103-ASR Suresi Tefsiri:
   Vav 'da olduğu 
    gibi yemin içindir. "Kamus"ta anlatıldığı üzere "asr" kelimesi lügatte, isim 
    olarak: dehr (gece ve gündüz), gündüzün zevalden önce ve sonra iki tarafı 
    gadat (tan yeri ağırmasından, güneş doğuncaya kadar olan zaman) ve aşiyy (zeval 
    ile akşam veya akşam ile yatsı arası) ve özellikle öğleden sonra güneşin kızarmasına 
    kadar olan ikindi vakti, insan toplumu aşiret ve yağmur. Masdar olarak da: 
    Hapsetmek, yasaklamak, vergi vermek, sıkıp suyunu çıkarmak mânâlarına gelir. 
    Ve bir şeyin özel vaktine, aynın üç harekesi ile "asr, ısr, usr, usur" denilir. 
    Nitekim "geldi, fakat vaktinde gelmedi; uyudu, fakat vaktinde uyumadı" demektir. 
    Gündüzle geceye ve sabah ile akşama asrân (iki asır) denilir. Cins lamı ile 
    yerine göre bunların her birinin cinsine ve mutlak halinde hepsine muhtemel 
    olduğu gibi, ahd lamı ile de içlerinden belli birine ve mesela bir ikindi 
    vaktine veya herhangi bir şeyin muayyen bir zamanına sarfedilmiş olur. Ondan 
    dolayı dilimizde "asr" mutlak zaman ve özellikle içinde bulunulan zaman ve 
    "karn" (yani seksen veya yüz senelik bir zaman) mânâlarında yaygın olmuştur. 
    Burada tefsirciler başlıca : İkindi namazı, ikindi vakti, dehr ve zaman, özellikle 
    Muhammed Aleyhisselam'ın asrı, yani Resulullah'ın gönderildiği zaman, ahir 
    zaman mânâları üzerinde yürümüşlerdir. İbnü Cerir, "dehr, öğle saatlerinden 
    bir saat, ikindi mânâları" hakkındaki rivayetleri zikrettikten sonra der ki: 
    Bu hususta doğru olan görüş şudur: Rabbimiz Teâlâ asra yemin etmiştir. Asr, 
    zamanın ismidir, ikindidir, gece ve gündüzdür. Bu ismin içerdiği mânâlardan 
    birini tahsis etmemiştir. Onun için bu ismin lazım olduğu her mânâ bu yeminde 
    dahil olur. 
  Demek olur 
    ki "asr", çeşitli mânâlara gelen bir müşterek lafız olduğu ve birini tayinde 
    ipucu bulunmayıp hepsine de yüklenmesi sahih olabileceği cihetle "asr denilen 
    her şey" mânâsıyla tümüne hamletmek en doğrusudur. 
  O halde burada 
    tefsircilerin zikrettikleri mânâlardan herbir yönünü düşünmek gerekir: 
  1- İkindi 
    namazı: Mukatil demiştir ki: Allah Teâlâ ikindi namazına yemin etmiştir. Zira 
    "Namazları ve orta namazı koruyun." (Bakara, 2/238) âyetinde "salat-ı vusta" 
    (orta namaz) çoğunluğa göre ikindi namazı olduğu için onun bir özel fazileti 
    vardır. Hendek vak'asında Peygamber (s.a.v.) "Bizi, orta namaz olan ikindi 
    namazından alıkoydular." buyurmuştu. Bir hadiste de "İkindi namazı geçen, 
    sanki ehli ve malı yok edilmiş gibidir." diye rivayet edilmiştir. İkindi vakti, 
    gündüzün sonuna doğru insanların en çok kazanç ve ticaret için dünya işlerine 
    daldıkları meşguliyet zamanı olması itibarıyla, ikindi namazının o sırada, 
    zorluğuyla beraber yüksek bir uyarıcı özelliği vardır. Şu halde ona yemin 
    ile faziletine dikkat nazarını çekmekte önemli bir mânâ vardır.
   2- İkindi 
    vakti: Katade demiştir ki: İkindi namazının vakti olması ve kuşluk vaktine 
    karşılık birtakım kudret delillerini içermiş olması bakımından Allah Teâlâ 
    "duhâ" (kuşluk vakti)ya yemin ettiği gibi ikindi vaktine yemin etmiştir. Gerçekte 
    ikindi vakti gündüzün sonu olması bakımından, dünyada diğer yaratık ve hayvanların 
    yaratılışından sonra yaratılan ve bundan dolayı yaratılış gününün ikindisinde 
    yaratılmış demek olan insan türünün yaratılış zamanını andırdığı gibi, dünyada 
    bir gün değerinde demek olan insan ömrünün de son demlerini andırdığı ve ikindi 
    vakti geçip de bir şey kazanamadan evine dönecek olanların hali de pek acıklı, 
    hüsranlı olduğu için, önceki sûredeki çokla öğünmenin aldatmasını açıkladıktan 
    sonra bu sûrede insanların zararı anlatılırken ikindi vaktine yemin olunarak 
    dikkat nazarı celbedilmesinin de ikindi namazına yemin olunmak gibi önemli 
    bir mânâsı vardır. Bununla beraber şu mânâ daha geniş kapsamlıdır. 
