Kuran-ı Kerim | Dini Oyun

Sure numarasına göre sırala | Alfabetik sırala

1. sayfa - 2. sayfa - 3. sayfa - 4. sayfa - 5. sayfa - 6. sayfa - 7. sayfa - 8. sayfa - 9. sayfa - 10. sayfa - 11. sayfa - 12. sayfa - 13. sayfa - 14. sayfa - 15. sayfa - 16. sayfa - 17. sayfa - 18. sayfa - 19. sayfa - 20. sayfa - 21. sayfa - 22. sayfa - 23. sayfa -
(2. sayfa)

#305;r. Fakat dinde, İslâm'sız iman, imansız da İslâm olmaz. Bunlar bir şeyin dışı ve içi gibidir. Din ise iman ve İslâm ile beraber bütün şeriatın ismidir."

İman, esasen masdar ve buna göre bir fiil olmakla beraber örfte ve dinde isim olarak da kullanılır ve o zaman iman bizzat bu fiil ile başlayan bir sabit durumu ifade eder. Bütün bunlardan da anlarız ki:

1. İslâm dini, yalnız bir iman meselesi değildir. İman ve amellerin toplamıdır. Amellerle ilgili tatbikatı atıp da dinin bütün feyzini beklemek tehlikelidir.

2. Böyle olmakla beraber iman, amel demek değildir. Amelin farz oluşuna iman ile, o ameli yapmak birbirinden farklıdır. Müslüman amel ettiği için mü'min olacak değil, iman ettiği için amel edecektir. Şu halde amelini sırf aldırış etmeme ve küçümsemeden dolayı terketmiş değilse kâfir olmaz.

3. İslam dininin imanında esasen kalp ve vicdan işi olan bir esas bulunduğu şüphesiz olmakla beraber, Cenab-ı Hakk'ın isteği olan iman meselesi yalnız bir vicdan işi olmaktan ibaret değildir. O, tam bir insan gibi kalbin içinden başlayıp, bütün dışa yayılacak ve sonra kâinata güzel ameller saçacaktır. Müslümanın imanı, âleme zarar vermeye sarf edilmiş olan baştan çıkarıcı düşüncele r veya şeytanın dürtüleri değildir ki kalp ve vicdanda hapsedilmeye

mahkum olsun. Müslüman ancak bir zorlayıcı zaruret karşısında imanını sadece bir vicdan işi olarak saklayıp hapsetmeye izinli olabilir. O da düşmanın kesin zorlayışına uğradığı zamandır. O zaman da nefsini feda ederek imanını hapisten kurtarması, imanını hapsederek kendini kurtarmasından daha faziletlidir. Ve bununla beraber ikisi arasında serbestiye sahiptir.

İşte bu âyette Cenab-ı Allah, kendisinden hakkıyla korkanları açıklamada "onlar gayba inanırlar" ile dinin iman kısmını özetledikten sonra amel kısmını özetleyerek buyuruyor ki:

"Ve namazı kılarlar." Yani belli olan namazı dosdoğru kılarlar ve devam ettirirler. Kur'ân'da namaz hakkında "yüsallûne", veya "sallû" fiillerinden çok buyurulması dikkate değer bir husustur. Elbette, "namazı ikame ederler" demekte, "namazı kılarlar" demekten fazla bir anlam vardır ki bu, en az "doğru dürüst" yani "namazın şartlarına uymak, Allah'a boyun eğmek ve tevazu göstermek suretiyle güzelc e kılmak ve hatta kıldırmak mânâlarını ifade eder. Ve bunun için namazda ta'dil-i erkan (namazı erkanına uyarak kılmak) vacip olduğu gibi, özellikle namaz için iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, namazın gereklerini tamamlamak için gayret sarfetmek de dinin lüzumlu gördüğü hususlardandır. Ana-babanın çocuklarına namaz terbiyesi; din kardeşlerin birbirlerine tavsiye ve hatırlatması; amirlerin engelleri ortadan kaldırma ve imkanları tamamlama suretiyle beğendirmesi ve teşvik etmesi; Cum'a namazına ve c emaatle namaz kılmaya dikkat ve devam etmesi de bu cümledendir.

(İkame), "kıyam" veya "kıvam"dan "if'âl" ölçüsünde olarak lügatta kaldırıp dikmek veya düzeltip doğrultmak veya kıymetlendirmek ve devam ettirmek veya dikkat ederek yapma anlamlarına geldiğinden, namazla ilgisinde bu mânâların birinden veya ortak noktalarından belîğ bir istiare yapılmış ve bunun için bir kelimelik "namaz kılarlar" yerine, iki kelimelik "namazı ikame ederler" seçilmiştir. İlk önce "dikmek" veya "doğrultmak" mânâlarını düşünelim: Bu bize "Namaz dinin direğidir." hadis-i şerifini hatırlatır. Bu hadiste din, yüksek bir binaya benzetiliyor ve namaz aynı o binanın direği gösteriliyor ki, iman da o binanın temelidir. Buna "istiare-i mekniye" ve "istiare bi'l-kinaye" (ki n aye ile istiare) denilir. Bu âyette de namaz cemaat ile kaldırılabilecek büyük bir direğe benzetiliyor ve onun güzelce dikilmesi veya doğrultulması suretiyle o yüksek binayı dinin inşa, koruma ve devam ettirilmesinin

gereği anlatılıyor. Bir de bu binanın ilerde açıklanacak esasları, diğer kısımları, süsleme ve güzelliklerinin bulunduğuna işaret buyruluyor. Bundan dolayı "namaz kılarlar" demekle, "namazı ikame ederler" demek arasında ne büyük fark vardır. Hakikatte din gayet büyük ve kudsi bir binadır. Ve b u binanın kerestesi, malzemeleri, şekli ve planı (yani şeriat) bizzat Allah'ın yaptığı ve koyduğu bütündür. Ona uygun olarak inşası, kurulup meydana gelmesi ve içinde saadetle yaşanması da insanlara aittir. Temsilen (benzetme yoluyla) diyebiliriz ki, bu b i nanın mimarı Allah, baş kalfası Peygamber, amelesi ümmettir. Bu binanın temeli kalplerin derinliklerinde atılacak ve ağızlardan taşacak, direği tek başına namazlarla hazırlanacak, düzlenecek ve cemaat ile görünme meydanına dikilecek, sonra üzerine diğer kısımları inşa edilecektir. Fakat şurası unu tulmayacaktır ki, bu bina cansız değil canlıdır. Bu, geçmişler tarafından bir kerre yapılmış olmakla sonradan gelenler, yalnız bunun içinde oturup kalacak değillerdir. O, bir canlı bünye gibi her gün yapılıp işle t ilecek, her gün büyüme ve inkişafına hizmet edilecektir. Bu bina ve direk benzetmesi bize İslâm'ın sosyal durumunu ve bu konumda namazın kıymet ve yerinin önemini anlatıyor. Hakikaten cemaatle namaz İslâm toplumunun direğidir ve bütün İslâmî teşkilatın b i nasıdır. Ve cemaatle namaz kılmak ve kıldırmak, o direği dikmektir. Tek başına kılınan namazlar da bu direğin hazırlanması ve düzlenmesidir. Dosdoğru, içi-dışı temiz ve muntazam olarak namaz kılmak, imanın büyüyerek bütün vücuttan fışkırması ve hayatın g i dişatına muntazam ve doğru bir akış vermesidir. Bununla iç ve dış, mümkün olduğu kadar, temizlenir; kalp ve beden mümarese (alışma) ile kuvvetlendirilir. Herhangi bir kimsenin namazsız bulunduğu haliyle namazına devam ettiği halini karşılaştırırsanız, nam a zlı bulunduğu zamandaki ahlâkını, herhalde yükselmiş bulursunuz. "Muhakkak ki namaz kötü ve iğrenç şeylerden vazgeçirir." (Ankebût, 29/45) âyeti, bu gerçeği anlatır. Bu karşılaştırmadaki yanlışlıklar, ayrı ayrı şahısları mukayese etmekten doğar. Bazı hu s usta ahlâklı farz edilen namazsız, namazına devam ettiği zaman hiç şüphesiz ahlâk ve maneviyatça daha yükselir. Namazını kılan kimsenin hayatta en az dört kazancı vardır: Birincisi temizlik; ikincisi kalp kuvveti; üçüncüsü vakitlerin intizamı; dördüncüsü t oplumsal düzelme. Bu faydalar, devam şartıyla, en resmî bir namazda bile vardır. Namazın büyük faydalarını hesap etmek mümkün değildir. Fakat en ufak ahlâkî faydası bilfiil büyüklenmeyi kırmak, kardeşliğe hazırlanmak, Allah rızası için iş yapmaya alışmaktır. Bunun için namazda giyinebileceği en güzel ve en temiz elbisesini giymek ve kendine gurur vermesi düşünülen bu hal içinde örtülecek nice

ayıpların bulunduğunu düşünüp, yüzünü yani alnını ve burnunu yerlere koyarak, kalbinde iman ettiği Allah huzurunda o kibir ve gururu kırarak defalarca secdeye kapanmak en mühim bir esastır. "Her cami(ye gidişiniz) de güzel elbisenizi alın." (A'râf, 7/31). Namazda özellikle secdenin kibre olan bu mühim tesiri dolayısıyledir ki, kibirliler en çok namazın secdesine itir a z ederler. O süslü elbiseler içinde alınlarını Allah rızası için yere koyma zorunluluğu onların kibir damarlarına, sinirlerine pek fena dokunur. "Şüphesiz bu, (Allah'a) saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir." (Bakara, 2/45). Düşünmezler ki o süsler, o alınlar hep Allah'ın vergisidirler. Ve zamanı gelince o yağlı alınlar toza, toprağa karışacaktır. Hem o topraklar, o yerler o kadar hakaret edilmeye, devamlı olarak çiğnenmeye layık değildir. Zaman olur ki onlar için kanlar dökülür. Beşer hayatı oradan f ışkırır ve onu fışkırtan Allah Teâlâ'dır. O süslere, o bedenlere emek vermiş birtakım Allah'ın kullarının da hakları geçmiştir. Şu halde o topraklara, o yerlere, toprak ve yer oldukları için değil, yaratıcısı olan Allah Teâlâ'nın büyüklük ve ululuğu adına hakkıyla secdeye kapanıp, kibirden ve bencillikten sıyrılmak ve insanlar ile kardeşçe geçinmek için onların topluluklarına karışmanın pek kudsî bir görev olduğunu unutmamak gerekir. Namaz o kibir ve gururu kırarken, aynı zamanda insanın ruhî hürriyetine ö y le bir yükselme verir ki bu yükselme en görkemli kralların huzurundaki saygı duruşundan çok yüksektir. Bunun için namaz mü'minin bir mi'racıdır. Yani onu beşerî olmanın sertliğinden, tek olan Allah'a ait arşa çıkartan bir merdivendir. Namazda bütün bir beşer hayatının şekli ve dereceleri dürülmüştür. Allah'ın huzurunda bulunmak, hazırlanmak, düşünmek, istemek, defalarca kalkmak, bükülmek, düşmek, rahat edip oturmak nihayet selam ve selametle işini bitirmek, insanı, bütün hayatın kademelerinden geçirterek, v arlığın sırlarını, dünya ve ahireti düşündürerek Cenab-ı Allah'a kavuşturur ve büyük bir iman ve sevap ile yine âleme döndürür. Yine bir hadiste açıklandığı üzere "Namaz, İslâm ile küfrün ayırıcısıdır".

