabına göre pek az bir şey olduğundan "semen-i kalil" (az bir bedel) buyurulmuştur. 
    Böyle olmakla birlikte bununla, bunların esasında az bir dünya menfaati için 
    kitaplarını unutuverdiklerine ve onu süfli (aşağı) bir şekilde beş on para 
    için bile kötüye kullandıklarına da işaret buyurulmuştur. Ve üzüntüyle (kaydedelim 
    ki) hayli zamandan beri bu hale müslümanlar da düşmüştür. Âlimlerden hakkı 
    aramayıp, gönlüne göre yanlış bir "uygun" cevabı almak için teşvik veya tehdit 
    eden bir çok cahil, ahlâksız müslümanlar bulunduğu gibi; böyle bayağı menfaatleri 
    yolunda dolaşan ve ilmi, dini, bir aldatma tuzağı kabul eden ulema taklitleri 
    de ortaya çıkmıştır. İşte Cenab-ı Allah, müslümanları özellikle bu hallerden 
    sakındırıp sabır ve takva, sebat ve azimle söz verdiğini yerine getirmeye 
    sadakat ve ciddiyet göstermek, yüksek himmet ile söz ve fiil olarak hakkı 
    açıklamak, ilâhî emirlerin neşr ve genelleştirilmesiyle Allah kelamını yüceltmek 
    (i'lay-ı kelimetullah) için sevk etmek ve kitap ehlinin durumunu kötü görmekle 
    "yaptıkları alışveriş ne kadar kötüdür." buyurmuştur.
   188-Şimdi 
    bunun yalnız bir kınamaktan ibaret kalmayacağını ve genel şekliyle ahlâkta 
    ciddilik ve tevazu (alçak gönüllülük) tersine hareket edenlerin sonlarının 
    acıklı olduğunu açıklamak için de münafıklar dolayısıyle şu âyet inmiştir. 
    Yaptıkları herhangi bir iş ile sevinen, dilimiz tabiriyle böbürlenen ve yapmadıkları 
    bir şeyle öğülmelerinden hoşlanan kimseleri sakın azaptan kurtulacak bir yerde 
    zannetme, asla zannetme, hem bunlar için elim (acıklı) bir azab hazırlanmıştır. 
    Bu âyet, münafıklar sebebiyle inmiş olmakla beraber, hükmü, gerek diğer kafirler 
    ve müşriklerden ve gerek müslümanlardan bu davranışta bulunan gurur sahiplerinin 
    hepsini içerir. Gururlanmak, gelecekten gaflet etmek ve vazifenin kabul edilip 
    güzel bulunmasının kendine ait olmadığını bilmemek, yaptığı işi büyüksünüp 
    kendine onu büyük görmek gibi bir küçüklüktür. Ve yapmadığını yapmış gibi 
    gösterip öğünülmekten hoşlanmak ise hakkı, doğruyu bozmaktan zevk almak ve 
    Allah'ı unutmaktır. Önceki buna sevk eder. Bu ikisi bir yere gelince, de acıklı 
    azabı hak etmiş olur. Üzüntüyle beraber bu halde bulunanlar ne kadar çoktur. 
    
  "Yek beyza 
    vü sad hezar gıdgıdak"
   "Tek yumurta 
    ve yüz bin gıdgıdak". 
  Burada Cenab-ı 
    Allah, müslümanlara bütün başarıyı temin edecek olan kulluk kemali ile yüksek 
    ahlâkları telkin için ruhları yaratılıştan hakka ve kalpleri gurur âleminden 
    affedici Allah tarafına çekerek sabır, Allah korkusu ve azmin bütün hedefini 
    ve geçmiş beyanların gerekli sebeplerini özetleyerek buyuruyor ki: 
  189- Bütün 
    gökler ve yer devlet ve memleketi, bağımsız olarak Allah'ın mülküdür. Bunun 
    idaresinde ancak onun emirleri ve onun kudreti hüküm sürer. Bunlar içinde 
    Hakk'ın hükümlerinin tersine hareket etmek istiyenler, elbette cezaya mahkûm 
    olurlar. Onun kudretine hiçbir şey karşı gelemez, Allah'ın kudreti sonsuzdur. 
    Herkes, O'nun için çalışmalı ve her görevi bu mülkü idare eden hükümler ve 
    emirlerine, cereyan eden sünnetine uyarak ve ancak onun adına yapmalıdır. 