  3- "Dehr": 
    İnsan Sûresi'nde açıklandığı üzere "dehr"in asıl mânâsı, Rağıb'ın dediği gibi, 
    âlemin varlığının başlangıcından sona ermesine kadar olan müddet, yani zaman-ı 
    kül (tüm zaman)dür. Bu mânâca tüm zamana ve bir kısmına söylenilen zamandan 
    daha özeldir. Zaman ona da, kısımlarına da söylenir. Bununla beraber "dehr", 
    uzun zamana ve âlemin yaşama müddetine, yani ömrüne ve mutlak zaman mânâsına 
    da kullanılır ki daha kapsamlıdır. Bundan dolayı çoğunlukla "asr"ı, "dehr" 
    ile tefsir ederken tefsirciler "dehr" ve "zaman" demişler ve "asr"ı dehr ile 
    tefsirin tarzında, dehr ve zamana yeminin hikmetinde de bir kaç açıklama şekli 
    göstermişlerdir: 
  Birincisi: 
    İbnü Cerir'in rivayet ettiği üzere Hz. Ali (r.a)'den: yani "Asra ve dehrin 
    belalarına, nöbet nöbet gelen musibetlerine yemin olsun ki, doğrusu insan 
    bir hüsran içindedir ve zamanın sonuna kadar onun, o hüsranın içindedir." 
    diye okuduğu işitilmiş ve bu, bir tefsir sayılmıştır. Demek ki "asr", dehr 
    (zaman) mânâsınadır. Ve zamana yeminin hikmeti de onun insana devamlı musibetler 
    yağdıran acı ve büyük olaylarına ve değişmelerine karşı uyarmadır. Bir de 
    bu tefsirde hüsran (zarar)da kalanların ebedî olarak kalacaklarını beyan etme 
    vardır. Bununla birlikte denebilir ki, bunda asrın yalnız zaman mânâsına değil, 
    sıkmak ve hapsetmek mânâsına da bir işaret vardır. Ancak bu mânânın, yeminin 
    müstesna tarafını değil, müstesna minh (kendisinden istisna olunan) tarafını 
    takviye etmekte olduğu açıktır. 
  İkincisi: 
    Denilmiştir ki: "Dehr" (zaman) yaratıcı Allah'ın kudretine delalet eden her 
    türlü acaiblikleri, gariplikleri içerir. Onun için ona "Ebu'l-Aceb" (Aceb'in 
    babası) denilmiştir. Küllî (tümel) veya cüz'î (tikel), alışılmış veya alışılmamış, 
    acı veya tatlı, kârlı veya zararlı her türlü hareket ve olay, değişim ve başkalaşımlar 
    onda vaki olur. Devletler, milletler, nimetler, felaketler onda ortaya çıkar, 
    onda büyür, onda son bulur, onda kalır. Hatta dehir ve zaman denilen şey kendisi 
    "Acebü'l-acaibat" (şaşılacak şeylerin en şaşılanı)dır. O, bir taraftan ardı 
    arkası kesilmeyen bir hareket ve cereyan arzeden bir değişim ölçüsü, bir taraftan 
    da o hareketlerin ötesinde bir sükun (durgunluk) ve sabitlik ifade eden sade 
    bir süreç (devamlılık ölçüsü) olarak görünür. 
  Yokluğa benzer 
    bir varlık, varlığa benzer bir yokluk gibidir. Râzî der ki: "Akıl ona yok 
    diye hükmedemez, çünkü devirler, seneler, aylar, günler, saatlerle kısımlara 
    bölünür. Fazla, eksik ve uyuşmakla, geçmiş ve gelecek olmakla hükmedilirken 
    nasıl yok olur? Bununla beraber mevcut diye de hükmolunamaz. Çünkü şimdiki 
    hal, bölünmeyen bir andır. Geçmiş ve gelecek ise yokturlar. Yokluğa ise varlıkla 
    nasıl hükmedilir." Onun için felsefeciler ve Kelamcılar, "Zaman mevcut mudur, 
    yok mudur, mevhum mudur? Bizim onu bilişimiz (bedihi) açık mıdır, intizai 
    (soyutlama) mıdır! diye konu edip durmuşlardır. 
  "Mazi hayal, 
    manzar-ı âtî henüz adem, 
  Hal oynatır 
    şuurumu bilmem nedir bu dem?
   Bir an imiş 
    meâli kitab-ı vücudumun, 
  Ömrüm şu gamgüârım 
    olan satr-ı mürtesem".
   "Geçmiş hayal, 
    geleceğin manzarası henüz yok 
  Şimdiki zaman 
    oynatır şuurumu bilmem nedir bu an? 
  Bir anmış 
    anlamı vücut kitabımın 
  Ömrüm şu keder 
    ortağım olan yazılmış satır."
   Bir Arap 
    şairi de:
   "Zamanı bir 
    gemi gibi görüyorum, bizimle ölüme doğru 
  Akıp gidiyor, 
    fakat hareketlerini göremiyoruz." demiştir. 
  Zaman, böyle 
    varlıkla yokluk arasında iyi ve kötü, nimet ve bela, genişlik ve darlık, sıhhat 
    ve hastalık, zenginlik ve fakirlik, kâr ve zarar gibi zıtları toplayan, türlü 
    şaşılacak şeyleri içermesi itibarıyla önemine binaen ona yemin edilerek onun 
    içinde bulunan insanın zarar veya kazanç açısından durumlarına dikkat çekilmiştir. 
    
  Üçüncüsü: 
    İnsanın ömrü en kıymetli sermayesidir. Ne kazanacaksa onunla kazanacaktır. 
    O ömür ise dehir (zaman)den biz cüzdür. Onunla akmaktadır. Hatta insan için 
    zaman ömründen, hatta ömrünün içinde bulunduğu anından ibaret değildir. Kârsız 
    geçen her an, o güzel sermayeden heder edilen bir ziyan, bir hüsrandır. Bununla 
    beraber senelerce kaybedilen bir ömür, içinde bulunduğu son bir lahzada kendisine 
    ebedî cenneti kazandıracak güzel bir iş yapmaya muvaffak olabilirse, geçen 
    bütün kayıpları telafi ederek o zarardan kurtulmuş ve o insan için en şerefli 
    şey ve bütün zaman ve lahzadan ibaret olmuş olur. Bu sayede insan, ömrünün 
    içinde bulunduğu her saniyesini fırsat bilerek, onunla geçirmiş olduğu fırsatları 
    kaza ile telafi etmeye bir dereceye kadar imkan bulur. Nitekim "Ve o, öğüt 
    almak veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbirlerini izler yaptı." 