Biz burada namazın dünyaya ve ahirete ait, maddî ve manevi, bütün faziletlerini ve faydalarını sayacak değiliz. Çünkü o sonsuzdur, sayılması mümkün değildir. Bunun bütün toplamı din dilinde "büyük sevap" adıyle anılır. Fakat burada namazın, imandan sonra nasıl bir ahlâkî ve sosyal prensip olduğunu ve o n un üzerine ne kadar büyük bir sosyal bina kurulacağını kısaca ifade etmek istedik. O büyük binanın direği işte öncelikle ferdî namazlarla hazırlanır, düzene sokulur ve cemaatle dikilir. Ondan sonra da geri kalanı yapılır. İşte "namazı ikame etme" tabiri b u mühim mânâyı çok açık bir şekilde ifade ediyor ve hidayete

aday müttakileri "namazı kılarlar" diye değil, "namazı ikame ederler" diye tarif, vasf ve medh ediyor. Bunlardan anlaşılır ki, bunun meâlinde "namaz kılarlar" tabiriyle yetinmek doğru değildir. Burada kelimesinin "elif-lâm"ı ahd içindir ki durumu ve sınırı bilinen "İslâm namazı" demektir. Ve bu durum yani namazın nasıl kılınacağı, şartları ve rükünleri (namazın içindeki farzları), sünnet ve edepleri, mekruhları ve namazı bozan şeyler ile sı f at ve durumu "Namaz kılarken beni gördüğünüz gibi namaz kılınız." hadis-i şerifi gereğince, Peygamber'den görülen fiilî, sözlü ve takrîrî olarak alınan sıfat ve niteliktir ki, bu nitelik ve durum ta başlangıçtan beri müslümanlar arasında amel ile kesin b ir şekilde bilinir ve din kitaplarında yazılmıştır. Ve "yüsallûne" buyurulmayıp da "ahid lâmı" ile "yükîmüne's-salâte" buyurulmasında bu mânâ da açıktır. Yani "yükîmüne's-salâte", "dosdoğru namaz kılarlar" demek değil; "namazı, dosdoğru kılarlar" demek ol d uğundan gaflet edilmemelidir.

"Salât" kelimesinin Arap dilinde iki kaynağı vardır. Birisi genel olarak dua mânâsıdır ki, "Peygamber'e salât ve selâm" dediğimiz zaman özellikle bunu anlarız. Diğeri (salv) maddesinden gelen "sallâ" fiilinin masdarıdır ki, iki uyluğu hareket ettirmek demektir. Araplar bu mânâca "sallâ" dedikleri zaman "iki uyluğunu hareket ettirdi" mânâsını anlarlar. Aynı şekilde "at (veya kısrak) kuyruğuyla iki uyluğunu sağa sola çarptı" denilir. Salveyn uylukların başındaki iki tüm s ek kemiktir. "Sallâ"nın bu hareket ettirme mânâsı tabirine benzer. Yahudiler birbirine selam ve saygı sırasında başını eğer ve kıçını oynatıp kasığına doğru bir yan bükerlermiş ve bu şekildeki selama Arapça'da "iki uyluğu hareket ettirme" mânâsına "tekf î r" denirmiş. Buna göre "keffera'l-yahûdiyyü", "Yahudi uyluklarını oynatıp bükerek reverans yaptı." demek olur. "Kâfire" kıçdaki kaba ve tıknaz iki etin ismidir ve "kâfire-teyn" tesniye (ikileme)dir. Bu şekilde "iki uyluğu hareket ettirme" mânâsına "sallâ" da rükû (namazda eğilme) ve secdelerde yapıldığı gibi, bizim "belini eğmek" dediğimiz "iki uyluğu hareket ettirme" mânâsına kullanılırmış. Demek ki Araplar, hem yahudilerin yaptığı reveranslı baş kıç selamlarını tanırlarmış, hem de yerlere eğilerek "kandi l li temennâ" usûllerini. İşte lügat bakımından (biri kalp ve dil işi olan dua, diğeri de bir bedenî hareket işi olan belli fiil) iki anlama gelen "salat" kelimesi, dinde Peygamberimizden görülegeldiği üzere kalbe, dile ve bedene ait fiiller ve özel esaslar d an oluşmuş gayet intizamlı,

kâmil (eksiksiz) bir ibadetin ismi olmuştur ki, necâset (pislikler)ten temizlenme, hades (manevi pislikler)den temmizlenme, setr-i avret (avret yerlerinin örtülmesi), vakit, niyyet, kıbleye dönmek adıyle altısı dışından başlayan şart; iftitah (başlangıç) tekbiri, kıyam (ayakta durmak), kıraet (Kur'ân okumak), rükû (eğilmek), sücûd (secdeler), teşehhüd miktarı (şehadet kelimesi getirecek kadar bir zaman) kâde-i ahîre (son oturuş) adıyle içinde yapılan altı esas olmak üzere en az o n iki farzı; Fâtiha, zamm-ı sûre (Fâtiha'ya eklenen sûre), tâdil-i erkân (namazın esaslarına hakkıyle uyma), kâde-i ûlâ (ilk oturuş) ve diğerleri gibi bir takım vacipleri; bunlardan başka birçok sünnetleri, müstehapları, edepleri, mekruhları ve müfsidâtı ( namazı bozan şeyler) vardır. Sonra beş vakit ve Cuma gibi farz, vitir ve bayram gibi vacip ve diğer müekket sünnet ve gayr-i müekket sünnet, nafileler olmak üzere çeşitleri ve kısımları vardır ki, açıklaması fıkıh kitaplarına aittir. Cemaatle kılmak da Cu m a'da farz, diğerlerinde vacip veya müekked sünnettir. Ve burada "salât"dan asıl maksat, farz olanlardır. "Salât" kelimesinin "lâm" harfi ince de okunur, kalın da. Kalın okunmak itibariyle "vav"la yazılır, Verş kırâetinde de kalın okunur.

O müttakî (Al lah'tan hakkıyle korkan)ler sadece iman ile ve yalnız namazı dosdoğru kılmak gibi bedene ait ibadetlerle de kalmaz, mâlî (malla ilgili) ibadetlerde de bulunurlar. Kendilerine nasip ve kısmet ettiğimiz rızıktan, maddî ve hatta manevî şeylerden az çok har ç ve infak eder, Allah yolunda harcamada da bulunurlar.

idğâm ile 'dır, "mâ" kelimesinin Türkçemizde en güzel karşılığı "nesne"dir. Fakat biz bu kelimeyi kaybetmek üzere bulunduğumuzdan "şey" diyoruz. Gerçi "mâ" genelde veya çoğunlukla "şey" mânâsına da kullanılabilirse de, asıl mânâsı "akılsız olan şey" veya şeylerdir. Yani nesnelerdir. Akıllıya "men" denilir. Ve bunun için eskiden "mâ" nesne, "men" kimesne (kimse) diye ayırt edilirdi.

"Rızık", aslında Arapça'da "haz" ve "nasip" anlamında isim olup, nasip etmek, rızıklandırmak mânâsında masdar dahi olur ki onun fiilidir. Ve bu karine ile "mâ" isim olan rızıktan ibaret olur. Ehl-i Sünnet'e göre şer'î mânâsı da lügat mânâsının aynıdır ki, "Cenab-ı Allah'ın canlıya zevk ve faydalanma nasip e ttiği şey" diye tarif edilir. Şu halde mülk olsun olmasın, yenilen, içilen ve diğer şekillerde kullanılmasından faydalanılan mallara uygun olduğu gibi evladı, eşi, gayret ve işi, ilim ve bilgileri dahi içine alır. Fakat hepsinde istifade edilmiş olmak şar t tır. Bu faydalanma, dünyaya ve ahirete ait faydalanmadan daha geneldir.

Buna göre dinî ve dünyevî bilfiil faydalanılamayan mal, mülk, evlat ve aile, ilim ve bilgi rızık değildirler. Bu şekilde birşey, çeşitli faydalanma şekillerine göre farklı kimselerin rızkı olabilir. Fakat malından, gücünden, ilminden faydalanmayanlar rızıklanmış değildirler.

"İnfak", malın elden çıkarılması, harç ve sarfedilmesi demektir. Dinî bakımdan farz, vacip, mendub kısımları vardır. Bu "infak" karinesiyle ya "rızık" mala tahsis edilmek veya "infak" mecaz yoluyla maldan başkasına da genelleştirmek gerekecektir. Açık olan birincisidir, fakat ikincisi de muhtemeldir. Şu halde âyetin bu kısmı, ilk bakışta zekat ve diğer sadakalar bağışlar, yardımlar ve vakıf gibi, fakirlere, diğ e r çeşitli hayırlara, aileye yardım gibi bütün mal ile yapılan ibadetleri içine alır ki, ilerde "Sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: 'Verdiğiniz hayır, ana-baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Yaptığınız h ayrı, muhakkak, Allah bilir." (Bakara, 2/215) gibi âyetlerle açıklanacaktır. İkincisi ilim öğretme ve diğerleri gibi manevî şeyleri de içermektedir. Bununla beraber bunların hepsinin başında, İslâm'ın binasından biri olan zekat vardır. Ve bunun için birç o k tefsirciler burada ilk önce ve bizzat kastedilen şeyin zekat olduğunu açıklamışlardır. Fakat kurtuluşun kendisine tahsis edilmesi bakımından, namazda olduğu gibi burada da farz olan infak kastedilmek gerekirse de, infakın farz oluşu yalnız zekata tahsis edilmediğinden muhakkıkîn-i müfessirîn (araştırmacı tefsirciler) bunu genelleştirme taraflısıdırlar. Ancak bu ortamda zekatın birinci mevkii işgal ettiği de unutulmamalıdır. Çünkü İslâm binasının ikincisi de zekattır. Bir hadis-i şerifte de görüldüğü üzer e "Zekat İslâm'ın köprüsüdür.". İslâm'ın bir köprüsü, bir geçididir. Dinin, iman ile temeli atılıp, namaz ile direği dikildikten sonra, geçilecek mühim bir geçidi vardır ki, zekat işte o geçidi geçirecek bir köprü olmak üzere kurulacaktır. Çünkü dünya ve a h irette korunmak için yapılacak olan görkemli İslâm binasının, dünyadaki "dâru'l-İslâm" (İslâm yurdu), ahiretteki "dâru's-selam" (esenlik yurdu)ın yapımı için birtakım malî masrafları vardır ki, bunlar malî ibadetler ile yapılacaktır ve bunun en zarurisini de zekat teşkil eder. Zira "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz." (Fâtiha, 1/5) diye bir tevhid üslubu içinde sadece Allah'a kulluk etmek ve kardeş topluluk ile namaz kılabilmek için safları doğrultmak ve o saflarda bir eşitlik duygu s u ile devamlı bir şekilde bulunmak gereklidir. Bu ise, o toplum