    
  190-Bunu nasıl 
    anlamalı? Bu noktada gönülleri Hakk'ı bilmeye çekmek ve yönlendirmek suretiyle 
    aydınlatma ve ilâhî saltanatın şekil ve tecellilerinin sırlarını, Allah Teâlâ'nın 
    tam kudret ve hikmetiyle mülkünün sanatındaki tasarruf hükümlerini, sır ve 
    yaratılış gayesini keşfettirecek olan hak âyetlerini gösterme ve bütün bilgilerin 
    usûl (metod)unu öğretme ve dinin kemalinin gayesini anlatmak için buyurulmuştur 
    ki: Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde sayılamayacak 
    nice alâmetler ve deliller vardır ki, bütün kâinatın O'na mahsus olduğuna 
    ve Allah'ın kâmil kudretine, büyüklük ve azametine delalet ederler. Fakat 
    bu âyet (alâmet)ler herkes ve her akıl için değil, temiz ve tam akıl sahipleri 
    demek olan içindir. Öyle ûlü'l-elbâb (tam akıl sahipleri) ki "Semavat" (gökler) 
    ve "arz" (yer): Mekân kavramının içine aldığı bütün yükseklik ve alçaklıklarıyla 
    mekanlı varlıklar, "Halk " (yaratma): Bunların zat ve sıfatlarıyla bulundukları 
    şekil ve nitelikleri üzere var edilmelerini ve yok edilmelerini ifade eden 
    gerçek sebep anlayışının özü, "İhtilafu leyl ü nehâr" (gece ve gündüzün değişmesi): 
    Zaman anlayışını veren ve hareketlerle ilgili olup, bu varlıkların yaratılmışlıklarını 
    ve düzenlerini gösteren devamlılık ve değişimdir. İşte hak (gerçek) ilimlerin 
    keşif yolları, işbu, "gökler ve yer, gece ve gündüz, yaratma ve değişim, akıl" 
    olaylar ve anlaşılmaları üzerindeki düşünmedir. 
  Abdullah b. 
    Ömer (r.a.) hazretleri demiştir ki: "Hz. Âişe'ye, Resulullah'dan gördüğün 
    şeylerin en şaşırtıcısını bana haber ver." dedim. Bunun üzerine ağladı ve 
    uzun bir müddet ağladı da sonra dedi ki: "Onun her işi şaşırtıcı idi. Bir 
    gün bana geldi, yorganıma girdi, hatta cildini cildime dokundurdu, sonra da 
    buyurdu ki, 'Ey Âişe, bu gece bana Rabbıma ibadet etmek için izin verir misin?' 
    Ben de, 'Ey Allah'ın Resulü, ben senin yakınlığını severim, isteklerini de 
    severim, izinlisin.' dedim. Kalktı, odadaki su ibriğine vardı, abdest aldı, 
    suyu çok da dökmedi, sonra namaza durdu, Kur'ân okudu ve ağlıyordu. Sonra 
    iki elini kaldırdı yine ağlıyordu. Hatta gözyaşlarının yeri ıslattığını gördüm. 
    Sonra Bilâl geldi, kendisine sabah namazını bildiriyordu. Baktı ki ağlıyor, 
    'Ey Allah'ın Resulü, dedi, Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahını affetmiş 
    olduğu halde ağlıyor musun?' 'Ey Bilâl, buyurdu, şu halde ben şükreden bir 
    kul olmayayım mı?' Bundan sonra buyurdu ki, 'Nasıl ağlamıyayım, Allah Teâlâ 
    bu gece şunu indirdi: Resulullah bunu söyledi, sonra da 'Vay bunu okuyup da, 
    bu babda düşünmeyene!.' Diğer bir rivâyette, 'Vay bunu çeneleri arasında çiğneyip 
    de bunda düşünmeyenlere!' buyurdu." 
  Bakara Sûresi'nde 
    Allah'ın birliğini isbat ve açıklama esnasında bu âyetin bir benzeri geçmişti. 
    O daha geniş ve sekiz çeşit delili içermiş olduğu halde, bunda o esasın bir 
    özetiyle beraber, siyak (söz gelişi) ve istenilen açısından çok ince bir gelişmesi 
    vardır. Bunun için onun sonunda Düşünen bir kavim için nice deliller vardır. 