    (Furkan, 25/62) buyurulmakla ona işaret edilmiştir. Böyle vaktinin kıymetini 
    bilmek mânâsınadır ki, mutasavvıflar, "Sofî, ibnü'l-vakt (vaktin oğlu) olmalıdır, 
    yani ömrünün ve özellikle fiilen içinde bulunduğu vaktin kıymetini bilmeli 
    ve onunla yarın ahireti için ne kâr, ne hayır edebilmek mümkün ise onu kazanmaya 
    çalışmalıdır, demişlerdir. Nasıl ki bugünün yarını yoktur, diye ahirete inanmayanlar 
    da tersine dünya zevkini sürerek gönüllerince kâm almak için "Gün bugündür, 
    saat bu saattir, ne yapacaksak şimdi yapmalıyız." diyerek, ne olursa olsun 
    vaktine uyup, çıkarını gözetme mânâsına "İbnü'z-zaman" (zamanın oğlu) olmak, 
    zaman geçince onunla beraber geçip gitmek isterler. Maksatları farklı olmakla 
    beraber ikisi de: 
  "Öğren rüsum-ı 
    asrı, lisan-ı zamaneyi,
   Bak tab-ı 
    nasa vakte münasip tekellüm et" 
  "Öğren asrın 
    âdetlerini, zamanın dilini 
  Bak insan 
    tabiatına, zamana uygun konuş." demekten hoşlanırlar. 
  Çünkü vakit 
    gerek kazanmak, gerek tüketmek, gerek kâr, gerek zarar için kullanılacak iş 
    zamanıdır. İşte vakit böyle bir fırsat ve ömür bütün anlarıyla böyle kâr ve 
    zarara maruz bir sermaye ve zaman böyle bir taraftan tükenmek, bir taraftan 
    artmak üzere bulunan nimetlerin asıllarından bir nimet olmak hasebiyle vakit 
    ve zamanın kadrini takdir ile ömrün kıymet ve mahiyetine dikkat nazarını çekmek 
    için asra yemin edilmesinde mühim mânâlar vardır. Birbirini açıklamak demek 
    olan bu iki vecihte asrın dehr ve zaman mânâsı düşünülürken yasaklama ve verme 
    mânâlarına da işaret edilmiş bulunduğu gizli değildir. Bunlar yeminin gelecek 
    cevabında hem müstesna minh ve hem müstesna taraflarına bakmakta, teyit edici 
    yönlerini de içermektedir. 
  Dördüncüsü: 
    Yine anılan vech üzere insan, ömrünün semeresi demektir. Zaman geçtikçe insanın 
    ömrü eksilir ve bundan dolayı kendisinden bir cüz gitmiş bulunur. Nitekim 
    şöyle denilmiştir: 
  "Her, gün 
    geçtikçe benim birazım gider;
   Benim için 
    ise ömrümden daha güzel bir şey yoktur."
   O halde o 
    gidenin karşılığında bir çalışma olmazsa o noksan tam zarardan ibaret olur. 
    Bununla beraber şaşılacak şeydir ki insan geçen cüz'ünün yerine ne kazandığını 
    hesap etmez de gün geçtikçe büyüdüğünü sanır. Hatta vakit geçirmekle eğleniyorum, 
    rahat ediyorum, diye sevinir. Onun için denilmiştir ki:
   "Biz günleri 
    geçiriyoruz diye seviniyoruz, 
  Halbuki her 
    geçen gün ecelden, ömürden bir eksikliktir". 
  Bu itibar 
    ile "asr"a yeminde şu mânâ olur: "O şaşılacak olan asra, zamana iyi dikkat 
    ediniz. Çünkü o geçtikçe insan büyüyorum, çoğalıyorum, yaşıyorum zanniyle 
    sevinir, halbuki o asır devamlı onun ömrünü yemekte, o geçen gece ve güdüz 
    vücudunu kemirmekte ve bu şekilde o, her an zarar içinde kalmaktadır. Ancak 
    iman edip de güzel ameller yapanlar... müstesnadır. Onlar zarar etmez, kâr 
    ederler. Bu mânâ iledir ki 1332 Hicrî (1913 Miladî) senesi Birinci Cihan Harbi'nden 
    önce "Tetkikatı Şer'iyye Meclisi reisi" iken vefat eden üstadım Büyük Hamdi 
    Efendi ismiyle bilinen el-Hâc Mahmud Hamdi b. Ahmed b. Abdullah el-Kayserî 
    (Allah ona rahmet eylesin) hazretlerinin vefatı ve Balkan harbinin üzüntüleri 
    dolayısıyla yazdığım: 
  "Nefislerin 
    hoşlanmayacakları bir belâ ortaya çıktı, 
  Bütün niyetleri 
    azarladı ve zanları titretti, hesapları sarstı. 
  Belâ, yol 
    yol, türlü türlüdür. Bizim belamızın yolu, kanunu da
   Yerlerinde 
    Sa'dan dikeni bitirmek için harman döğer gibi nefisleri döğmek, ezmektir.
   Bahar obaya, 
    güzel bir dirlik, bir refah vaad etmişti. 
  Derken üzerlerine 
    musibetler, hadiseler dökmeye başlad" beyitleriyle başlayan mersiyede şöyle 
    demiştim:
   "Hayat bizi 
    aldatıyor, halbuki ölümümüz
   Onun memesinden 
    sütlerini emiyor." 
  Yani ölümümüzü 
    emzirip büyüten, kucağında besleyen ana, ölümün anası hayat iken o bizi aldatıyor 
    
  "Böylece kişi, 
    hayatın zefir ve şehîkı (soluk alıp verişi) ile nefesleri arasında 
  Kendini yaşıyor 
    sanıyor, halbuki kefenler dokuyor. " 
  O nefes alış 
    veriş, kefenleri dokuyan mekiklerin hareketinden ibaret iken insan yaşıyorum 
    sanıyor da aldanıyor. Düşünmüyor ki insanın nefesleri arasında dokunan bedeninin 
    ve derisinin dokuları kendisini ölüm için saran birer kefen gibidir." 