içinde günlük azıkla yetinme durumunda olan kimselerin kalmaması ile mümkün olur. Bir aç ile bir tokun bir safta kurşunla kenetlenmiş binalar gibi bir sevgi ve kardeşlik duygusuyla birbirine kalben perçinlenmesi kabil değildir. Şu halde cemaatin hakiki bir ibadet birliği içinde olması, gerçekten fakir ve kimsesiz olanların gözetilmesi ve çalışabileceklerin çalıştırılması için ilk önce zekat ve fıtır sadakaları ile, zenginlerle fakirler arasınd a ki uçurumu kapatarak bir sevgi bağının kurulması, hem de hepsinin mevlası (efendisi) Allah Teâlâ olduğunu bildiren bir duygu ve iman ile kurulması büyük bir görevdir. Bu görevin, bu niyetle yapılmasında müslüman artık yalnızlığında beşerî bayağılıktan sil k inecek, Allah Teâlâ'nın bir halifesi (yani bir vekili) olmak rütbesini kazanacak ve elindeki malın Allah'ın malı olduğunu ve kendisinin onu, muhtaç olan Allah'ın kullarına ulaştırmaya görevli bulunduğunu anlayarak: "Al kardeşim, bu benim değil, senin hakkındır, bende bir emanettir, ben sana Allah Teâlâ'nın gönderdiği şu çıkını, postalanmış koliyi teslim etmeye görevlendirilmiş bir dağıtıcıyım." diyerek, aynı şekilde alçak gönüllülüğü ile fakirin, sabırlı fakirin hakkını vererek kalbini okşayacak ve bununla o topluluğun mümkün olduğu kadar açıklarını kapatacaktır. İşte Kitap ve Sünnet'in araştırılmasına göre fıkıh usûlü ve fıkha ait kitaplarımızın zekat görüşü özet olarak budur. Bu şekilde zekat, müslümanı, beşerî düşüklüklerden ilahî vekilliğe geçiren bir k öprüdür. Namaz, hayat kademelerinden ilahî huzura çıkaran bir mi'rac olduğu gibi, zekat da o mi'racda alınan bir ilahî görevin köprüsüdür. Ve her müslüman, bu köprüyü yapıp geçmeye, yani zekat vermek için helâl mal kazanıp zekat verecek dereceye çıkmaya ç a lışacak ve henüz verecek halde değilse, en az onun yüksekliğine iman ile dolu olacaktır. Yani müslümanın gözü, zekat almaya değil, vermeye dönük bulunacak ve ancak çaresiz kaldığı zaman zekat ve sadaka alabilecek ve tersi durumda aldığının haram olduğunu u nutmayacaktır. Bu şekilde kurulan İslâm toplumunun namazında ne büyük bir birlik kuvveti bulunacağı ve bunların o görkemli İslâm binasını tamamlamak ve bitirmek için nasıl bir aşk ve şevkle çalışmaya atılacakları düşünülürse, İslâm dininin esasındaki yüks e klik ve bu âyetlerle o müttakîlere verilen öğme değerinin önemi derhal anlaşılır ki, ilerde açıklanacak olan orucun da bu noktayı her kalbe hissettirmek için mühim bir terbiye özelliği bulunduğu açıktır. Görülüyor ki bu âyette İslâm binasından, imandan so n ra iki amel zikredilmiştir ve dinde bunlar diğerlerinden önce farz kılınmıştır: Namaz, zekat. Çünkü bunlar, bütün ibadetlerin aslıdırlar ve burada bilhassa anılmaları özelliklerinden dolayı değil, diğerlerinin çeşitliliğine işareti de içine alıcı olduklarından dolayıdır. Zira bütün ibadetler iki çeşide ayrılmıştır.

Biri bedene ait ibadetler, diğeri de mala ait ibadetlerdir. Hac gibi hem bedenî ve hem de malî olan üçüncü bir kısım dahi bu iki değerin birleşmesidir. Şu halde namaz, bütün bedenî ibadetlerin asıl temsilcisi; zekat da bütün malî ibadetlerin asıl temsilcisidir. Ve bunlar imanın ilk müeyyidesi (yaptırımı) ve amel ile ilk gelişmesidirler. Buna göre bu âyet-i kerimede bütün iman prensipleri gaybde; bütün amellerin esasları da namaz ve infak (Allah y o lunda harcama)da özetlenerek, İslam dininin ilmî, amelî, esasları ve dalları kısaca anlatılmıştır ki, bunlar Fâtiha sûresinde "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz." (Fâtiha, 1/5) antlaşmasıyla doğru yol ve en son "hamd" başlığında t oplanmış idi.

4-Bundan sonra gaybda özetlenen imana ait esaslar vahiy ve nübüvvet (peygamberlik) meselesi olması bakımından bir derece daha açıklanarak buyuruluyor ki; ve o muttakîler ki, hem sana vahiy ve inzal edilen ve edilmekte olan Kitap ve şeriata, hem de senden önce vahiy ve inzal edilmiş bulunan (yani Tevrat, İncil, Zebur, Suhuf gibi) kitaplara iman ederler ki, bu iman da Muhammed (s.a.v.)'nin peygamberliğine ve bütün geçmiş peygamberlerin peygamberliklerine iman ile mümkündür. Çünkü habere ima n, haber verene imânâ bağlı bulunduğu gibi, onlara tüm indirilenlerden birisi de peygamberlikleri davasıdır. Önceki âyet, bütün müslüman müminler; bu âyet de önce Ehl-i kitaptan olup da müslüman olan müminler hakkında indi deniliyor. Bununla beraber böyle o lması iki âyetin birbirini tamamlayıcı ve açıklayıcı olmasına engel değildir. Ve geçmişe iman, geçmişi hikayeden ibaret zannedilmemelidir. Şu halde bütün inzal edilmiş kitaplara ve geçmiş peygamberlere, esas itibariyle iman da, İslâm iman ve inancından b i r parçadır ki "Allah'a inandık deyiniz..." (Bakara, 2/136) gibi âyetlerde bu durum açıklanacaktır. Bunun için Müslümanlık bütün semavî dinlerin şahididir. Zira imana ait meselelerde nesih (iptal etme) yoktur, tamamlama vardır. Nesih, amele ait hükümler i tibariyle cereyan eder. Bu ve benzeri Kur'ân âyetleri ve Peygamber'in sünnetleri bize özellikle şunu gösterir ki, Müslümanlık

dini geneldir. Bütün insanları içeren ve vahye dayanan dinlerin hepsine hürmetkâr bir dindir. Diğer dinler ise tâbi bulundukları bayrak altında, din işleri bakımından, kendilerinden başkalarını yaşatmazlar, vicdanlarının sınırı dar ve kısadır. Bunlar, kendilerinden başkasına hayat hakkı tanımamayı dinin gereği bilirler. Tanırlarsa yalnız politik bir zorlama ile tanırlar. Yakın zaman l ara kadar hristiyan devletlerin içinde kendilerinden başka bir millet yaşattığı görülmemiş ve bu sebeple bunlar başka dinden olan kavimlere hakim olamamıştı. Son zamanlarda bu vicdan darlığındaki politik hastalığı gören Avrupa devletleri Katoliklik ve Pro t estanlık kavgalarından doğan bir vicdan hürriyeti davasıyla Fransız inkılâbından sonra liberallik, laiklik ve insanlık kelimeleri altında Hıristiyanlık kelimesinden sapmaya doğru yürümüş ve o zamandan beri diğer milletler üzerinde hükümet kurmaya yol bul a bilmişlerdir. Fakat bu kelimeler olumlu ve merhametli, genel bir hak vicdanı kurulmasını değil, dinsizliğe ve bencilliğe doğru olumsuz bir gidişi hedef aldığından, ilme ve sanayiye ait gelişmelerini gerçeğe bağlayacak yerde, insanlığı haktan uzaklaşmaya, v icdansızlığa ve ihtiraslara sürüklemiş ve sonucu da İslâmiyet'in gösterdiği gerçek ve olumlu hürriyet hakları ile insanlığa temin ettiği ve yaydığı gerçek evrensel hayattan uzaklaşmak ve hayatın ızdıraplarını artırmaktan ibaret olmuştur.

Bu bakış açısıyla denilebilir ki, şimdiki insanlar, Peygamberimizin gönderildiği zamanda olduğu gibi, İslâm'ın nurunun genel bir gelişmesini ve herkesin selameti için, gerçeğin bütün insanlık üzerinde kuvvetli bir egemenliğini görmek derdiyle kıvranıp çabalamaktadırla r. İnsanlığın şimdiki sapıklığı, beşeriyetin doğru üzerinde egemen olması fikrinde toplanıyor. Bu ise, insanlar arasında en kuvvetli görünenlerin "tapılan bir yaratıcı" gibi kabul edilmesine sebep oluyor. Bu, tutkuların kuvvetlenmesiyle hukukun (hakların) ç iğnenmesini, herkesin selamet ve emniyetinin bozulmasını doğuruyor. Halbuki insanın saadeti gerçekte insanlığın hakka egemen olması davasında değil, hakkın insanlığa egemenliği esasındadır. Ve İslâm'ın eşit yaşamak için "Ancak sana ibadet ederiz ve anca k senden yardım bekleriz." (Fâtiha, 1/5) antlaşmasıyla öğrettiği "yaratılış kanunu" da budur. Şu halde insanlık, ya hakka (doğruya) üstün gelmek davasıyle ihtiras ve ızdırap içinde birbirini yiyip gidecek veya Hak Teâlâ'ya iman ile onun mutlak egemenliğin e uymak için İslâm dinine ve Muhammed (s.a.v.)'in bildirilerine sarılacaktır. Hakk'ı, insanın emri altında gören dar vicdanların kurtuluşa ereceklerini ve beşeriyetin dairesi için bir olumlu kutup olabileceklerini zannetmek ne büyük hatadır! Büyük vicdanla r, Hakk'ı bir bilir ve haktan gelenin hepsine, her birinin kendi derecesine göre kıymet verir.

İşte İslam'ın kalbi, bu büyük iman ve vicdanın sahibidir. O, herkese bu imaniyle göğsünü açar. Bütün beşer vicdanını bu genişlik ve anlayışlılıkla hakka yaklaştırmaya çalışır. Bunu kavrayamayan, bu yüksekliğe eremeyenleri de hakkın birlik ve kapsamına saldırmamak ve hakka az çok uymayı kabul etmek şartıyle kendi dinî sahalarında hür tutarak göğsünde yaşatır ve onların yaşama haklarına hürmeti de yalnız görünüşe ha s bir siyasetin değil, gerçek dinin gereği bilir.