    (Bakara, 2/164), bunda da temiz akıl sahipleri için nice deliller vardır. 
    buyurulmuştur. Resulullah da bu ayetle, diğerinden daha derin bir aşk ile 
    ilgilenmiştir. Demek olur ki, önceki bahiste genel olarak akıl yetebileceği 
    halde, burada temiz ve halis akıl demek olan " lübb" gereklidir. Çünkü orada, 
    Allah'ın birliğinin isbatıyla, Allah'ı bilmenin mebde' (prensip)leri bahis 
    konusu idi. Burada ise o bilgide terakki (yükselme) bahis konusudur ki, kendisinden 
    sonraki âyette geçen ifâdeleri, bu vasıflara işaret etmektedir. Fahruddin 
    Râzî hazretleri bu terakki açısından der ki: "Allah yoluna girene, ilk önce 
    delilleri çoğaltmak gerekir. Fakat kalb bir kerre Allah bilgisinin nuruyla 
    aydınlandı mı, onun artık o deliller ile meşgul olması, kalbin Allah bilgisinde 
    garkolmasına perde gibi olur. Zira aklın çeşitli düşüncelere iltifatı ile 
    meşguliyeti, düşünme ve idraklerinde derinleşme ve sonuca erişmeye engel olur. 
    Bunun için salik (yola giren) işin başlangıcında derinleşme ve istiksa (inceden 
    inceye araştırma) ile değil, basit bir seyir ile hareket edeceğinden, delilleri 
    çoğaltmayı isterse de, bilginin nuru bir defa kalbe düştükten sonra, o delillerin 
    azalmasını ve mümkün olduğu kadar kısa ve özetini arzu eder ki, kalbin Allah'tan 
    başkasıyla meşgul olmasından doğan zulmet (karanlık) kalksın da Allah bilgisinin 
    nurlarının tecellisi tamam olsun. Nitekim, "Ayakkabılarını çıkar. Şüphesiz 
    ki sen, mukaddes bir vadide, Tuvâ'dasın." (Tâhâ, 20/12) fermanında buna işaret 
    vardır. İşte Bakara âyetindeki sekiz çeşit delil ve alâmet açıklandığı halde, 
    burada hepsinin esası olan "Göklerin ve yerin yaratılması, gece ve gündüzün 
    değişmesi" ile yetinilmiş olunması, bu terakki (yükselme) hikmetiyle ilgilidir. 
    Özetle orada (Allah'a seyr) isteniyordu, burada ise (Allah'da seyr) istenmiştir. 
    Bakara Sûresi âyeti, "Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. O'ndan başka ilâh yoktur. 
    O, çok merhametli ve bağışlayıcıdır." (Bakara, 2/163) âyetini takip ediyor. 
    Ve buna göre ilk önce vücud (varolma) ve Allah'ın birliğine ait âyetleri bildirerek 
    şirkten tevhide götürüyordu, buna akıl yeterli idi. Buradaki âyet ise âyetini 
    takip ediyor. Ve buna göre iman sahiplerine Allah'ın saltanatının suret (şekil) 
    ve tecelli sırlarını, Allah Teâlâ'nın mülkündeki tasarrufunun hükümlerini, 
    sır ve yaratılışın gayesini isbat eden alâmetleri anlatmanın akışı içinde 
    geliyor. 