  Beşincisi: 
    Bir de bir takım kimseler, gördükleri fenalıkları, çektikleri hüsranları hep 
    dehre, zamana yükleyerek zamandan şikayet ederler. Ve zamanların uğursuzluğundan 
    bahsederler. Halbuki: 
  "Zaman bozuldu, 
    fesadı var diyorlar. 
  Zaman bozulmadı, 
    kendileri fesat." 
    denildiği üzere fesat, fenalık zamandan değil, insanların kendilerindendir.
   İşte asra 
    yemin edilmekte zamandan önemini hatırlatmakla bir de o zaman bozulduğu iddiasını 
    red mânâsı vardır. Zira kasem, (yemin) edilen şeyin şerefine işaret eder. 
    Bu şöyle demek olur: Hadd-i zatında asrın, zamanın ayıbı, kabahati, zararı 
    yoktur, o değerli bir nimettir. İnsanlar zamanın kadrini bilip de hepsi iyiliğe 
    çalışmadıkları için, iyiliğe çalışmayanlar zarardadır, Allah cezalarını verir. 
    Bu mânâ "Dehre küfretmeyin, çünkü dehr Allah demektir." hadis-i şerifi ile 
    işaret olunan mânâdır. Bu açıklamadan anlaşılır ki asrı böyle dehr ve zaman 
    mânâsına yüklemek, en genel ve en şümullü mânâsı olmak itibarıyla diğer mânâların 
    faydalarına da şamil olabilecektir. Böyle olduğu halde daha açık olmak için 
    denilmeyip de buyurulması, "Bizi zamandan başkası helak etmiyor." (Câsiye, 
    45/24) diyen Dehriler'in zanlarına bir ihtimal şüphesi verilmemek faydasını 
    içerdiği gibi, asrın anılan özel mânâlarının da önemlerini hatırlatmaktan 
    uzak olmaz. Zira mutlak asrın, dehrin önemini yemin ile ihtar etmek, onun 
    en mühim olan kısımlarını düşünmeye ve araştırmaya sevkeder. Bu ise özellikle 
    "lâm-ı tarif" ile belirli olmak hasebiyle de en çok muhataplara yakından ilgisi 
    olan asrı düşündürmek gerekir. Bu da herkese ilk önce kendi bulunduğu zamanın 
    sınırlarını ve kısımlarını hatırlatır. Bunda ise ilk muhatap Resulullah (s.a.v.) 
    olduğu için "lâm", "ahd"e hamledilmiş olmak üzere: 
  4- Bu asırdan 
    maksadın, nübüvvet asrı yani Muhammed aleyhisselam'ın asrı olduğu akla gelir. 
    Bunda mutlak asrın her mânâsı bulunmakla beraber hepsinden seçkin olan bir 
    fazilet ve özellikle büyük bir toplum da vardır. Bu da üç mertebe üzere düşünülebilir:
   Birinci olarak, 
    peygamberlerin sonuncusu olan Resulullah'ın ilk gönderilmiş olduğu zaman ki, 
    her tarafta dinler çığırından çıkmış, peygamberlik, fazilet, hak ve adalet, 
    Allah'ı bilme ışıkları sönmüş, âlemi cehalet, küfür ve şirk karanlıklarıyla 
    zulüm ve cefa, azgınlık ve fesat, şer ve hasar kaplamakta bulunmuşken bir 
    "Kadir gecesi"ne "Rabb'in adıyla oku." (Alâk, 96/1) emriyle Kur'ân nazil olarak 
    Peygamberlik nuru doğmuştu. Beyyine Sûresi'nde geçtiği üzere kıymetli dinin 
    neşriyle insanlığı "şerru'l-beriyye" (yaratılanların en kötüsü)nin istilasından, 
    küllü hüsrandan kurtarmak için kurtuluşa davet ile cennet ve rıdvan yolunu 
    göstermeye başlamış, bu şekilde ortaçağdan son asra geçiren değişmelerin ve 
    ınkılabların başlangıcı olmuştu. O zaman, bu asra yemin ederek "Muhakkak insan 
    zarardadır, ancak iman edenler... müstesna." buyurulmasının mânâsı şüphesiz 
    ki mühimdir.
   İkinci olarak, 
    Peygamberimiz'in gönderilişinden vefatına kadar olan "saadet asrı"dır ki biri 
    mücahede, biri de fetih ve üstünlük ile başarı iki bölümden ibaret olan bu 
    asırda peygamberlik nuru gittikçe parlamaya başlayıp hidayet ve Hak din, "Bütün 
    dinlere üstün kılsın için." (Fetih, 48/28) bütün âleme yayılmak üzere hak 
    ve batıl birbirinden ayrılmış, kazanç ve zarar yolları ayırdedilerek "Doğruluk, 
    sapıklıktan seçilip belli olmuştur." (Bakara, 2/256) hükmü ortaya çıkmıştı. 
    Bu asra kasemdeki mânâ ise daha önemlidir. Nihayet Peygamber'in gönderilmesinden, 
    daha doğrusu Resulullah'ın hicretinden son zamana kadar bütün son asırları 
    içeren ahir zamandır ki, bu asır bütün zamanın ve bütün peygamberlerin asırlarının 
    hükümlerini ve eserlerini gayesine erdirecek olan Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin 
    devamı müddeti mânâsına Muhammed (s.a.v.)in asrıdır. Ve işte asrın en kapsamlısı 
    bu asırdır. 
    Bir kısım tefsircilerin dediği gibi bizce de en çok akla gelen bu asırdır. 
