89-FECR: 
    
  1."Andolsun 
    fecre". Bu sûrenin başında yemin edilerek bazı şeylere dikkat çekilmiştir. 
    Bunlar âlemdeki değişimleri gösteren ve insanı karanlıktan aydınlığa, kederden 
    sevince götüren ve böylece kendilerinden önce onları var eden yüce yaratıcının 
    Rabliğini duyurup hissettiren zaman olaylarıdır. Bunların belirli ve belirsiz 
    olmalarına, başlarında bulunan "lâm" lardaki ahid veya cins veya istiğrak 
    ihtimalleri itibarıyla kapsam derecelerine ve bunların ne olduğunu belirleme 
    ve yorumlarına dair tefsircilerin birçok söz ve rivayeti vardır.
   Fecr, 
    bilindiği gibi gece karanlığının çatladığı sabahın ilk beyazıdır ki, dilimizde 
    "şafak atması, tan sökmesi" şeklinde ifade edilir. Bunun dikey olarak önceden 
    görünen şekline "yalancı fecir", yatay olarak görünene de "gerçek fecir" denir. 
    Yalancı fecirle dinen namaz ve oruç hükümlerinin bir ilgisi yoktur. Bu hususlarda 
    gerçek fecre itibar edilir. Buna göre fecir, cihanın karanlıktan aydınlığa 
    geçmek üzere gülümsediği en neşeli, mutlu bir anıdır. Bu itibarla başındaki 
    "lâm"ı cins olarak alıp "Aydınlanmaya başladığı zaman sabaha andolsun." (Tekvir, 
    81/17) âyetinde olduğu gibi fecir cinsine yemin, kuşkusuz ki mânâlıdır. Birçoklarının 
    görüşü de budur. Bununla beraber bazı sabahların daha çok özellikleri bulunduğunda 
    da kuşku yoktur. Bu itibar ile de başındaki lâmı ahd mânâsına alarak cuma 
    ve bayram gibi mübarek günlerden birinin fecri olarak düşünülebilir. Bu durumda 
    ilk akla gelen Mücahid'den rivayet edildiği üzere, kurban bayramı gününün 
    fecri olmasıdır ki, bu da Zilhicce'nin onuncu günüdür. Birincisi bunu dahi 
    kapsasa da bunda daha çok bir özellik ve kapsamlık ile neşe ve sevince işaret 
    vardır. Şu da buna bir karine (ipucu) gibidir: 
  2. Ve 
    on geceye yemin olsun. Çünkü her hangi bir kayıt koymadan "on" denilince Zilhicce'nin 
    on günü, yani birinden bayram günü olan onuncu gününe kadar on gün akla geldiğinden 
    "on gece" bu on gece demek olur. Bununla beraber Ramazan'ın son on günü ve 
    Muharrem'in Aşure (onuncu) gününe kadar on'u da sayılı on'lardandır. Bunlar 
    hakkında da rivayet vardır. Gerçi burada ahdi gösteren "lâm" getirilmeyip 
    belirsiz olarak denilmesi, belirli bir "on" kastedilmeyip bunların herbirine 
    ve belki de her ayın koyu mehtabından önce gelen ilk on gecesine ihtimalini 
    hissettirebilirse de "Mutlak bir söz şüpheye düşürücü bir mânâ ifade ettiği 
    zaman, ifade ettiği mânâlardan en mükemmeli ne ise ona yorumlanır." kuralına 
    göre, bunun "lâm"sız kullanılarak ençok bilinen "Zilhicce'nin on günü" şeklinde 
    yorumlanması ilk akla gelen mânâ olduğu gibi, sonundaki tenvinin de sadece 
    belirsizlik için değil bir ululama mânâsı ifade ederek bu gecelerin özel şerefine 
    daha ziyade dikkat çekme mânâsı taşıdığı da açıklanmıştır. Bir de denilebilir 
    ki bu kelimenin belirsiz olarak kullanılması, belli bir senenin Zilhicce'sinin 
    on günü kastedilmeyerek belli olmayan bir on'a işaret olmak içindir. Başka 
    bir "on" olma ihtimali akla gelse dahi her halde maksat, sonunda fecir gibi 
    neşe ve sevinç bulunan bir on gece olmalıdır. Onuncu sabahı Kurban bayramı 
    olan Zilhicce'nin on gecesi olması da buna daha uygun, ayrıca Kadir gecesini 
    kapsamış olması ihtimali ve sonunda Ramazan bayramı gelmesi itibarıyla Ramazan'ın 
    son on gecesi olması da uygundur. Bu 
    şekilde "on gece" dünya ömrü derecesinde olarak sûrenin sonuna bir "beraat-i 
    istihlâl" mânâsında da olmuş olur.
   Bu 
    "on gece"nin Kurban bayramından önceki on gece olduğuna Hakim "sahih" diyerek 
    ve daha başka bir topluluk İbnü Abbas'tan rivayet etmişlerdir. İbnü Zübeyr, 
    Mesruk, Mücahid, ikrime ve daha başkalarından da rivayet olunmuştur. İmam 
    Ahmed, Nesai ve Hakim sahih diyerek ve Bezzar, İbnü Cerir, İbnü Merduye ve 
    "Şuab"ta Beyhakî Hz. Cabir'den de Resulullah (s.a.v.) 
  "On 
    gece, Kurban bayramının on gecesidir." buyurdu, diye merfu olarak rivayet 
    etmişlerdir. Bundan dolayı İbnü Cerir şöyle demiştir: "Doğru olan görüş, bunların 
    Kurban bayramından önceki on gece olmasıdır. Zira yorumculardan gelen delil 
    bunun üzerine icma etmiştir. Denilmiştir ki, Hz. Musa'nın mikatında "Ve ona 
    on gece daha ilave ettik. Böylece Rabb'inin tayin ettiği vakit kırk geceye 
    tamamlandı."(A'râf, 7/142) buyurulan on da Zilhicce'nin on gecesidir."
  Bu 
    on gecenin fazileti hakkında hadisler de vardır. Bunlar arasında Ahmed ve 
    Buhârî'nin İbnü Abbas'tan merfu olarak rivayet ettikleri şu hadisi sayabiliriz: 
    Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Günlerden hiçbiri yoktur ki onlarda yapılan 
    bir iş "on gün"de yapılan işten daha faziletli ve yüce Allah'a daha sevgili 
    olsun. Ashab: 'Ey Allah'ın Resulü! Allah yolunda cihad da mı değil?' dediler. 
    'Allah yolunda cihad da değil, buyurdu. Ancak malıyla ve canıyla Allah yolunda 
    cihad edip de onlardan bir şey ile dönmeyen hariç." Bununla beraber İbnü Münzir 
    ile İbnü Ebi Hatim İbnü Abbas'tan Ramazan'ın son on gecesi olduğunu da rivayet 
    etmişlerdir. Dahhak'tan da böyle rivayet olunmuştur. Hatta bazıları bunun 
    müttefikun aleyh olduğu görüşünü benimsemiş ve Hz. Aişe'den gelen ve sıhhati 
    üzerinde ittifak edilen bir hadisi delil göstererek bu sonuca varmışlardır. 
    Hz. Aişe demiştir ki: On, yani Ramazan'ın son on'u gelince Resulullah kuşağını 
    sıkar, gecesini ihya eder, ailesini de uyarırdı." Fakat bu hadis burada rivayet 
    edilen "on"u açıklamak için değil, özellikle kadir gecesinin faziletini araştırmadan 
    söz edilirken söylenmiş olması, ayrıca peygamberin sözünü değil de fiilini 
    hikaye etmiş olması nedeniyle tefsir açısından Cabir hadisinin tercihi gerekir. 
    Bununla beraber görülüyor ki âyette de rivayetlerde de ihtimal eksik değildir. 
    "On gece"nin Kurban bayramından önceki on gece olması daha kuvvetli olmakla 
    beraber, ikisini de, hatta Muharrem'in on gecesini de ifade etmesi mümkün 
    ve doğru olabilir. Hangisi olursa olsun, yeminden anlaşılan asıl mânâ, dünya 
    değişimlerinin hükmünü anlatmak üzere, neticesinde bir başarı ve neşe ile 
    rahatlama ve dolayısıyla bir bayrama erme durumu ortaya çıkan geçici, sıkıntılı 
    ibadet ve gayret saatlerinin kıymetine ve bunları gaflet ve isyan ile geçirenlerin 
    sonsuz olarak uğrayacakları zarara dikkatleri çekmektir. Nitekim sûrenin içinde 
    anlatılan konular da bu mânâyı açıklayacaktır.
  3. Çifte 
    ve teke yemin olsun. Râzi der ki: "Şef ve vetr, Araplar'ın "tek ve çift" ve 
    genel olarak herkesin "çift ve tek" dediğidir. Yunus şöyle der: Aliye halkı, 
    sayı ifade ederken vetr; öç ve intikam alma mânâsında ise vitr derler. Temim 
    ise her iki mânâda da vitr der." Bunun izahı şudur: Şef' ve vetr kelimeleri 
    mastar ve isim olarak kullanılır. Mastar olduğu zaman eşşef, bir şeyi diğerine 
    katmak demek olup çiftlemek ve şefaat etmek mânâlarına gelir. Vetr de, iyfar 
    gibi teklemek ve öç almak mânâlarına gelir. Öce ve kine "tire" denilir. İsim 
    olduğu zaman da şef', çift; vitir, tek demek olur. Nitekim iki rekat namaza 
    şef' denildiği gibi, tek namaza da vitir denilir. Demek ki şef ve vetir; şefaat 
    ve intikam, çiftleme ve tekleme, çift ve tek mânâlarına gelebilen bir cem 
    ve fark ifade eder.
   Burada 
    da el-vetr; Hamze, Kisâi, Halefi aşir kırâetlerinde "vav"ın kesresiyle, Aşere'nin 
    geri kalanlarında feth ile okunmuştur. Yunus'un yukarıda geçen görüşüne göre 
    vitir, iki mânâya da gelebilirse de vetr ancak sayıda kullanılır, yani tek 
    veya tekleme mânâsınadır. Buna Kureyş lügati demişlerdir. Alûsî, der ki: Kesre 
    ile "vitr" de okunmuştur. Bu, Temim lügatidir. Çoğunluğun kırâeti feth üzeredir 
    ve bu Kureyş lügatidir. Sahib-i matla'ın açıklamasına göre ise, şef kelimesinin 
    karşılığı olan vetr de, habr ve hibr gibi fetha ve kesre ile okunur. Ama tire, 
    yani kin ve öfke mânâsına gelen "vitr"de nakledilen yalnız kesredir. Bununla 
    beraber Asmaî, bunda da iki lügat nakletmiştir. 