Gerçekten "Ahirete ait kuvvetli bilgi sahibi olacak olanlar da ancak bunlardır, bu genişçe imana sahip olanlardır." Mesela "Hazreti Musa peygamberdi ama, İsa değildi; Tevrat, Allah'ın kitabıdır, İncil değildir; yahut Musa ve İsa (a.s.) peygamber idiler, ama -hâşâ- Muhammed (s.a.v.) değildir; olsa bile bizim değil, Araplar'ın peygamberidir; Tevrat ve İncil Allah'ın kitabıdırlar, fakat Kur'ân değildir." gibi sözlerle Allah'ın peygamberlerini farklı göre n, kimine inanıp kimine inanmayarak Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini ve ona inen Kitap ve dini tanımayanların ahiret hakkında birtakım zanları, bazı kanaatları bulunsa bile yakînleri (kuvvetli bilgileri) yoktur. Gerçi her felsefede, her dinde bir ahire t fikri vardır. Fakat bunların çoğu delilsiz birtakım emellerden, ideallerden ibaret kalır. Çünkü meseleler ve ahiret yolunun varlığının imkanı akıl ve kalp ile her zaman sabit olursa da, gerçekleşmesinde aklî delil, varsayımlar ve kalbî temenniler yeterli değildir. O ancak Allah tarafından gelen saygıdeğer peygamberlerin sadık haberleri ile bilinebilecek gaybe dair haberlerdendir. Bunu sona erdiren ve tamamlayan ise peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafa (s.a.v.)'dır. Şu halde peygamberlere iman et m iyenlerin, ahirete doğru imanları olamayacağı gibi, geçmiş peygamberlere iman edenler bile son peygambere ve ona indirilen Kitap ve şeriata iman etmedikçe, ahiret hakkındaki iman ve kanaatleri yakîn (kesinlik) derecesini bulamaz; hak vakıa (olgu)ya uygun o lamaz. Mesela Yahudiler: "Cennete ancak yahudi olanlar girecektir." (Bakara, 2/111) ve "Bize cehennem ateşi olsa olsa sayılı birkaç gün dokunacaktır." (Bakara, 2/80) derler. Hıristiyanlar da aynı sözü kendileri hakkında söylerler. Kendilerinden başkasına d ünya ve ahirette hayat ve saadet hakkı tanımazlar. Ve sonra cennetin nimetleri, dünya nimetleri cinsinden midir? Devamlı mıdır, değil midir? O, bir ruhun ebedî olması meselesi, midir, değil midir? diye ihtilaf ederler. Halbuki Allah'ı bir bilip, bütün pey g amberleri tasdik ve ahir zaman peygamberinin peygamberliğine ve ona indirilen Kitap ve şeriate de iman ettikleri zaman şahsî ve kişisel olan o gibi bozuk kanaatları, gerçeğe uymayan inanışları Muhammed (s.a.v.)'e ait tebliğlere imanla gider de,

ahiret hakk ında gerçeğe uygun kuvvetli bilgi elde ederler. Dünya hak, ahiret de hak, hayat hak, ölüm ve kıyamet de hak, öldükten sonra dirilmek de var. O da hak, haşir (kıyamet günü toplanmak) hak, sual hak, hesab (hesaba çekilmek) hak, mîzan (tartı) hak, sırat hak, sevap hak, ıkâb (ceza) hak, cennet hak, cehennem hak. Ve hepsinin üstünde rıdvan-ı ekber (en büyük Allah rızası) ve Allah'ın cemalini görmek de hak, Allah'ın izniyle müminlere şefaat da hak; cennet ebedî, cehennem de ebedî. Bununla beraber o ebedî cehenne m e girdikten sonra kurtulup çıkacak ve nihayet cennete gidecek olanlar da var. Ahiret nimetlerinde, dünya nimetlerine benziyenler de var, dünyada görülmedik, işitilmedik, hatıra gelmedik şeyler de var. Şu fark ile ki, ahiret nimetleri sonsuz ve elemsiz. Dü n yanın ilmî kanunları, ahiretin bütün incelikleriyle ayrıntılarını anlamaya elverişli de değil. Onu hakikatiyle bilmek, hakkın (gerçeğin) temelini bilmeye bağlıdır. İlmin kanunları, bize onun akla uymayan bir imkansızlık olmadığını ve nihayet mutlak bir ga y b âleminin bulunduğunu ve bugünün her halde bir yarını olduğunu ve ona hazırlanmamızın gereğini isbat eder ve anlatır. Fakat o yarının nasıl olacağını ancak Allah bilir ve gaybtan haberi olan şerefli peygamberler haber verebilir.

"Ahiret" kelimesi esa sen "âhir" kelimesinin müennesi (dişisi)dir ki, "son" ve "sonraki" mânâsına sıfat iken şeriat dilinde "ahiret yurdu" ve "ahiret hayatı" ve "ahiretin neş'eti" tamlamalarının hafifletilmişi olarak isim olmuştur. Karşıtı olan "dünya" kelimesi de böyledir. "A h iret", kâh "dünya" ve kâh "ûlâ" (ilk) kelimesinin karşıtı olarak kullanılır. Ahiret yurdu tam bir hayat, ebedi hayattır. Tam hayatı insanların kimisi yalnız aklî ve ruhanî kabul eder, kimisi de duygusal ve cismanî (bedene ait). Fakat gerçeğini henüz bilme d iğimiz hayatın bizce kemali (olgunluğu), hem aklî ve hem hissî oluşundadır. Kur'ân'ın bize bildirdiği ahiret hayatı ise "hayatın en mükemmeli" olduğundan biz ona inanırız, felsefî derinlikleriyle uğraşmayı lüzumsuz sayarız. Ben, "ben" dediğim zaman ruh ve bedenimin birliği noktasına basıyorum ve hayatı da bunda biliyorum. Gayb âleminin bugünkü görünen âlemden sonsuz derecede geniş ve mükemmel olduğunu bilyoruz ve her halde yarın için daha üstün bir hayatın muhakkak olduğu kuşkusuzdur. Buna "acaba!" diyenle r kalpleri kör olanlardır. Maddemiz erir, genel maddeye karışır; kuvvetimiz dağılır, genel kuvvete karışır, hepsi erir Hak Teâlâ'ya döner. Önce Allah'tan kendime geldim, yine Allah'a gideceğim. Gidersem, Rabbımın bir âleminde daha niçin kendime gelemiyeyim? Niçin rahmetlerine eremiyeyim? Hemen Cenab-ı Hak güzel sonuçlar nasip etsin. Felsefenin, "olan yine olacaktır" diyen "ıttırat = uyum, ritim" kanunu, "illiyyet = nedensellik"

kanunu bile bu kat'î bilgimi zaruri kılmaz mı? Peygamber efendimizden rivayet olunuyor ki şöyle buyurmuşlar: "Şaşmak, bütün şaşmak ona ki Allah'ın bütün halkını (yarattıklarını) görüp dururken Allah hakkında şüpheye düşer. Şuna şaşılır ki ilk doğuşu tanır da, son doğuşu inkâr eder. Şuna da şaşılır ki, her gün, her gece ölüp dirilip du r urken öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr eder. Şuna da şaşılır ki, cennete ve cennet nimetlerine inanır da yine aldatıcı dünya için çalışır. Şuna da şaşılır ki, başlangıcının bulaşık bir nutfe (sperme), sonunun çirkin bir leş olduğunu bilir de yin e büyüklük taslar ve öğünür." Bu hadis, ahiret hakkında ilim ve fen açısından başlıca iki gerçeği gösterir. Birincisi ilk doğuş ve son (doğuş) deyimiyle, hem ahiretin gerçekliğine ve hem devamlılık ve tekrar etme kanununa işarettir. İkincisi dış görünüşü i l e uyku uyanıklığı gösteren her gün, her gece ölüp dirilmek meselesidir ki hayatın hakikatı ve ahiretin hakikatı açısından çok önemlidir. Biz her gün gıdaya, uyuyup uyanmaya niçin muhtaç oluyoruz? Çünkü bedenimiz, bedenimizin kısımları her gün ve hatta her saat, her an devamlı bir şekilde ölüyor ve yerine yenisi yaratılıyor ve bu yaratılış işi olurken biz uyuyoruz. Bunun için uyku sadece görünürde değil, gerçekten de bir ölüm oluyor. Çıkardığımız bütün salgılarımız, bedenimizin kısımlarının cenazeleridir. D e mek ki hayat, ancak benzerlerin yenilenmesi ile yeni yaratma sayesinde devam ediyor. Devam eden nedir? Benim birliğim nedir? Bu da bir ıttırad (ritim) kanunu, benzeyiş ve gelişme görüntüsüdür. Bundan dolayı, dünyaya ait hayatımın zamanı, esasında benim ru h umun ve cismimin sabit olması değil, Allah'ın yaratması ve bâkî kılmasıdır. Ve işte ahiret hayatı da böyledir.

"Îkân", yakîn sahibi olmaktır. "Îkân", "istikân", "teyakkun", "yakîn" hepsi bir mânâya gelir. "Yakîn", gerçeğe uygun ve herhangi bir şüphe ile ortadan kalkmayacak şekilde şek ve şüpheden uzak olan sabit ve kesin bir inanış demektir. Diğer bir deyişle "yakîn", şek ve şüphe bulunmayan kesin bilgi, şüphe karışmayan ilim, bozulması ihtimali olmayan ilimdir. Bununla beraber "kalbin kararı" anlamın a da "yakîn" denildiği olur. "Şu anda şüphem yok ki bu böyledir. Şimdi ve ilerde şüphe edilmez bu böyledir. Başka türlü olmak mümkün değil, bu böyledir." Bunun üçüne de yakîn denilir fakat asıl "yakîn" ikinci ile üçüncüdür. Yani birinci tariftir. Allah'a a i t ilme, "yakîn" denilmez. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi; Allah'ın isimleri ve sıfatları vahye dayanır. Kitap ve Sünnet'te ise Allah'ın ilmine "yakîn" denildiği görülmemiştir. İkincisi: "Yakîn" ve "îkân" şek ve şüphe edilebilen şeyler hakkında kullanı l ır. Bunun için zorunlu