  191-Bu da 
    aklî ve naklî bilgiler ile süslenmiş ve Allah'ın birliğine iman ile kulluk 
    ve bilgide merhale katetmiş olgun akıl ve inanmış kalb sahiplerinin karı olabileceğinden, 
    aralarındaki farka işaret buyuruluyor ki: Öyle tam akıl sahipleri ki, ayaktayken, 
    otururken, yatarken, yani gerek meşguliyet ve gerekse dinlenme hallerinin 
    hepsinde Allah'ı zikrederler, dillerinden bırakmazlar". Bu üç hal, insanın 
    bütün hallerini içine alır. Hatta bedene ait hareketleri içine aldığı gibi, 
    yükselme, ortada durma, düşme gibi halleri de içerir. Demek ki bu tam akıl 
    sahipleri, her ne halde bulunurlarsa bulunsunlar, kalpleri Allah'ı zikir (anmak)den 
    başka bir şey ile itmi'nan (tam güven) zevkini bulamadığından, Allah'ı zikirden 
    gaflet etmezler, gönülleri ilâhî murakabe (kendi içine dönme)ye müstağrak 
    (dalmış)tır. Burada zikirden maksad, gerek zat, gerek sıfat ve fiiller haysiyetiyle 
    zikirden, aynı şekilde lisanî (dile ait) zikre eşit olup olmamaktan daha genel 
    olarak, mutlak zikirdir. Abdullah b. Mesud hazretlerinin açıklamasına göre 
    bu zikirden maksad namazdır ki, kudretleri yettikçe ayakta, yoksa oturarak, 
    yoksa yattığı yerde namaz kılanlar demektir. Bununla beraber namaz, zikirler 
    cümlesinden sayılırsa da, bütün zikirler namazdan ibarettir de denemez, namazdan 
    e'am (daha genel)dır. "Ûlü'l-elbâb" (tam akıllılar)ın böyle Allah'ın zikrine 
    devam etmeleri ile vasfedilişleri, dinî terbiyede terakki etmiş halis kullar 
    olduklarına işaret eder ki, bu vasıf burada bahis konusu olan tefekkür (düşünme) 
    sûretiyle keşf ve müşahede edecekleri ilimlerin fenlerinin geçmiş bir şartı 
    demek olur. Bununla beraber , tertibe delalet etmeyeceği için, bunun bir geçmiş 
    şart olmayıp, düşüncenin bir ayrılmaz gereği olması da mümkün görünür. Şuhud 
    (görünür)dan, gıyabı (görünmezi) okuyabilen, vehim şüphelerinden uzak, nefse 
    ait ilgiler ve karanlık engellerden sıyrılmış halis, tam akıl sahibleri olan, 
    gidişatın gerçeklerini ve sıfatların hükümlerini düşünen, mülkün tavırlarını 
    ve gayb âleminin sırlarını gözeterek, melik, yaratıcı olan Allah Teâlâ'nın 
    sanatının inceliklerini ve kudretinin alâmetlerini görebilen bu tam akıl sahipleri, 
    bütün hallerde Allah sevgisi ile dopdolu olarak Allah'ı anarlar. 
  Ve göklerin, 
    yerin aklı hayrette bırakan durum ve yaratılışının hikmeti hakkında düşünceye 
    girişir, her meselede Hakk'ın emrini anlamak ve gereği üzere amel ederek görevi 
    yerine getirmede başarılı olmak için hükümler ve ilâhî tasarrufların cereyan 
    şeklini gösteren sır ve yaratılış nizamını telakkiye ve keşfe çalışırlar. 
    Bu yaratılmadan, gökler ve yer toplamının hem bütün, hem parça bakımından, 
    hiçbiri hariç kalmaz. Gökler ve yer şekiller, keyfiyetler ve ayan (varlıkların 
    Allah katındaki şekiller)ı; yaratma mefhumu da illiyyet (nedensellik) tesirinin 
    hakikatini ifade ettiği için, bu düşüncenin ilgilendiği şey, varlıkların şekillerini 
    ve durumlarını temaşa (seyir), tasvir, vasıflandırma, analiz, sentez ile sınırladıktan 
    ve sebeplerini araştırmakla hepsini müşterek oldukları yaratma mefhûmunda 
    kısaca toplayıp ve tasnif ederek, hepsini yüce yaratıcının yaratma sanatına 
    bağladıktan sonra ilâhî saltanatı müşahede (seyretme) ve ondan gelecek ve 
    ahirete doğru ilme ve hikmete ait sonuçları anlama ve telakki, bu şekilde 
    vazife hakkındaki ilâhî hükmü keşf ve tayin ederek, gereğini yerine getirme 
    ve gayeye isabet için yine yüce yaratıcının yardım ve yaratmasına sığınmak 
    ve iltica etmek ve böyle ahiret miad (sözleşme)ı ile ilâhî rızaya yürümektir. 