    Burada özellikle bunun önemi hatırlatılmak üzere asra yemin edilmiştir. Çünkü 
    Kasas Sûresi'ndeki "Andolsun biz ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya 
    Kitap verdik." (Kasas, 28/43) âyetinde işaret olunduğu üzere Kur'ân'da insanlık 
    tarihi açısından zamanın üç kısma ayrılmasına işaret olunmuştu. Hz. Musa'ya 
    Tevrat'ın inmesinden önce geçen, yani Firavun'un helâkıyla son bulan zaman 
    ilk asırlar zamanı ve Tevrat'ın inmesiyle açılan zaman da son Peygamber'e 
    kadar orta asırlar zamanı, son Peygamber Muhammed Aleyhisselam'ın ortaya çıkmasıyla 
    başlayan son asırlara da ahir zaman, yani Muhammed (s.a.v.) ve ümmetinin asrı 
    demek olduğundan denince bu asır anlaşılmak gerekir. Bir gün, sabah, öğle 
    ve ikindi üç vakit olarak düşünüldüğüne göre bazı hadislerde Âdem'in yaratılışı, 
    âlemin yaratılışına göre yeryüzünde bitkiler ve hayvanların yaratıldığı son 
    günün asrı, yani ikindisi halinde tasvir edildiği gibi, dünyada beşer türünün 
    ömrü de bir gün sayılarak Muhammedî asır bugünün ikindisi misalinde temsil 
    edilmiştir. Nitekim Buhârî ve diğerlerinde şu hadis meşhurdur: Sizden önce 
    geçmişlere oranla sizin vaktiniz ikindi namazıyla güneş batımı arası kadardır. 
    Sizin meselinizle sizden öncekilerin meseli tıpkı o adamın meseline benzer 
    ki, bir ücret tayin etmiş,"sabahtan öğleye kadar kim çalışırsa bir kırat demiş. 
    Yahudi çalışmış, sonra öğleden sonra, yani "ikindiye kadar kim çalışırsa bir 
    kırat demiş", hıristiyan çalışmış. Sonra da "ikindiden akşama kadar kim çalışırsa 
    iki kırat" demiş, siz çalışmışsınız. Bunun üzerine yahudi ve hıristiyanlar 
    kızdılar: "Biz daha çok çalışmışken daha az ücret aldık." dediler. Allah Teâlâ 
    da: "Ben sizin ücretinizden bir şey kestim mi?" buyurdu. "Hayır" dediler. 
    "O halde bu benim bağışımdır, onu dilediğime veririm." buyurdu. Bu şekilde 
    siz az amel (iş)le çok ücrete nail oldunuz". (İnciller'de de buna benzer bir 
    temsil bulunduğu geçmişti). 
  Bir kısım 
    tefsirciler bu hadis ile delil getirerek demişlerdir ki: Bu hadis, asrın Hz. 
    Peygamber'e ve "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz." 
    (Âl-i İmran, 3/110) buyurulan ümmetine mahsus olan zaman olduğuna delalet 
    eder. Allah Teâlâ Resulü'nün "İçinde oturmakta olduğun Belde'ye." (Beled, 
    90/2) diye mekanına ve "(Ey Resulüm) senin ömrüne andolsun." (Hicr, 15/72) 
    diye ömrüne yemin ettiği gibi, burada da asrına yemin etmiştir. Şu halde bu 
    açıklamadan sonra mânânın sonucu şu olur: Ey Muhammed! Her mânâsıyla asra 
    ve özellikle pek büyük olaylara sahne olmak, gerek baskısı, gerek verimi itibarıyla 
    bütün geçmiş zamanların özeti, zamanın ikindisi demek olan son asra, yani 
    bütün ümmetlerin hesabı görülmek üzere bulunan ve senin asrın olan ahir (son) 
    zamana yemin olsun ki
   2. kuşkusuz 
    insan; kelimesinin başındaki elif-lâm, istisna karinesiyle istiğrak içindir. 
    Yani her insan, bütün beşer türü her asırda ve her zamanda ve özellikle son 
    asırda bulunan insanlar, gelecekteki istisna edilenler hariç hepsi, mutlak 
    bir zarar içindedir. Küfür ve küfran gibi husr ve hüsran, kazanacak yerde 
    zarar etmek, sermayeyi kaybetmek, nihayet iflas ile hasret ve ümitsizlik içine 
    düşmektir. "Tenvin" de büyükleme ve türlendirme içindir. Yani büyük bir ziyan 
    veya bir çeşit ziyan içinde boğulmaktır. Çünkü insanın sermayesi ömrüdür, 
    o ise her nefes, her saat harcanılıp giderek tükenmekte ve her nefes geçtikçe 
    o nimetlerin sonu ve hesabı yaklaşmaktadır. Eğer o nefesler, insanın her istediği 
    zaman, istediği gibi yapacak şekilde kendisinin olsaydı, kendi yapısı ve icadı 
    bulunsaydı o ömür tükenmez, insan onu dilediği gibi harcamakta hiçbir zarara 
    düşmezdi. Fakat o insanın kendi mülkü değil, yaratan Halık Teâlâ'nın mülkü 
    olup, onun adına güzel tasarruf ederek kârından istifade etmesi için insana 
    sınırlı ve hesaplı bir şekilde verilmiş emanet sermaye kabilindendir. İnsanın 
    bütün istifadesi, onun harcama ve alışverişinden hasıl olacak kâra bağlıdır. 