  İşte 
    çoğunluğun kırâetinin feth ile olduğu, bunun da ancak sayı mânâsına Kureyş 
    lügati bulunduğu için tefsirciler burada kesir kırâetlerini de bu mânâya yorumlayarak 
    intikam mânâsını hiç itibara almamışlar; sayı ile ilgili olan çift-tek mânâları 
    üzerinde yürümüşlerdir ki, şef ve vetr kelimelerinin karşılıklı olarak kullanılmasından 
    açık olan mânâ da budur. Gerçi kesir kırâetinin iki mânâya da ihtimali olması 
    ve "Rabbinin nasıl yaptığını görmedin mi?" ile anlatılan azgın fesatçılar 
    üzerine, "Bu nedenle Rabbin onların üzerine azab kamçısı yağdırdı." âyeti, 
    ilâhî öfke ve intikamı açıklayıcı olması nedeniyle vetrin bu mânâya yorumlanmasına 
    bir karine (ipucu) olabilirse de fetih kırâeti buna uygun görülmediği gibi, 
    şef ve vetr kelimelerinin karşılıklı kullanılması da şefaat ve intikam mânâsında 
    meşhur olmadığından bu mânâ gizli bir imadan ibaret kalmış olur. 
  O halde 
    çift ve tek tabirinden ne anlamak gerekir? 
  Başlarındaki 
    "lâm"lar, cins ifade eden lâm mânâsına alınması halinde, kuşkusuz bu tabir 
    bütün eşyayı kapsar. Çünkü eşya kesinlikle ya çift, ya da tektir. Bu durumda 
    eşyanın hepsine, her şeye yemin edilmiş olur. Bundaki fayda ise, zaman değişimlerinin 
    her şeye yayıldığına dikkatlerini çekerek her şeyin sona ereceğini bir hatırlatmadan 
    ibaret olur. Bu takdirde, "Onun zatından başka her şey yok olacaktır."(Kasas, 
    28/88) hükmünce, şef ve vetrden maksadın, Allah'ın zatı dışındaki şeyler olması 
    gerekir.
   Bu 
    iki kelimenin başındaki "lâm" ların "ahid" mânâsına alınması halinde ise, 
    çift veya tek olmakla bilinen birçok şeye ihtimali olur. Bundan dolayı tefsirciler 
    burada otuzdan fazla yorum tarzı zikretmişlerdir. 
  Bunlardan 
    rivayet bakımından en kuvvetli olanlardan birkaçını aşağıya alıyoruz: 
  1_ Buhârî'de 
    de Mücahid'den rivayet olduğu üzere şef yaratılan herşey; vetr, yüce Allah'tır. 
    Bu surette "Hem her şeyden iki çift yarattık ki öğüt alasınız. O halde hemen 
    Allah'a sığının. Kuşkusuz ben onun tarafından size apaçık bir uyarıcıyım."(Zâriyât, 
    51/49-50) âyetlerinin mânâsı olur. "Bütün çiftleri yaratan Allah bütün noksanlıklardan 
    uzaktır."(Yâsîn, 36/36) Esma-i Hüsna hadisinde de "Allah tektir; teki sever." 
    veya zıddı vardır ki bunlar bir şef teşkil ederler: Küfür-iman, saadet-bedbahtlık, 
    hidayet-sapıklık, gecegündüz, Gök-yer, deniz-kara, cin-insan, ruh-cisim hep 
    çifttir. Yüce Allah ise ortaksızdır, "Hiçbir benzeri yoktur."(Şûrâ, 41/11), 
    tektir, birdir, o hiçbir şeye muhtaç değil, herşey ona muhtaçtır.
   2_ 
    İmam Ahmed ve Tirmizî İmran b. Husayn (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: 
    Resulullah (s.a.v.)'a âyetinin mânâsı sorulunca: "Namazdır, çünkü onun bir 
    kısmı çift, bir kısmı tektir." buyurdu. Tirmizî bunun Katade'den garib hadis 
    olduğunu söylemiştir. Bunu İmran'dan Abd b. Humeyd, İbnü Cerir, İbnü Münzir, 
    İbnü Merduye ve İbnü Ebi Hatim de rivayet etmişlerdir. İbnü Ebi Hatim "Sahih" 
    demiştir. 
  3_ İbnü 
    Abbas'tan: Zürare b. Ebi Evfa ve İkrime ve ondan Katade ve Dahhak demişlerdir 
    ki: Şef, Kurban bayramının ilk günü; vetr, arefe günüdür. "Leyal-i aşr" (on 
    gece) hakkında varit olan Cabir hadisine en uygun olan da budur. Yüce Allah 
    ilâhî ilminde bu on gecenin diğer günlere üstünlüğünü ve bu iki günün de bu 
    on geceden geri kalanlarına üstünlüğünü ve daha hayırlı olduğunu bildirmek 
    üzere bu on geceye ve iki güne yemin etmiştir. Kurban bayramının ilk günü 
    Zilhicce'nin onuncu günü olmakla çift, dokuzuncu arefe günü tektir. Bunlar 
    asıl haccın rükünlerinin eda olunabildiği birinci ve ikinci günlerdir. Arafat'a 
    yetişen hacca yetişmiş olur. Kurban bayramının birinci gününde de tamamlıyabilir. 
    Bir de Kurban bayramı günü tek kalmayarak benzerleri de ona katılır. Sonra 
    iki gün hem Kurban, hem teşrik, dördüncü bir de yalnız teşrik olur. Bu nedenlerle 
    arefeye vitr; Kurban bayramı gününe şef adı verilmiştir. Bu durumda bu âyetler, 
    tek bir düzen içinde hep Kurban bayramı ile ilgili olmuş olacağından hem açıkça 
    bir uygunluk vardır, hem de çok mânâlıdır.
   "Keşşâf 
    Haşiyesi"nde Taybî şöyle der: İmran b. Husayn hadisiyle rivayet olunan, "şef 
    ve vetr"den maksadın "namaz" olduğuna dair tefsir Resulullah (s.a.v.)'a kadar 
    vardığı için olan, yani "tercih edilmesi gereken" tefsirdir. Lakin "Bahr"de 
    Ebu Hayyân da der ki: Cabir hadisi isnat bakımından İmran b. Husayn hadisinden 
    daha sahihtir. Bilinen çift ve teklerin birçok olması nedeniyle bu kelimelerin 
    başındaki "lâm"ı cins mânâsına alan diğer bir takım tefsirciler de bu yorumları, 
    "sadece bunlardır" şeklinde yapılmış bir tefsir olarak değil, birkaç yönde 
    yapılmış tefsir kabilinden sayarak Allah'ın birliğini gösterme veya dince 
    fayda, yahut öncesi ve sonrasıyla münasebet açısından açık gördükleri daha 
    birçok şey saymışlar ise de hepsinin esası zikrettiğimiz dört yorumda toplanmaktadır. 
    İbnü Cerir demiştir ki: En doğrusu yüce Allah çifte ve teke yemin etmiş; ne 
    çiftten ne de tekten bir nev'i, ne haber ne de akıl ile tahsis etmemiştir. 
    Her çift ve her tek bu yeminde dahildir. Hasan-ı Basri Hazretleri de çift 
    ve tek her sayıya yemin olduğunu söylemiştir. Bununla beraber Cabir ve İbnü 
    Abbas rivayetleri üzere, "Aşr"i Zilhicce geceleri ve Arefe ve Kurban bayramı 
    günleriyle tefsir, hem âyetlerin tertip ve düzenine, hem sûrenin mânâsına 
    göre daha uygun ve ibretlidir. Bunda çift ve tek'in taşıyabileceği mânâların 
    hepsine ima ve işaret bulunmakla beraber âlemde hayattan uhrevi bir bayram 
    ve sevince ermek için "on gece" gibi sınırlı olan beş on günlük ömürde cemaat 
    ve fert olarak ibadet ve nefis mücadelesi gereğine en açık bir misal ile dikkat 
    çekilmiş de oluyor. "Geceler" denilmekle buna işaret olunduğu gibi özellikle 
    şununla da bu mânâ anlatılmış demektir: 
  4. Ve 
    giderken, (yani geçtiği sırada) geceye yemin olsun. Nitekim Müddessir Sûresi'nde 
    "Döndüğü an o geceye yemin olsun." (Müddessir, 74/33) buyrulmuştu. 
  YESR: 
    aslı "yesrî" dir. Fâsıla için "yâ" düşürülerek "râ"nın kesresiyle yetinilmiştir, 
    cezmedilmiş değildir. Onun için Nâfi, Ebu Amr ve Ebu Cafer kırâetlerinde vasledilir 
    (geçilir)ken, İbnü Kesir ve Yakub kırâetlerinde vakf halinde (durulduğunda) 
    ve geçilirken "yâ" ile okunur. İsra gibi gece gitmek mânâsına süra ve sirayet 
    kökünden geniş zamandır. Gecenin gece gitmesi, gece içinde geceyi düşündürür 
    gibi katmerli bir ifadedir. Bu gibi makamda tecrid (soyutlama) âdet olduğundan 
    mücerred (soyut) yürümek mânâsına alınması uygun ise de bunda diğer iki nükte 
    vardır. Birisi, geceden maksat karanlık olduğuna ve karanlığın yok olmaya 
    yüz tuttuğu ana işaret olması, birisi de gecenin bir de gam ve elemle ilgili 
    olduğuna ve o gam ve elemin geçmek üzere bulunduğu ana işaret olmasıdır. Ki 
    bu anlar, sabaha yakın olan mübarek seher vakitleridir. Bu itibarla fecr ve 
    gecenin cins için olması daha kapsamlı olur ise de Bayram sabahı ve sabahı 
    bayram olan gecenin seheri olması daha toplayıcı ve daha güzeldir. Bir takım 
    tefsirciler de bunun Leyle-i cemi' (akşam ve yatsı namazlarının birleştirilerek 
    yatsı vaktinde kılındığı gece) denilen Müzdelife gecesi olduğunu söylemişlerdir. 
    
  5. Bunda, 
    bu yeminlerde (veya bu zikredilen şeylerde) aklı kendisini kötülükten alıkoyacak 
    bir akıl sahibi için büyük bir yemin (veya yemin edilir, and verilir bir şey) 
    var değil mi? Elbette var, çünkü bunlar öyle olaylar, öyle şeylerdir ki bir 
    akıl sahibinin bunlara önem vermemesi, bunların feyiz ve bereketlerinden, 
    irşat edici özelliklerinden yararlanmaması, kuvvet almak istememesi ihtimali 
    yoktur. Ancak tam bir akıl sahibi bizzat bu olayların kendilerinde değil, 
    bu olaylardan onların yaratıcısı olan ve bu değişiklikleri yapıp idare eden 
    bir Rabb'in var olduğu neticesini çıkararak en büyük yemini bunların Rabb'ine 
    yeminde bulur. Zira "Bilinmelidir ki, kalpler ancak Allah'ı zikirle huzur 
    bulur."(Ra'd, 13/28). Bütün bu olaylar ve değişiklikler içinde değişen kalpler 
    Allah'ı anmadan huzur bulamaz. 
  Bu yeminlerden 
    bunu anlamak için de iki delalet yönü vardır. Birisi, Mücahid'den rivayet 
    olunduğu üzere "el-Vitr"den doğrudan doğruya Allah'ı anlamaktır. Bu takdirde 
    bunlar içinde en büyük yemin bir bunda bulunmuş olup, soru doğrudan doğruya 
    takrirî olur. İkincisi de, bunların her birini ilâhî âyetlerden biri gibi 
    anlayarak onlara yeminden asıl maksat, delalet etmiş oldukları bir ve tek 
    Rabb'e yemin olduğunu, yani mânânın özeti, "Fecrin Rabb'ine... yemin olsun" 
    mânâsına döndüğünü anlamaktır. Bu takdirde soru, bizzat bunların kendilerinde 
    değil, varlığına delil oldukları bir Rabb'e yeminde akıllı kimse için bir 
    yemin vardır, cevabını telkin etmek üzere, bir yönden inkâri, bir yönden de 
    takrirî olmuş olur. Fahreddin er-Razî bu yönü şöyle ifade etmiştir: "bunda 
    bir yemin var mı?" bir sorudur. Bundan maksat da te'kid (vurgu)dir. Bu, bir 
    kimsenin çok kuvvetli bir delil zikredip de, "nasıl, bu zikrettiğimde bir 
    delil var mı?" demesi gibidir. Mânâ, akıl sahibi olan bir kimse bilir ki yüce 
    Allah'ın yemin ettiği bu şeylerde Allah'ın birliğini ve Rabliğini gösteren 
    deliller ve enteresan durumlar vardır; bunlar yaratıcılarını göstermeleri 
    itibarıyla yemin olunmaya layıktırlar demek olur. Kâdî demiştir ki: Bu âyet, 
    söylediğimiz gibi, yeminin bu işlerin Rabb'ine yapıldığını gösterir. Zira 
    bu âyet göstermektedir ki, bunda mübalağalı bir yemin vardır. Bilindiği gibi 
    yeminde mübalağa ancak Allah'a yemin iledir. Çünkü akıllı bir kimsenin bu 
    işlere yemin etmekten nehyedildiği muhakkaktır. Yapılan bu açıklamalar, benzeri 
    yeminler hakkında da unutulmamalıdır. 
  HICR, 
    men etmek ve alıkoymak mânâsından alınarak akıl mânâsınadır. Zira, sahibini 
    kötülükten men etmesi itibariyle akla "nuha" denildiği gibi münasebetsizlikten 
    alıkoyması itibarıyla de "hıcr" ismi verilir. Dolayısıyla "zi hıcr", tam akıl 
    sahibi demek olur. 
  Bu yeminin 
    cevabına gelince, bunda da iki yorum vardır: Birisi, cevap, "Kuşkusuz Rabbin 
    her an gözetlemektedir." âyetidir. Aradaki âyetler ara cümlesidir. İkincisi, 
    Zemahşeri'nin dediği gibi asıl cevap zikredilmemiş olup cevabın ne olduğunu 
    gösteren ile başlayan ve ile biten âyetleri onun yerine geçirilmiştir. Dolayısıyla 
    asıl mânâ şu olur: Bunlara yemin olsun ki Rabbin kâfirlere azap edecektir. 
    Görmedin mi?
  Bu görmekten 
    maksat kalp ile görmek, yani ilimdir. Eserlerden ve haberlerden görmüş gibi 
    bilmektir. Âd, Semûd ve Firavun haberleri dillerde destan olarak yalan üzerinde 
    ittifak etmeleri mümkün olmayacak sayıda kişi tarafından nakledilegelmiştir. 
    Âd ve Semûd helak ve yok olmuş bulunan en eski Araplar'dan olup Arabistan'da 
    yaşıyorlardı. Eserleri ve kalıntıları görülüyordu. Mısır ülkesi de Arabistan'a 
    yakın olmakla beraber Firavun kıssalarını Araplar ehl-i kitaptan da işitiyorlardı. 
    Aslına şahit olunup görülen tevatür dahi görülmüş gibi şüpheden uzak zorunlu 
    ilim ifade ettiğinden ve bu kıssalar Kur'ân'da da Allah tarafından defalarca 
    haber verildiğinden dolayı onlar hakkındaki bu bilgi, "görmedin mi?" diye 
    görme ile ifade edilmiştir. Hitap, görünüşte Peygamber (s.a.v)'e ise de bunu 
    duyup bilenlerin hepsine de aittir. Bunları anlatmanın faydası da kâfirleri 
    korkutma, müminleri irşat etme ve önceki sûrede zikredildiği üzere yerkürenin 
    hallerine bakmaktan edinilecek ibret misallerinden bazılarını ayrıntısıyla 
    göstermektir. Çünkü yeryüzünün nasıl olduğu incelenirken böyle yok olmuş kavimlerin 
    eser ve kalıntıları da görülerek âlemin uğradığı değişikliklerden başlangıç 
    ve son için ibret alınmış, faydalı amellerle boşuna yapılan amellerin farkına 
    varılmış olur.
   6. 
    Yani görmez misin, Rabbin nasıl yaptı Ad'e? Nasıl azap ile yok etti. 
  İbnü 
    Haldun'un da anlattığı gibi, tarihçiler Araplar'ı, 
    Arab-ı baide, Arab-ı aribe, 
    Arab-ı müsta'ribe ve Arab-ı müsta'cime diye dört sınıfa ayrılmış olarak düşünmüşlerdir. 
    
  Arab-ı 
    baide, helak ve yok olmuş en eski Araplar'dır ki Âd, Semûd, Tasm ve Cedis 
    bunlardandır.
   Arab-ı 
    aribe, saf Araplar demektir ki, Kahtaniler'dir. Arab-ı müsta'ribe, Araplaşmış 
    Araplar demektir. İsmail (a.s)'in soyundan olan ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in 
    nesebini teşkil eden Adnaniler bundandır. Peygamberimiz (s.a.v.)'in atası 
    olan İbrahim (a.s.) Arap olmadığı için oğlu İsmail (a.s)'dan çocuklarına Arab-ı 
    müsta'ribe denilmiştir. Arap dili bunlarla yükselmiştir. 
  Arab-ı 
    müsta'cime, acemleşmiş Arap demektir ki, İslam fetihleriyle dünyaya yayılıp 
    çeşitli milletlerle karışarak dilleri, Kur'ân'ın indiği fasihliği kaybederek 
    yabancılık karışmıştır. Soykütüğü ile meşgul olan bilginler demişlerdir ki: 
    Âd, Nuh (a.s)'un oğullarından Sam'ın oğlu İrem'in oğlu Avs'ın oğlu Ad'ın çocuklarından 
    bir kavimdir ki Beni Haşim'e Haşim, Beni Temim'e Temim denildiği gibi Âd ismi 
    sonra bu kabiliye ad olmuş ve bunların ilk yaşıyan kısımlarına Âd-ı Ûla (ilk 
    Âd), sonra gelenlerine de Âd-ı Ûhra (veya ahire) denilmiştir. 
  Az önce 
    zikredilen nesep gerek sahih olsun gerek olmasın bu kavim Âd namıyla tanınmış 
    ve bu Âd ile Araplar arasında meşhur olmuştur. Bunlardan daha büyük dedeleri 
    olan İrem namıyla da lakap almışlardır. Ancak Âd-ı İrem, Âd-ı Ûla'nın ismi 
    midir? Âd-ı Ahire'nin ismi midir? bunda ihtilaf edilmiştir. Necm Sûresi'nde 
    "O, önceki Âd kavmini yok etti."(Necm, 53/50) buyrulduğuna göre de burada 
    da Âd-ı İrem'in Âd-ı Ûla olduğu görüşüne varan tefsirciler daha çok görünüyor. 
    
  Oğuzlular'a 
    Oğuz, Selçuklular'a Selçuk denilmesi kabilinden böyle bazı şahıs isimlerinin 
    sonradan mensup bulundukları kavim ve kabilelerine isim olarak da verilmesi 
    yaygın olduğuna göre eski kitaplarda pek uzun ömürlerle anılan bazı isimlerin 
    böyle olması hatıra gelir.
   7. 
    Sütunlar sahibi İrem'e. 
  İrem, 
    marifelik ve müenneslik sebebiyle gayr-i munsarif olduğu için fetha ile mecrur 
    olmuştur. Bu İrem hakkında üç görüş söylenmiştir: 
  BİRİSİ, 
    kabile ismi olmasıdır ki bu durumda daha önce geçen "Âd"ı açıklamak için atf-ı 
    beyan olur. Mücahid ve Katade demişlerdir ki: Bizzat kendisi bir kabile ismidir. 
    Yine Mücahid'den rivayet olunduğuna göre, İrem, eski demektir. İbnü İshak 
    da; "İrem, Âd'ın hepsinin atasıdır." demiştir. Şu halde dedelerinin ismine 
    nisbetle ilk Âd, yahut ilki ve sonrasıyla bütün Âd demek olur. Zira İrem Âd'ın 
    dedesi olduğuna göre, İrem kabilesi Âd kabilesinden daha genel olmalıdır. 
    Bu duruma göre İrem'in sıfatı olan da "sütunlu", direkli demek olarak üç şekilde 
    tefsir edilmiştir: 
  1. İmad, 
    direk ve sütun mânâsına "amed" gibi tekil veya çoğul olarak, "refiu'l-imad" 
    yani direkleri yüksek tabirinde olduğu gibi "uzun boylu" veya "boyları uzun" 
    olmaktan kinayedir. Çünkü "Sizi Nuh kavminden sonra halifeler kıldığını ve 
    yaratılışta sizi onlardan üstün kıldığını hatırlayın."(A'râf, 7/69) buyrulduğu 
    üzere Ad kavmi uzun, iri cüsseli olduklarından boyları direğe benzetilmiş 
    demektir. Nitekim "racülün amedün" ve "umüddanün" denilir ki "uzun" demektir. 
    Bu İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir. 
  2. İkrime 
    ve Mukatil demişlerdir ki: Göçüp kondukları evlerinin direkleri demek olup 
    çadır halkı olduklarına işaret olur. Nitekim "Âd'ın kardeşini (Hud'u) hatırla. 
    Hani bir zamanlar Ahkaf'taki (Yemen'de denize doğru kumluk bir arazideki) 
    kavmini uyarmıştı."(Ahkaf, 46/21) buyrulduğu gibi Ahkaf taraflarında idiler. 
    
  3. İbnü 
    Zeyd'den rivayet olunduğuna göre, binalarının direkleri demektir. Çünkü "Siz 
    her tepeye bir alamet bina edip eğlenir misiniz?"(Şuara, 26/128) buyrulduğu 
    üzere yüksek yerde veya geçit başında bir alâmet bina ediyorlardı.
   İKİNCİSİ, 
    Râzi'nin naklettiğine göre, Ebu Rukayş: "Ürüm, Ad'ın kabirleridir" demiş ve 
    "Orada deve sürüsünün önünde gelip ilk görünen develere benzer kabirler vardır." 
    mısrasını okumuştur. Gerçekte "Kâmus"ta da zikredildiği üzere İrem'in çoğulu 
    olan aram gibi ürüm de nişan ve alamet olarak dikilen mesafe gösterici işaretlere 
    ve yol feneri gibi şeylere denilir. Âd kavminin kabirlerine de denilir. denir 
    ki "içinde hiç alâmet ve nişan bulunmayan çöl" demektir. Bazılarının görüşüne 
    göre aram, özellikle Âd'a nisbet edilen eski alâmetlere denir ki tekili iremdir. 
    Bu itibarla "İreme zati'l-imad" direkli sütunlu irem, yani kabirler veya eserler 
    ve alâmetler demek olur ki önceki mânâda bu, "imad"ın bir mânâsı olarak düşünülmüştü. 
    Bunda ise İrem'in kendisi olmuş oluyor. Bu şekilde Ad'ı beyan etmek için İrem'in, 
    "ehl-i İrem" yani İrem halkı takdirinde olması lazım gelir.
   ÜÇÜNCÜSÜ, 
    Ebu Hayyân'ın açıkça bildirdiğine göre çoğunluğun kanaatince burada irem, 
    Ad'a ait bir medine, yani büyük bir şehir ismidir ki vaktiyle Yemen'de olduğunu 
    ve Zatu'l-İmad denildiğini söylemişlerdir. Bunun, cennetin niteliklerini işitmiş 
    olan Şeddad b. Ad tarafından onun bir eşi olmak üzere yeryüzünde normalde 
    bulunması imkansız veya uzak bir surette yıllarca çalışılarak yaptırılmış 
    ve fakat içine girmesi nasip olmadan kendisinin ve halkının yok edilmiş olduğunu 
    hikaye etmişlerdir. Bu suretle İrem Cenneti, İrem Bağı adı dilden dile dolaşır 
    olmuştur. Bu hikâyenin ifade ettiği niteliklere göre İrem Cenneti, bu dünyada 
    gerçekleşme ihtimali olmayan hayal ürünü bir gaye olmak üzere anlatılmış ve 
    kuvvet ve şiddet misali olan Şeddad'ın, böyle bir gaye kurarak yıllarca onu 
    gerçekleştirmek için çalışmış olduğu halde içine girmeyi başaramadan yok olup 
    gitmiş olduğu anlatılmış demek olur. Müslümanlardan birisi ona girecek diye 
    bir haber bulunduğuna ve Abdullah b. Kılabe'nin, devesini ararken ona girdiğine 
    dair bir rivayet nakledilirse de sahih değildir. Hafız İbnü Hacer bunun uydurma 
    olduğunu söylemiştir. Şeddad'ın Cenneti olan İrem Bağı hayal ürünü bir efsanedir. 
    Ahireti inkâr edip de dünyada iken cennete girmek isteyenlerin, istediklerini 
    elde edemediklerini tasvir etmesi itibariyle dillerde destan olmuş bir temsildir.
   Kısacası, 
    bu üçüncüsü görüşe göre İreme zati'l-İmad; Ad kavminin büyük direkleri, sutunlar 
    üzerinde bina etmiş oldukları Zatu'l-İmad ve İrem adlarıyla anılan büyük bir 
    şehrin ismidir. Muhammed b. Ka'b buna "İskenderiyye" demiş; İbnü Müseyyeb 
    ve Makbüri "Dimeşk" demişler ki, maksatları bunların yerleri olduğu açıktır. 
    Fakat bunları tenkit etmişler, Âd'ın oturduğu yerlerin Umman'dan Hadramevt'e 
    doğru Ahkaf tarafları olduğunu söylemişlerdir. Fakat anlaşılan o ki bunlar 
    Âd-ı İrem'in, ilk Âd değil, sonraki Âd olduğuna inanmışlar, belki bir vakitler 
    İskenderiyye ve Şam taraflarını da idareleri atına almış olan Amalika'nın 
    -ki "Dediler ki, ey Musa! Orada zorba bir kavim var."(Mâide, 5/22) âyetinde 
    geçtiği üzere "zorba" adıyla da anılmış Âd gibi iri cüsseli bir kavim idi- 
    sonraki Âd olduğunu söylemek istemişlerdir. İrem'in şehir olduğunu söyleyenler 
    de sonraki Âd'ı kastetmiş olmalıdırlar. Nitekim Necm Sûresi'nde "O önceki 
    ad kavmini yok etti." (Necm, 53/50) âyetinin tefsirinde Zemahşerî; "İlk Âd, 
    Hud kavmi; sonraki Âd, İrem'dir." diye yazmıştır. Çokları İrem şehrinin Yemen'de 
    olduğu görüşündedirler ki, bunun Me'rib olması da pek muhtemeldir. Şeddad'ın 
    Aden taraflarında köşkleri altın ve gümüşten; sütunları zeberced ve yakuttan, 
    akılları hayrete düşüren türlü ağaç ve nehirlerden yüzlerce sene yapmak için 
    çalışıp da tam içine gireceği zaman kendisinin ve halkının gökten gelen şiddetli 
    bir sesle yok oldukları söylenen İrem cenneti hikayesi ise, ölmeden dünyada 
    cennete girmek isteyenlerin bu arzularına kavuşamama durumlarını anlatan hayali 
    bir tasvir olduğu açıktır. İrem'in büyük bir şehir olduğunu söyleyen bu üçüncü 
    görüşte de İrem, Âd'dan atf-ı beyan olmak için "ehl-i İrem" takdirinde olmak 
    veya bedel-i iştimal yapılmak gerekir. Zati'l-İmad da İrem'in sıfatı veya 
    ondan bedel olur. Birinci yoruma göre çadırda yaşıyan ilk Âd'ın vasfı, üçüncü 
    yorumda ise ikisine de ihtimalli olmak üzere üç yorum ile ilk ve son bütün 
    Ad'ın vasfı anlatılmış demek olur. 
  8. Öyle 
    Zati'l-İmad veya "Öyle İmad", yahut "Öyle İrem ki ülkeler içinde benzeri yaratılmamıştı. 
    Bu niteleme, İrem'in benzersiz ve eşsiz bir belde olduğunu açıkça gösterir. 
    O kavmin kuvvet ve boyda eşi yaratılmamıştı mânâsında olma ihtimali varsa 
    da, ilk akla gelen şehir olmasıdır. Benzeri yaratılmamış olması da o zamana 
    kadar demek olmalıdır.
   9. 
    Ve Semud'a nasıl yaptı? Onlar ki vadide kayayı kesip biçiyorlardı. Bu şekilde 
    kendilerine evler yapıyorlardı ki bu, Allah'ın onlara vermiş olduğu bir kuvvet 
    ve sanat idi. 
  CEVB, 
    bir şeyi yaka biçer gibi kesip biçmektir. Mesafe kat'etmeğe de cevb denir. 
    Nitekim denilir ki "O memleketlerde dolaştım, hepsini baştan başa kat' ettim" 
    demektir. İbnü Abbas demiştir ki: "Beldeleri dolaşırlar ve "Ve dağlarda evler 
    yontuyorsunuz."(Şuara, 26/149) buyrulduğu üzere dağlardan kayalardan evler, 
    havuzlar ve istedikleri gibi binalar yaparlardı." Mukatil de: "Vâdi, Vadi'l-kura'dır." 
    demiştir. Denilmiştir ki: Dağları, kayaları, mermerleri ilk yontan Semud idi. 
    Binyediyüz kadar şehir yapmışlardı. Hepsi taştan idi. Bir de denilmiş ki: 
    Vadilerini kesmişler, sularını yonttukları bir kayanın içine depo halinde 
    çekmişlerdi. 
  Semud 
    da Âd gibi yok olmuş olan en eski Araplar'dan meşhur kabiledir. Denilmiştir 
    ki, dedeleri Semud'un ismini almışlardır. Semud, Cedis'in kardeşi ve bu ikisi 
    Aber b. İrem b. Sam b. Nuh oğullarıdır. Aber yerine "Kasir" de denilmiş ve 
    bunun Tevrat'ta Casir b. İrem b. Sam denilen oğlu İrem'in, Tevrat'ta Aram 
    diye bilindiği söylenmiştir. Nesep âlimlerinin söyledikleri bu nesep, sahih 
    olsun olmasın, Arabistan'da Semud ve Şam ile Hicaz arasında Hıcir'de yerleri 
    bilinmektedir. Nasıl yok edildikleri ise birçok sûrede geçmiştir. 
  10. 
    Ve o kazıkların sahibi Firavun'a nasıl yaptı? Bilmez misin? 
  Musa 
    ve Firavun kıssaları da birçok sûrede geçmiştir. 
  EVTÂD, 
    bilindiği gibi "veted"in çoğulu olup kazıklar demektir. Kur'ân'da "Dağları 
    birer kazık yaptık."(Nebe', 78/7) buyrularak dağlara da "evtad" denilmiş olduğunu 
    biliyoruz. Kazık, kuvvetli ve sabit olma vasıtalarından olduğu için zü'l-evtad 
    yani kazıklar sahibi vasfı da kuvvetli ve sabit olmayı ifade eder.
   Bu 
    tabir, bizim "dünyaya kazık kakmak istiyor" tabirimizin de kaynağı gibidir. 
    Tefsirciler bunun hakkında da birkaç şekilde izahta bulunmuşlardır: Askerlerinin 
    ve kondukları yerlerde çaktıkları çadır kazıklarının çokluğu, işkencelerinin 
    şiddeti ve şairin "kazıkları iyice yerleşmiş bir kralın gölgesinde" dediği 
    gibi kuvvetli mülk ve adamlara sahip olması mânâlarından kinaye olduğu söylenmiştir. 
    Katade'nin Said b. Cübeyr'den rivayetinde de o evtad, birtakım oyun yerleri 
    idi, onun altında onun için oynarlardı, denilmiştir. Bununla beraber bundan 
    bizim en açık olarak anlayabileceğimiz mânâ, bu evtad'ın, Mısır'da meşhur 
    dağ gibi piramitlere işaret olmasıdır. "Mısır mülkü benim değil mi?"(Zuhruf, 
    43/51) diyen Firavun bu piramitlere sahip bulunuyor ve bunlarla dünyaya kazık 
    kakmak istediklerini gösteren bir emel ve kuvvet gösteriyordu. Piramitlerin 
    hepsi bir Firavun'a ait olmasa da her Firavun onlara sahip olduğu gibi Musa'nın 
    Firavun'u da bütün Firavunluğun temsilcisi olarak söz konusu ediliyor demektir. 
    Piramitlerin mahiyeti halka faydalı bir şey değil, Firavunların zulümleriyle 
    keyifleri için oynamış eğlence ve oyun yerleri demektir. Demek ki bunların 
    altında onlar için birçok oyun oynanmıştır. Mısırlı Şeyh Abduh der ki: Mısırlılar'ın 
    bıraktıkları kalıcı eserler için "evtad" tabirinin kullanılması ne güzeldir. 
    
  Çünkü 
    bunlar piramitlerdir ve görenin gözünde manzaraları yeryüzüne çakılmış birer 
    kazık manzarasıdır. Hatta Mısırlılar'ın büyük heykellerinin kısımlarındaki 
    şekli de tersine çevrilmiş kazık gibidir. Her kısım enli olarak başlar, başladığından 
    daha ince bir uçla sona erer. Firavun'a nisbeti sahih olan evtad bunlardır. 
    Hem de muhatap tarafından bilinmektedir. 
  İşte 
    Ad o sütunları, Semud o kestikleri kayaları ve Firavun bu kazıkları ile dünyaya 
    kazık kakmak isteyen şiddetli, kuvvetli, uzun emelli kimselerdir.
   11. 
    Onlar ki o beldelerde taşkınlık etmişlerdi. Herbiri kuvvetlerine aldanmış, 
    arzularına uymuş olarak bulundukları ülkelerde hak ve adalet sınırını aşıp 
    halkın ve yaratıcının haklarını çiğnemede ileri gitmişlerdi 
  12. 
    de oralarda içten ve dıştan fesadı çoğaltmışlardı. Zulüm, israf, zevk ve eğlenceye 
    aşırı düşkünlükle çok fesat çıkarmış; düzeni, ahlâkı ve fikirleri bozmuşlardı. 
    
  13. 
    Rabbin da üzerlerine bir azap kamçısı döküverdi.Yani her birinin üzerine azaptan 
    bir kamçıyı döker, yağdırır gibi şiddetle ve ard arda indirip sürekli vuruşlarla 
    çarpıverdi ki, ayrıntısı birçok sûrede geçmişti. 
  SEVT 
    aslında karıştırmak mânâsında mastar olup deriden örülmüş, katları birbirine 
    karıştırılmış olan kamçıyı ifade eden bir tabir olarak kullanılması yaygın 
    olmuştur. Birbirine karışmış türlü azabın darbeleri kamçıya benzetilerek peşpeşe 
    indirilmesi de şiddetle döğmek ve yağdırmak gibi "sabb" tabiri ile ifade olunmuştur. 
    Azab kelimesi belirsiz kullanılmakla da her birine olan azabın başkalığına 
    işaret edilmiştir. 
  14. 
    Kuşkusuz Rabbin (her hal ve durumda) gözetlemededir.Bu 
    cümle yeminin cevabını vurgulamakta veya azabın illetini göstermektedir. 
  MİRSAD, 
    gözetleyicilerin gözetledikleri, etrafı kolaçan ettikleri yerdir. (Nebe' Sûresi'nde 
    "Kuşkusuz cehennem gözetleme yeri olmuştur." âyetinin tefsirine bkz). Bu sözde 
    istiare-i temsiliyye vardır. Yani, seni yetiştiren, her işini yöneten Rabb'in 
    kulları üzerinde gözetleme yerinden gözeten bir gözetleyici gibi her an ve 
    her durumda gözetip duran bir şahit ve görendir. Hiçbir şeyi kaçırmaz, her 
    birine bakar, yaptığı işe göre karşılığını verir. Onun için yeryüzünde kargaşayı 
    çoğaltıp duran taşkınlar Allah'tan, Allah'ın azabından kaçıp kurtulacaklarını 
    sanmasınlar. 
  15. 
    Rabbinin şanı bu: Kullarının ahiret için yaptıkları çalışmaları gözetir. İnsana 
    gelince, onun da buna göre Rabbinin rızası için çalışması gerekir. Fakat o 
    insan, gafil insan öyle yapmaz da dünya zevklerini gözetir. Onun için her 
    ne zaman Rabb'i onu imtihan eder, yükümlü tutar, göstereceği duruma göre ahirette 
    sorumlu tutmak, ona göre ceza ve mükafat vermek üzere imtihan muamelesi yapar, 
    görev yükler de bu sebeple ona ikram eder, hoşuna gidecek talih ve mevki ile 
    yüze çıkarır ve onu nimete boğar, bol bol nimet ve mal ile rızkını çoğaltır, 
    refaha erdirirse...
   Ebu's-Suud 
    ve ona uyarak Alûsî "ona ikram eder" cümlesinin başındaki "fâ"yı fâ-i tefsiriyye 
    (açıklama "fâ"sı) saymış ve "çünkü ikram etmek ile nimete boğmak, imtihan 
    etmekle muradın aynıdır" demişlerse de kanaatimizce bu doğru değildir. Bu 
    "fâ" sebebiyye (sebep bildiren fâ) olmalıdır. Zira maksat, mutlak ikram ve 
    nimetlendirme değil, imtihan etmek ve yükümlü tutmak hikmetiyle kayıtlı ikram 
    ve nimetlendirmedir. Bundan dolayıdır ki iki ikram arasında fark vardır. İnsana 
    dünyada olan ikram ve nimetin böyle imtihan hikmetiyle olduğu, bunun ise hesap 
    ve sorumluluğu ağır olduğu halde gafil insan onu düşünmez de Rabbim bana ikram 
    etti, der. Kayıtsız şartsız, mutlak surette kendisine ikramda bulunulmuş gibi 
    haz duyar, sevinir. Kendisini Allah'ın sonsuza kadar ikramına mazhar kıldığı 
    sevgili kullarından imiş gibi sayar. O yüzden büyük felaketlere düşebileceğini 
    ve asıl ikramın ahirette olduğunu düşünmez. Ondan dolayı sorumluluğunu hesaba 
    almadan zevk ve eğlenceye, taşkınlık ve fesada dalar, nankörlük yapıp hüsrana 
    uğrar. 
  16. 
    Ve amma her ne zaman Rabb'i onu imtihan eder, sabrına göre ahirette mükafat 
    vermek üzere imtihan muamelesi yapar da bu sebeple ona rızkını daraltırsa, 
    bunun da hesapta hafifliğini ve ahirette ecir ve sevabının büyüklüğünü ve 
    dolayısıyla bunun başkaca bir ikram ve koruma olduğunu düşünmez de Rabb'im 
    beni horladı, der. Rabbim bana hor baktı, küçümsedi diye gücenir. Rızk, az 
    da olsa yine şükrünün bilinmesi gerektiğini ve azın kıymetini bilmeyenin çoğun 
    kıymetini de bilmeyeceğini fark etmeyerek rızık darlığını kendisine sırf bir 
    horluk ve hakaret kabul eder de Rabb'inin diğer nimetlerini hiç hesaba katmaz. 
    Çünkü bakışları fazilete değil dünya zevkine çevrilidir. 
  17. 
    Hayır hayır, imtihan için olan rızık genişliğini, dünya refah ve nimetini 
    mutlak ikram saymak da doğru değil, rızık darlığını mutlak hor görme ve hakaret 
    saymak da doğru değildir. İkisi de birer imtihandır. Hüküm, imtihandaki başarıya 
    göre neticede belli olacaktır. Belki ikram sanılan, kötülüğe götüren bir başarı 
    ile neticede zelillik; horlama sanılan da bir koruma ile neticede ikram çıkacaktır. 
    "Mal ve oğullar, dünya hayatının süsleridir. Baki kalacak olan iyi ameller 
    ise Rabb'inin katında sevapça daha hayırlıdır, emelce de daha hayırlıdır."(Kehf, 
    18/46). 
  Hayır 
    hayır. Sözlü ayıplamadan fiilî ayıplamaya, fertten topluma geçerek kınama 
    ve ayıplamada yükselme ve güzel ahlaka sevktir. Yani, ey Rabb'inden hep ikram 
    bekleyen ve rızkının daralıvermesini horluk ve hakaret gibi kabul eden insanlar! 
    Doğrusu siz vazifelerinizi yapmazken Rabbinizden ne yüzle ikram beklersiniz 
    ki yetime ikram etmiyorsunuz. Rabbinizin size imtihan için ikram etmiş olduğu 
    nimetlerden üzerinize düşen vazifeyi yapmıyor; yetime iyilik yapıp ihsanda 
    bulunmak suretiyle ikram etmeniz gerekirken bunu yapmıyorsunuz, nasıl olur 
    da siz Rabbinizin katında ikrama layık olursunuz? 
  18. 
    Ve teşvik etmiyorsunuz. Bu fiil tefaul babından olup aslı dir. Nafi', İbn 
    Kesir ve İbn Amir kırâetlerinde "hâ"nın zammıyla elifsiz okunur. Ebu Amr ve 
    Yakub kırâetlerinde de bu fiiller hep "yâ" ile üçüncü şahıs kipi olarak , 
    , ve şeklinde okunur. Ve düşkünü yedirmeye yani yoksul fakirlerin karnını 
    doyurmaya, bakımlarını sağlayacak yollara birbirinizi teşvik etmiyor, özendirmiyorsunuz. 
    Bu hususta birbirinizle yarışmanız gerekirken siz aksine ondan kaçınıyor, 
    birbirinizi bunu yapmaktan nefret ettiriyorsunuz. Hatta onlar üzerinden geçinmek 
    isteyip taşkınlık ediyorsunuz. 
  19. 
    "Miras yiyorsunuz". 
  TÜRAS, 
    aslı olup miras demektir. Vav zammeli olduğu için "tâ"ya çevrilmiştir. Yani, 
    ne yetime ikramdan, ne de fakire yedirmekten hoşlanmadığınız halde başkasından 
    miras kalan malı yiyorsunuz. Öyle bir yiyiş yiyorsunuz ki oburcasına. 
  LEMM, 
    iyisine kötüsüne bakmayıp toplamak, derleyip toplamak, bir de bir yere inip 
    konmak mânâlarına gelir. Burada "yeme"nin sıfatı olması nedeniyle haramına 
    helalına bakmayıp yiyişte toplamak, toptan yemek, yahut hazıra konarak nereden 
    geldiğini düşünmeksizin acımadan yemek mânâlarını ifade eder ki, ikisi de 
    hak ve hukuku gözetmeyerek şiddetli hırs ve iştah ile oburcasına yemek demek 
    olur. Tefsircilerin açıklamasına göre maksat, yetimlerin ve diğer varislerin 
    haklarını gözetmeyerek hırs ile mirasın hepsine konmak istemek, yahut alnı 
    terlemeden eline geçen mirası, bir hayra yaramasını sağlamayıp birçok mirasyedilerin 
    yaptığı gibi israf ve eğlenceyle zevk ve sefa yolunda yiyip bitirmek huylarının 
    yerilmesidir. Hem mirası öyle bir yiyiş yiyorsunuz
   20. 
    ve hem malı seviyorsunuz öyle bir seviş ki çok, yığmacasına, bütün hırs ile. 
    Düşünmüyorsunuz ki sahibinin elinde hayır için sarfedilmeyip yığılan mal, 
    mirasyedilerin ellerinde eğlence yollarında yenilip yok olup gidiyor. Kazanıp 
    yığana günah ve vebalinden başka bir şey kalmıyor. Bütün bunlar ahireti düşünmemek, 
    yüce Allah'ın gözetlemede bulunduğunu hesaba katmamaktan kaynaklanır. 
  21. 
    Hayır hayır, öyle yapmayın; mirasa, mala öyle hırs ile sarılmayın da hayatta 
    fırsat elinize geçmiş iken Allah için güzel işler yapmaya çalışın, önden hayırlar 
    gönderin. Yetime ikram ve fakire yedirmek için birbirinizi teşvik ederek hayırda 
    yarışın, ahireti gözetin. Çünkü Arz, çarpılıp yıkıldığında. (Hâkka Sûresi'ndeki 
    "Yer ve dağlar kaldırılıp arkasından da bir defa bir çarpılış çarpıldılar 
    mı."(Hakka, 69/14) âyetinin tefsirine bkz.)
   DEKK, 
    duvar ve dağ gibi şeyleri çarpıp bir hurda yığını, bir kırıntı haline getirmek 
    ve düzlemek mânâlarına geldiği ve "dekk" ile "dakk"ın benzerlikleri ve farkları 
    geçmişti. "Peşpeşe gelen çarpmalarla" bu tekrar, soyut bir vurgu için değil, 
    kapsam ve ardarda gelmeyi ifade içindir. Bölük bölük, alay alay geldiler demek 
    gibidir. Yani Arz, ard arda gelen sarsıntı ve çarpışmalarla vurula vurula, 
    çarpıla çarpıla yıkılıp düzlendiği, toz duman haline çevrildiği 
  22. 
    ve Rabbin saf saf melekle geldiği vakit: Yüce Allah'ın böyle gelmesinin bir 
    yerden başka bir yere geçmek mânâsına olmayacağı bellidir. Onun için bu gelişin 
    mânâsında tefsirciler birkaç yönlü izahta bulunmuşlardır. Münzir b. Said demiştir 
    ki: Bu gelmenin mânâsı, bir yerden bir yere geçme gelişi değildir, yüce Allah'ın 
    yaratılmışlara görünmesidir. Nitekim kıyamet anlamındaki Tamme 
    (büyük baskın) ve Sahha (kulakları sağır eden gürültü)'nın gelmesi de böyledir. 
    Bir kısım tefsirciler de, mânâ, muzafın söylenmemesi suretiyle "Rabb'inin 
    emri (hükmü, kazası veya otoritesi) geldiği vakit" demektir, demişler. Birçokları 
    da yüce Allah'ın kudret ve saltanatını gösteren delillerin ortaya çıkıp görünmesini 
    temsil olduğu görüşüne varmışlardır. Allah'ın şanı ve durumu, bir hükümdarın 
    bizzat hazır olarak idaresini yürüttüğü haliyle temsil olunmuştur. Zira onun 
    bizzat hazır olmasıyla ortaya çıkan heybet, sadece vezirlerinin, vekillerinin, 
    bütün askerlerinin ve özel adamlarının hazır olmasıyla görünen heybet ve saltanattan 
    yüksek olur. 
  23. 
    Ki o gün cehennem de getirilmiştir. "Azgınlar için cehennem, gözlerinin önüne 
    apaçık getirilmiştir." (Şuarâ, 26/9) buyrulduğu gibi azgınların gözleri önüne 
    çıkarılmış, artık inkârlarına, kaçınmalarına imkan kalmıyacak şekilde meydana 
    çıkarılmıştır. O gün, "iza"dan bedeldir. Cevabı şudur: O insan anlar, o gafil 
    insan daha önce dünyada anlamadığı hakikatı o gün onlar, tutmak istemediği 
    öğüdü tutmak ister. Ama ona o anlamadan ne fayda? Çünkü iş işten geçmiş, geri 
    dönüp de bir iş yapmak ihtimali kalmamış. 
  24. 
    Bu anlamanın hükmü, azap ve zararın şiddetini duymak; hasret ve pişmanlıkla 
    şöyle inlemekten ibaret olur: Der: Keşke hayatım için takdim etseydim. Takdimden 
    maksat, ilerisi için önceden hayırlı işler yapmaktır. 'deki lâm, sebep ve 
    vakit göstermek içindir. Sebep için olduğu takdirde, yani "hayatım için takdim 
    etseydim" mânâsına geldiği takdirde hayattan maksat ahiret hayatı; vakit için 
    olduğu takdirde ise, dünya hayatı olur. Yani der ki: Ah ne olurdu ben hayatım 
    için, yahut hayatımda önceden hayırlar yapmış, iyi ameller göndermiş olsaydım!...
   25-26. 
    Kısacası o gün "Onun ettiği azabı kimse edemez, onun vurduğu bağı kimse vuramaz". 
    Buradaki "azabehu" ve "vesakahu" kelimelerinin sonlarındaki zamirde iki vecih 
    vardır. Birisi, bunların Allah lafzı yerine kullanılmış olmasıdır ki, Allah'ın 
    o gün o insana ettiği azabı kimse edemez ve vurduğu bağı kimse vuramaz, demek 
    olur. Bundan murat da o günkü azabın şiddetini, bağ ve pranganın kuvvetini 
    açıklamak olur. Birisi de bu zamirlerin insan yerine kullanılmış olmasıdır 
    ki bu daha çok tercih edilmektedir. Buna göre mânâ şu olmalıdır: O gün öyle 
    diyecek olan insanın kendine ettiği azabı başka birisi etmez ve kendine vurduğu 
    bağı kimse öyle sıkı vuramaz. Çünkü bugün bu azap ve bağ ona sırf kendi inkârının 
    ve kötü amellerinin cezası olduğundan kendi kendine etmiş demektir ki "Sana 
    gelen her fenalık da kendindendir."(Nisâ, 4/79) âyetinin mânâsıdır.
   Kisai 
    ve Yakub kırâetlerinde ve fiilleri "zâl" ve "sâ"nın fethiyle mechul okunur 
    ki bunda zamirin o insan yerine kullanıldığı kesin olur. Onun azabı gibi kimse 
    azap görmez ve onun bağlanışı gibi kimse bağlanmaz, demek olur. 
  Dünyaya 
    gönül bağlayan ve huzuru ancak dünya lezzetlerinde bulan kâfir insanın sonu 
    bu olduğu anlatıldıktan sonra buna karşılık Allah'a gönül bağlayan ve huzuru 
    ancak onun zikir ve itaati ile rızasında bulan nefs-i mutmainne (iyilikle 
    kötülüğü ayırt eden, temizlenerek kişiyi Allah'a yaklaştıran nefs) nin sonu 
    anlatılmak için de buyuruluyor ki;
   27. 
    Ey nefs-i mutmainne (huzura ermiş nefis)! Sözün gelişi bu hitabın da o gün 
    olacağını anlatıyor. "dön" emrinin de derhal olmayıp ilerde olacağı açıktır. 
    Onun için tefsirciler bunun, "diyecek" fiili takdir edilerek hikaye şeklinde 
    zikredilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu ifade üslubu Kur'ân'ın i'cazı yönlerinden 
    birisidir. Bunda dinleyici derhal geleceğe hazırlayacak bir telkin vardır. 
    Yani o gün kâfir insan hakikatı anlayıp "keşke hayatım için takdim etseydim" 
    diyecek; öyle olmayıp hakkı önce anlamış, iman etmiş, kalp huzurunu iman ve 
    ihlas ile Rabb'ine hayır takdim etmede bulmuş olan her mutmain nefse de yüce 
    Rabb'i diyecek ki, ey o nefs-i mutmainne! 
  28. 
    Dön Rabbine, hem razı olmuş, hem de kendisinden razı olunmuş olarak. Öyle 
    bir halde dön ki, Rabbinden hoşnut, Rabbin de senden hoşnut. "Allah onlardan 
    razı olmuş, onlar da Allah'tan." (Mâide, 5/119) 
  29. 
    dön de gir kullarımın içine, bana ihlas ile kulluk eden, sadece bana kul olma 
    özelliğiyle diğerlerinden ayrılan samimi salih kullarımın zümresine katıl. 
    "Kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse, bu gibi kimseler, Allah'ın kendilerine 
    nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, iyilerle birliktedir. 
    Onlar ne güzel arkadaştırlar."(Nisâ, 4/69); 
  30. 
    Ve gir cennetime onlarla beraber. Tefsircilerin açıkladığı diğer bir mânâ 
    ile: Kendime yaklaştırdığım kullar sırasına dizil ve onların nurlarıyla parla. 
    Zira kutsal, temiz ruhlar yani nüfus-ı zekiyye, karşı karşıya konmuş aynalar 
    gibi karşılıklı olarak birbirlerine yansıdıkça nurları artar. Diğer bir mânâ 
    ile, bedenlere gir, onlarla birlikte sevap yurduna dahil ol. 
  Daha 
    önce de geçtiği gibi nefs, bir şeyin kendisi denilen zat ve hakikatıdır. Nitekim 
    "o, binefsihi kâim" denilir. Bizatihi, yani kendi kendine duruyor demektir. 
    İnsanın nefsi de "ben" dediği zat ve hakikati, "kendisi"dir ki, kendisine 
    muhtelif halleri içinde vahdetle "bir" şuuru, duygusu vardır. Bu itibar ile 
    biri şair, yani duyan ve hisseden, biri de meş'ur, yani duyulan ve hissedilen 
    olmak üzere iki özelliği vardır. Nefsin hakikati bu iki özelliğin bir olma 
    ve uyuşma noktasındadır. Bununla beraber uyku, gaflet, baygınlık, ölüm hallerinde 
    olduğu gibi birbirlerinden ayrılan bu özelliklerden her biri itibariyle dahi 
    düşünülür de bazan yalnız hissetme, bazan soyut ayırma gücü ve idrak ile irade 
    başlangıç ve ilkesi olarak kendisiyle başkasını hissederek ayırt eden veya 
    birleştiren ruha dahi nefs denilir ki, hisseden nefis veya şehvani nefis, 
    idrak eden nefis veya düşünüp söyleme özelliği olan nefis denilmesi bundandır. 
    Bu mânâda nefse dilimizde "can" tabir edilir. Duyan insan ile duyulan insan 
    arasına perde girebildiği, yani insanın duygusu ile duymuş olduğu şeyin her 
    zaman uyuşmayıp ayrılabildiği de kesin ve muhakkaktır. Demek ki insanın nefsiyle 
    uyum sağlaması, bir olma ciheti kendisinde değil, kendisinin üstünde bulunan 
    bir hakikattedir ki o, insanın ve herşeyin Rabb'i olan yüce Allah'tır. "Bilin 
    ki Allah kişi ile kalbi arasına girer. Siz ancak onun huzurunda toplanacaksınız."(Enfâl, 
    8/24) buyurulduğu üzere yüce Allah kişi ile kalbinin arasına perde olur. Onun 
    için insanlar hep ona haşr olunur, ona toplanır. "De ki: Ruh, Rabb'imin emrindendir."(İsrâ, 
    17/85) kriterince ruh, Rabb'in emri olduğu gibi, "Allah o canları, öldükleri 
    sırada, ölmeyenleri de uykularında alır."(Zümer, 39/42) buyurulduğu üzere 
    insanın ruhu, şuuru kendinden ayrıldığı ölüm ve uyku sırasında nefisleri alan 
    Allah'tır. Onun için insan kendinden geçtiği zaman, kendini kendinde duymaz 
    olmakla yok olup gitmiş değil, ruhu ve bütün hakikatı ile geri gidip Allah'a 
    dönmüştür. O vakit artık insan kendisini kendinde değil, ancak Rabb'inin huzurundaki 
    bütün hakikatiyle duyacak, ona göre ya azap görmüş veya razı olmuş ve razı 
    olunmuş olacaktır. Artık ebedi ve sonsuz olan bu azap veya hoşnutluğa göre, 
    hiç kuşkusuz, birkaç günlük dünya azap ve lezzetleri hiçtir. Kısacası insanın 
    nefsi, hisseden ve hissedilen her iki özelliğiyle "ben" dediği zat, hakikatidir. 
    Yalnız idrak etmesi özelliğiyle ruha da denilir. Onun için burada çokları 
    zat mânâsına, bazıları da ruh mânâsına anlamışlardır. Şu halde nefs-i mutmainne, 
    huzura ermiş zat veya ruh demek olur. Razi der ki: İtmi'nan, yerleşip sabitleşmedir. 
    Bu yerleşip sabitleşmenin nasıl olduğuna dair birkaç vecih vardır: 
  BİRİNCİSİ: 
    Hiçbir kuşku bulunmayacak şekilde hakka yakinen inanma zevkine ermektir. Nitekim, 
    "Fakat kalbimin iyice yatışması için"(Bakara, 2/260) âyetinden maksat budur.
   İKİNCİSİ: 
    "Bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olmazlar."(Bakara, 2/112) mânâsınca 
    korku ve hüzünden sarsılmayacak şekilde güven elde etmektir. Bu güven duygusu 
    ise ölüm sırasında, öldükten sonra dirilme sırasında ve cennete girerken "Korkmayın, 
    mahzun da olmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin."(Fussilet, 41/30) hitabı 
    işitilmekle olur.
   ÜÇÜNCÜSÜ: 
    Kur'ân ve delil, bu kalp huzurunun ancak Allah'ı zikirle elde edileceği hususunda 
    mutabıktır. Kur'ân, "Bilin ki, kalpler ancak Allah'ı zikir ile huzur bulur."(Ra'd, 
    13/28) diyor. Bunun delili de iki vecih iledir. Birisi, akıl kuvveti sebep 
    ve neticeler silsilesinde ilerledikçe kendiliğinden mümkün olan herhangi bir 
    sebebe ulaşsa akıl buna başka bir sebep arar. Onunla durup kalmaz. Devamlı 
    şekilde her şeyden daha üstün olanına geçer. Bu ilerlemede ta bütün ihtiyaçların 
    kesildiği ve bütün zaruretlerin sona erdiği varlığı kendinden, kendiliğinden 
    olması vacip olan varlığına ulaşıncaya kadar gider. Onun önünde ihtiyaç durduğu 
    için akıl da durur ve onunla kalbi yatışır. Akıl kuvveti mümkün olan şeylerden 
    herhangi bir şeye dönmüş ve bakmış ise onda durup sabitleşmesi imkansızdır. 
    Varlığı vacip olan Allah'ın azametine bakıp hepsinin ondan olduğunu bildiği 
    zaman da ondan, başkasına geçmesi imkansızdır. Bir de, kulun ihtiyaçları sonsuzdur. 
    Allah'ın yardımı olmadıkça da, Allah'ın dışındaki her şeyin devamı ve kuvveti 
    sonludur. Sonsuz olan şeyler sonlu şey ile telafi edilip giderilemez. Onun 
    için kulun sonsuz olan ihtiyacı karşılığında Allah'ın sonsuz olan kemali gerekir 
    ki, huzur ve sükunet olabilsin. O halde sabit olur ki, her kim Allah'ı tanımayı 
    Allah'tan başka bir şey için seçerse onun içi huzur bulmuş değildir. Onun 
    nefsi, nefs-i mutmainne değildir. Ama her kim Allah'ı onun dışında bir şey 
    için olmayarak seçerse işte o nefs-i mutmainnedir. Böyle olan her kimsenin 
    ise yalnızlığını gidermesi Allah ile bir olmak suretiyle olur. Şevk ve arzusu 
    Allah'a, beka ve devamı Allah'ta, konuşması Allah iledir. Onun için bu kimse 
    dünyadan ayrılacağı sırada kuşkusuz "Rabb'ine razı olmuş ve razı olunmuş olarak 
    dön." hitabına muhatap olur. Bu öyle bir sözdür ki bundan insan ancak ilâhî 
    fikir kuvvetinde, her şeyden el ayak çekip Allah'a yönelme ve sırf onunla 
    meşgul olma hususunda kemale ulaştığı zaman istifade eder. Demek ki nefs-i 
    mutmainne esasen istikrarı olmayan ve kendileri ihtiyaçtan kurtulmuş bulunmayan 
    sebep ve netice silsilelerinden geçip bizzat etkili olan en yüce ilk unsuru 
    tanımaya yükselerek onu tanımak gayesinde karar kılan ve varlığında ve diğer 
    hallerinde onun dışındakilere ihtiyaç hissetmeyerek ona ancak onun için tevhid 
    ve ihlas ile itaat edip boyun eğen nefis demektir ki bu tanıtmanın özeti "Hayır, 
    her kim Allah'ı görüyormuş gibi ona ibadet edici olduğu halde kendini Allah'a 
    teslim ederse, işte onun mükafatı Rabb'i katındadır. Bunlara bir korku yoktur, 
    bunlar mahzun da olmayacaklardır."(Bakara, 2/112) mânâsı üzere Allah için 
    İslâm ve ihsan ile korku ve hüzünden kurtulmaya kesin inancı, "Öyle insanlar 
    var ki, Allah'ın rızasını elde etmek için canını bile verir."(Bakara, 2/207) 
    mânâsı üzere nefsini yalnız Allah'ın rızasını arayıp bulmaya bağlayarak hayvani 
    tabiattan, kötülüğü emreden nefsin sıkıştırmasından, ayıplanan nefsin ayıplamasından, 
    Allah'ın dışındakilere esir olma bağlarından kurtarıp ilâhî ahlâk ile ahlâklanarak 
    Allah yolunda mal ve canıyla yetişebildiği hayrı yapacak gerçek hürriyeti 
    kazanma kararıdır. 
  Nitekim 
    bundan sonraki sûrede "O, bir köleyi azat etmektir."(Beled, 90/13) âyeti ile 
    bu mânâ açıklığa kavuşturulmuştur. Hakk'a gönül huzuru ile inanmış, hiçbir 
    şüphe ve kuruntu çalkalamayacak şekilde kesin inanç serinliğine ermiş nefis, 
    yahut hiçbir korku ve üzüntünün sarsmıyacağı güvene kavuşmuş nefis diye tarif 
    de onun birer ifadesidir.
   İbnü 
    Cerir'in nakline göre, İbnü Abbas: "Nefs-i mutmainne, tasdik edici nefistir"; 
    Katade: Allah'ın vaadi ile gönlü huzurlu, sözünü tasdik edici nefistir"; Mücahid: 
    "Allah'ın, kendisinin Rabbi olduğunu tasdik edip buna iyice inanmış ve her 
    yaptığı işte onun emrine teslim olmuş ve boyun eğmiş nefistir." demişlerdir. 
    Diğer bir ifade ile; "Allah'ın, Rabb'i olduğuna inanmış, gönlünü ancak ona 
    vermiş, kalbi onun emriyle çarpar, Allah'a dönmüş ve boyun eğmiş nefis." Başka 
    bir ifade ile, "Allah'a kavuşacağına yakinen inanmış, gönlü onunla çarpar". 
    diye rivayet olunan tefsirler de, "Gerçekten mümin olanlar o kimselerdir ki, 
    Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. Onlara âyetleri okunduğu zaman bu 
    onların imanlarını artırır. Bunlar yalnız Rab'lerine tevekkül ederler."(Enfal, 
    8/2), "İşte sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. O halde yalnız ona teslim olunuz. 
    İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele.
   Allah 
    anıldığı zaman onların kalpleri titrer. Başlarına gelenlere karşı da sabırlıdırlar. 
    Onlar namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar."(Hacc, 
    8/2) ve "Tevbe ile Rabb'inize dönün."(Zümer, 39/54) gibi âyetlerin mânâlarına 
    da işaret ederek birbirlerini tamamlayan tariflerdir. 
  Tasavvufçuların 
    da nefsin mertebeleri, makamları ve halleri üzerinde uzun sözleri vardır. 
    Hatta bütün tasavvuf, "Nefsini tanıyan Rabb'ini de tanımış olur." düsturuyla 
    onun üzerinde dolaşır. Bu cümleden olarak nefsi şu mertebeler üzere sınıflandırırlar: 
    Nefs-i emmare (insanı kötülüğe sürükleyen nefis), nefs-i levvame (kötülükten 
    sonra iç huzursuzluk, rahatsızlık veren nefis), nefs-i mutmainne (iyilikle 
    kötülüğü ayırdeden, temizlenerek kişiyi Allah'a yaklaştıran nefis), nefs-i 
    radiye (razı olmuş nefis), nefs-i merdiye (kendisinden razı olunmuş nefis), 
    nefs-i mülheme (ilham olunmuş nefis), nefs-i zekiyye (temizlenmiş nefis), 
    "Ve amma her ne zaman Rabb'i onu imtihan ettiği zaman." âyetleri çok cahil 
    ve zalim olan nefs-i emmarenin cahillik ve dünya sevgisi ile zulüm, kibir, 
    eğlenceye, mal ve makama meyil ve hırs gibi şehvani ve cismani tabiatını açıkladığı 
    gibi sonunda "İnsan o gün öğüt almaya çalışır, fakat öğütten ona ne fayda? 
    Ah, ne olurdu der, keşke hayatım için takdim etseydim." ile de kendini kınayan 
    nefs-i levvamenin tabiatı ve fakat bu kınamanın zamanı geçmiş olduğundan dolayı 
    faydası olmayıp hükmü ebedi azap ve bağda kalmak olduğu anlatılmakla nefs-i 
    emmare ve nefs-i levvame hükümleri gösterilmiş, sonra da vaktiyle hakkı anlayıp 
    o mertebelerden geçip yükselmiş olan nefs-i mutmainnenin hükmü anlatılmıştır.
   Nefs-i 
    mutmainneye bu hitap ne zaman yapılacaktır? Bu hususta üç görüş vardır: Ölüm 
    zamanında olması, öldükten sonra dirilme zamanında olması, hesap tamamlandığında 
    olmasıdır. Sözün akışına göre, en açığı da bu denilmiştir. Çünkü sözün gelişi 
    bunun da "Ne olaydı hayatım için takdim etmiş olaydım." sözünün söylendiği 
    günde ve ona karşılık olarak söylendiğini göstermektedir. Bu şekilde "dön" 
    sözünün mânâsı, hesap görülen yerden yüce Allah'ın yardım ve ikramı ile emir 
    buyurduğu yere dön demektir. Yahut "Hesap neticesine önem veren ve amellerin 
    kabul olunup olunmayacağı endişesi ile meşgul olan kalbi boşaltarak yine evvelki 
    gibi Allah'tan başkasına dönüp bakmayarak tamamiyle Rabbine dön, onu düşünmekle 
    meşgul ol." demek de olabilir. Zira nefs-i mutmainnenin özelliklerinden birisi 
    de Rabbinin huzurunda hesap verileceğine gönül huzuru ile iman etmiş olduğundan 
    dolayı hesaba önem vermek, amellerinin kabul ve rıza görüp görmediğini düşünmektir. 
    Gerek hesapsız ve sualsiz geçecek olsun, gerekse kolay bir hesapla geçecek 
    olsun amellerinin hesabının tamamlandığı duyurulurken ona böyle "haydi hesap 
    ve sual endişesinden tamamiyle sıyrıl da Rabb'ine dön" denilmesi büyük bir 
    gönül rahatlığı verme ve müjde olduğu kuşkusuzdur. O halde "radıyye", seni 
    bu ebedî nimete erdiren Rabb'inden razı ve hoşnut; "merdiyye" de, Rabb'in 
    katında rıza ve kabul görmüş, yani temiz kalbin, güzel çalışma ve gayretin 
    nedeniyle Rabb'in da senden razı olarak, seni en büyük kurtuluş olan rıza 
    ve hoşnutluğuna eriştirmek üzere dön demektir. deki "fâ", tefsiriyye (açıklama 
    "fâ"sı) olarak "dönüş"ü açıklamaktadır. 
  İkrime 
    ve Dahhâk'ten rivayet olunduğuna göre bu hitap ile "dön" emri, öldükten sonra 
    dirilme sırasındadır. Yani "ey ölüm ile sükuna ermiş olan nefs-i mutmainne! 
    Rabbin ve tek döneceğin yer olan yüce Allah'ın huzuruna razı olmuş ve razı 
    olunmuş olarak dön de sonsuz hayata er" demek olur. Bu şekilde nefse ruh diyenler 
    "kullarımın içine gir" âyetindeki girmeyi, ruhların ayrılmış oldukları bedenlere 
    girmesi ile tefsir etmişler ve bunun İbnü Abbas ve İbnü Cübeyr'den rivayet 
    edilmiş olduğunu sölemişlerdi. "Cennetime gir" de, birlikte sevap yurdu olan 
    cennete girmedir. 
  İbnü 
    Zeyd ve daha birçokları da bu hitabın ölüm sırasında söyleneceği görüşünü 
    benimsemişlerdir. Abd b. Humeyd, İbnü Cerir, İbnü Ebi Hatim, İbnü Merduye 
    ve "Hılye"de Ebu Nuaym İbnü Cübeyr'den şöyle rivayet etmişlerdir: Peygamber 
    (s.a.v.)'in yanında "ey nefs-i mutmainne!" âyeti okunmuştu. Hz. Ebubekir (r.a.), 
    "bu hakikaten güzel" dedi. Resulullah (s.a.v.) da: "Haberin olsun ki, melek 
    sana onu ölümün sırasında söyliyecektir" buyurdu. Hakim-i Tirmizî de bunun 
    gibi "Nevadiru'l-usûl"de Sabit b. Aclan yoluyla Selim b. Amir'den, Hz. Ebubekir 
    es-Sıddîk'ten rivayet etmiştir. Buna göre nefis ruh mânâsına olup onun dönmesi, 
    ruhun bedenden ayrılarak Rabb'ine doğru razı olmuş ve razı olunmuş olarak 
    gitmesidir. "Gir kullarımın içine..." Bu âyetin başındaki "fâ", fâ-i takibiyye 
    olarak hiç gecikmeden hemen ruhlar âleminde Allah'a yakın ruhlar zincirine 
    katılmak veya sonra yeniden dirilmek suretiyle salihler zümresine girmek, 
    "cennetime gir" onlarla beraber cennete girmek demek olur. 
  İbnü 
    Cerir, İbnü Münzir ve İbnü Ebi Hatim Ebu Salih'ten şöyle rivayet etmişlerdir: 
    Bu âyette, "Rabb'ine dön" emri ölüm anındadır. Nefsin Rabb'ına dönmesi dünyadan 
    çıkmasıdır. Kıyamet günü olunca da ona, "kullarımın içine gir, cennetime gir" 
    denilecektir.
   Bu 
    mânâ açık gibi görünse de yukarıda hatırlatıldığı üzere " o gün insan öğüt 
    alır" âyetinin akışına göre bu hitabın da o güne ait olması gerekeceğinden 
    öldükten sonra dirilip hesabın tamamlandığı sırada söylenmesi daha açık görülmektedir. 
    Şu halde bu eser ve nakillerin âyetlerin akışı ile uyum sağlayarak birleştirilmesi 
    "Kim ölmüşse kıyameti kopmuştur." hadisinin mânâsınca ölüm gününün kıyamet 
    gününe ilhak edilmiş olması nedeniyle o günün hükmü ölümden itibar edilmek, 
    yahut bu emirlerin sonuncusu olan "gir cennetime" emri o güne ait olduğu için, 
    her biri değil de toplamı itibariyle o akış içersinde söylenmiş bulunduğunu 
    kabul etmek suretiyle mümkün olur. Bir de denilmiştir ki: Bu hitap üç yerde 
    söylenecektir. Zira İbnü Münzir ve İbnü Ebi Hatim Zeyd b. Eslem'in şöyle dediğini 
    rivayet etmişlerdir: Bu âyette nefs-i mutmainne; ölüm sırasında, öldükten 
    sonra dirilirken ve toplanma günü cennet ile müjdelenmiştir. Bu rivayet zikredilen 
    izah ve yorumların hepsine uygun düşer. Bütün bu ayrıntılı bilgiler, söylendiği 
    gibi âyet, daha önce zikredilenlerden elde edilen karineyle "Allah buyurur 
    ki: Ey nesf-i mutmainne!" meâlinde, "Allah buyurur ki" sözü takdir edilerek 
    haber verme mânâsında olduğuna göredir ki çoğunluğun tercihi de budur. Buna 
    göre bu hitabın ve emirlerin kanun koyma türünden değil, yapma ve yaratma 
    türünden olması gerekir. Oysa daha önce geçen haber verişlerden sonra sûrenin 
    sonu olmak üzere bu hitabın Allah tarafından kanun koyma suretinde doğrudan 
    doğruya istek ifade eden bir hitap olması da pek muhtemeldir. Bu hitabın, 
    üst tarafına bağlanmadan ayrı olarak söylenmesi de yalnız önceki kısımdan 
    ayrı ve farklı olmasından dolayı değil, bunun mutmain nefisler tarafından 
    bizzat ve özellikle dinlenmesi istendiğine dikkat çekmek için olur. Bundan 
    dolayı bir kısım tefsirciler de bunun nefs-i mutmainneye dünyada da her zaman 
    için hitap olduğu görüşüne varmışlardır. Bu bize daha açık ve daha faydalı 
    görülmektedir. Bu surette "dön" emri, iradeye bağlı bir dönüş olarak her işte 
    ve bütün işlerinde hoşnut olmak kaydıyla yüce Allah'a ve onun emir ve takdirine 
    dönmeyi emirdir. Gerçi verilen ayrıntılı bilgilere göre "nefs-i mutmainne" 
    kavramında bu dönüş mânâsı da var ise de bolluk ve sıkıntı anlarında kaza 
    ve kadere rıza göstermek ve bu surette bu imtihan ve tecrübe âleminin müşküllerine 
    göğüs germek nefs-i emmare ve nefs-i levvamenin tabiatına uygun olmadığı gibi 
    bu, nefs-i mutmainnenin tabiatı için de kolay olmayıp bu mertebe nefs-i mutmainnenin 
    olgunluk mertebesi olan "razı olmuş nefis" özelliğini taşıdığı için ve Allah 
    katında kendisinden razı olunmuş olmak da buna bağlı olduğu için "razı olmuş" 
    ve "razı olunmuş" kayıtlarıyla açık açık emredilmiştir. Bu durumda "fâ" sebep 
    bildiren "fâ" olarak dünyada Allah'ın rızasına uygun iyi amelleri çoğaltarak 
    üzerlerinde şeytanın otoritesi olmayan Allah'ın saf ve ihlaslı kulları zümresine 
    girmeye çalışarak dünyada ve ahirette o zümreye dahil olmak; de, ahirette 
    onlarla birlikte cennete girmek ile emir olmuş ve bu şekilde nefs-i mutmainnenin 
    yine yukarıda açıklanan yönler ile ahiretteki güzel sonu da bir netice olmak 
    üzere hissettirilmiş ve bildirilmiş olur.
   İşte 
    böyle bir nefs-i mutmeinne ile geçirilecek olan dünya ömrü, Kurban bayramından 
    önceki on gece; ihlaslı salih kullar zümresi içinde cennete girme anı da o 
    gecelerin bürüyüp geçtiği en büyük bir mutluluk bayramının gerçek fecridir. 
    
  Ey Rabbim! 
    Bu satırları acizlik ve kusur içinde ömür sayfasına yazmaya çalışan bu zavallı 
    kulu ve bunları güzel bir bakışla okuyup onun hayrını isteyenleri öyle bir 
    nefs-i mutmainne ile razı olan ve razı olunan kullar olarak sana dönüp cennetinle 
    cemaline eren samimi kulların zümresine kat. "Allah'ım! Senden, sana kavuşacağına 
    inanan, senin kazana razı olan ve senin lutfettiğine kanaat eden bir nefs-i 
    mutmainne istiyorum".