    Şu halde bu konu ve taleb edilen şey, bizzat ilâhî hikmet ve rabbânî siyaset 
    ilminin konusu ve isteği olduğunda şüphe olmamakla beraber, bunda gerek Astronomi 
    ve gerek diğer kevnî (evrene ait) ilimler, beşere ait ilimlerin konularının 
    hepsi birer mukaddime (başlangıç) ve yol olarak dahil bulunduğunda dahi şüphe 
    edilmemelidir. Ve bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz "Geçmişlerin ve geleceklerin 
    ilimleri bana verildi." buyurmuştur. Ancak burada, çeşitli konuları, ilimlerin 
    küçük olan sınırları ve nazariyelerini, şirk ve çokluk arzeden simalarını 
    alıp, hepsinin yönelmiş olduğu tek küllî (tümel) ilme yönelmek vardır. Bunun 
    için bu konuda tefekkür bütün eşyanın ve beşere ait bilgilerin halk (yaratma) 
    mefhumu altında düzenlenmesi, tanzimi ve tevhid (birleştirilmes)iyle Allah 
    Teâlâ'ya dayandığını yakînen anlayan ve ancak Allah sevgisi ve Allah'ı zikretmekle 
    gönlü kanan tam akıl sahiplerinin şiarı olduğu ve diğer konulardaki tefekkür, 
    eşyadan Allah'a dönmüş olup, nihâyet Allah'a dayanmakla mütenâhî (bitecek) 
    olabildiği halde, bu konuda düşünmenin namütenâhî (bitmez), devamlı olacağı 
    ve bunun Evvel ve Zâhir (tecelli eden hak) isimleriyle Allah'dan başlayıp, 
    yine Ahir (son) ve Bâtın (gizli, derûn) isimleriyle Allah'a dönmüş olacağı 
    anlatılmıştır. Demek olur ki, bunda yaratmanın görünüş ve tecellisinin yolunu 
    tesbite çalışan tasvir ve tahdide ait Tabiat ve Astronomi ilimlerinin araştırılmasına 
    da büyük bir teşvik vardır. Bütün gökler ve yer Allah'ın mülkü olduğu için, 
    bu âlem kitabından okunabilen her hadise, her nizam, Hak Teâlâ'nın hükümlerini 
    ve tasarrufunun şekillerini okumaktır. Onu okuyanlar ve gereğince hareket 
    edenler, herhalde Hakk'ın nimetinden nimetlenmiş ve istifade etmiş olurlar. 
    Fakat bunun iki şekli vardır: Birisi nimetin sahibi olan Hâlik Teâla'dan gaflet 
    etmek, görmezlikten gelmek ve ona tabii şekilde şükrünü eda etmekten kaçınıp 
    küfür karanlığına sapmaktır ki, bunun asıl mahiyeti Allah'ın mülkü içinde 
    eşkiyalık ederek geçinmeye çalışmak olduğundan, sonucu felaket ve pişmanlıktır. 
    Ve bu türlü ilim ve fenlerden nimetlenenlerin başı İblis ve şeytanlardır. 
    Diğeri hakiki, gerçek nimet vereni tanıyarak, ona şuur ve iman ile tabi olduğunu 
    ve uyduğunu arzederek, şükrünü yerine getirmeye çalışmak ve bütün hareketlerini 
    Allah'ın mülkü içinde, Allah'ın hükümlerinin tatbikine sarfetmektir ki, bunun 
    önderleri de melekler, peygamberler, sıddıklar, şehidler gibi halis kullardır. 
    budur. Bunlar göklere çıkınca düşmemek üzere çıkarlar. Öbürleri ise düşüp 
    helak olmak için çıkmaya uğraşırlar. Yukardan beri tesbit olunagelen bu mânâlarla 
    bu âyet, yaratılışın tefekkürüne sevkederken; hem Tabiat ilimlerinin incelenmesini 
    teşvik ediyor, hem de bu araştırmada bulunanlara büyük bir ders veriyor ki, 
    bu ders şu iki noktada özetlenebilir: Birincisi, gökler ve yer mefhumlarının 
    ifade ettiği varlık tabakaları içinde birbirinden bazı değerlerle ayrılmış 
    çeşitli konular etrafında toplanacak bilgiler ve kaideleri, birbirinden her 
    yönden ayrı ve tamamen müstakil birer yüksek ilim kabul etmeyip, bu bilgilerin 
    üst bir ilmî nizamda birleştiklerini ve o konuların yüksek bir ilim konusuna 
    dayanmış bulunduğunu unutmamak. İkincisi, çeşitli tabiî sebeplerin tesirleri 
    altında mahkum kalmayıp, olayları ve olayların nizamını, eşyanın tabiatı namına 
    değil; Hâlık Teâlâ'nın tek yüksek kudreti namına kaydetmek, yani gerçek sebebine 
    dayamanın gereğidir. İşte bu marifet (bilgi) noktasına yükselmiş olan ûlü'l-elbâb 
    (tam akıl sahiplerin)ın zikri ve fikri Allah'ın ihsanları olur da, seyr-i 
    billah (Hak'da yürümek)la kesilmeyen ilâhî sanatın eşsiz güzelliklerini, göklerin 
    ve yerin sırlarını ve ilâhî hikmetleri düşünürler. Ve düşünürken "Ey Rabbimiz! 