    Onun için "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39) ve "Herkes 
    kendi kazancına bağlıdır." (Tûr, 52/21). Bu şekilde insan o sermayeyi veren 
    sahibine ödedikten sonra, hesap günü kendisine kalacak olan kâra göre kendisini 
    kurtaracak ve o oranda nimetlenmiş olacak veya açığına göre sorumlu ve iflas 
    etmiş olarak zarar ve azapta kalacaktır. Tartının ağır veya hafif basmasının 
    sonucu da budur. O halde zamanın acı veya tatlı olaylarla akışı içinde her 
    harcanan nefeste bir zarar vardır ki, onu ancak karşılığında Allah için yerine 
    konup onunla tartılacak olan kâr ödeyebilecektir. Ömürden her geçen saat, 
    her harcanan nefes, ya bir işe harcanır, ya boşuna geçer. Boşuna geçtiyse 
    elbette bir zarardır. Bir işe harcandıysa, o iş ya hayır ve güzel olanbir 
    itaattir veya şer ve fesat olan bir günahtır. Veya ne o, ne o; ikisi ortası 
    mübah olan bir iştir. Bir mübah ise, bir eseri kalmamak itibarıyla boşuna 
    geçmiş gibidir. Bir şer ise kesin bir zarardır. Eğer itaat ise onu veya diğer 
    birini ondan daha güzel bir şekilde yapmak da mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ'ya 
    tevazu ve baş eğme mertebeleri sayısızdır. Çünkü Allah Teâlâ'nın kahr ve yücelik 
    mertebeleri ve mutlak güzellik tecellileri sonsuzdur. Onun için insanın Allah'a 
    ilmi ne kadar çok olursa korku ve sevgisi de o nisbette çok, tâat ve amelde 
    Allah'ı yüceltmesi, o nisbette daha tamam ve daha mükemmel olur. O halde her 
    nefeste daha güzelini yapamayıp da düşüğüyle kalmakta kârdan da olsa yine 
    bir tür ziyan vardır. Bu itibarla insan her an bir tür ziyandan uzak değildir, 
    demek olur. Bununla beraber bunlara asrın, zamanın akışı içinde her yönden 
    hücum etmekte olan engelleri, baskı yapan diğer büyük olayları da katarak 
    düşünülürse, insanın her an nasıl bir tehlike ve ziyan içinde bulunduğu açıkça 
    anlaşılır. Her an nimet ve refah içinde bulunduğu kabul edilse bile, her dem 
    ömrü ölüme doğru gitmekte bulunan insanın bir zarar içinde bulunduğunu inkâr 
    etmek mümkün değildir. Zira her geçen nefes bir ölümdür. Bundan dolayı Razî 
    der ki: "Bu âyet insanda ziyan ve sıkıntının asıl olduğuna delalet eder." 
    Bunun açıklaması şudur: İnsanın gerçek saadeti, ahireti sevmek, dünyanın acı 
    ve tatlısına iltifat etmemektedir. Bununla beraber ahirete çağıran vesileler 
    ise açıktır ki o beş duyu, şehvet ve kızmadır. Onun için halkın pekçoğu dünya 
    sevgisi ile meşgul ve onu talebde boğulmuştur. Bundan dolayı zarar ve helaktedirler. 
    
  3. Ancak o 
    kimseler müstesna. Şu sayılacak dört vasıf ile sıfatlanmış olanlar ziyanda 
    değil, kârdadırlar: 
  1- Ki iman 
    etmişler. Fatiha Sûresi'nde ve Bakara Sûresi'nin başında ve diğer yerlerde 
    geçtiği üzere bütün âlemlerin Rabb'i, Rahmân'ı, Rahîm'i, din gününün sahibi 
    Allah'ın birliğini ve indirdiğini tasdik edip ona ihlas ile ibadet ve itaate 
    söz vermişler, "En güzel (söz)i doğruladı." (Leyl, 92/6) buyurulduğu üzre 
    "en güzel"e; doğru itikad ile inanıp, fazilet ile rezilliğin, iyilik ile kötülüğün, 
    doğru ile eğrinin, mümin ile kâfirin, itaat eden ile isyan edenin, haklı ile 
    haksızın Allah yanında farkı olduğuna, hayır amellerin iyi, şer amellerin 
    kötü cezası verileceği ahiret gününe, din (kıyamet) gününe inanmışlar. 
  2- Ve iman 
    ile güzel ameller işlemişler. Yani imanları yalnız gönüllerinde ve dillerinde 
    kalmamış, bütün hislerine, akıllarına, varlıklarına işleyerek iradelerine 
    sahip olmuşlar da yaptıkları işleri iman ve inançlarına uygun, Allah'ın rızasına, 
    indirdiği hükümlerine uygun, hak ve hayır olduğuna inanarak yapmışlar, hep 
    iyiliğe çalışıp kendileri, aile, akraba, kavim, insanlık için iyilik, sonu 
    hayır ve menfaat olan işler; "Hanginizin daha güzel iş yaptığınızı denesin 
    için." (Hud, 11/7; Mülk, 67/2) buyurulduğu üzere güçleri yettiği kadar güzel 
    ameller yapmışlar, emrolunan görevleri yerine getirmiş, yasaklanan büyük günah 
    ve çirkinliklerden çekinmişlerdir ki, bunların esası Kitap ve Sünnet'de açıklanmıştır. 
    Zamanına göre cüz'iyat (parçalar)ı da icma-i ümmet ve ictihadlarına bırakılmıştır. 
    İmandan sonra Hak Teâlâ'nın emrini yüceltme yarattıklarına acıma ve menfaat 
    esasında özetlenen salih amel, başlıca iki türlüdür:
   Birisi bedene 
    ait ibadetler gibi mükellefin baştan itibaren ve bizzat kendisine faydalı 
    ve kendi iyiliğine olan ameller. Diğeri de zekat ve sadaka gibi başkalarına 
    faydalı olan amellerdir. Birine kendini kemale erdiren, diğerine de başkasını 
    tamlayan, yahut birine fazilet, diğerine fadl (iyilik etme) denilir. Bunun 
    en önemlisi de hakka çağırma ve hak yolunda mücahededir. Onun için bunlar, 
    iman ve güzel amel ile teorik ve pratik güçlerini olgunlaştırmaya çalıştıktan 
    başka, Allah için birbirlerinin ve başkalarının kemal ve kurtuluşlarına da 
    çalışarak, Hakk'a çağırma, iyilik etme ve ıslah etmeyle beraber başkasını 
    kemale erdirmeye gayret hususunda birbirleriyle andlaşmayı ve hep hak yolunda 
    yardımlaşmayı da vazife bilmiş olduklarından dolayı güzel amelin özellikle 
    bu iki kısmına işaretle buyuruluyor ki: 
  3- Ve Hakk'a 
    vasiyetleşmişlerdir. Yani bütün azimleri Hakk'a yönelik; imanları da, amelleri 
    de, sözleri de hep Hakk'a sarfedilmiş. Çünkü Hakk'a sarfedilmeyen her şey 
    batıldır, hasardır. Ziyan olmayacak iman ve amel de ancak Hakk'a iman ve Hak 
    yolunda çalışmaktır. Onun için bunlar, büyük küçük birbirlerine, aynı cinsten 
    olduklarına gösteriş, münafıklık, ziyankârlık, ilişiksizlik veya riyakârlık 
    ve dalkavukluk etmeyip, bütün iyilik Hakk'ın elinde olduğunu bilerek ve fanî, 
    geçici, aldatıcı, yıkıma götürücü şeylere aldanmayıp, her şeyin hakkını gözeterek 
    hep birbirlerine Hakk'ı tavsiye etmişler, her işte Hak, sabit, doğru olanı 
    yapmayı, Hak üzere birleşmeyi, hep Hakk'a davet etmeyi, emri bil'l-maruf (iyiliği 
    emretmek)u ve nehyi ani'l-münker (kötülüğü yasaklama)i, kısaca Hak ve doğruluk 
    üzere hareketi tavsiye ve nasihat etmişler, öyle yemin edip, o yolda muamele 
    etmişler, imanları da, amelleri de hep Hakk'a sarfedilmiş. 
  4- Ve sabra 
    vasiyetleşmişler. Yani Hak ve hayır yolunda sabra vasiyetleşmişlerdir. Çünkü 
    zamanın acaibliği, dünyanın aldatması, nefislerin eğilimleri, ziyana gidenlerin 
    çokluğu karşısında hayır yapmak, doğru söylemek, Hak yolunda gitmek bir çok 
    acılar çekmeye, zorluklara katlanmaya, mücalede etmeye, batıl iflas geçitlerini 
    atlamaya, bunlar da sabra dayanmaktadır. Onun için Lokman Sûresi'nde iyiliği 
    emir ve kötülüğü yasaklayanlara "Namazı kıl, iyiliği emret, kötülüğü yasakla, 
    sana isabet edene sabret, kuşkusuz bunlar (Allah'ın yapmanı emrettiği) kesin 
    işlerdendir." (Lokman, 31/17) diye isabet edecek musibetlere sabır tavsiye 
    edilerek, onun azme dayanan büyük işlerden olduğu anlatılmıştı. Burada da 
    bunların birbirlerine doğruyu tavsiye ederken, aynı zamanda sabır da tavsiye 
    ettikleri özellike anlatılmıştır. Nitekim Beled Sûresi'nde akabe (sarp yokuş)yi 
    geçen ve iman edip de birbirlerine hem merhamet, hem sabrı tavsiye edenlerin 
    meymenet sahibi oldukları anlatılmıştı. Hak yolunda can veren şehitlerin Allah 
    katında ebedî hayata ulaşmaları da sabır sayesindedir. Ölüm nasıl olsa takdir 
    edilmiş olan bu âlemde böyle Hak yolunda güzel iş görmek için can vermek ve 
    öyle Hakk'a kavuşmaktan daha büyük ne saadet olabilir? Fakat öyle bir azim, 
    öyle bir sarp yokuşu aşmak kolay değildir. 
  İşte bu müstesnalar, 
    öyle birer sarp yokuş olan müşkül, zor durum ve hallerde caymamayı, yılmamayı 
    bırakmamayı, dermansızlık göstermemeyi ve böylelikle birbirlerini yardımsız, 
    tesellisiz bırakmayıp gerek itaat ve amel, gerek elem ve musibetler ve gerek 
    nefsin arzularına karşı sabır ve metanet tavsiye etmeyi kendilerine şiar edinmişlerdir. 
    
  Bilinmektedir 
    ki sabır, nefsin iyi bir şey yapmak veya kötülüklerden kaçınmak için acıya, 
    meşakkate tahammül kuvvetidir. Başlıca iki çeşit olarak düşünülür: 
  Birisi, elem 
    ve külfete sabırdır ki bununla taat ve mücahedenin ve güzel amellerin meşakkatlerine 
    katlanılarak yüksek himmet ve gayret sahiplerinin ulaştıkları başarılara erilir.
   Birisi de 
    lezzet ve şehevî isteklere karşı sabırdır ki, bununla da haramdan, yasaklardan 
    ve hoş görünüp de sonu fena olan aldatıcı, tehlikeli, maddî veya manevî zarar 
    verici şeylerin zararlarından sakınılır, korunulur. "Cennet zorluklarla çevrilmiş; 
    cehennem de aşırı arzularla çevrilmiştir." hadis-i şerifinde iki yöne de işaret 
    vardır. Sabrın derecesi hususunda fıtrî (doğuştan) kabiliyetin bir hükmü bulunduğu 
    inkâr edilmemekle beraber, terbiyenin, alışkanlığın ve bundan dolayı azim 
    ve iradenin ve onun için de imanın önemi çok büyüktür. Bu yönden sabır, ihtiyarî 
    fiillerden olarak ef'al-i mükellefîn (görevlilerin fiilleri) arasında tavsiye 
    olunduğu gibi "Ey inananlar, sabredin, direnin, cihada hazırlıklı, uyanık 
    olun ve Allah'tan korkun ki, başarıya eresiniz." (Âl-i İmran, 3/200) diye 
    emrolunmuştur. Çünkü "Kuşkusuz Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153) 
    ve "Ancak sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir." (Zümer, 39/10).
   "Sabredenleri 
    müjdele ki, onlara bir bela eriştiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve biz ona döneceğiz' 
    derler. İşte Rab'lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu 
    bulanlar da onlardır." (Bakara, 2/155-157). Onun için hadislerde de, "Sabır, 
    genişlğin anahtarıdır." "Sabreden zafer bulur." diye varid olduğu gibi, dilimizde 
    de "İlmin başı sabırdır", "Sabrın sonu selamettir." diye darb-ı mesel olmuştur. 
    
  Bu açıklamadan 
    ve sözün gelişinden anlaşılır ki övülen ve tavsiye edilen sabır, iman ve güzel 
    amel ile Hak ve hayır yolunda sabırdır ki bu şecaat, sadakat ve mertlik şiarıdır. 
    Yoksa her kötülüğe katlanmak, her aşağılığa boyun eğmek, pislikler içine düşüp 
    de, her ne pahasına olursa olsun, ondan çıkmaya, kurtulmaya çalışmamak, çabalamamak, 
    ilişik etmemek, batılda, fenalıkta -ne olursa olsun- saplanıp kalmak ve şerre 
    rıza göstermek demek olan tembellik, zillet ve miskinlik ile düşüklükten ibaret 
    bulunan duygusuzluk değildir. Çünkü "Üstünlük, ancak Allah'a, O'nun elçisine 
    ve müminlere mahsustur." (Münafikun, 63/8) ve Allah "Acizlikten ötürü bir 
    yardımcısı bulunmayan." (İsra, 17/111) dır. Ve çünkü şerre rıza şer, küfre 
    rıza küfürdür. Ve eşeğe mahsus yumuşaklık kötülenmiştir. Onun için temizliğini 
    bulanmaktan koruyacak sıkıntıları, çakışları olmayan, yani "Hiç kızma eseri 
    göstermeyen yumuşaklıkta hayır yoktur." diyen şairin şu beytini -yukarılarda 
    da geçtiği üzere Resulullah beğenmişti: 
  "Berraklığını 
    bulanmaktan koruyacak kızgınlık eseri bulunmayan yumuşaklıkta hayır yoktur."
   Ve sahih 
    hadiste "Sizden her kim bir kötülük, bir biçimsizlik görürse onu eliyle değiştirsin, 
    ona gücü yetmeyen diliyle, ona da gücü yetmeyen kalbiyle (değiştirsin) ki 
    bu imanın en zayıfıdır." buyurulmuştur. "Âyetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) 
    dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz 
    çevir. Eğer şeytan sana (bunu) unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk), 
    o zalimler topluluğuyla oturma." 
  (En'am, 6/68) 
    âyeti de bu mânâyı ifade eder. Bununla beraber bu gibi sabredilmemesi gereken 
    hallerde de telaş ve hiddetle hareket etmeyip "De ki: İşte benim yolum budur. 
    Allah'a basiretle davet ederim, ben ve bana uyanlar." (Yusuf, 12/108) buyurulduğu 
    üzere basiret ile hareket etmelidir. 
  İşte ancak 
    böyle iman, güzel ameller, hakkı tavsiyeler, sabrı tavsiyeler ile, bu dört 
    vasıf ile vasıflanan kimseler ziyanda değil, müstesnadırlar. Bu müstesnalardan 
    başkası mutlak bir ziyandadırlar. Bunun dördü de Hakk'a tam imanın belirtisi 
    demektir. Hak, gerçekte sabit ve tahakkuk edici olduğu ve imanın hükmü de 
    inanılana tabi bulunduğu için Hakk'a iman hiçbir zaman yanlış çıkmayacak ve 
    bütün mekan ve zamanın üstünde Hak, hayat ile yaşayacak olan ebedî bir nimet 
    ve saadet olduğundan, dünyada o Hakk'a tam imanın bir tezahüründen ibaret 
    olup da onun yolunda güzel işlere sarfedilmiş bulunan bir hayat, bir ömür, 
    hiçbir zaman boşa gitmez, hüsrana düşmez. Böyle bir imana erişmeyen nefisler 
    de ziyandan kurtulmaz. Hiç imanı olmayanların kurtulamayacağı açık olduğu 
    gibi, batıla iman etmiş olanların da imanın meyvesi olan amelleri, o bâtılın 
    bâtıllığıyla yok olup gideceği de şüphesizdir. Fakat bu âyet şunu gerektiriyor 
    ki, Hakk'a iman etmekle beraber güzel işler yapmayan, Hakk'ı ve sabrı tavsiye 
    etmeyen kimseler de bir çeşit ziyandan hariç kalmamış olurlar. Demek olur 
    ki, iman olunca amelsizlik ziyan etmez diyen Mürcie mezhebi sahiplerinin görüşleri 
    doğru değildir. Doğrusu Sünnet Ehli'nin dedikleri gibi imanı olup da, imanına 
    göre amel etmeyen fasıklar, asiler için de bir çeşit ziyan vardır. Zira ebedî 
    olmamakla beraber mümin isyankarlar için de cehennem vardır. İman en sonunda 
    onları da kurtarırsa da, kötülükleri iyiliklerinden ağır gelen müminler de 
    günahları temizleninceye kadar cehennem azabı olan hüsranı göreceklerdir. 
    
  Başta beyan 
    olunduğu üzere bu sûrenin geniş bir şekilde açıklanması bütün Kur'ân demek 
    olduğundan, daha ne kadar açıklaması yapılsa tükenmez. Taberânî "Evsat"da 
    ve Beyhakî "Şuab"da Ebu Huzeyfe'den -ki sohbeti vardır- şöyle dediğini rivayet 
    etmişlerdir. "Resulullah'ın ashabından iki kişi birbiriyle karşılaştıklarında 
    biri diğerine Ve'l-Asrı Sûresi'ni okumadan, sonra da biri diğerine selam vermeden 
    ayrılmazlardı."
   Bizlerin 
    de asrımızın gidişini ve ömürlerimizin geçişini anlayıp düşünerek birbirlerimize 
    Hak ve sabır tavsiye etmeye ve Hak Teâlâ'ya tam iman ile güzel amellere başarı 
    dilemeye ihtiyacımız ne kadar çok! Ne kadar çok! Buna karşılık böyle Hak ve 
    hayır tavsiye eden müstesna kişilerle alay ederek, onları türlü türlü ayıplayıp 
    çirkin bulanların da hesabı yok. Fakat bunun üzerine öylelerinin ziyanındaki 
    şiddeti açıklamak için de Hümeze Sûresi geliyor.