bilgilere, yani apaçık olan şeylere, gün gibi aşikar gerçeklere "yakîn" denilemiyeceğini söyleyenler bile vardır. "Yakîn"de istenilen şey, gerçeklik ve şüphesizliktir. Fakat bu olayın zaruri olması değil, ancak vâki olması şarttır. Şu halde görülenler, tecrübe edilenler, tevatürle nakledilenler ve doğru istidlaller de yakîn (kesinlik) ifade ederler. Bazı Batı filozoflarının iddia ettikleri gibi "yakîn" yalnız zarurî ve huzurî ilim demek değildir. Yakînin dereceleri vardır. Mesela mat e matik bilgileri, mantık bilimine ait sonuçlar yakînî ve zarurî olduğu gibi, normal ve tecrübeye dayanan ilimler, tabiat ilimleri yanında Kimya ve Fizik ilimleri zarurî olmayarak yakînîdirler. Ancak bunların tecrübe edilmiş olaylarından yanlış istidlaller i le sonuç çıkarılan özel görüş ve varsayımların hepsi yakînî değildir. Aynı şekilde Hayat Bilgisi, Tıb ve benzerleri henüz yakînî değildir. Bu sebeplerden dolayı uçakları yaparız, fakat bir çimeni, bir böceği, serçenin bir tüyünü yapamayız. Acaba mümkün değil midir? Mümkün olmasaydı vücuda gelmezdi. Allah Teâlâ onları öncelikle ve bizzat ve sonra maddeleri, tohumları aracılığıyla yarattığı gibi, bizim elimizle de yaratabilir. Nitekim peygamberlerin ellerinde yapabileceğine dair örnekler de gösterdiğini Kur' â n haber veriyor. "Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyor, içine üflüyordun, benim iznimle kuş oluyordu." (Maide, 5/110). Bunun için ilimler ve tabiat ilimleri, bizim, Allah'ın kudreti hakkındaki kesin inanışımızı ve imkanın kendisi hususun d aki imanımızın genişliğini yıkacak değil, kuvvetlendirip genişletecek deliller kabul edilmek gerekir. Fenleri kendi sınırları içinde takip etmeli ve geliştirmeliyiz. Fakat onlara inanırken, hiçbir zaman Allah'ın kudretini terkettik, dünya ve ahireti bitir d ik zannetmemeliyiz. Normal yakînlere, zarurî yakînleri feda etmemeliyiz. Biz var isek, bizim ilmimiz varsa, Allah Teâlâ ve O'nun ilim ve kudreti daha önce var. Bugünkü görülen âlem varsa, yarınki gayb âlemi de tabiatıyle vardır. Bugün olmayanlar, yarın ol u r. Bugün inanmadıklarımıza yarın inanmak mecburiyetinde kalırız. Hiç yanılmamak, hiç şaşmamak, sonsuz ümitsizliğe düşmemek istiyorsak hiçbir hadisenin yıkamayacağı, hiçbir şüpheciliğin yıkamayacağı en hak ve en temelli esaslara iman etmeliyiz ki, kesin im a n dairemiz daralmasın; ilim ve fenni boğmayalım; imkan sahasını kısıtlamayalım; mümküne, imkansız demiyelim; hayır yerine şerre koşmayalım; imkânsız zannettiklerimizin imkanını, hatta ortaya çıkışını gördüğümüz zaman perişan oluruz. Sudan ateş, ölüden dir i çıkar mı? Allah'ın izniyle çıkar. Hayat yapılır mı? Allah'ın izniyle yapılır. Göklere çıkılır mı? Allah'ın izniyle çıkılır. Kabirde soru sorulur mu? Allah'ın izniyle sorulur. Ölen dirilir mi? Allah'ın izniyle dirilir. Fakat "İki kere

iki, tek olur mu?" Ol maz. Bir şeyin parçası kendisinden büyük olur mu? Olmaz. İlletli illetini geçer mi? Geçmez. İnsan bizzat yaratıcı ve bizzat mabud olabilir mi? Olamaz. O, Allah'ın izniyle, kuş da yapsa, ölüleri de diriltse yine kuldur, yine kuldur. Bütün imkanlar, Allah'ı n kudretindedir. Ve istikbal (gelecek) dediğimiz zaman sonsuzdur ve o sonsuzda bizim nice başımıza gelecekler ve sorumluluklarımız olacaktır. Ve işte Hazreti Muhammed (s.a.v.) bize mutlak olan bu tam imanı, bu tevhid inancını ve buna göre güzel işler işlem e yi öğretmek için gönderilmiştir. Ona iman edenler hiçbir zaman aldanmazlar, her zaman yakîn (tam iman)e sahip olurlar.

5- kelimesi "işaret ismi" çoğul, "zâ"nın çoğulu, " " hitap harfidir ki " " gibi önce Peygamber'e has hitap, ikinci olarak genel hitap olabilir. Meâli: "Sana söylerim bunlar, o gördüklerin, o vasıflarını işittiklerin" demektir. Yani, ya Muhammed! Böyle kalbe ait olan ve sadece görünene bağlanmayıp aklın anlayabileceklerine dahi topluca iman ve tasdik ettiği bedenî ve malî iba d etleri yerine getirmekle, duyma yolundan başka imkan olmayan hususlara da genişçe, detaylarıyle iman etmek ve edebilmek kabiliyet ve üstünlüklerini toplayan o müttakîleri işittin ya, işte bunlar kendilerinin Rabbi tarafından,<D> onların tek Rabbi olan A l lah Teâlâ tarafından hidayet (doğru yol) üzeredirler. Yani onun hidayetine aday ve o hidayet üzere yürüyecek olan ve yürümekte bulunanlar, derecelerine göre onlardır. Doğru yola uymayı bunlar dinler, derece derece doğruyu yapmaya bunlar erer. "Bizi doğr u yola ilet." (Fâtiha, 1/6) diyecek olan veya diyenler bunlardır. Bunun sözlü ve fiilî cevabını alacak ve doğru yolda yürümede başarılı olacak olanlar yine bunlardır.

Ve işte herkesin fikrinde ve zikrinde "müflihûn müflihûn" diye duyup andıkları ve fakat tayin edemedikleri bahtiyarlar, ciddi ve ebedî olarak kurtuluşu bulanlar, bulacak olanlar, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş olarak Allah'ın ebedî nimetlerine erecekleri kat'î olanlar, ancak bunlar, bu hidayet üzere bulunanlardır. Allah Peygambe r tanımıyanlar değil, yalnız önceki peygamberlere iman etmiş olanlar da değildir. İman edip beden ile ve mal ile ibadet ve güzel işler yapmayanların halleri de tehlikeden uzak değildir. Bunların kurtuluşları mümkün olsa bile tam ve kâmil değildir. Madem ki, imanları vardır, ilahî rahmet ile kurtuluşları kâbil ise de olağanüstü kabilindendir, Allah'ın sünneti değildir. Bununla beraber onlar hakkında imansızlar

gibi sonsuz ümitsizlik de caiz olmaz. Zira Allah katında imanın zerresi de kaybolmaz.

"Müflih", "iflah"dan "felah bulan, kurtulan" demektir. "Felah" aslında "felâhat" gibi "yarmak" mânâsıyle ilgilidir ki, önündeki engeli yarıp, kendini kurtarmak ve istediğine ermek yani zafer bulmaktır. Müminler de dünya ve tabiat ve şehvet engellerini yarıp, gaybd a gizlenen dileklerine eren ve ahirette sonsuz kurtuluşa erenler olacaktır. Arap dilinde böyle haber "elif lâm" ile "belirli" olursa "tahsis" ifade eder. Burada "hüm = onlar" zamir-i fasıl (ayırma zamiri) denilen bir kelimedir ki, haber ile mübtedâ arasını sıfattan ayırır. Mühim bir hüküm bağlayıcısıdır. Bundan da bir kasır (tahsis) anlaşılır. Açıkladığımız mânâ bu tahsislerle tarifin mânâsıdır. Benzerlerinde uygulansın. Bu gibi tariflerde iki çeşit anlam düşünülür. Birisi: Öteden beri "müflihûn" vasfıyla ş ö hret bulmuş birtakım belirsiz kişiler vardır, bunları duyarsınız, fakat tayin edemezsiniz. Eğer duydunuzsa, işte bunlar ancak o müttakilerdir. İkincisi: Eğer duymadınızsa, bu kavramı iyi tasavvur ediniz ve gerçeğini araştırınız ve araştırdığınız zaman bil i niz ki bunlar ancak onlardır, demek olur. 'nin tekrarı, hidayet ile felahın ayrı ayrı birer haslet olduklarına işarettir. Aradaki atf (bağlaman)ın "vav" ile yapılması da hidayet ile felahın anlayış ve maksat bakımından ayrılıklarına işarettir diyorlar. B u nunla beraber birinci o imanları yapan müttakilere, ikinci de sınırlamasından sonra onlara dönmüş olması ve bundan dolayı mânâ bakımından tekrar bulunmaması daha uygundur. Görülüyor ki, hidayetin müttakilere tahsisi yoktur ve fakat felahın hidayettekil e re tahsisi vardır ve bu nokta mühimdir. Düşün. Sonra felâhın hidayete, hidayetin takva (Allah'dan çok korkma)ya ait olması da illiyet (nedensellik) yoluyla değil, âdet yoluyla sürdüğüne ve gerçekten hükmünü yürüten Allah Teâlâ'nın lütuf ve rahmeti olduğun a işaret için arada harfi gibi sebeb ifade eden bir harf geçmemiştir.

Kur'ân işte derece derece bu müttakilere hidayettir. Acaba burada niçin "hüden li'n-nâs = insanlar için" denilmedi de "hüden li'l-müttakin = müttakiler için" denildi? diyeceksin. Çü nkü:

Meâl-i Şerifi

6- Şu muhakkak ki inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Onlar inanmazlar.

7- Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir de perde vardır. Ve büyük azab onlaradır.

6-TAHLİL VE MÜNASEBETLER: Arab dilinde, dilimizde karşılığı bulunamayan bazı harfler vardır ki de bunlardandır. Bu harf, fiile benzeyen altı harften biri olup, yerine göre "elbette", "her halde", şüphesiz", "lâ cerem =besbelli, muhakkak" gibi bir tahkîk (gerçeklik) ve te'kîd (pekiştirme) mânâsı ifade eder. Râzî'nin naklettiğine göre Arab'ın ilk filozofu sayılan Kindî, dil imamlarından İmam Müberred'e gitmiş ve: "Ben Arap kelamında bir gereksiz söz buluyorum. Mesela "Abdullah ayaktadır" diyor, sonra "Muhakkak Abdullah ayaktadır" diyor. Daha sonra "Muhakkak Abdullah, gerçekten ayaktadır" diyor. "Bunların hepsi mânâ bakımından bir, arada fazla kelimeler var." demiş. Müberred: "Hayır" demiş, "Lüzumsuz söz yok, kelimeler değiştikçe mânâ da değişir. Bi r incisi doğrudan doğruya ayakta durmayı haber veriyor. İkinci, bir sorunun cevabı oluyor. Üçüncü de bir inkârcının inkârına cevap oluyor." diye açıklama yaparak, dildeki incelikler konusunda filozofun bilgisizliğini gösterivermiştir. Bu bir harf bize bir n a zım altındaki mânâların inceliklerini anlatmayı ve bundan gafil olanların düşünceye ait yargılamalarda uygunsuz durumlara düşeceklerini ne güzel anlatır. Belağat imamı Abdülkâhir Cürcânî der ki: "Gerçekten te'kit (pekiştirme) içindir. Bir haber muhatabın kanaatının zıddına değilse " "ye ihtiyaç yoktur. Fakat dinleyenin kanaatının tersine bir haber verildiği zaman ona ihtiyaç vardır. Ve haber ne kadar uzak görülürse, nin güzelliği o kadar artar..." İşte bu âyette de böyledir. Burada öncelikle "hüden lîl müttekîn" sınırlamasına karşı akla gelen bir soruya isti'nâfen (başlangıçta) bir cevap vardır. İkinci olarak bu âyette açıklanacak olan haberin mânâsı uzak görülebileceğinden, onu te'kit ve pekiştirme vardır. Buna göre bu âyetin "hüden lîl-müttekîn" kısmı ile çok kuvvetli bir tezat ilgisi ve karşılaşması vardır. Ve bu şekilde bu iki âyet öncelerin

karşılığı olan bir sınıflandırma ifade eder.

"Küfür", "kâf"ın ötrüsü ile lügatta "küfrân" gibi nimeti örtmek, yani nankörlüktür. Bunun aslı da "kâf"ın üstünü ile "kefir"dir ki, mutlaka örtmek demektir. Üstün ile olan bu mânâdandır ki, tohum eken ziraatçiye, aynı şekilde geceye "kâfir"; meyve tomurcuğuna "kâfur", kalça etlerine "kâfire" denilmiştir. Şu halde üstün ile "kefr", mutlak örtmek genel; ötrü ile "küf r", nimeti örtmek özeldir. Dinde küfür ise, imanın zıddıdır, imansızlık demektir. Yani bir kimsenin iman şanından olduğu halde iman etmemesidir ki, yalanlama ve inkârı, tasdiki terketmeyi, zorlama ve engel bulunmadığı zaman ikrarın terkini de içine alır. İ m andaki tasdik gibi, küfürde tekzib (yalanlama) de, kalbî, kavlî (sözlü) veya fiilî olur. Kalp ile yalanlama nasıl küfür ise, zorlama olmaksızın sözlü yalanlama da öyledir. Hatta böyle bir sözlü yalanlama daha çirkin bir düşmanlığı açığa vurmak olur. Aynı şekilde fiilî yalanlama da böyledir. İman edilmesi arzu edilen mukaddes şeylere fiilen hakaret ve alay etmek, küçümsemek ve hafife almak, bunları bozmaya çalışmak en çirkin küfür olduğunda şüphe yoktur. Yalnız kalpte gizlenen küfre küfür denip de, sözlü ve y a fiilî olarak açıklanan ve ilan edilen küfre küfür denmemek nasıl mümkün olur? Meğer ki o, sözlü veya fiilî "Kalbi imana yatışmış olduğu halde (inkâra) zorlanan değil." (Nahl, 16/37) şer'î istisnayı bildiren bu âyet gereğince zarurî bir zorlamaya da y anmış olsun. Fiilî tekzib, iman ile bir araya gelmesi mümkün olmayan fiili yapmaktır. Ancak fiilî yalanlama ile, fiilin yokluğu arasında büyük fark vardır. Mesela namaz kılmamak başka, haça tapmak yine başkadır. Namaz kılmamak küfür değilse bile, haça tap m ak küfür olur. Bu bakış açısından amelin terkinin, fiilî yalanlama olup olmadığı şüpheli olduğundan küfrü gerektiren bir durum olup olmayacağında ihtilaf edilmiştir. Halbuki hakaret ve hafife almayı ifade eden, aynı şekilde Mushaf'ı çirkefe atmak, güneşe s ecde etmek, zünnar bağlamak, küfür neşretmek, günahı ve haramı helal, helalı da haram saymak... gibi bizzat küfür eseri şeyler; küfür delili olduğu belli bulunan yalancıların fiilleri -bir zorlama zarureti yoksa- küfür olduğunda hiç ihtilaf edilmemiştir. B iz, yukarda açıklama yapıldığı üzere, ameli terketmenin ve her günahın küfrü gerektirdiğini söylemiyoruz. Fakat bu mesele de pek kötüye kullanılmıştır. Burada dikkat edilecek bir nokta vardır ki o düşünülürse, Hâricîler ve Mu'tezile bir yana bırakılmak şa r tıyle, gerçekten yine fikir ayrılığı bulunmadığı ortaya çıkar. Ameli terketmek iki türlüdür: Birisi cüz'î (kısmen) terk, diğeri küllî (tamamen) terk. Yani biri terk, biri de terketmeyi alışkanlık edinmektir. Mesela bazan namaz kılmayan ile, namazı terketm e yi alışkanlık haline getiren arasında büyük fark vardır.

Namaza imanı olan, onu vazife tanıyan kimsenin -insanlık hali- ara sıra bazı üşengeçliğinin bulunabilmesi akla uygundur. Şu halde cüz'î terk küfür olmayabilir. Fakat amelleri terki alışkanlık edinen, namaz kılmayı hiç hatırına getirmiyen ömründe hiç kılmayan ve hatta kılmamaya azmetmiş bulunanların kıble ehli (müslüman) olduklarına, Allah'a, Peygamber'e ve peygamberlere, Kur'ân'a ve ahirete, farz olan vazifelere imanı bulunduğuna nasıl hükmedilebilir? Özetle iman, tevhid tertibiyle bütün inanılacak şeylere bölünmez bir bağlılıkla uymak; küfür de onlardan birinin bile olsun, bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek şeylerin hiç birine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak da k üfürdür. İman, bir bütünlüğü gerektirir. Küfür ise onun tersi olduğundan, bir kısmı inkâr ile vâki olur. Tamamının inkârına bağlı olmaz. İman ile küfür sade zıt değil, birbirinin tersidirler. Ne toplanırlar, ne yükselirler; arada vasıta, iki menzil arasın d a bir menzil (menzile beyne'l-menzileteyn) yoktur. Bir insan ya kâfirdir, ya mümin. Fâsık (günahkâr) da işlediği suça göre bunlardan biridir. İman ile küfür iki görüş açısından düşünülür. Birisi insanın yalnız Allah Teâlâ'ya karşı vaziyeti. Diğeri de mümi n lere karşı vaziyetidir. Birincisinde mümin, yalnız Allah Teâlâ'nın ilmini düşünerek imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder. Bu noktada hem içinden ve hem dışından sorumludur. İkincisinde insanların ilmi ve onlara kendini ve ne şekilde tanıttığını ve ne gibi muamele yaptığını ve onların ilmine karşı kendisinin ne gibi bir muameleye tabi tutulması gerektiğini düşünerek, imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder. Çünkü İslâm imanının, bir Allah'ın hakları, bir de kulların hakları yönü; bi r ferdî, bir de sosyal durumu vardır. "Allah'a, Peygamber'e kalbimde imanım var." deyip de insanlara karşı hep küfür muamelesi yapmak İslâm imanının şiarı değildir. Din ve imana muhtaç olan Allah değil, insanlardır. Küfretmek, dilimizde kaba bir şekilde sö v mek mânâsında da âdet olmuştur ki, bu Arapça'da yoktur. Fakat daha çok İstanbul dilinde, halk arasında yaygın olan bu mânâ, esasında dinî mânâdan alınmıştır. Önceleri dine sövmek, imana sövmek, ağıza bilmem ne yapmak gibi küfrü gerektiren söğmelere kullanılırken, biraz genişletilmiştir. Bunun için "küfretmek" tabiriyle, "kâfir olmak" tabiri arasında bir fark sezilir.

"İnzar" korkulu bir şeyden sakındırmak için bildirmek, yani "ilerde şu fenalık var, sakın!" diye doğru yolu göstermek.

"Hatm", "tab" gibi basmak mânâsınadır. Ve "ketm" ile de ilgilidir. " " ile geçişli kılındığı zaman üzerini mühürlemek, yani bir şeyi veya içindekini sağlamlaştırmak için üzerine mühür veya damga basmak, bir çıkını, bir odayı, bir

zarfı mühürlemek gibi. Bir de bir şeyi sona erdirmek anlamına gelir. Fakat bunda gibi bizzat geçişli olur. Şu halde burada birinci mânâdan bir istiâredir.

"Kalp", yürek ve gönül mânâlarına gelir, yani "kalp" iki mânâya kullanılır. Birisi göğsün sol tarafında, sol memenin altına doğru konulmuş bir çeşit çam kozalağı şekline benzer bir durumda (sanavberiyyüşşekil) ve bedendeki etlerin hiç birine benzemiyen, hem sinir ve hem kas dokularının esaslarını toplayan belli bir et parçasıdır ki, atar ve toplar bütün damarların köküdür. İçinde karı n cıkları ve kulakcıkları vardır. İnsanın aza ve organları içinde kendi kendine hareket eden odur. Ruha ait iticilik ondan başlar. Bu, motoru kendinde, kendi kendine açılıp kapanan bir tulumbadır. Kan dolaşımı buna borçludur. Ve bununla beraber bu hareketin solunum ve akciğer hareketi ile de bir ilgisi ve paralelliği vardır. Bu kalp, beden ilimlerinden olan Tıp ilminin ve doktorların meşgul olduğu bedeni ve yeri belli olan kalptir. Buna biz dilimizde yürek tabir ederiz. Nitekim mideye de kursak deriz, "kursa k aşını, yastık başını ister". İkincisi, ruhanî, ilahî bir lütuf olan ve bütün şuur, vicdan, duygu ve sezgilerimizin, düşünme kuvvetimizin kaynağı yani manevî âlemimizin merkezi bulunan, yeri belli olmayan kalptir ki, "insan ruhu" da denilir. İnsanın asıl g erçeği bu kalptir. İnsanın anlayışlı, bilgin ve arif olan bölünmez kısmı; konuşulan, azarlanan, talepte bulunulan ve sorumlu olan özü budur. Bütün benliğimiz öncelikle bundadır. Bunun için anlayan "ben", anlaşılan "ben"in içindedir. Ben ruhuma, cismime, a k lıma, irademe bundan geçerim. Bu sanki ruhumuzun bir gözüdür. Sezgi bunun bakışı, akıl bunun ruhu, irade bunun kuvvetidir. Bunu, ruhumuzun kendisi şeklinde anlayanlar da çoktur. Dilimizde buna yine "kalp" deriz. Yukarda "gönül" denildiğini de söylemiştik. Çünkü "gönlümden geçti", "kalbimden geçti", "zihnimden geçti", "aklımdan geçti" dediğimiz zaman hepsinde aynı mânâyı kastederiz. Bununla beraber kalp ile gönlü ayırdığımız noktalar da vardır. Mesela "kalbin çürük" deriz de, aynı mânâda "gönlün çürük" deme y iz. Bazan yürek kelimesini de bu mânâda kullandığımız olur ki, "yürekli adam", şecaatli ve kuvvetli kalbe sahip adam demektir. Şüphesiz mekansız olan bu ruhanî kalbin bütün beden ve cisim olan kalp ile bir ilişkisi vardır. Fakat âlimler ve filozoflar bu i l ginin şeklini, nasıllığını önceden ve bizzat bedenin hangi noktasıyla ilgilendiğini tayin etmede hayrete düşmüşlerdir. Bu ilgi önce cisim olan kalbe midir? Akıla mıdır? Bütün sinirlere midir? Bütün sinir ve kaslara mıdır? Yoksa kalp ve şuur, damarlar, sin i rler, kaslar ve uzuvlariyle bedenin tek suretine midir? Sonra bu ilgi, fizikî özelliklerin cisimlere, vasıfların vasıf sahiplerine ilgisi gibi midir? Bir aleti kullananın, alete ilgisi gibi midir? Bir yerde oturanın, o

yere ilgisi gibi midir? Her ikisini i çine alarak bir kaptanın gemiyle ilgisi, bir devlet başkanının memleketiyle ilgisi gibi midir? Özetle madde ile kuvvetin ilgisi nedir? Ve sonra maddî kuvvetle, manevi kuvvetin ilgisi nedir? Bunlar, felsefecileri, psikoloji ilmiyle uğraşanları yoran, hayre t ler içinde boğan noktalardır. Ancak önceden olsun, sonradan olsun, önceden ve bizzat olsun, ikinci ve vasıtalı olsun, yapıcılık yönünden olsun, kabiliyet cihetinden olsun, her halde bunun cisim olan kalp ile de bir ilgisi olduğu açıktır. Hissî etkenlerde h areketin önemi büyük olduğuna ve bütün tabiî etkenlerin harekete dönmesi çağımız fenninin en büyük eğilimi bulunduğuna göre, bedenimizde, dışa ait hareketlerin izlenimlerinden etkilenen ve onları alan aletlerimiz, açık duygularımız, sinirlerimiz, beynimiz olmakla beraber bunların cereyanının, bedendeki kendi hareketimizin kıymetine borçlu olduğu ve bu şahsî hareketin bizzat hareket eden bedene ait kalbde bulunup, ondan başladığı ve bunun hastalığı durumunda hissî üzüntülerin, gizli kederlerin ilgisinin de a çıkça görüldüğü yönden harekete başlayarak şuurun kaynağını birleştirmiş olmak için, ruhanî kalbin ilk ilgisini de cisim olan kalbe bağlamak hem tabiî, hem de -hemen her dilde denecek derecede- ikisinin de bir isim ile anılagelmiş bulunmasından anlaşılan, genel bir fikir birliğine uygun olduğunda şüphe yoktur. Bu durumu kabul etmemekte ısrar edenler olursa, onların, her iki ismin biri diğerinden teşbih (benzetme) ve istiâre yoluyla alınmış olmasını, yani bedende cisim olan kalbin yeri ne ise, ruhta da ruha n î kalbin yeri o gibi olduğunu düşünebilirler. Akıl ile kalbin ilgisini de akıl kelimesine bırakalım. Kur'ân'da, Kur'ân ilimlerinde, din ilminde, ahlâk ilminde, edebiyatta kalp denilince bu ikinci mânâ kastedilir. "Temiz kalpli adam", "kör kalpli adam", "k a lbi bozuk", "kalpsiz" gibi ifadelerde kalpten ne anlıyorsak, burada kalpten de onu anlıyacağız ki, gaybe imanda, Allah'ı bilmede bu kalbi sezmenin, tanımanın büyük önemi vardır. Her şeyi bu kalp ile duyup da bundan, bunun varlığının şeklinden habersiz ola n lar, bunu düşünemiyenler, din hususunda puta tapıcılıktan, göz önündeki cisimlere tapmaktan ileri geçemezler. Mühürlü kalpler işte onlardır. "Ğışâve" perde demektir.

7-TEFSİR VE TE'VİL: Şüphesiz ki küfürleri tam ortaya çıkmış olanlar kendilerini ha (Allah'ın azabından) korkutmuşsun, ha korkutmamışsın onlar için aynıdır. iman etmezler. Fakat bu inzâr (korkutma) ve adem-i inzâr (korkutmama) senin için aynı değildir, "senin için eşit" değil, "onlar için eşit" dir. Zira sen görevini yapmış ve A llah'ın delilini göstermiş ve açıklamış olursun, sevap senin, günah onların olur. O eşitliğin, iman etmediklerinin sebebine gelince: Çünkü

yüce şân sahibi Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gerçeği kendiliklerinden sezip, düşünüp bulmaya, olmadığı halde dinleyip işitmeye, güzel kabul göstermeye kabiliyet (yetenek)leri kalmamıştır. Aslî kalp vardır fakat ilk yaratılıştaki sağlamlıklarını yitirmişler, kötü alışkanlıklarıyla onu örten ikinci bir alışkanlık kazanmışlardır. Bu kazancı da A l lah Teâlâ yerine getirmiştir. Artık onlar kendiliklerinden; kendi istek ve arzularından, şahsî ve nefsî gayelerinden başka hiçbir şeye dönüp bakmazlar. Gerçeği anlamak için yaratılmış olan o kalplerin bütün faaliyet ve yetenekleri nefse ait arzularla boğu l muş, isterse gelecekteki menfaatleri adına olsun, kendilerinden şimdiki isteklerinden başka gayba ait gerçeklere karşı inat ile kaplanmışlar, onlar "Öğüt alacak olanın, öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı?" (Fâtır, 35/37) âyeti gereğince All a h Teâlâ'nın verdiği düşünme devresini tamamlamışlar ve artık küfür, onların tam ortaya çıkmış kazançları, huyları ve ikinci yaratılışları olmuştur. Onlar ne hakikatı, kalp gibi nefse ait delilleri, ne de Kur'ân gibi daima açık manevî ve aklî bir mucizeyi d üşünürler ve hatta ne dinlerler, ne dinlemek isterler, bilmek işlerine gelmez, bilseler de kabul etmezler. Bunlardan başka gözlerinin üzerinde de bir perde vardır... Görülen âlemde, âlemin şekli, madenlerin oluşumu, bitkilerin ve hayvanların durumu, an a tomi gibi gözle görülebilen doğru delilleri, bakmak isteseler bile göremezler, çünkü o gözler perdelidir. Onları gaflet, şehvetler, kötülükler, bencillik perdesi bürümüştür. Mesela her gün gökyüzüne bakar, o gönülün hoşlandığı manzarayı görür de, şu yerde k i, şu bedendeki, şu küçücük gözün, küçücük göz bebeğine uyan bir anlık ışık ile dışardan o kadar uzak ve geniş uzaklık ve mesafe içindeki büyük dış manzaranın nasıl ve ne ile anlaşıldığını görmez ve düşünmez. Acıktığı zaman ekmeğe koşar da, dışındaki ekmeği nasıl idrak ettiğini ve ona nasıl ve ne sayede isabet ve uyum sağlayabildiğini düşünmez ve görmez... Böylece onlar, gerçeği anlamak için şart olan kalp ve akıl, sağlam duyular, haberi duyma denilen üç ilim sebebinin üçünden de mahrum bir haldedirler.

Görülüyor ki âyette "kulûb (kalbler) ile "ebsâr" (gözler) çoğul ve aradaki "sem" (kulak) ise müfred (tekil) olarak getirilmiştir. Bunun hakkında çeşitli görüşler söylenmiştir. Fakat bizim anladığımıza göre bunun sebebi, imanda kalbe ait âyetler ve cihan a ait âyetler, düşünce ve görmeye ait yolların çeşitli ve çok olmasıyle beraber, dinde duyma yolunun, naklî delilin bir, yani "nübüvvet merkezi" olduğuna işarettir. Şurasının hatırlatılması gerekir ki, Arapça'da "üzün" (kulak) ile "sem' ve sâmia' ", "ayn" ile "basar" ve "basîre" pek güzel grup laştırılmış

ve ayırt edilmişlerdir. Fakat Türkçemizde hem "üzün"e, hem "sâmia"ya sadece kulak dediğimiz gibi, "ayn" ile "basar"ı ayırmıyarak, ikisine de "göz" deriz. Halbuki cisim olan kulak işitende ve sağırda, cisim olan göz bakar körde de vardır. Burada ruh ve cisim tahliline ihtiyaç vardır. Ve bu eksikliği dilimizde Arapça ile tamamlamaya mecbur olmuşuzdur.

Kalp nasıl mühürlenir? Malum ya üzeri mühürlenmek; zarf, kap, örtü ve kapı gibi şeylerde olur. İnsanların kalpleri de, ilimlerin ve bilgilerin zarfları ve kapları gibidir. Ne kadar anlayışlarımız varsa orada saklıdır. Kulak da bir kapı gibidir, duyulan şeyler oradan girer. Bilhassa geçmişteki, gelecekteki ve şimdiki gaybla ilgili haberler, kitaplardaki kavr a mlar duyma yoluyla bilinir. Şu halde kalbin mühürlenmesi, zarfın mühürlenmesine; kulağın mühürlenmesi, kapının mühürlenmesine benzer. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hadislerinde şu meâlde buyurmuştur ki: "Günah ilk defa yapıldığı zaman kalpte bir siyah nokt a yani kara bir leke olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar ederse kalp yine parlar. Etmez de günah tekrarlanırsa, o leke de artar, sonra arta arta bir dereceye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar ki Mutaffifîn sûresinde "Hayır, on l arın işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas tutmuştur." (Mutaffifîn, 83/14) âyetindeki "rayn" da budur." Bu hadis gösteriyor ki, günahlar devam ettikçe kalpleri bir kılıf gibi kaplar. İşte o zaman bu âyetinde buyurulduğu gibi Allah tar a fından mühür ve baskı yapılır. O salgın leke o kalbe basılıp tabedilir. Başlangıçta âharlı parlak bir yazı kağıdı üzerine dökülmüş, silinmesi mümkün olan bir mürekkep gibiyken, bundan sonra matbû ve silinmez bir hale gelir. Diğer bir deyişle, alışkanlıkla bir ikinci huy olur. Ne silinir, ne çıkar ve o zaman ne iman yolu kalır, ne de küfürden kurtulmaya çare. Bu mühürleme ve baskının kazanılması kuldan, yaratılması Allah'tandır. Şu halde burada hatm (mühürleme)in Allah'a isnadı, aklî mecaz değil, Ehl-i sünn e t'in anladığı gibi hakikattir ve cebir (zorlama) yoktur. Bu hadis ve âyet ahlâkta alışkanlık meselesini ne güzel açıklar. Ahlâkın ve dinin kıymeti, devam ve alışkanlıkta olduğunu ne güzel anlatır. Bu nokta terbiye meselesinin sırrıdır. Dinî bakımdan bir g ü nahta ısrar etmekle etmemenin farkı da bundandır. Günahı helal saymanın, haramı helal saymanın küfür olması da bununla ilgilidir. İman meselesinde kâfirler için bu alışkanlığın sonucu, bu ikinci huy, bu sağlam meleke ne ise, amel konusunda müminler için d e böyledir.

İyiliklere âdet edinmekle alışılır. Kötülükler de alışkanlık ile içinden

çıkılmaz bir ikinci huy olur. Hayatın akışı bu alışkanlığın kazanılması demektir. İlk yaratılışta beşer iradesinin ilgisi yoktur. Fakat alışkanlıkta ilk hissesi önemlidir. Bununla beraber bunun üzerine sonuç olarak yaratma yine Allah'ındır. Şu halde bu meselelerde ilk yaratılış gibi zorlama yoktur. Aynı zamanda insanın yaratıcılığı da yoktur, yalnız kazancı vardır. İnsan bir taraftan yaratılmışı alır, diğer taraftan ya r atılacağı kazanır, onun kalbi, Allah'ın yaratığı ve halkının (yaratmasının) güzergahıdır. İnsan asıl değil, vekildir. Allah Teâlâ onlara başlangıçta kalp vermeseydi veyahut kendiliğinden mühürlü olarak verseydi, o zaman zorlama olurdu. Halbuki âyet öyle d e miyor. Şu halde bazı Avrupalıların yaptığı gibi bu âyetlerle cebir (zorlama) isnadına kalkışmak, âyeti anlamamaktır. Yalnız Allah Teâlâ bu gibi kâfirlerin iman etmiyeceklerini bildiği halde yine iman ile sorumlu tutmuştur. Halbuki Allah'ın ilminin tersine bir şey olmayacağından dolayı, "bu iman, üstesinden gelinemiyecek bir iman değil midir?" sorusu sorulmuştur. Fakat bunu da şöyle anlamak gerekir: Bu teklif ilk yaratılışa göre güç yetmiyecek değildir ve onun için yapılmıştır. Gerçi ikinci huya göre güç ye t mezdir. Fakat onun için yapılmamış, sadece bilinmiştir.

Kur'ân'ın hikmeti ve İslâmî esaslara göre ilimde zorlama fiili yoktur. Bundan, "aklî zaruret yoktur" diye de bahsederler. Cebir (zorlama) ve icâb (gerekli kılma), iradenin ve yaratmanın eseridir. Allah'ın, önden veya sondan bir şeyi bilmesi, onu yapması ve yaptırması demek değildir. Ne bilen yapmaya mecburdur, ne de bilinen yapılmaya mecburdur. İsteğin fiile çıkması bile kudret (güç)e, güçle beraber bir de yaratmaya bağlıdır. Bunun içindir ki biz, kendimizde iradeye bağlanmayan ilimler ve hatta güç bulunduğu halde bile fiile çıkmamış nice iradeler buluruz. Bütün bunlar bize gösterir ki bilmek, istemek, güç, yaratma bir grup sıfatlardır. Bundan dolayı Allah Teâlâ'nın bilmiş olması da zorla yaptırmış olması demek değildir. Ve Allah Teâlâ mühürü, ikinci huyu kulun istemesinden ve bahsettiği gücünden sonra yaratmıştır ve anılan teklif nihayet geçici ve değişken bir şekilde güç yetmez olmuştur. Bu ise hem mümkün ve hem olagelendir. Ve öyle olması yakışı r. Özetle kader, zorlama değildir. Bunlar, Allah bildiği için kâfir olmamış, kâfir olduklarından ve olacaklarından dolayı Allah öyle bilmiş, öyle takdir etmiştir. Yanılmayanın takdirinin mânâsı düşünülürse, bu pek kolay anlaşılır.

Bunlar için kurtuluş da yok, büyük bir azab vardır. Çünkü bunlarda, yukarda anlatılan iman ve ahirete şeksiz inanma yoktur. Allah, Allah'ın kitabı, peygamber, ahiret denildikçe o mühürlü kalpler kıvranır, çarpınır, o mühürlü kulaklar uğuldar, o perdeli gözler depreni r etrafa yalpa vurur.

Öldükten sonra da cehennem azabını boylarlar. Bunun genişçe açıklamasını da ilerde görürsünüz.

NÜZUL (İNİŞ) SEBEBİ: İbn Abbas hazretlerinden birkaç yol ile elde edilen rivayetin özeti meâlen şudur: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bütün insanların iman etmesini ve Allah'ın doğru yoluna uymalarını çok arzu ederdi. Medine'ye şeref vermelerinden sonra da etrafındaki yahudi ve yahudi reisleri bile bile çıfıtlık ediyorlar, inkâr ve olumsuzlukta ileri gidiyorlardı. Bunun üzerine Cenabı Alla h, bir taraftan ilk anışta, ilm-i ezelî (ezelî bilgi)de herkesin iman ve saadetinin karara bağlanmış olmadığını, bazı kalplerin takdir edilmiş olan iman kâbiliyeti devresinden istifade edemiyerek kapanacağı da Allah katında takdir ile bilinmiş bulunduğunu v e ilâhî ilmin şaşmayacağını haber vermiş, bildirmiş ve teselli eylemiş; bir taraftan da onları azarlamış ve tekdir etmiştir. Ve bu şekilde Bakara sûresinin başından yüz âyetin, yahudi haberleri ile, Evs ve Hazrec kabilesinin münafıklarından birtakım kimse l er hakkında indiği ve İbnü Abbas (r.a.) hazretlerinin bunları isimleriyle, şahıslariyle, nesebleriyle naklettiği rivayet olunmuştur. Rabî' b. Enes'den vâki olan rivayette de bu iki âyetin nüzulü "toplulukların önderleri" ve özellikle Bedir harbinde öldü r ülenler ile ilgili olduğu söylenmiştir. Gerçi nüzul sebebinin özelliği, hükmün genelliğine engel değilse de, bu âyetteki "küfredenler"den genel kapsamı ile mutlaka kâfirler kastedilmediği de görünen deliller ve diğer karineler ile bilinmektedir. Bu cümle d en olarak bundan önce âyetlerinde her türlü şirk ve küfürden imânâ geçenler de dahil bulunuyordu. Ve bunların iniş sebepleri de onlar olmuştu. Buna göre başlangıçta kâfirler iki kısımdır. Bir kısmı kalpleri mühürlenmiş olanlardır, bunlar iman etmezler. D iğer kısmı ise henüz öyle değildirler. Sonra müslüman olurlar ve hatta ümmetin seçkinlerinden ve etkıyâ (Allah'tan son derece korkanlar)dan olurlar. Şu halde sözün gelişi ve öncesi karinesi ile doğruya uygunluğundan tahsis edilmiş, fakat yalnız nüzul se b eplerine mahsus zannedilmemelidir. Meâl bakımından mukayyed kuvvetindedir. Bunun için yukarda yalnız küfredenler, "bir defa küfretmiş bulunanlar" diye değil, "küfürleri ortaya çıkıp yerleşmiş olanlar" diye açıklama yapılmıştır. Böyle kâfirler yine olabili r.

Buraya kadar iki zıt olan düşünce halindeki veya gerçekteki iman ile küfre göre insanlar, aralarında vasıta bulunmayan iki karşıt kısma ayrılmıştır. Bundan sonra da ikinci taksimde kâfirlerin en zararlı cinsi olan ve küfür ile iman arasında dolaşır gibi görünen münafıklar vasıflandırılacaktır ki, öncekilere "inatçı kâfirler", bunlara da ilmen veya amelen "şüpheci kâfirler" diyebiliriz.

Bunlar ayrı bir kıssa ile kâfirlerin kıssasına bağlı olarak açıklanıyor. Fakat mü'minler hakkında dört âyet; sözleri ve fiilleri bir olan belli kâfirler hakkında ancak iki âyet indirildiği halde, sözleri fiillerine benzemiyen bu münafıklar hakkında on üç âyet indirilmiş ve bu şekilde kâfirler sınıfının âyetleri on beşe ulaşmıştır. Ve bütün bunlar, ilk önce Allah'ın Res u lünü, ikinci olarak da mü'minleri irşad içindir.

Meâl-i Şerifi

8- İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde, "Allah'a ve ahiret gününe inandık." derler.

9- Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki sırf kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar.

10- Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır. Yalan söylemelerine karşılık onlara elem verici bir azab vardır.

11- Hem onlara: "Yeryüzünde fesat çıkarmayın." denildiğinde: "Biz ancak ısla h edicileriz." derler.

12- İyi bilin ki, onlar ortalığı bozanların ta kendileridir, fakat anlamazlar.

13- Onlara: "İnsanların (müslümanların) inandığı gibi inanın." denilince, "Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?" derler. İyi bilin ki, asıl beyinsiz kendileridir fakat bilmezler.

14- Onlar iman edenlere rastladıkları zaman: "İnandık" derler. Fakat şeytanlarıyle yalnız kaldıkları zaman: "Biz, sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay ediyoruz." derler.

15- (Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde serserice dolaşmalarına mühlet verir.

16- İşte onlar o kimselerdir ki, hidayet karşılığında sapıklığı satın aldılar da, ticaretleri kâr etmedi, doğru yolu da bulamadılar.

17- Onların durumu, bir ateş yakanın durumu gibidir. (Ateş) çevresini aydınlatır aydınlatmaz Allah onların (gözlerinin) nurlarını giderdi ve onları karanlıklar içinde bıraktı, artık görmezler.

18- (Onlar) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka) dönmezler.

19- Yahut (o nların durumu), gökten boşanan, içinde karanlıklar, gök gürlemesi ve şimşek(ler) bulunan bir yağmur(a tutulmuşun hali) gibidir. Yıldırımlardan ölmek korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, inkârcıları tamamen kuşatmıştır.

20- O şimşek nerdeyse gözlerini (n nûrunu) kapıverecek. Önlerini aydınlattımı ışığında yürürler, karanlık üzerlerine çöktümü de dikilip kalırlar. Allah dilemiş olsaydı işitmelerini, görmelerini de alıverirdi. Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.

8-NÜZUL SEBEBİ: Bu âyetlerin Medine ve civarındaki birtakım münafıklar hakkında inmiş olmasında fikir birliği vardır. Rivayet edildiğine göre bunlar Evs ve Hazrec kabilelerine mensup bazı kimselerle, onlarla birlikte olanlardır ki, başkanları Abdullah b. Übeyy b. Selûl'dür. Peygamberimizin ensarı (yardımcıları, dostları) olan Evs ve Hazrec kabileleri o zaman Yesrib denilen Medine'nin en esaslı unsuru idiler ki, ikisine birden "ma'şeri Hazrec" (Hazrec topluluğu) de denilirdi. Bunlardan başka Medine yakınlarında Kurayza, Benî Nadîr, Benî Kaynuka gibi yahudi kabileleri vardı. Medine içinde oturan yahudiler de bulunuyordu. Büyük bir peygamberin gelmek üzere bulunduğu yahudi bilginleri arasında söyleniyor ve Medine halkı arasına yayılıyordu. Yahudiler, Hz. Musa'nın "bana

benzer pe ygamber" dediği peygamberi, o peygamberi Arapça "en-Nebî, er-Resul" ismiyle bekliyorlardı. Ve tahminlere göre bunun zamanı geldiğini seziyorlardı. Fakat bunu kendilerinden bekliyorlardı. O sırada Abdullah b. Übeyy de kendini Evs ve Hazrec içinde Yesrib kr a llığına aday gibi görüyordu. İçerde ve dışarda bu durumlardan, Allah Teâlâ'nın hikmetiyle en önce uyanan Evs ve Hazrec oldu. Hac mevsiminde Mekke'ye gidip "ilk akabe"de on iki, ertesi sene "ikinci akabe"de yetmiş kişi Hz. Peygamber'e biat ettiler, onun "e n sar"ı (yardımcıları) olmaya başladılar, Allah'a ortak koşmaktan kurtulup gaybe iman ettiler. Hatta birçokları Hz. Peygamber'i görmeden iman ettiler. En sonra da Peygamber Efendimiz hicret ettiler. Yesrib "d... devamı... (3. sayfa)



Hafizefendi.Com tümü 25 adet Türkçe Kuran mealini ayetlerin latin alfabesi ile Türkçe okunuş metinlerini ve ayetlerde yer alan kelimelerin Türkçe anlamlarını da vererek mealleri mukayese etmenizi sağlar.

Hafizefendi.Com sitesi ziyaretçilerine ayetlerde yer alan kelimelerin tek tek Türkçe anlamlarını da sunarak, Kur'an da yer almayan bidatlerin nasıl meallerde yer aldığını göstermek ve ziyaretçilerin Kur'an-ı Kerim'i daha iyi anlamalarına vesile olmak amaçları ile hazırlanmıştır.
Telif bilgisi : Bu sitede yayınlanan her türlü bilgi ve döküman kaynak gösterilerek veya göstermeksizin kullanılabilir.
  Anasayfa    Bize ulaşın