    Sen bunları boş yere yaratmadın..." diyerek bu hüküm ve akide (inanç), bu 
    rûh hali ve bu neşe, iltica ve ümit ile hareket ederler. "Batıl" üzerine hiçbir 
    hüküm ve hikmet, fayda ve maslahat (menfaat) gerekmeyen demektir ki, aşağı, 
    faydasız, gidici ve kaybolucu, beyhude ve abes olabilir. 
  Ey Rabbimiz, 
    sen bu mahlûku (yani gökler ve yer toplamı olan şu âlemi), batıl, hüküm ve 
    hikmetten, fayda ve menfaatten uzak, mânâsız olarak yaratmadın. Gece ve gündüz 
    değişiklik içinde, yokluktan yokluğa devam edip giden şu değişken olayların 
    manzaraları; ne sadece yokluk, ne hiçbir fayda sağlayıcı olmaksızın geçip 
    sonsuz yokluğa giden yalnız devamsızlık, ne de hiçbir hikmet ve faydayı içermeyen 
    lüzumsuz bir şeydir. Bu ne yalandır, ne oyundur, ne de nizamsız, sonsuz, semeresiz, 
    hikmetsiz, boş, dipsiz bir şeydir. Bunda her ilk oluş, bir ikinci oluşun başlangıcı; 
    her hadise sonsuz olayların yoludur. Eğer bunların gerek mekan ve gerek zaman 
    itibariyle aralarında gerekli bir nizam bulunmasaydı ve eğer şu olayların 
    kıymetleri yalnızca ilk oluşlarıyla ölçülmek gerekseydi ve eğer bu şekilde 
    bir aldatıcı mal olan dünya hayatı üzerine gelecekte hiçbir hüküm gerekmeseydi, 
    bu yaratılmışlar da batıl ve yersiz demek olurdu ve hatta bu gurur metâı bile 
    mümkün olmazdı. Şu halde her anında yok olucu ve aceleci olan şu olaylar silsilesi, 
    ilâhî saltanatta genel bir düzen üzere cereyan etmekte ve nice nice hikmet 
    ve menfaatleri içine alarak sonsuz gelecekte bir ikinci oluşa doğru yürümektedir 
    ki, bunun bir metâ olabilmesi o yöndendir. Ve batılın bir aldatma metâı olmaktan 
    çıkması da ancak o yöne dönmesindedir. 
  Sübhansın 
    yâ Râb, seni tenzih ederiz, sana lâyık olmayan vasıflardan, fiillerden ve 
    bu cümleden olarak hikmetsiz bir şey yaratmaktan mülkünü, irade ve sanatını 
    batıla yönelmiş olmaktan uzak tanırız. Gerçi sen bunları istediğin irade ve 
    sanatınla icad eder ve yaratırsın. Fakat irade ve sanatın hikmetten uzak olmaz, 
    o hikmetin ve nizamın kendisidir. O halde sen bizi batıl inanç ve amellerin, 
    hikmet gereği sebep oldukları ateş azabından koru. 
  192-Çünkü 
    sen kimi cehenneme koyarsan onu rezil etmişsindir. Öyle ise bizi böyle olmaktan 
    muhafaza et. 
  193- Ey Rabbimiz, 
    bir münadi, bir davetçi işittik ve dinledik ki, "Rabbinize iman ediniz" diye 
    çağırıyordu. (Bu çağıran Resulullah veya Kur'an'dır). Bu "nida" (çağrı), bizim 
    kulaklarımızda, vicdanımızda tesirini gösterdi, çınladı. Âlemin yaratılışı 
    nizamsız, hikmetsiz olmadığı içindir ki, bu nida (çağrı), bizde tesirini gösterdi, 
    iman ve sağlam bilgi edinmemize sebep oldu, biz de iman ettik. Burada "zünub", 
    kebâir (büyük günahlar); seyyiât (günahlar), sağair (küçük günahlar) ile tefsir 
    edilmiştir ki, "Eğer büyük günahlardan kaçınırsanız kusurlarınızı örteriz." 
    (Nisa, 4/31) âyeti de bunu teyid edicidir. Ve bizim ruhlarımızı ebrar (Allah'a 
    yakın olanlar) ile beraber olarak al, yani bizi onlardan say, onlarla beraber 
    haşret. 
  194-195- Ey 
    Rabbimiz bütün peygamberlerine karşı bize vaad etiğin vaadlerini de bize ver, 
    biz bu çağırıcıya iman ederken peygamberlerin hepsine iman ettik, hiçbirini 
    ayırmadık. (Âli İmran, 3/179) buyurulmamış mı idi? Günahlarımızı affet, kusurlarımızı 
    örtecek itaatlar nasip eylede vaad edilen yardımları, ecir, sevab ve saadeti 
    ihsan eyle. "Bizi kıyamet günü rüsvay etme. Şüphesiz Sen vaadinden caymazsın." 
    İşte dan buraya kadar devam eden bu duaları tekrar ederek düşünürler, kendilerinin 
    halis kullar olduklarını anlatan bu dualar, onların düşünce anındaki halleri 
    ve düşüncelerinin hakim başlangıçlarıdır. Bazı tefsirciler bunları hal yapmıyarak 
    düşüncelerinin sonucu gibi göstermek istemişlerse de, çoğunluğun açıklamasına 
    göre bunlar kelimesinin zamirinden haldir ki, o tam akıl sahiplerinin düşünce 
    esnasındaki hallerini anlatır. Doğrusu da budur. Çünkü bilhassa hükmü, tefekkürün 
    sonucu olsaydı düşünme mümkün olmazdı. Çünkü düşünmek, esasen mutlak bir hikmet 
    inancının sonucudur. Bu inancın kaynağına bu da, diğer ilk fikrî prensipler 
    gibi bir fıtrî (doğuştan) veya talîmî (öğretime ait) veya terbi-yevî (eğitimle 
    ilgili) hüküm olabilir. Asıl netice ise "fâ-i netice" ile başlayan şu rabbânî 
    (ilâhî) iltifattır. "Rableri de dualarına şöyle karşılık verdi: 'Ben içinizden 
    erkek ve kadın hiçbir hayır işleyenin işlediğini boşa çıkarmam..." Müminlerden 
    bazısı müşriklerin veya yahudilerin ticaret ve refah içinde oluşlarını, ferah, 
    fehûr seyahatler ederek refah içinde yaşadıklarını görerek, "Allah'ın düşmanları 
    böyle ferah içinde dolaşıyor, biz ise açlıktan, sıkıntıdan helak oluyoruz." 
    demişlerdi. Bunun üzerine şu âyetler inmiştir: 
  196-199- ki 
    ne kadar dikkate şâyândır! 
  Nuzül, bir 
    misafire ilk geldiği sırada ikram edilmek üzere hazırlanan yiyecek, içecek 
    ve diğer ikramiye ki, Türkçe konukluk tabir olunur. 
  Bununla beraber 
    o kâfirler içinde hüsn-i hatime (güzel sonuç)ye nail olup müminler topluluğuna 
    girecek olanlar da bulunduğu unutulmamalıdır. Şöyle ki: "Şüphesiz kitap ehli 
    içinde kimi de vardır ki, Allah'a iman ettikleri gibi, kendilerine indirilene 
    de, size indirilene de iman ederler." Bu son kayıtlar gösterir ki, bunlar 
    ciddi olarak müslüman olacaklardır. Ve nitekim bu ana kadar olagelmişler ve 
    yine olacaklardır. Bu âyet, ta yukardaki (Âli İmran, 3/137) âyetinin de bir 
    izahı gibidir. 
  Onun gibi 
    bunun da Musevî (yahudi) iken müslüman olan Abdullah b. Selâm ve arkadaşlarının 
    veya İsevî (hıristiyan) iken müslüman olan Necrân ehlinden kırk, Habeş'den 
    otuz, Rum'dan sekiz ve toplam olarak seksen kişinin müslüman olmaları dolayısıyla 
    indiği rivayet edilmiştir. Fakat İbnü Abbas, Câbîr ve Katade demişlerdir ki: 
    Habeş hükümdarı Necaşî Asâme vefat ettiği zaman Resulullah onun üzerine gıyaben 
    cenaze namazı kılmıştı. Bunu gören münafıklar: "Hiç görmediği bir hıristiyan 
    üzerine namaz kılıyor." demiş olduklarından Necâşî hakkında inmiştir. Rivâyet 
    bakımından en yaygın olan budur. Necâşî'nin ölümü de hicretin dokuzuncu senesinde 
    olmuştur. Bunlardan başka bu âyetin bütün kitap ehlinden imana gelenler hakkında 
    inmiş olduğu da rivayet edilmiş ve Mücahid bunu söylemiştir ki, âyetin mefhumuna 
    bu daha uygun görülmüştür. Çünkü herhalde iman ederler mânâsına, gelecek zaman 
    da açıktır. 
  200-Sözün 
    kısası ey iman edenler, siz telaş etmeyiniz, sabırlı olunuz, (haberde geldiğine 
    göre sabır üç derecedir: Musibet (ansızın gelen bela)e sabır, itaat etmekte 
    sabır, isyandan sabır), ve sabırda Allah düşmanlarıyla yarışıp onların üstüne 
    çıkınız, yani imtihan ve mücahede mevkilerinde düşmanların sabrının üstüne 
    çıkmaya ve nefsinizin arzularını yenmeğe çalışınız ki, sabırlı olmaya alışırsanız 
    bunu yapabilirsiniz. Ve murabata edi (nöbetleşi)niz, ribat yapı (sağlam yürekli 
    olu)nız, imam ardında cemaatle namaz gibi birbirinize bağlanıp vazifeye dikkatli 
    olunuz ve özellikle savaşa düşmanlarınızdan çok hazırlıklı bulunarak atlarınızı 
    bağlayıp hududlarda ve mevzilerde karakol bekleyiniz. "Ribat", Allah yolunda 
    devam etmektir. Bu aslında "rabt-ı hayl" yani at bağlamaktan alınmıştır ki, 
    düşmana karşı atını bağlayıp gözetlemek ve beklemek demektir. Sonra İslâm 
    hudud (sınır) şehirlerinden birinde bekleyenlere, gerek süvari ve gerekse 
    piyade olsun, genelde murabıt (nöbet bekleyen, nöbetçi) adı verilmiştir. Fakihlerin 
    ıstılahlarında murabıt, hudud şehirlerinden birine bir müddet beklemek için 
    gidendir. Aile ve efradıyla beraber oralarda oturan ve hayatını kazanarak 
    yaşayan hudud sakinlerine murabıt denilmez. Zamanımız terimine göre murabıt, 
    Allah yolunda silah altında bulunan, kışla ve karakollarda duran ve nöbet 
    bekleyen askerler demek olur. Buhârî ve Müslim'de Sehl b. Sa'd'den rivayet 
    olunduğu üzere Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki, "Allah yolunda bir gün 
    karakol beklemek, dünya ve mafiha (onda olanlar)dan hayırlıdır". İbnü Mâce 
    sahih senedle Ebü Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte de Resulullah 
    buyurmuştur ki: "Her kim Allah yolunda murabıt olarak, yani karakol beklerken 
    ölürse, işleyegeldiği iyi amel üzerine icra edilir, rızkı da üzerine gönderilir 
    durur, fitnecilerden emin olur ve Allah Teâlâ onu korkudan emin olarak diriltir." 
    Ebu'ş-Şeyh'ın Hazreti Enes'den merfû olarak tahric ettiği bir hadiste: "Karakol 
    yerinde namaz, iki milyon namaza eşittir". Abdullah b. Ömer (r.a.)den rivayet 
    edilmiştir ki: "Ribat (nöbet bekleme), cihaddan daha faziletlidir. Zira ribat, 
    müslümanların kanını muhafazadır. Cihat ise müşriklerin kanını dökmektir".
   Bunları yapınız 
    Allah'dan gereği gibi korkunuz, mutlak olarak emirlerine karşı gelmekten sakınınız, 
    korumasına koşunuz ki, felah bulasınız (kurtulasınız), isteklerinize nail, 
    temennilerinizde başarılı olasınız, dualarınızın kabul olduğunu göresiniz. 
    İşte Bakara Sûresinin sonundaki "kâfirler toplumuna karşı bize yardım eyle!" 
    duasının da tam cevabı.
   Burada Âli 
    İmran Sûresi son bularak Zehraveyn (iki zehra) bir kavuşma noktasında buluşmuş 
    ve bunun özel bir inkişafı olmak üzere rabbânî terbiye, insan yaratılışı ve 
    kardeşliğinden tutarak, sosyal hayata ait oluşum ve ilişkilerin bir aslı olan 
    aile hayatıyla ilgili haklar ve vazifelerin açıklanması ve din eğitiminin 
    tamamlanması yolunda, aşağıda geleceği şekilde, Nisâ Sûresi başlamıştır: