113-FELAK: 
    
  De. Dikkate 
    şâyandır ki, böyle "de", "söyle" diye emrolunduğu zaman bundan açıkça anlaşılan; 
    emredilenin, bu emri değil, bununla söylenmesi emrolunan sözü söylemesi istenir. 
    Onun için Peygamber'in de bu sûreleri okurken demeyip diye başlaması gerekmez 
    miydi? diye bir soru hatıra gelir. Bundan dolayı 'de mutlaka denilmek vâcip, 
    Tebbet'te denilmemek vacip olduğunda ittifak bulunmakla beraber, İhlas'ta 
    ve Muavvizeteyn'de denilmeyerek okunmasını caiz görenler olmuşsa da, yalnız 
    dua niyetiyle söylendiği zaman bu caiz olsa bile Kur'an olarak okunduğu zaman 
    aynen okunmalıdır. Çünkü Mushaflarda öyle tesbit edilmiş, öyle varid olmuştur. 
    İmam Ebu Mansûr Matürîdî "Te'vîlat"da demiştir ki: "Zira bununla görevlendirilen 
    yalnız muhataptan ibaret değil, onun gibi sorumlu olan herkestir." Onun için 
    zamanlar geçtikçe bâki kalmak, bütün Allah'ın kullarına emir ve tavsiye olunmak 
    üzere aynen tesbit edilmiştir. Bir de denilmiştir ki: Bununla görevli olan 
    okuyanın kendisidir. Allah Teâlâ bu şekilde şunu bildirmiştir ki, bu mefhumun 
    yerinde herkes kendisine bunu söylemeyi emretsin, bunu bırakmasın. Hasılı 
    İhlas Sûresi'nin başında da işaret ettiğimiz gibi bu sûreler, diye emir ile 
    emrolunmuş gibi bir telkin ile okunur. Yani kendine ve herkese şöyle dua etmeyi 
    söyle: Sığınırım. Avz, meaz, ıyaz, istiâze, bir fenalıktan korunmak için başkasına 
    sığınmak, himayesini istemektir ki, sığınana âiz veya müsteiz; sığınılana 
    müsteâzünbih; kaçılan fenalığa münteâzünminh; sığınış tarzına, vesilesine 
    avze; sığındırıp koruyana muîz, korunana muâz denilir. Yani hıfz ve himayesini 
    istiyerek sığınır korunurum. O felâkın Rabbine. 
  Şafak vezninde 
    "felâk", birçok mânâlara gelen derin mânâlı şaşırtıcı bir kelimedir. Türevine 
    göre en esaslı mânâsı yarmak mefhûmunu içeren bir kelime olması hasebiyle 
    tıpkı fıtrat kelimesini andırır. Aslında lâm'ın sükûnuyla "halk" vezninde 
    yarmak, birden bire çatlatıp ayırmak veya pörtletmek demek olan felk masdarından 
    meflûk mânâsına sıfat-ı müşebbehe olduğuna göre infilâk ettirilmiş, çatlatılıp 
    yarılarak belirtilmiş demek olacağından ilk bakışta yarık, yahut çatlak diye 
    tercemesi hatıra gelir. Fakat böyle yarık yahut çatlak mânâsına lâm'ın fethiyle 
    değil, tıpkı meşkûk mânâsına şakk gibi mastarında olduğu gibi lâm'ın sükûnuyla 
    felk kullanılır. Çoğulunda da şukûk gibi fülûk deniliyor. Meselâ ayağında 
    yarık, çatlak var denecek yerde deniliyor ki, bu fark, ferc lâfzı ile ferec 
    lâfzı arasındaki farka benzer. Yani fetha ile felâk sade çatlağın, çatlayışın 
    kendisinden ibaret değil, daha çok ondan belirip inkişaf ederek meydana gelen 
    neticenin vasfı demek olur. Mesela bir çekirdeği çatlatmak bir felk, çatlaması 
    bir infilâk, bir infitâr, o çatlayış bir fıtrat, onda iki taraflı meydana 
    gelen durum bir çatlak, bir felk, bir şaktır. Onun bir tarafı bir filk, bir 
    şıktır. O çatlağın iki şıkkı arasından netice olarak pörtleyip beliren, inkişâf 
    eden ve genişleyen tomurcuk, yaprak veya su veya ışık, parıltı, açıklık veya 
    herhangi bir mahlûk, (fetha ile) felâk demektir. Bu mânâ iledir ki, "Taneyi 
    ve çekirdeği yaran, şüphesiz Allah'tır. (O), ölüden diriyi çıkarır, diriden 
    de ölüyü çıkarır. İşte Allah budur. O halde nasıl (ona inanmaktan) çeviriliyorsunuz? 
    Karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran O'dur." (En'âm, 6/95) buyurulmuştur. 
    vasfından da açıkça anlaşılan budur. O felakın fâlikı: yarıp yaratıcısı, ölüden 
    diri, diriden ölü çıkarıcı ve karanlığı yarıp sabahı açıcı ve bu şekilde yokluktan 
    çıkarılarak doğup doğuran halkı, birbirinden üreterek terbiye ede ede, ihtiyaçlarını 
    vere vere kabiliyetlerine göre yetiştirip sonlarına erdiren ve kendini "tek", 
    "her şey kendine muhtaç", "doğurmamış" "doğurulmamış", "hiçbir şey ona denk 
    değildir" diye ifade edilen yaratıcısı ve terbiyecisi demek olur.
   Bir de falk 
    maddesinde yarmak, yarılmak mânâsından başka bir sürat ve şaşmaya değer bir 
    güzellik ve bir baskı ve şiddet mânâsı da bulunur. Onun için hızından insanları 
    şaşırtacak derecede aşırı ve süratle koşmaya tefellük denildiği gibi, şaşırtıcı 
    ve güzel bir şey keşfetmeye iflâk veya iftilâk ve şaşırtıcı mefhumlar, güzel 
    ve nâdir mânâlar bulan yüksek şâire müflik, şaşırtıcı işe filk ve felîk, musîbet 
    ve belâya felîka ve müflika denilir. İşte bu mânâlarla ilgili bulunan bu felk 
    maddesinden felâk lâfzının lügatta isim olarak geleceği üzere birçok mânâları 
    beyân olunuyor: 
  1- Adem (yokluk)den 
    yarılıp çıkan halk, yani genelde bütün mahlûkat ve özellikle dağlardan pınarlar, 
    buluttan yağmurlar, yerden tohumdan bitkiler, sulb (döl)lerden nesiller, rahimlerden 
    evlatlar gibi bir asıldan ayrılıp çıkan yaratıklar, doğanlar, bu mânâda felak 
    mahluk ve meftur anlamdaşı gibi olarak iki mânâsıyla Samed'e karşılık ve onunla 
    mütezâyif olur. Yani Samed'in eksiksizliğine karşılık bu eksikli ve ona muhtaç 
    olur. İzafeti de bunu belirtir.
   2- Örfte, 
    özellikle sabaha, yani sütun şeklinde uzamış olan aydınlığa veya sabah yeri 
    ağarıp açılmaktan ibaret olan şafağa denir. Bu bizim Türkçe'de Tan dediğimizin 
    aynı demektir. Tanlamak: Şaşırmak, bir şeyin birdenbire şuura çarpan yumuşaklık 
    veya şiddetinden acı veya tatlı bir intiba ile belirleyip hayran olmak mânâsına 
    geldiğine göre bunda da felk gibi bir tuhaflık mânâsı vardır ki, şafak atmak 
    deyimiyle ifade olunur. Bu mânâca felak karşılığında karanlık demek olan gasak 
    zikrolunur. 
  3- İki tepe 
    arasındaki alçak, oturaklı, düz yere denir ve çoğulunda fülkan gelir. 
  4- Zindanda 
    suçluların ayaklarına vurulan ve miktara da denilen tomruğa denilir ki bizim 
    falaka deyimimiz bunun anlamdaşıdır. 
  5- Çanak dibinde 
    kalan süt kalıntısına denir. 
  6- Ekşiyip 
    kesilmiş süte denilir. 
  7- Cehennemin 
    veya cehennemde bir kuyunun ismi olduğu da nakledilmiştir. 
  Ragıb der 
    ki: sabahtır; (Neml, 27/61) kavlinde zikrolunan "enhâr" da denildi. Allah' 
    Teâlâ'nın Hz. Mûsa'ya bildirip onunla denizi yardığı kelimedir de denildi. 
    
  İbnü Cerir, 
    birincisi cehennemde bir dere veya cehennemde bir kuyu veya cehennem; ikincisi, 
    sabah; üçüncüsü, halk olmak üzere İbnü Abbas ve diğerlerinden üç rivayet kaydettikten 
    sonra der ki: Allah Teâlâ Resulüne demekle emretmiştir. Arap kelâmında felâk 
    ise sabah felâkıdır. denilir. Ve caiz ki cehennemde felâk isminde bir zindan 
    da vardır. Böyle olunca da Allah Teâlâ sözüyle felâk denilenin sade bazısını 
    irâde buyurduğuna bir delâlet koymadığı ve Allah Teâlâ yarattığı her şeyin 
    Rabbi olduğu için bununla felâk ismi alan her şeyin murad olunması vacib olur." 
    Bundan dolayı birçok tefsirci daha genel mânâsı alan halk ile tefsirini tercih 
    etmişler, İbnü Münzir ile İbnü Ebi Hâtim de bunu İbnü Abbas'tan rivayet etmişlerdir. 
    İbnü Sina da felâk vücud nuruyla yarılmış adem (yokluk) karanlığıdır demekle 
    bu mânâ üzere yürümüştür. Bununla beraber Cabir b. Abdillâh, İbnü Zeyd, Mücahid, 
    Katade ve İbnü Cübeyr'den rivayet olunduğu üzere tefsircilerin pek çoğu örfte 
    en yaygın olan sabah mânâsıyla tefsiri, zahir (açık) görmüşlerdir. Buna göre 
    "Rabbi'l-felâk", sabahın Rabbi, yani tanın tanrısı demek gibi olur. Bu şekilde 
    felâk, karanlık arkasında nûr, darlıktan sonra genişlik, kapalılıktan sonra 
    açılış mânâlarına işaret edici olmak dolayısıyla ıyâzın, yani sığınmanın ona 
    muzaf olan Rab ismine taalluk ettirilmesinde buna sığınanın sakındığı şerden 
    kurtarılıp korunacağına işaret eden bir kerîm vaadi ve parlak bir kudret misalini 
    hatırlatarak ümit ve ricasını kuvvetlendirme ve Rablık hükmüne itaatla ona 
    sığınma ve dahil olmada çok ciddiyet ve özene teşvik vardır. Bir de denilmiştir 
    ki, özellikle felakın zikri, onun kıyamet gününden bir örnek olması dolayısıyladır. 
    O halde evler, kabirler gibi, uykular ölümün kardeşi, sabahleyin evlerinden 
    çıkanların kimi neşe ve sevinç içinde ve kimi borç ve ihtiyaç ile alacaklıların 
    baskısı veyahut kulların başına gelmekte bulunan diğer haller ile gamlar ve 
    neşeler içinde bulunması itibarıyla ba's (öldükten sonra dirilme) ve âhiret 
    halini en çok andıran bir örnek olur. 
  Kâdî tefsirinde 
    der ki: "Burada ismi, diğer isimlerden, yani felaka izafeti caiz olan diğer 
    Allah isimlerinin hepsinden çok yerindedir. Çünkü zararlardan kurtarmak terbiyedir." 
    Bu açıklama, felâkın genellenmesi mânâsına göre zâhirdir. Çünkü sığınana da, 
    kendisine sığınılana da şamildir. Yani hem sığınan, hem de sakınılan halkın 
    Rabbidir, âlemlerin Rabbidir. Sabah mânâsına tahsis edildiği şekilde de, onun 
    halleri değiştiren, tavırları başkalaştıran ve böylece gamları ve kederleri 
    yok edecek olan kâdir oduğuna işâret eder.
   İbnü Sina 
    söylediğimiz gibi felâkı, varlığın nûru ile yarılmış olan yokluk karanlığına 
    hamlederek daha genel mânâyı aldıktan sonra demiştir ki: Burada Rab ismini 
    zikretmede ilmin gerçeklerinden bir lâtif sır vardır. Şöyle ki: Kul, köle, 
    hallerinin hiç bir şeyinde Rab'dan müstağni olamaz. Nitekim küçücük çocuğun 
    köle olduğu müddetçe halinde bu müşahede olunur. Mümkün olan mahiyet bile 
    ilk başlangıcın dağılmasından müstağni olamadığı için buna işaret olmak üzere 
    Rab ismi zikrolunmuştur. Burada gizli ilimlerden diğer bir işaret daha vardır 
    ki o da şudur: Avz ve ıyâz lugatte başkasına sığınmaktan ibarettir. Başkasına 
    yalnız sığınma ile emrolunup da ondan Rab ile tabir olununca, bu delâlet eder 
    ki: Maksad hâsıl olmazsa onun olmaması, o kendisine sığınılan bol bol hayır 
    vericiye ait bir işten dolayı değil, mümkün olana ait bir işten dolayıdır. 
    Zira şu kesindir ki: Olgunluklardan ve başkasından hiç bir şeyde ilk başlangıç 
    (mebde-i evvel) olan Allah tarafından cimrilik yoktur O, Samed'dir, ondan 
    hepsi meydana gelicidir, yetenekli olanın kabulü cihetini ona sarfetmesine 
    bağlıdır. İşte "Zamanınızın günlerinde Rabbinizin rahmetinden nefhalar: esen 
    hoş esintiler vardır. Uyanın, kendinizi onlara arzedin." hadis-i şerifindeki 
    nebevî işaret ile murad edilen budur. Allah'ın lütuflarının hoş esintilerinin 
    dâimî ve bozukluğun, ancak istidadı olandan olduğunu beyan buyurmuştur." 
  İbnü Merduye 
    ve Deylemî, Abdullah b. Amr b. Âs'tan şöyle rivayet etmişlerdir. Demiştir 
    ki: İlâhî sözünden Resulullah'a sordum, o buyurdu: "Cehennemde bir zindandır, 
    onda zorbalar, kibirliler hapsolunur ve cehennem ondan Allah'a sığınır." Yine 
    İbnü Merduye Amr b. Anbese'den de şöyle rivayet etmiştir: Resulullah (s.a.v.) 
    bizimle namaz kıldı sûresini okundu, sonra: "Ey İbnü Anbese bilir misin felâk 
    nedir?" buyurdu. "Allah ve Resulü daha iyi bilir", dedim. Buyurdu ki: "Cehennemde 
    bir kuyudur. O kızıştırıldığı zaman cehennem kızışır, Âdem oğlu cehennemden 
    incindiği gibi cehennem de o kuyudan incinir." İbnü Cerir ve İbnü Ebi Hâtim, 
    Kâ'b'dan da şöyle rivayet etmişlerdir: "Felâk, cehennemde bir evdir. O açıldığı 
    zaman ateş ehli onun sıcaklığının şiddetinden bağırırlar." Kelbî'den de: "Felâk, 
    cehennemde bir vâdidir." diye rivayet edilmiş ve cehennemin kendisidir de 
    denilmiştir. 
  Keşşâf'ın 
    beyanına göre bu mânâ, engin arza felâk denilmesinden alınmıştır, bunun çoğulu 
    fülkân gelir, halek ve hulkân gibi. Bu şekilde Rabb kelimesinin buna izafetle 
    zikri, azabın en büyüğüne işaret ile ondan sığınana kurtuluşun vaadini içerir. 
    Sabah mânasına olduğu zaman ümide zafer vaadini ifade ettiği gibi, bunda da 
    en büyük tehlikeden kurtarmayı ve korumayı vaad var demek olur. Bazı Ashab-ı 
    kiramdan rivayet edilmiştir ki: Şam'a gelip de zimmet ehlinin dünya geçimindeki 
    genişlik ve refahlarını gördüğü zaman "Hiç önem vermem, değil mi ki arkalarında 
    o felâk var?" demiş ve Kâ'b'dan rivâyet edilen mânâya işaret etmiştir. Alûsî 
    der ki: "Felâk'ın bu üç mânâsından bana göre tercihe değer birinci daha genel 
    mânâsıdır ki, îcad nuruyla yarılmış olan bütün mümkün varlıklara ve özellikle 
    dağlardan gözeler, bulutlardan yağmurlar, yerden bitkiler, rahimlerden çocuklar 
    gibi bir asıldan doğup çıkan bütün yaratıkları içine alır." Bu şekilde felâk, 
    Samed'in zıddı ve "Rabbi'l-felâk" (felâkın Rabbi), "Rabbi'l-halk" (halkın 
    Rabbi), yahut "Rabbi'l-fıtrat" (fıtratın Rabbi) demek gibi olur. Bunun da 
    önceki sûreye münâsebeti, yani doğmaktan, doğurmaktan, değişim ve yok olmaktan, 
    ortak ve benzerden uzak olan yaratıcının karşısında onun yalnız yaratma ve 
    icadıyla yaratılarak doğup doğuran ve aslında yok olucu ve fâni olan yaratıkların 
    hükmünü ve ona ihtiyacını beyan olduğu da açıktır. Bundan dolayı meâlde "sığınırım 
    Rabbine o fıtratın, şerrinden bütün hilkatin" diye tercüme etmek acizane fikrime 
    lâfzan ve mânen münasip gelmişti. Fakat İbnü Cerir'in dediği gibi lugat bakımından 
    ve şer'an mahluk denilenin hepsinin "Kendisine felâk denilen şeyler." mânâsıyla 
    sarahate dahil olmasında ve aynı lafzın mahfuz tutulmasında zikrolunan faydalarla 
    beraber daha çok ince ve daha fazla bir şümûl bulunmaması hasebiyle şöyle 
    demek daha tercihe değer göründü: "Sığınırım Rabbine o felâkın." 
  2. Yarattığının 
    şerrinden.
   Yani o Rabb'in 
    yarattığı bütün halkın: herhangisi olursa olsun şer şanından olan yaratıkların 
    hepsinin şerrinden ki, maddî ve manevî, dünya ve ahiretle ilgili, objektif 
    ve subektif, tabiî ve ihtiyarî her türlü şerri içine alır. Şu halde insan 
    ve cin ile bütün şeytanların şerrinden, yırtıcı hayvanlar, böcekler, haşereler 
    ve mikropların şerrine, zehirler ve ateşin şerrine, günahların ve hevânın 
    şerrine, nefsin şerrine, amelin şerrine varıncaya kadar yaratık denilebilen 
    herhangi bir şeyin, şer ve zarar olabilecek herhangi bir kötülüğünü muhtevası 
    içine alır. Şu kadar ki kastedilenin, genellikle birbirine karşı olan şerler 
    değil, sığınana karşı olan şerler olduğu açıktır. İbnü Sîna gibi bazıları 
    burada sığınan insana mahsus nefsin kendisine sığınılan olmaması gerekeceğini 
    ve bundan dolayı yarattığı şeylerden kastedilen O'ndan başkası olan cisimler 
    ve varlıklar olması gerekeceğini söylemiş ve insan ruhunun dünyadan olmasından 
    dolayı halk demek olan mâhalak (yaratık)da dahil olmayacağı kanaatine sahip 
    olmuş ise de, doğrusu ruh da mahlûktur, sığınanın kendisi de mâhalak (yaratık)da 
    dahildir. Onun için sığınılan şer ona sade dışından zorlayıcı olarak gelecek 
    olan objektif (âfâkî) şerden ibaret olmayıp "Sana gelen her kötülük de kendindendir." 
    (Nisâ, 4/79) hükmünce tabiî veya kasdî veya hata olarak seçme ve benimsemeyle 
    kendi nefsinden gelen objektif (enfüsî) şerri de içine alması gerekir. "Senin 
    en yaman düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." hadis-i şerifinde de buna 
    işaret olunmuştur. Bu yönden bu iki âyet, bu iki sûre toplamının bütün mefhûmunu 
    içine almaktadır. Bundan sonrası ise bunun içine yerleştirilmiş olan kısımlar 
    içinde çok vâki olmasından dolayı sığınmaya en çok ihtiyaç duyulan bazı kısımları 
    tayin ederek dıştan içe doğru açıklama ve tafsil olup bu şekilde bu sûrede 
    daha çok âfâkî (objektif, nesnel) olanlar hatırlatılarak buyuruluyor ki: 
  3. Ve bir 
    ğâsikın şerrinden vukubu sıra, yani girip daldığı, yahut bastığı veya battığı 
    zaman.
   Ğâsik kelimesi 
    de bir çok mânâ ile tefsir edilmiş geniş anlamlı bir kelimedir. Bunun masdarı 
    olan "ğasak" veya "ğusuk" veya "ğasekan" lugatta şiddetli karanlık, dolgunluk, 
    akmak, dökülmek, soğukluk ve kokarlık mânâlarıyla ilgilidir. Hepsinin esası 
    da (imtilâ) dolmak veya (seyelân) akmak yahut (insibab) dökülmek mânâlarından 
    birisi olduğu beyan olunuyor. Gecenin karanlığı hücum edip dolarak çok karanlık 
    olmasına masdar olarak "ğasak" ve "ğasakan" ve "ğusuk" denildiği gibi ilk 
    koyu karanlığa da isim olarak "ğasak" denilir. Bu yönden "gasak", "felâk"a 
    karşılık getirilir de "ğasaktan felâka kadar" denilir ki, gecenin kararmasından 
    sabahın aydınlığına kadar demektir. Buğday içinde bulunan karacaya da "ğasak" 
    denilir. Gözün dumanlanıp seçimsiz olmasına veya yaşarıp sulanmasına yani 
    iki şekilde de göz kararmasına "ğusuk" ve "ğasakan" denilir. Aynı şekilde 
    yaradan sarı su akmasına ve buluttan yağmur çiselemesine ve memeden süt dökülmesine 
    ve her hangi bir şeyin mutlaka akmak suretiyle dökülmesine de "ğasakan" tabir 
    edilir. İçilemeyecek derecede gayet soğuk ve fena kokulu içki veya suya "ğasak" 
    ve "ğassak" denilir. Nitekim "Yalnız kaynar su ve irin (içerler)." (Nebe', 
    78/25) bundandır. Kamus müterciminin beyanına göre Türkçe'de de soğuk kokmuş 
    veya "gasak" denilirmiş. Bundan dolayı Cevâlikî bunun Türkçe iken Arapça'laştırılmış 
    olduğunu zannetmiş ise de tersi daha açık göründüğünden adı geçen mütercim 
    buna razı olmamış, "garib" demiştir. Bununla beraber biz Türkçe soğuk kokmuş 
    su mânâsına "ğasak" da bilmiyoruz. Ancak lâfzî bir benzerlikten bahsedecek 
    olursak Arapça "ğasik" lafzının Türkçe'deki "kasık" lafzını ve dolayısıyla 
    şehvet kuvveti mânâsını andırabileceği söylenebilir. Çünkü şehvet, şerrinden 
    sakınılması gereken şeylerin başında gelir.
   Şimdi bu 
    açıklamadan anlaşılır ki, ğâsık asıl türevine göre "ğasak yapan" veya "ğasakan 
    eden" veya ğasaklı mânâsına ismi fâil olmakla; dolan, kararan, karanlık eden, 
    akan, dökülen, dolmuş, pusarık, soğuk olan mânâlarına vasıf olarak kullanılması 
    lügat bakımından doğru olur. Buradaki maksadın ne olduğu hakkında da çeşitli 
    tefsirler yapılmıştır. Fakat bunları söylemeden önce "vekab"ın mânâsını da 
    izah edelim:
   "Vekab"ın 
    masdarı "vakb" ve "vukub" gelir. Bunun aslı "vakbe" gibi çukurdur. Kayalardaki 
    yaratılıştan çukurlara ve bazı yalçın kayalarda bir iki adam boyu derinliğindeki 
    kuyu tarzında oyuklara ve atın gözü üstündeki çukurlara ve insanın bedeninde 
    göz ve omuz çukurları gibi çukurlara, çarkın ve makaranın iğ çeken deliklerine 
    ve alık yani ahmak ve alçak kimseye vakb denildiği gibi, masdar olarak vakb, 
    vukub da çukura girmek olup sonra mutlaka girmek ve kaybolmak, gelmek, dönüp 
    yönelmek ve karanlık girmek yani karanlık basmak, güneş batmak, ay tutulmak 
    yani husuf (tutulma)a girmek, yahut mihak (Arabî ayın son üç günü)a girmek 
    mânâlarında kullanılmıştır. Onun için burada da "ğâsık"a verilen mânâya göre 
    düşünülmesi gerekir ki, giriş mânâsı hepsinde yeterli olabileceği için çoğunlukla 
    bununla tefsir etmişlerdir. O halde "ğâsık"a verilen mânâlara gelelim: 
  1- Ğasak, 
    imtilâ (dolmak) ve karanlık mânâsında meşhur olduğu için önce bundan dolgun 
    ve karanlık mânâsı açıktır. Bundan da felâk karşılığında gece mânâsı açık 
    olduğundan dolayı felâka sabah mânâsı veren pek çok tefsirci bunu gece ile, 
    vukubu da gece karanlığının herşeye girip basmasıyla tefsir etmişlerdir ki 
    gibi, "karanlığı bastığı zaman bir gecenin şerrinden" demek olur. Bu şekilde 
    şerrin geceye nisbeti, meydana gelişine zarf olması hasebiyle münâsebeti olan 
    bir şeye isnadı kabilindendir ki, "gündüzü oruçlu" gibi mecazî isnad olup, 
    geceleyin vâki olan şerden demektir. Karanlığının basması zamanıyla kayıtlanması 
    da şerrin o zaman yayılmaya başlaması ve bundan dolayı şer kaplamadan önce 
    istiaze (sığınma) ile korunmanın temini en lüzumlu şey olması nüktesine dayanmaktadır. 
    Ğâsık'ın böyle gece ile ve vukubun karanlığın girişi ile tefsirini İbnü Cerir 
    ve İbnü Münzir, İbnü Abbas ve Mücahid'den; İbnü Ebi Hâtim, Dahhâk'den rivayet 
    etmişler, aynı şekilde Hasen'den de rivayet olunmuştur. Zeccâc da buna kâni 
    olmuş, ancak ğâsıkı, soğuk mânâsına olarak geceyle yorumlamış, gece gündüzden 
    soğuk olduğu için ona ğâsık denildiğini söylemiştir. Ragıb, ğasakın şiddetli 
    karanlık, ğâsıkın gece mânâsına olduğunu söylemiş ve demiştir ki: Ğasıkın 
    şerri, tarık gibi yani gece ansızın gelip çatan arıza veya hayalet gibi geceleyin 
    olan belâ ve musîbetten ibarettir. Zemahşerî de gece gasakının (karanlığının) 
    aslının gözün yaşla, yaranın kanla dolması gibi dolmak mânâsına gasktan yani 
    karanlığın yoğunlaşmasından olduğunu söylemiştir. 
  2- Ğasık ayla, 
    vukub da ay tutulma veya ay sonundaki üç gün ile tefsir edilmiş ve buna dair 
    bir hadis-i şerif de rivayet edilmiştir. İmam Ahmed, Tirmizî, Hakim ve daha 
    başkaları Hz. Aişe'den şöyle rivayet etmişlerdir: Demiştir ki: Bir gün Resulullah 
    (s.a.v.) Ay'a baktı da: "Ey Âişe! Bunun şerrinden Allah'a sığın çünkü bu o, 
    karanlığı çöktüğü zaman gecedir." buyurdu. Tirmizî demiştir ki, bu hadis, 
    hasen sahihtir. Alûsî, "Bunun doğruluğunu kabul edenin, diğer bir tefsire 
    dönmemesi gerektir." demiş ise de, buna tahsisin lüzumunu men etmekle cevap 
    verilebilir. Zira Ay'ın ğâsik olmasının doğruluğu kabul olunsa da, lâfzın 
    zâhir olan mutlaklığının tek bir haber ile tahsisi caiz görülmeyip cümlesinde 
    isnad olunanın tarifi tahsisle yorumlanmayarak tevili de diğer deliller ile 
    sahih olur. Ay'a ğâsik denilmesinin sebebine gelince bunda da bir kaç ihtimal 
    vardır: 
  a- Bedir (dolunay) 
    halinde nûr ile dolgunluğu itibarıyladır. Bu şekilde vukub (karanlığın çökmesi) 
    hüsuf (ay tutulması)a dahil olup kararmasıdır.
   b- Seyir 
    ve hareketinde, burçları katetmesinde sür'ati itibariyledir ki ğask seyelân 
    (akma)dan cereyana istiâre edilmiş olur. 
  c- Güneş'in 
    ışığından istifade edilmiş olup hacmi, haddi zatında karanlık olması itibarıyladır. 
    Bu iki vecihte vukubu ayın sonunda mihak (son üç gün)a girerek kaybolmasıdır. 
    Müneccimler ay tutulması ve ayın son üç gününü uğursuz sayarlar. Büyücüler 
    de hastalık bırakan sihir ile o zaman meşgul olurlar. Nüzul sebebi sihir olduğuna 
    göre de bu münasiptir denilmiştir. Yani "şerri"nin mânâsı Ay'ın kendisinde 
    bir şerri olmasından değil, o zaman sihir yapanların sihir ile uğraşmaları 
    hasebiyle bu yüzden şerre sebep olması demek olup, şerrin Ay'a nisbeti onunla 
    ilgili olması mânâsına söylenmiştir. Lakin şerrin bu şekilde tahsis edilerek 
    tefsiri müneccimlerin, büyücülerin kanaatlarına göre bir çeşit göz yummayı, 
    müsamahayı içereceğinden dolayı münasib olmadığı gibi, bundan sonraki âyetten 
    fazla bir mânâyı da ifade etmiş olmaz. "Güneş ve Ay Allah'ın alâmetlerinden 
    birer alâmettirler. Bunlar kimsenin ne ölümü, ne de hayatı için tutulmaz." 
    hadisi şerifiyle anlatılmış olan şeriat koyucusunun maksadına aykırı ve onunla 
    iptal edilen cahiliyye kanaatlarını bir çeşit kabullenmeyi teşvikten uzak 
    kalmaz. Doğrusu Ay'ın tutulması veya son üç gününde şerrinin mânâsı da ışığın 
    kaybolmasıyla karanlığın basmasındaki şer demek olacağından, bu da birinci 
    mânâya dönmüş olur. Çünkü mehtap gecelerinde gecenin karanlığının yoğun oluşu, 
    yani karanlığın basması mânâsı tahakkuk etmez. "Onu takip ettiği zaman Ay'a 
    andolsun." (Şems, 91/2) hükmü geçerli olur. Bundan dolayı Ay'ın vukubu, sadece 
    tutulması veya mihak (ayın son üç günü)ından ibaret olmayıp batışını da içerirse 
    de dolunay halindeki ayın batışını sabah takip edeceği için bunda gecenin 
    kararma zamanı tahakkuk etmez. Onun için Ay'ın kararması, daha çok tutulma 
    veya ayın son üç gecesiyle tefsir olunmuştur. Şu halde Hz. Aişe hadisinin 
    mânâsı da mehtap gecelerinin ğâsık (karanlık) olmadığını, gecenin karanlık 
    olmasının, Ay'ın tutulma zamanına tahsis olduğunu izah etmek bakımından ğâsıkın 
    gece veya karanlık mânâsına bir tefsir demek olur ve bu şekilde tahsisin mânâsını 
    da tevile hacet olmaksızın hadis sahih olur. 
  3- İbnü Ebi 
    Hâtim'in İbnü Şihab'dan rivayetine göre battığı zaman güneştir. Şu halde karanlığının 
    basması, batışı demek olmakla, bundan akşam şafakı kayboluncaya kadar olan 
    tamamıyla batışı düşünülünce gece karanlığının girdiği zaman demek olacağından 
    dolayı, bunun da yine birinci mânâyı bir izah olduğu anlaşılır. 
  4- Ğâsık, 
    Süreyya yıldızı ve karanlığa gömülmesidir, diye tefsir edilmiştir. İbnü Cerir'in, 
    İbnü Vehb'den rivayet ettiğine göre İbnü Zeyd demiştir ki: "Araplar, ğâsık 
    Süreyya'nın batmasıdır, derlerdi ve onun batışı sırasında hastalıklar ve tâun 
    çok olur ve doğuşu sırasında kalkardı." İbnü Cerir der ki: "Bu görüşü kabul 
    edenler için Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilmiş bir eserden bir illet 
    de vardır." Ebu Hüreyre'den Hz. Peygamber'e merfûan şöyle rivayet edilmiştir: 
    en-Necmi'l-ğâsik "kararmış yıldız" buyurdu, demiştir. Ve bilinmektedir ki 
    en-Necm, Süreyya demektir. Bundan başka Necm Sûresi'nde de geçtiği gibi "Süreyya 
    doğunca, âfet kalkar." diye de bir hadis-i şerif rivayet ediliyor. Rivayetlerin 
    bazısında "Arab yarımadasından" kaydı da vardır. Âlûsî der ki: Câmiu's-Sağir'in 
    Menâvî Şerh-i Kebîr'inde diğer rivayetler de vardır, müracaat edilebilir. 
    Bununla beraber bu şekilde de mânâ, Süreyyâ'nın dahi bulunmadığı karanlık 
    gecelerin şerri mânâsına dönüştürülebilir. 
  5- "Keşşâf" 
    sahibi der ki: Ğâsık ile kara yılan, ve sokması kastedilmiş olması da câizdir. 
    
  6- Kâmus sahibinin 
    "vakb" maddesinde bir nakline göre ğâsık, ihtiras ile dolup kabaran kasık; 
    vukubu da saldırışı meâlinde de bir mânâ söylenmiştir. Bu iki mânâ güvenilir 
    görülmezse de, yılan sakınılması lazım gelen en zararlı düşmanlardan olmakta 
    örnek olduğu gibi, şehvet ve hırs da en büyük şerlerin kaynağı olduğu düşünülürse, 
    bunlardan sakınmayı hatırlatmaktaki faydasının önemi de inkâr olunamaz. Ancak 
    Kamus mütercimi lugat açıklamasına hizmet etmiş olmak için bunun ifadesinde 
    açıkça gitmiş, setr-i avrete uymanın lüzumunu hissetmemiş gibi rahat hareket 
    etmiştir. Bundan dolayı Alûsî der ki: Firuzâbâdî Kâmus'ta "vakb" maddesinde 
    bir görüş zikretmiş ve onu Gazâlî ve daha başkasının İbnü Abbas'dan hikâye 
    ettiğini sanmışlardır. Onun nisbeti sahih olduğunu sanmam. Çünkü görüşler 
    arasında bir avret olduğu açıktır."
   7- Razî'nin, 
    "bazı âriflerden işittim" diye naklettiği mânâdır. Bu iki sûrede yaratıkların 
    mertebelerinin açıklandığını ve şerrin cisimler ve cisimler âleminde vâki 
    olduğunu söyleyerek demiştir ki: Cisimler ya esîrî (bütün evreni kaplayan, 
    ağırlığı olmayan, ısı ve ışığı ileten cevher) cisimler veya unsûrî cisimlerdir. 
    Esîrî cisimler "Rahmân'ın yaratmasında bir ayrılık, uygunsuzluk görmezsin. 
    Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun?" (Mülk, 67/3) buyurulduğu 
    üzere düzensizlik ve bozukluktan uzak, hep hayırlıdırlar. Unsûrî (ağırlığı 
    olan) cisimler ise oluşabilen ve bozulup değişebilen cisimlerdir. Ya cansız 
    varlık veya bitki veya hayvandırlar. Cansız varlıklar, nefsânî kuvvetlerin 
    hepsinden uzaktırlar. Onun için bunlarda zulmet sırf karanlık olup, ışıklar 
    tamamen yok olmuştur. "Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden." maksat 
    budur. Bitkiler ise bitkisel gaz gücü ile, uzunluk, genişlik, derinlikte büyüyüp 
    artandır. Onun için bu büyüyen kuvvet sanki bu üç düğüme üfleyen üfürükçüdür. 
    Hayvana gelince: Hayvansal güç, görünen ve görünmeyen duygular, şehvet ve 
    öfkedir. Bunların hepsi de insan ruhunu gayb âlemine bağlanmaktan ve Allah 
    Teâlâ'nın kudsi celâli ile meşgul olmaktan alıkor. "Hased ettiği zaman hasedcinin 
    şerrinden." âyetinden murad da budur. Bu mertebeden sonra süfliliklerden ancak 
    insanî nefis kalır. Onun için bu sûre kesilip insanî nefsin ilerlemede mertebelerinin 
    dereceleri de bundan sonra Nâs Sûresi'nde zikrolunmuştur. Görülüyor ki bunda 
    ğâsık, karanlık, karaltı mânâsına olarak unsûrî cisimlerden hiç gelişmeyen 
    ve hayvansal kuvveti yani uzvu bulunmayan herhangi bir cansız cisme yüklenilmiştir 
    ki, halis karanlık dediği bizim sırf durgunluk özelliği ile düşündüğünüz tabiattır. 
    Vukubu da mekândaki vaziyeti veya varolmaktan yokluğa girişidir. İbnü Sina 
    da bu mânâ üzerinde yürümüş, fakat ğâsıkı sırf cansız cisme, madene tahsis 
    etmemiş, hayvansal güç ile tefsir etmiştir ve demiştir ki: Hayvansal güç bir 
    zulmet-i ğâsika-i mütekeddiredir, yani bulanık bir kara kuvvettir ki, sığınmış 
    olan düşünen nefsin tersinedir. Çünkü düşünen nefis cevherinde temiz, saf, 
    bulanık madde ve ilişkilerinden uzak, bütün suretler ve hakikatleri kabul 
    edici bir fıtratta yaratılmıştır o ancak hayvanlıktan kirlenir.
   Bizim fikrimizce 
    âyetlerin daha genelden daha özele doğru gidişine göre bunu ne sadece cansız 
    cisim kısmına, ne de hayvansal güce tahsis etmeyip bitkileri ve hayvanları 
    içine alacak şekilde mutlak unsurî cisim diye almak, sonra bitkisel güç, sonra 
    da hayvansal güç yahut şehvet ve öfkeyi tahsis etmek daha uygun olur. Bu şekilde 
    ğâsıkın şerri, asıl özelliği durgunluk iken üzerinde Rab'lik hükmü ile var 
    olma ve yok olma cereyan eden ve felâka karşı karaltılar teşkil eden karanlık 
    madde âleminin var olma ve bozulma halindeki bütün şerleri içereceği için, 
    insanın karşısında yer alarak üzerine dalan cismânî her hangi bir kara kuvvetin 
    veya hayaletin âfetine işaret edeceği gibi, vukub çukura girmek demek olması 
    itibarıyla sonunda kabre girmeye mahkum olan fâni bedenin, cismânî tabiatın 
    düşkünlük ve yok olma zamanındaki şerrinden ve kötü sonuçtan sığınmayı da 
    ifade etmiş olur. 
  8- Zikredilen 
    mânâlardan her birini bir misâl ile izah kabilinden olarak ğâsık, beşeriyete 
    ârız olan ve muradına engel olan elem ve ıztırabına sebep olabilen her hangi 
    bir kara musîbet demek olduğu da söylenmiştir ki, insanın vicdanına her hangi 
    bir karanlık koyabilen kara şey demek olur. Zira maddî veya manevî şer ve 
    zarar, gam ve keder, karanlık ve karalık ile nitelenir. Bu takdirde vukubu, 
    hücumu demektir. Yukarıda izah ettiğimiz vechile gece ile açıklamanın sonucu 
    da Ragıb'ın "tarık gibi her gelip çatan musibet" diyerek işaret ettiği üzere 
    bu mânâya dönüştürülebilir. Hakikatte İbnü Cerir de gece, Süreyya, Kamer (Ay) 
    rivayetlerini kaydettikten sonra demiştir ki: "Bence görüşlerin doğruya en 
    yakın olanı şöyle demektir: "Allah Teâlâ Peygamberine ğâsıkın şerrinden Allah'a 
    sığınmasını emretmiştir. Ğâsık ise karanlık olandır, gece karardığı zaman 
    denilir. de karanlığın girdiği zaman demektir. Katade nin mânâsında "gitti" 
    derdi. Gece, karanlığa girdiği zaman ğâsiktır. en-Necm (yıldız) battığı zaman 
    ğâsıktır. Ay da vukubunda ğâsıktır. Allah Teâlâ bunların hiç birini tahsis 
    etmemiş, genelleştirmiştir. O halde ğâsık denilebilenin her birinin de vukubu 
    zamanındaki şerrinden sığınma ile emrolunmuştur." 
  4. Ve o düğümlere 
    üfleyicilerin şerrinden. Yani iplere, ipliklere, düğdükleri düğümlere, yahut 
    gönüllerde düğümlü azimler, inançlar, tutkunluklar içine üfleyen, yahut öyle 
    düğümler içinde anlaşılmaz kapalı bir halde olarak üfürükçülükle afsun yapan 
    büyücü nefislerin, yahut karıların, yahut toplumların şerrinden. "Nefs etmek", 
    bizim "nefes etmek" dediğimiz üflemektir ki, biraz tükürüklü, veya tükürüksüz 
    olarak üfürür gibi yapmaktır. Keşşaf sahibi tükürükle üflemektir, demiş. Levâmi' 
    sahibi de üfürmeye benzer, tükürüksüz olarak rukyede (okuyup üflemek) yapılır. 
    Tükürükle olursa tefl, yani "tüh tüh" diye tühlemek tabir olunur demiştir. 
    
  İbnü Kayyim 
    de: Büyücüler sihir yaptıkları zaman fiillerinin tesirine çirkin nefeslerinin 
    bazı kısımları karışan bir nefesle yardım dilenirler, diye nakletmiş, Alûsî 
    bundan dolayı Keşşâf sahibinin dediğine daha doğru demiştir. Gerçekten Ragıb 
    da der ki: Nefs, tükürük fırlatmaktır ve bu tühlemekten daha azdır. Afsuncunun 
    ve sihirbazın nefsi de düğümler içine üflemesidir. "Düğümlere üfleyicilerin 
    şerrinden." buyurulmuştur." Yılan zehir nefseder" denilmesi de bundandır. 
    Üfürüntü, "Göğüs darlığı olan elbette üfüler" diye de bir mesel vardır. Lâkin 
    Nihâye'de, nefhe (üfürmeye) benzer ve tühlemekten daha azdır. Çünkü tefl her 
    halde tükürükten bir şey karışmadan olmaz. demesinden anlaşılan nefste tükrük 
    şart değildir. Kamus sahibi de: "Böyle nefs (üflemek), nefh (üfürme) gibidir 
    ve tühlemekten daha azdır." demiş ve mütercimi bunu şöyle izah etmiştir: Tefl 
    (tükürmek) mânâsından daha az üfürmektir ki, buna üflemek denilir. Üfürükçülerin 
    üflemesi gibi tükürüksüz olur ve tefl azca tükürük ile "tüf tüf" diye üfürmektir 
    ki tüflemek denilir. Yalancılık kısmından olan şiir ve gazellere söylenir. 
    Büyücü kadınlara denilir ki, ipi düğümleyip ona afsunla üfledikleri içindir. 
    Müellifin üfürükçü kadınları ile tefsiri nüfus, yahut nisâ (kadınlar) itibarına 
    dayanır. Zira cadılığın pek çoğu kadınların işidir. Demek olur ki "nefs"in 
    esasında biraz tükürük fırlatmak olsa bile nefh gibi tükürüksüz sade nefes 
    etmekle de olur. Nitekim dilimizde nefes edici, okuyucu, üfürükçü denilen 
    rukyecilerde bilinen tükürüksüz üflemektir. Fakat zarar vermek için sihir 
    yapan kötü büyücülerde yılanın dişinden zehiri fışkırtması gibi tükürük savurtmak 
    da âdet olduğu anlaşılıyor. Bununla beraber hava, rüzgar, nefes üfürmek demek 
    olan nefh, ruh nefheylemek tâbirinde olduğu üzere can vermek, hayat ve ilim 
    başlangıcı olan ruhu feyizlendirmek mânâsına kullanıldığı gibi "Rûhu'l-kudüs 
    kalbime nefes eyledi." hadis-i şerifinde vârid olduğu üzere ruhun kalp ve 
    vicdana bir mânâ, bir ilim veya söz, vahiy etmesi mânâsına da istiare yoluyla 
    olsa bile denildiğinde de şüphe yoktur. Demek ki etmenin çirkin kısmına karşı 
    olarak bir de kudsî kısmı vardır. Vaaz ve öğütde, öğretim ve eğitimde, ruhî 
    tedavilerde olduğu gibi, güzel hikmetli sözler, hayırlı niyetler, kudsî mânâlar 
    ve nefesler sarfıyla yapılan ruhî telkinler bu çeşittendir. Fakat burada bahis 
    konusu, şerrinden sığınılması emrolunan çirkin nefesler olduğu, bunda da bilinen 
    sihirbaz erkek ve kadınların zehire benzeyen çirkin tükürüklü üfürükleri ile 
    afsunları bulunduğu için "düğümlere üfleyenler" ifadesi onlar hakkında yaygınlaşmıştır. 
    
  Bunu açıklamak 
    için "ukad"in mânâlarını da tahlil etmek lazım gelir. , 'nın zarfı veya zarf-ı 
    müstakar olarak onların halidir. kelimesi, malûmdur ki, "ukde" nin çoğuludur. 
    Ukde, bir şeyin uçlarını derleyip birbirine sıkı tutturmak, yani düğüm bağlamak, 
    düğmek ve düğümlemek demek olan "akd" maddesinden isim olduğu için esas mânâsı, 
    düğüm demektir.
   Fakat akd, 
    hissî ve manevîden daha genel olarak kullanıldığı için, ukde dahi akd gibi 
    sade hissî bir düğümden ibâret olmayarak birçok mânâlara gelir. Ondan dolayı 
    düğüm denilince normal bir ip düğümünden ibaret zannedilmemesi için Kamus'tan, 
    Nihaye'den, Râğıb'dan bazı mühim mânâlarını kaydedelim:
   Kamusta:
   1- Ukde, 
    düğüm ve düğüm yeri. 
  2- Beldeler 
    üzerine velâyet. Nitekim Nihâye'de der ki: Hz. Ömer hadisinde: "Şehirler üzerine 
    velâyet sahipleri helâk oldu." demektir. Emîrler için sancak bağlanmasından 
    alınmıştır. 
  3- Valiler 
    için akt edilen anlaşma ki, Übey hadisinde "Kâbe'nin Rabb'ine yemin ederim 
    ki düğüm ehli helâk oldu." bu mânâdandır, yani akt edilen anlaşma demektir. 
    
  4- Sahibinin 
    mülk olarak inandığı akar. 
  5- Ağacı çok 
    ve girift yer. 
  6- Develer 
    için otları yeterli otlak. 
  7- Bir kimsenin 
    yeterli derecede geçimi kendisine bağlı bulunan şey. 
  8- Bolluk 
    arazi. 
  9- Ağaç yemeye 
    mecbur kalmış hayvanlar. 
  10- Herhangi 
    bir şeyin kesin vücubu, lüzumu ki, nikâh bağı ve alış veriş sözleşmesi bundandır. 
    Kalpdeki inanca, şiddetli ilişiğe, azim ve kesin niyete, rey ve görüşe ukde 
    denilmesi de buna dahildir. Nitekim Nihaye'de dua hadisinde "Senin için kalplerimizde 
    nedâmet ukdesi vardır." nedâmete azim akdi, demektir ki gerçek tevbedir. Yine 
    bir hadiste "Ve elbette deveme emrederim göç eder, sonra Medine'ye gelinceye 
    kadar onun için bir düğüm çözmem." ona gelinceye kadar azmimi bozmam demektir. 
    Bir hadiste de "Bir adam alış veriş ediyordu, ukdesinde zayıflık vardı." yani 
    fikrinde ve kendi iyiliklerine bakışında demektir. 
  11- Kin ve 
    öfkeye de, çoğul sigasıyla, ukad denir. "Düğümleri çözüldü", öfkesi sükûn 
    buldu demektir. 
  12- Ukde, 
    kamışa da söylenir ve bazı yerlerin de özel ismidir. Hepsi düğüm mânâsıyla 
    ilgili olan nice mânâlar ki, çoğunu ve hepsini belki bu âyette düşünmek mümkün 
    olabilir. Râgıb da Müfredat'da akdin önce ipin bağlanması ve binanın bağlanması 
    gibi katı cisimlerde kullanıldığını, sonra da ticaret akdi, ahid ve diğerleri 
    gibi mânâ cinsinden olan şeylere isâre edildiğini söyledikten sonra der ki: 
    Ukde, Akdolunanın ismidir, nikâhdan, yeminden ve diğerlerinden, "Bekleme süresi 
    dolmadan nikâh bağını bağlamaya kalkmayın." (Bakara, 2/235) ve dil tutulduğunda 
    denir. "Dilinde ukde var." demek, tutukluk, pelteklik var demektir. de "ukde"nin 
    çoğuludur ve bu büyücü kadının bağladığıdır ki, aslı azimettendir. Onun için 
    ona ukde denildiği gibi azimet de denilir. Bundandır ki: Büyücüye muakkid 
    (akt eden) denilir. Ve onun denilir, telkîh (aşılanması)i tutunca kuyruğunu 
    kısan deve; kuyruğu kıvrık teke veya köpektir. Köpeklerin çatışmasına da teâkud 
    denilir.
   Demek ki 
    büyücü erkek ve kadının üflediği, akdettiği ukdeler, düğümlediği düğümler 
    bu mânâlarla ilgili bir azim ve azimet düğümüdür ki, asıl uçları onların nefislerinde 
    düğümlenmiş olup onunla diğerleri üzerinde iradelerini şeytanlıkla yürütmek 
    isterler, bir akiddeki el sıkma kabilinden, görünüşteki ip düğümü de onun 
    bir görünümüdür. 
  O azimet denilen 
    şeyin ne olduğuna gelince: Evvela bilinen şeydir ki azim ve azimet bir işin 
    yapılmasına kalbi bağlamaktır. Yani kalbi kesin olarak bağlamakla kastetmek 
    ve yönelmektir. Ciddiyet ve sabır ile çalışmak ve önem vermektir diye de tarif 
    edilir. Böyle azimle yapılması gereken büyük hayırlı işlere ve ruhsat yönü 
    aranmayarak icrası istenilen çok mühim görevlere azimet, azâim ve avâzim denilir. 
    Büyücünün ukdesinde esas olan, şer ve şeytanlığa taalluk eden bir kalbin akdi 
    ile takip olunur bir azimettir ki, Ragıb bunu şöyle tarif etmiştir: "O azimet 
    bir sığındırma afsûnudur ki, sanki sen onunla şeytanın üzerine sende iradesini 
    yerine getirmesine bir akid yapmışsın, onu bağlayıp düğümlemişsin gibi tasavvur 
    olunur." 
  Bu açıklamalardan 
    sonra şu sonuca gelmiş oluyoruz ki, ukdelere, tükürüklü veya tükürüksüz üflemek 
    ukdenin hissî ve mânevî tasavvur olunabilen her mânâsına göre onun gerek bağlanması, 
    gerek çözülmesi, nokta-i nazarından nefes sarfetmek, ilkâât (atmalar) ve telkinler 
    ile nefisler üzerinde heyecanlandırmalar ve kışkırtmalarda bulunmak gibi bir 
    vechile düşünülebilir. Bahis konusu ise şer olan nefes (üfleme)ler olduğu, 
    bunun sonucu ve en açık misâli de işleri, güçleri küfür ve fitne olan büyücülerin 
    afsun düğümlemeyle şunu bunu bağlamak, sihir yapmak için püf püfleyerek veya 
    tüh tühleyerek azim ve azimetle sarfettikleri şeytanlı üfürükleri ve tükürükleriyle 
    düşünüldüğü için büyücülerin, cadıların ünvanı olmuş ve bundan dolayı çoğunlukla 
    "büyücü kadınlar, cadılar" diye tefsir olunmuştur. Burada dikkati çeken noktalardan 
    birisi de "neffâsât"ın müennes çoğul olarak getirilmiş olmasıdır. Onun için 
    bunun müennes olan mevsûfunu takdir etmede üç vecih söylenmiştir: 
  1- Zâhiri 
    üzere "nisâ" (kadınlar) takdir olunarak "üfleyici karılar" demek olmasıdır. 
    Bunda da iki vecih vardır: Birisi, yukarıda işaret olunduğu üzere cadılık 
    çoğunlukla kadınların şiârı olması ve büyü işinde kadının rolünün çok olmasıdır. 
    Birisi de, erkeklerin azim ve kuvvetleri üzerinde kadın hilesinin, kadın tuzaklarının 
    şirreti veya kadın câzibesinin yüreklere işleyen büyüleyici tesiridir ki, 
    bunu büyünün hakikatine inanmayanlar dahi itiraf ederler. Bununla beraber 
    iki görüşün ikisi de bir mânâya yöneliktir denilebilir. 
  2- Dişiyi 
    ve erkeği içine almak üzere nüfûs (nefisler) takdiriyle "üfleyici nefisler" 
    demek olmasıdır. Zira Arapça'da "Sin" ile nefis kelimesi müennestir. Bu mânâ, 
    erkeğe ve dişiye, fertlere ve toplumlara sadık olmak itibarıyla daha kapsamlı 
    olduğu ve nüzul sebebi sayılan rivayetlere uygun bulunduğu için genellikle 
    en tercih olunan görüş budur. Onun için meâlde bu mânâ gösterilmiştir. 
  3- "Üfleyici 
    toplumlar" diye cemaatler takdir edilmesidir. Çünkü büyücülerin toplanmasıyla 
    yapılan büyü daha şiddetlidir. Bu da erkeği ve dişiyi kapsarsa da fertlere 
    şümûlü açık olmaz.
   Bu vecihler 
    de anlaşıldıktan sonra beyân olunan mânâların sonucuna gelelim. Tefsirlerde 
    buna başlıca üç mânâ verilmiştir: 
  1- Genellikle 
    yaygın olan mânâdır ki, şöyle demişlerdir: İpliklere düğümler düğüp de onlara 
    üfleyerek rukye ve afsun yapan büyücü karıların veya nefislerin veya toplumların 
    şerrinden. İbnü Cerir bunu: Rukye ederlerken (üflerlerken) iplik düğümlerine 
    üfleyen büyücü kadınların şerrinden diye anlattıktan sonra: "Tevil (yorum) 
    ehli de, yani tefsirciler de dediğimiz gibi söylemiştir, diyerek şunları nakleder: 
    Muhammed b. Sa'd tarîkıyla İbnü Abbas'dan: sihir karışan rukyeler. Hasen'den: 
    Büyücü kadınlar ve erkekler. Katade'den: 'yi okumuş ve şu rukyelerin sihir 
    karışanından sakınınız demiştir. Tâvus'tan: "Mecnûnların rukyesi"nden şirke 
    daha yakın bir şey yoktur, demiştir. Mücahid ve İkrime de demiştir ki iplik 
    düğümlerinde rukyelerdir. İkrime demiştir ki iplik düğümlerinde ahzdir (yani 
    bağlama denilen tutukluktur ki Arapça'da ahze denilir). İbnü Zeyd'den ukdelerde 
    büyücü kadınlardır. Fakat bu rivayetlerde "iplik ukdesi" ile tahsisi ancak 
    Mücahid ve İkrime'den vârid olmuştur. Bu açıklamanın ifadesi, sihir karışmayan, 
    yani şer ve şeytanlık için olmayıp da ondan korunmak ve bir hastalık veya 
    âfete Allah'tan şifa niyazı için kendine veya diğerine hulûs-i kalp ve salih 
    niyet ile bir duâ veya âyet okuyup üflemek kabilinden olan nefeslerin caiz 
    olduğuna işarettir. Çünkü bunda kimseye zarar vermek veya sapıtmak veya Allah'tan 
    başkasına sığınma ve iltica mânâsı yoktur. Bu sûrelerde "sığınırım de!" emirleri 
    de her şeyden Allah'a sığınmak gereğini anlatır. Resulullah'ın kendisine ve 
    diğerlerine bu şekilde okuyup üflediği ve böyle hayır için rukye (üfleme)ye 
    müsaade ettiği sabit ve bu sebeple gerek ruhanî ve gerek cismanî nice hastaların 
    şifa bulduğu da vâki olmuş ve görülmüştür. Ancak okuyuculukla sihirbazlık 
    edenlerin de şerrinden korunmak için bu âyetin hükmü ile sihir karışan rukyelerden 
    (okuyup üflemelerden) sakınılmasının gereği hatırlatılmış, ukdeleri iplik 
    düğümleri diye tahsis edenler de böyle düğümlere üflemenin büyü kabilinden 
    olduğunu anlatmak istemişlerdir. Bununla beraber mutlaka okuyup üfleme ile 
    koruma ve yardım isteme, yani okumakla tedavi caiz olup olmayacağı hakkında 
    da ihtilaf edilmiştir: Şüphe yok ki bu sûrelerde ve diğer âyetlerde emrolunduğu 
    üzere herkesin Allah'a sığınarak kendisi ve diğerleri için duâ etmesi, okuması, 
    sadece meşrû değil, dince emredilmiştir. Lâkin bunun tedâvi için kendine okutmak 
    denilen mânâ ile rukye denilen tarzda yapılmasında, Razî'nin beyan ettiği 
    üzere ihtilaf edilmiştir. Bazıları rukyeyi, yani okuma ile tedâviyi yasaklamışlardır. 
    Bunlar, şu hadis ile istidlâl etmişlerdir. "Allah'ın birtakım kulları vardır 
    ki, kendilerine ne keyy (yarayı dağlama), ne de rukye (okuyarak tedavi) yaptırmazlar, 
    yani dağlanmazlar ve başkalarının nefesiyle tedavi istemezler ve ancak Rab'lerine 
    tevekkül ederler." Bir hadiste de "Allah'a tevekkül etmemiştir dağlanan ve 
    okunmak isteyen." buyurulmuştur. Bunun izahı Buhârî'nin ve daha geniş olarak 
    Müslim'in Husayn b. Abdurrahman'dan senetleriyle rivayet ettikleri şu hadistedir: 
    Demiştir ki: Saîd b. Cübeyr'in yanında idim. Dün gece düşen yıldızı hanginiz 
    gördü? dedi. Ben, dedim. Sonra da, amma, ben bir namazda değildim, böcek sokmuştu, 
    dedim. Ne yaptın? dedi, "Rukye ettirdim, okuttum." dedim. "Seni ona ne sevketti?" 
    dedi. "Şâbî'nin bize haber verdiği bir hadis." dedim. Şâbî size ne haber verdi? 
    dedi. Büreyde b. Husayb Eslemî'den "Gözden veya sokmadan başkasında rukye 
    (okuyup üfleme) yoktur." dediğini bize haber verdi, dedim. Bunun üzerine dedi 
    ki: İşittiğini tutan iyi yapmıştır. Fakat İbnü Abbas bize Hz. Peygamber (s.a.v.)'den 
    şöyle haber verdi: "Peygamber buyurdu ki: 'Bana ümmetler gösterildi, peygamber 
    gördüm yanında bir toplumcuk, peygamber gördüm yanında bir iki adam, peygamber 
    gördüm yanında kimse yok. Derken bana bir büyük kalabalık gösterildi, zannettim 
    ki benim ümmetim, derken bana denildi ki: Bu Musa ve kavmidir, lâkin ufuğa 
    bak, baktım ki yine bir büyük kalabalık, derken bana denildi ki: Diğer ufuğa 
    bak, baktım ki bir büyük kalabalık. İşte denildi bu senin ümmetin, beraberlerinde 
    hesapsız ve azapsız cennete girecek yetmiş bin vardı. Peygamber bunu söyledi, 
    sonra kalktı evine girdi. İnsanlar bu hesapsız ve azapsız cennete girecekler 
    kimler olduğu hakkında konuşmaya daldılar. Bazıları: "Bunlar Resulullah'la 
    sohbet edenler olsa gerek." dediler. Bazıları da: "Bunlar İslâm'da doğup da 
    Allah'a hiç şirk koşmamış olanlar olsa gerek" dediler, daha birtakım şeyler 
    söylediler. Derken Resulullah (s.a.v.) çıktı: "Neden bahsediyorsunuz?" dedi, 
    durumu haber verdiler, buyurdu ki: "Onlar, o kimselerdir ki, rukye yapmazlar, 
    rukye istemezler, tetayyûr yani uğursuz da görmezler ve ancak Rablerine tevekkül 
    ederler." Fakat Buhârî'de, Mesâbih'de ve Meşârık'da yoktur ve hadis şöyledir: 
    
  "Onlar, o 
    kimselerdir ki, uğursuzluk saymazlar, okunmak istemezler, dağlanmazlar ve 
    ancak Rab'larına tevekkül ederler." Bu, daha sahihtir. Bu hadis İhlâs Sûresi'nde 
    "Samed"in mânâsını izahta geçtiği üzere sebeplere gönül vermeyen, elemler 
    ve musîbetler karşısında sarsılmayarak tevekkül makamının en yüksek mertebesinde 
    bulunan "nefs-i râdıye" sahibi Allah ehli olanların büyükleri hakkında olduğu 
    açıktır. Onun için bunlardan uğursuz sayma ve okunmayı istemenin terkedilmesinin 
    daha iyi olacağına istidlâl olunabilirse de herkes için mutlaka men edilmesi 
    ve yasaklanmasına istidlâl etmek uygun olmaz. Yine Buhârî, Müslim ve diğer 
    sahih hadis kitaplarında okunup üflemeye müsaade eden hadisler de çoktur. 
    Bu cümleden olarak Câbir b. Abdullah hadislerinde demiştir ki: Benim bir dayım 
    vardı, akrep sokmasına okuyup üflerdi. Resulullah (s.a.v.) okuyup üflemeden 
    (rukyeden) yasakladı. Onun üzerine, vardı ey Allah'ın Resulü! Sen okuyup üflemeyi 
    yasakladın, ben ise akrep sokmasına rukye ederim (okuyup üflerim) dedi. Reslullah 
    da: Sizden her kimin kardeşine bir menfaat etmeye gücü yeterse yapsın, buyurdu. 
    Avf b. Mâlik Eşceî hadisinde de demiştir ki: Biz câhiliye zamanında okuyup 
    üflerdik. Dedik ki ey Allah'ın Resulü onun hakkında ne buyurursun? "Rukyelerinizi 
    bana arzediniz, rukyelerde bir sakınca yoktur, onda şirk olmadıkça." buyurdu. 
    Ebu Saîd Hudrî hadisinde Resulullah'ın ashabından birtakım kimseler seferde 
    idiler. Arap obalarından birine uğradılar. Onlara misafir olmak istediler, 
    misafir etmediler. "İçinizde bir rukye eden (okuyucu) var mı? Zira obanın 
    efendisi ledig (yani yılan veya akrep sokmuş)dir" dediler. Ashab içinden bir 
    adam -ki Ebu Saîd kendisidir evet, dedi. Vardı onu Fatiha Sûresi'yle okudu 
    üfledi, bunun üzerine adam iyi oldu. Ona bir bölük koyun verildi, o, onu kabul 
    etmek istemedi, "Peygamber (s.a.v.)'e arzetmeden almam." dedi ve Peygamber'e 
    vardı anlattı, "Ey Allah'ın Resulü, vallâhi yalnız Fatiha Sûresi ile okudum", 
    dedi. Resulullah tebessüm etti de: "Sen onun rukye olduğunu ne bildin?" dedi. 
    Sonra da: "Onu onlardan alın, bana da sizinle beraber bir hisse ayırın, buyurdu." 
    Daha bunlar gibi hadisler delâlet ediyor ki, yasaklanmış olan rukyeler hakikatleri 
    bilinmeyen, sihir ihtimâli ve şirk mânâsı bulunan rukyelerdir. 
  Bazıları da 
    üflemeyi yasaklamışlardır. İkrime demiştir ki: Rukye eden (okuyan) üflememeli 
    ve sıvazlamamalı ve düğüm yapmamalıdır. İbrahim Nahaî'den de selef; okunmalarda 
    üflemeyi mekruh görürlerdi, diye nakledilmiştir. Bazısı da demiştir ki: Dahhâk'ın 
    yanına gittim ağrısı vardı, sana tâvîz okuyayım mı ey Ebu Muhammed! dedim. 
    "Peki velâkin üfleme." dedi, ben de Muavvizeteyn'i okudum." 
  Halîmî demiştir 
    ki: "Rukye edenin üflememesi ve sıvazlamaması ve düğüm yapmaması gerekir." 
    diye İkrime'den rivayet olunan söz, sanki bu husustadır. O, şuna kâni olmuştur: 
    Allah Teâlâ düğüme üflemeyi sığınılacak şeylerden kılmıştır. Şu halde yasaklanmış 
    olması vacip olur. Fakat bu istidlâl zayıftır. Çünkü ancak ruhlara ve bedenlere 
    zarar veren büyü olduğu zaman kötülenmiş olur. Ama bu üfleme, ruhları ve bedenleri 
    ıslah için olursa haram olmaması vacip olur. Bununla beraber Nesaî'de Ebu 
    Hüreyre'den şu hadis de rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: 
    "Her kim bir düğüm bağlar da sonra ona üflerse sihir yapmıştır, (yani sihir 
    işlerinden bir iş yapmıştır), sihir yapan da şirk etmiştir. Her kim bir şeye 
    takılırsa (bir menfaati olur veya zararı defeder diye gönül takar, inanırsa 
    veya o itikad ile muska ve nazarlık gibi bir şey takınırsa) ona havale edilir." 
    Yani yalnız Allah'a sığınmayıp da o şeye bağlandığı, ondan umduğu, halbuki 
    Allah'ın izni olmayınca hiçbir şeyin ne faydası, ne zararı olmayacağı için 
    o takıldığı şeyden hiçbir fayda görmez, Allah'ın yardım ve lütfundan mahrum 
    olur. 
  Âyetin tefsiriyle 
    bu hadisin ilgisi de açıktır. Bu da mutlaka üflemeyi yasaklamamış sihirbazlık 
    tarzında düğümler düğerek şunu bunu bağlamak için okuyup üflemeleri yasaklamış 
    ve son fıkrasıyla da nefsî telkinlerin mutlaka bir hükmü olduğu ve bu şekilde 
    mevhûm (kuruntuya dayanan) şeylere inanmanın ve Allah'dan başkasına sığınmanın 
    zararlarını anlatmış demektir. Bunun sonucu da açıklandığı üzere sihir mânâsı 
    karışan düğümlü, ne olduğu belirsiz, meçhûl ve anlaşılmaz, şüpheli, inanç 
    veya beden üzerinde zararlı olması akla gelen şeytanî üfürükçülükten ve vehimlere 
    kapılmaktan sakındırmaktır. Onun için tefsircilerin çoğu mânâyı hep sihir 
    (büyü) üzerinde dolaştırmışlar ve mutlaka değil, fakat büyü karışan rukye 
    (okunma)lerden sakınmayı söylemişler, iplik düğümleyerek okumayı da sihir 
    tarzında saymışlar, İkrime gibi bazıları da üflemeyi ve el sürmeyi bile şüpheli 
    telâkki etmişlerdir ki, maksatları tükürüklü üfürükler ve sinirleri bozacak 
    sıvamalar olması gerekir. Yoksa şeytanî çirkin üflemelere karşılık kudsî, 
    rahmânî üflemeler ve nefesler dahi bulunduğu ve mâneviyyâtın maddiyyata, maddiyyâtın 
    mâneviyyâta geçmesi için, isterse çok az olsun, bir âdi sebebe teşebbüs dahi 
    lâzım olduğu inkâr olunmuş değildir. "Her şeyin bir devası (ilâcı) vardır." 
    hadisi gereğince rûhî hastalıklara rûhânî, cismanî hastalıklara cismanî sebeplerle 
    tedavi meşrû olduğu gibi, karışık olanlara da karışık tedâvi elbette meşrû 
    olur. Şu şart ile ki, tesir, sebeplerden değil, Allah'tan bilinmeli ve hepsinde 
    de entrikadan, sihirbazlıktan, şarlatanlıktan, aldatma ve zarar vermeden sakınılmalıdır. 
    Bu cihetle bedenî hastalıkların tedâvisinde bile gerek doktorun ve gerek hastanın 
    ahlâk ve inanç itibarıyla ruh hallerinin dahi özel önemi bulunduğundan, ruhanî 
    kıymet, iyi niyet ve itikat selameti hepsinin başında gelir. Yoksa tıp ilmi 
    adına yapılan zararlar, afsunculuk, üfürükçülük adıyla yapılan zararlardan 
    az değildir. Özellikle bunları Allah için insanlara hizmet ve menfaatten çok, 
    sırf mal kazancı için vasıta yapan ve çok fazla ücretler almak üzere alış 
    veriş akidleri yapmadan bir nefes sarfetmek bile istemeyen doktor taslaklarının, 
    şarlatanların zararları, hiçbir zaman cinciliği, üfürükçülüğü sanat edinenlerden 
    aşağı kalmamıştır. Böylelerinin de de dahil afsunculardan sayılması gerekir. 
    Hatta yalnız tıp ilminde deği, yukarda ukdenin açıklanan mânâlarına göre her 
    meslek ve sanatta hak ve hayır fikrinden ayrılarak insan aldatmak, şer saçmak 
    için nefes sarfedenlerin hepsi de bu mânâda dahil olan, şerlerinden sığınılması 
    gereken üfürükçülerin nefeslerinden olduğunun da unutulmaması gerekir. Bunların 
    böyle olması ise karşılığında sırf hak ve hayır için ciddiyet ve doğrulukla 
    Allah yolunda nefes sarfedenlerin varlıklarını ve kıymetlerini inkâra sebep 
    teşkil etmez. Bundan dolayı, halis niyet ve temiz nefeslerle Allah'a sığınarak, 
    Allah'tan şifa niyaz ederek okuyup üflemeyi de mutlaka sihirbazlık gibi kabul 
    etmek doğru olmaz. Onun için rukye (okunma)yi caiz görenler Sıhah'ta rivayet 
    edilen bir hayli hadis ile istidlâl etmişlerdir ki, Razî bunlardan şunları 
    kaydetmiştir: 
  1- Resulullah 
    (s.a.v.) biraz rahatsız olmuştu. Cibril Aleyhisselâm ona okuyup üfledi de 
    "Bismillâh okur, rukye ederim sana seni inciten her şeyden, Allah da sana 
    şifa verir." dedi, diye rivayet edilmiştir.
   2- İbnü Abbas 
    demiştir ki: Resulullah (s.a.v.) bize bütün ağrılardan ve hummadan korunmak 
    için şu duayı öğretirdi: "Kerim olan Allah'ın adıyla, ben her kanı akan damarın 
    şerrinden ve cehennem ateşinin şerrinden ulu Allah'a sığınırım." 
  3- Peygamber 
    (s.a.v.) buyurmuştur ki: Bir kimse eceli gelmemiş bir hastanın yanına girer 
    de yedi defa "Niyaz ederim o ulu Allah'a, O yüce Arş'ın Rabb'ine ki sana şifa 
    versin." derse şifa bulur.
   4- Resulullah 
    (s.a.v.) bir hastanın yanına girdiğinde şöyle derdi: "Gider o sıkıntıyı, insanların 
    Rabb'i, ona şifa ver, sensin şifa veren, senin şifandan başka şifa yok, bir 
    şifa ki dert bırakmaz." 
  5- Resulullah 
    (s.a.v.), Hz. Hasan ile Hz. Hüseyn'i şöyle sığındırırdı: "İkinizi de Allah'ın 
    tam kelimelerine sığındırırım, her şeytandan, kötü kazadan ve kötü gözden." 
    derdi ve buyururdu ki: "Babam İbrâhim de oğulları İsmail ve İshak'ı böyle 
    sığındırırdı."
   6- Osman 
    b. Ebi'l-Âs Sakafî'den, demişir ki: Resulullah'a vardım ve bende ağrı vardı, 
    beni az daha öldürecekti. Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Sağ elini onun 
    (ağrıyan yerin) üzerine koy ve yedi kere şöyle de: "Allah'ın adıyla, ben bulduğum 
    şeyin şerrinden Allah'ın izzet ve kudretine sığınırım." ben de yaptım, Allah 
    bana şifa verdi." Bu dikkate şâyandır ki Resulullah ona okumamış, onun kendisine 
    okutmuştur. 
  7- Peygamber 
    (s.a.v.) sefere çıkıp da bir yere konduğu zaman şöyle derdi: "Ey yer! Benim 
    Rabbim, senin de Rabbin Allah'tır, Allah'a sığınırım senin şerrinden ve sendekinin 
    şerrinden ve senden çıkanın şerrinden ve senin üzerinde debelenenin şerrinden, 
    Allah'a sığınırım arslandan, kara yılandan, zehirli yılandan, akrepten, beldenin 
    sâkinlerinin, doğuranın ve doğurduğunun şerrinden."
   Bunlarda 
    üflemeye dair bir işâret yoktur ve bunların meşrû sayılmaları için başka delile 
    ihtiyaç olmaksızın Ku'rân'daki duâ ve sığınma emirleri ve bu sûreler yeterlidir.Bununla 
    beraber Resulullah'ın üflediği ve sıvazladığı da sâbittir.
   8- Sûrenin 
    ta başında geçtiği vechile Resulullah (s.a.v.) her gece muavvizâtı (İhlâs, 
    Felâk ve Nâs sûreleri) okur ellerine üfler, yüzüne ve vücuduna meshederdi. 
    Bundan başka yine Hz. Âişe'den Sıhah'ta rivayet edilmiştir ki: "Resulullah 
    (s.a.v.) ailesinden birisi hastalandığı zaman ona Muavvizâtı (İhlâs, Felâk 
    ve Nâs Sûreleri) üflerdi. Vefat ettiği hastalığında da ben okuyup üflüyor 
    ve kendi eliyle kendisini sıvazlıyordum. Çünkü onun mübarek elinin bereketi 
    benim elimden çok büyük idi." Bununla beraber Resulullah'ın kendisine başkalarının 
    okumasını istemediğini anlatan şu rivayet de çok mühimdir. Yine Sahîh-i Müslim'de: 
    Hz. Âişe demiştir ki: Resulullah (s.a.v.) bizden bir insan rahatsız olduğu 
    zaman onu sağ eliyle mesheder (sıvazlar), sonra şöyle derdi: "İnsanların Rabbi 
    olan Allah'ım o sıkıntıyı gider, şifâ ver, sen şifa vericisin, senin şifandan 
    başka şifa yok, senin şifân dert bırakmaz." Ne zaman ki Resulullah (s.a.v.) 
    hastalandı ve ağırlaştı, sağ elini tuttum, onun yaptığını yapmak istedim, 
    elini elimden çekti, sonra "Allah'ım, beni affet, beni Refîk-ı alâ ile beraber 
    kıl." dedi, ben baka kaldım, ne göreyim iş tamam olmuştu (yani vefat etmişti).
   Bunlardan 
    başka Resulullah'ın harpte ve diğer zamanlarda yaralananlara okuyup dokunmasıyla 
    derhal şifa hasıl olanlar da çoktur. Fakat onlar onun peygamberlik özelliğinden 
    olan mûcizeler kabilinden olduğu için diğerleri hakkında delil olmaz. Bununla 
    beraber yine Hz. Aişe "Resulullah (s.a.v.), Ensar'dan bir ehl-i beyte humeden, 
    yani akrep gibi zehirli hayvan sokmasından okuyup üflemeye ruhsat verdi." 
    demiştir ki, bu da Câbir hadislerini teyid etmektedir. Bunda emmek tıbben 
    de faydalı olduğuna göre, tükürmenin de bir yönü düşünülebilir. Bundan başka 
    bir de gözden okuyup üfleme (rukye)ye izin verilmiş olduğu ve bu sebeple "Göz 
    değmesi ve sokmadan başkasına rukye (okuyup üfleme) yoktur." denildiği de 
    zikredilmiştir. Göz değme olayı bir nefsânî durum olması hasebiyle bunda da 
    ruhanî bir nefes ve telkinin faydası açıktır demektir. 
  Şimdi bütün 
    bunlardan hasıl olan sonuç da şudur ki: Sihir şâibesi olmamak üzere ruhî ve 
    bedenî kurtuluş için tesirli dualarla rukye (okuyup üflemek) caiz olmakla 
    beraber, istirkâ yani kendini başkasına okutmak, okuyup üfleme talep etmek, 
    Allah'a sığınmak ve dua etmek için başkasının aracılığını dilemek mânâsını 
    içine almış olması itibarıyla dinen hoş görülmüş değildir. O yukarıda zikrolunan 
    hadisler gereğince Allah'ın hesapsız ve azapsız cennete girecek has kulları 
    ondan sakınırlar. Bundan dolayı Hanefî fıkhında bu mesele şu şekilde yazılmıştır: 
    Şifa veren ancak Allah Teâlâ olduğuna ve şifaya onu sebep kıldığına itikat 
    ettiği takdirde tedavi ile meşgul olmakta bir sakınca yoktur. Amma şifa veren 
    ilaçtır diye inanırsa değil. (es-Sirâciyye'de böyledir). Şunu bilmelidir ki, 
    zararı yok eden sebepler üç kısma ayrılır: Birincisi maktuunbih (kesinleşmiş, 
    yüzde yüz)tir: Susuzluk zararını gideren su ve açlık zararını gideren ekmek 
    gibi. İkincisi maznun (zan altında bulunan, şüphe edilen yüzde elliden yukarı)dur. 
    Hacamat etmek, kan almak, ishâl ilacı içmek ve diğerleri gibi tıp konularına 
    ait tedaviler yapmak gibi. Üçüncüsü de mevhûm (kuruntu yüzde elliden aşağı)dur, 
    okuyup üfleme gibi. Şimdi maktuunbih (kesinleşmiş) olanın terkedilmesi tevekkülden 
    değildir. Hatta ölüm korkusu olduğu takdirde terk edilmesi haramdır. Fakat 
    mevhum (kuruntu) olana gelince tevekkülün şartı onu terketmektir. Zira Resulullah 
    (s.a.v.) tevekkül edenleri onlarla vasfeylemiştir: "Okunup üflenmek istemezler..." 
    İkisi arasında orta derecede olan maznuna gelince ki, doktorlar katındaki 
    açık sebeplerle tedavi olmak böyledir. Bunu yapmak tevekküle aykırı değildir, 
    mevhûmun zıddınadır, terki de haram değildir, maktuunbihin (kesinleşmişin) 
    hilâfınadır. Hatta bazı haller ve bazı şahıslar hakkında terkedilmesi yapılmasından 
    daha faziletli olur. Bu, iki derece arasında bir derecedir. nin otuz dördüncü 
    faslında böyledir. Hastaya ve yılan sokmuşa karşı okumak veya bir kağıt parçasına 
    yazıp üzerine asmak, yahut bir tasa yazıp yıkayıp içirmek gibi Kur'ân ile 
    afsun yapmasını istemek hakkında ihtilâf edilmiştir. Atâ, Mücahid, ve Ebu 
    Kılâbe mübah olduğuna; Nehaî ve Basrî mekruh olduğuna kani olmuşlardır. Hizânetü'l-Fetâvâ'da 
    böyledir. Fakat Meşâhir'de inkâr edilmeyerek sabit de olmuştur. Hizânetü'l-Müftîn 
    tâviz, yani muska takınmakta bir sakınca yoktur fakat helâda ve cinsî münasebet 
    esnasında çıkarır (Garâib); bir kadın kocası sevmediği için sevsin diye muska 
    yaptırmak isterse Câmiu's-Sağîr'de der ki: "Bu haramdır, helâl olmaz." (Fetâvây-ı 
    Hindiyye, Cilt 5, Kitâbü'l-Kerâhiyye, 18. bab, tedâvî ve muâlecât). Görülüyor 
    ki burada okuyup üfleme ile tedavi terkedilmesi daha iyi olan mevhûm kısmından 
    sayılmıştır. Mevhûm denilmekten maksad da, hiç aslı yok, yalan demek değil, 
    maktûun (kesinleşmiş olan) ve ğalib zan demek olan maznûnun karşıtı yani zannın 
    tercih edilmemiş, zayıf tarafı yüzde elliden aşağı düşen kısmı demektir ki, 
    tıbbî tedavilerin de bir çoğu böyledir. İsabeti yüzde yüz olan maktû, yüzde 
    elliden yukarı olan maznûn, yüzde elliden aşağı olan da mevhûm kısmındandır. 
    Zamanımızda tıp ilimlerinin ilerlemiş olmasına rağmen hayatın hastalıkların 
    tam bir sınırı çizilmiş olmadığı gibi, fennî tedavi de ampirik (deneysel) 
    olmaktan çıkarılmış değildir. Hayat yine mechuller ve esrar ile doludur. Onun 
    için anılan üç kısım hakkındaki hüküm artık değişmiştir veya değişir gibi 
    zannetmemelidir. Bu ayırım her zaman için düstur olacak ilmî bir takvimdir. 
    Bugün de tıpta fennî tedavinin yüzde yüz isabet iddia ettiği bir ilâç tesbit 
    edilmiştir denemiyor. Kinin gibi en sağlam sayılan ilâçların bile yüzde seksen 
    doksan ihtimâl içinde kabul edildiği bilinmektedir. Allah'ın izniyle yüzde 
    yüz sayılabilecek bir hayli ilâçların bulunduğu farz olunsa bile, bunlar maktû 
    (kesin) kısmında dahil demek olduğundan dolayı zikrolunan ayırım değişecek 
    değildir. Birçok masraflara, fedakârlıklara katlanılarak takip edilen tedavilerin 
    birçoğu da nice ukdelerle dolu esrar perdeleri içinde zayıf bir ihtimalin 
    verdiği en küçük bir ümit ile tatbik edilmesi itibarıyla okuyup üflemeden 
    farklı değildir. Aynı zamanda tıp tedavilerinin faydalı olmadığı bazı hastalıklar 
    ve ârızaların bir rukye (okuyup üfleme) ile ortadan kalktığı da öteden beri 
    görülegelmiş olaylardandır. 
  Karşılığında 
    bir şer ve zarar düşünülmedikçe mümkün olan en zayıf bir fayda ihtimalinden 
    dahi insanları yasaklamak doğru olmaz. Yüzde yüz değil, binde bir, milyonda 
    bir misâle dayanan bir ihtimâl dahi olsa karşılığında bir zarar ihtimali bulunamayan 
    bir fayda mülâhazası yalnız kuruntu değil, az çok delilden doğan bir şüphe 
    demek olduğundan, ihtiyaç halinde daha kuvvetlisi bulunamayınca onunla amel 
    caiz görülür ve öyle bir tesellinin mutlak şekilde yasaklanması da makûl olmaz. 
    Fakat insanların sihirbazlara, şeytanlara kapılması da en çok bu gibi şüpheli 
    durumlar içinde meydana gelir ve onun için zarar ihtimâllerinin de iyi düşünülmesi 
    gerekir. Usûl ilmi (Usûl-i Fıkıh) kâidelerine göre ise kesin delil ile itikad 
    ve amel vaciptir. Tersine kuvvetli delil bulunmayan zanna dayanan delil ile 
    itikad vacip olmasa da, ihtiyaç halinde amel vacip olur, vehim ve şüpheye 
    itibar yoktur. Ancak ihtiyat mevkiinde vehim ve şüpheyi kesmek için faydalı 
    olduğu zaman nazar-ı itibara alınabilir. Bu esas üzere Fıkıh'ta da, şifa, 
    Allah'tan bilinmek şartıyla tedavinin kesin olanıyla amel vacip, korku zamanında 
    terk edilmesi haram; maznun (galip zan) olanıyla amel câiz, durumlara ve şahıslara 
    göre bazan yapılması, bazan da terkedilmesi daha uygun; mevhûm (kuruntu) olanıyla 
    da amel etmek yasaklanmış değilse de, terk edilmesi daha uygun denilmiş, rukye 
    (okuyup üfleme) de mevhûm (kuruntu) kısmından sayılmıştır. Kuruntu olmasının 
    sebebi de dua olması itibarıyla değil, okuyanın nefesinde sebeplik düşüncesi 
    itibarıyladır. 
  Şu halde bu 
    açıklamadan anlaşılır ki okuyup üfleme ile tedavi halkın pek çoğunun zannettiği 
    gibi dindarlığın gereği ve dinin emrettiği bir şey değil, nihayet bir izindir. 
    Asıl dindarlığın gereği onu terketmek sûretiyle Allah'a dayanmak ve ancak 
    Allah'a sığınıp O'na kendisi doğrudan doğruya duâ etmek ve duâsına başkalarının 
    aracılığını istememektir. Müminin mümine gerek huzurunda ve gerek arkasından 
    duâsı meşrû ve müstahsen ve hatta dinî görevi bulunduğunda ve "Duâ ibâdetin 
    iliğidir." hadis-i şerifi gereğince duâ ibadetin, dindarlığın iliği olduğunda 
    şüphe yok ise de, duâ etmek başka, okuyup üflemek, başkasının nefesinden medet 
    beklemek yine başkadır. Allah Teâlâ duâyı emretmiş "Bana duâ edin, duânızı 
    kabul edeyim." (Mümin, 40/60) buyurmuş; "Ben (o kullara) yakınım. Bana duâ 
    edince duâ edenin duâsına karşılık veririm." (Bakara, 2/186) buyurmuş, "De 
    ki: Duanız olmasaydı Rabbim size ne değer verirdi?" (Furkan, 25/77) Fakat 
    şirkten kendinden başkasına duâ etmekten yasaklamış, "Ben ancak Rabbime yalvarırım 
    ve hiç kimseyi O'na ortak koşmam, de." (Cin, 72/20) buyurmuştur. Aynı şekilde 
    Kur'ân'da ve Resulü'nün diliyle en güzel duaları öğretmiş ve nihayet bu sûrelerde 
    de bütün şerlerden doğrudan doğruya kendisine sığınılmasını emretmiştir. Okuyup 
    üfleyecek olan bunları bellesin, her zaman kendine cankurtaran edinsin. Peygamber 
    (s.a.v.)'den rivayet edildiği üzere her gece ve her ihtiyacında temiz kalp 
    ve itikat ile okusun, kendine üflesin, mümin kardeşlerine de hem dua, hem 
    tavsiye etsin, temiz nefesle dua edenlerin dualarının bereketlerini de inkâr 
    etmesin. Buna söz yok, fakat Allah Teâlâ böyle dua ve icabet (kabul etme) 
    kapısını herkese açtığı, ona genellikle herkesi çağırdığı, herkesin doğrudan 
    doğruya sığınmasını istediği ve şirk ayıbını kabul buyurmadığı halde; ona 
    doğrudan doğruya dua ve ibadet ile sığınma ve ilticayı bırakıp da, "Ben o 
    kapıya gidemem, ne isteyeceğimi de bilemem." diye dua tellalı aramaya ve onun 
    nefesinden meded ummaya kalkışmak dindarlığın gereği değil, câhiliyye adetidir. 
    İnsanlar bundan gafil olup kendisine okutup üfletmeyi dindarlık gereği sandığı 
    için burada bu genişçe anlatım ile sözü uzatmaya lüzum görüldü. "Muvaffak 
    edici Allah'tır." 
  2-Bir de "düğümlere 
    üfleyen kadınlar", yani hilebaz kadınlar, yahut erkekleri fitneye düşüren, 
    onlara güzelliklerini arz ederek taarruz edip meftûn eyleyen fitneci kadınların 
    şerrinden, diye tefsir edilmiştir. Razî'nin beyanına göre Ebu Müslim bu sonuncuyu 
    tercih etmiştir ki, erkeklerin azim ve iradelerinde fikir ve bakışlarında 
    tesir etmek suretiyle tasarruf eden kadınlar, demek olur. Bu şekilde ukde 
    azîmet, yani kalbin bağlanması ve görüş mânâsına, yahut ip düğümünden istiâre 
    edilmiş, nefs de ipin düğümünü yumuşatmak için tükürmekten istiâre edilmiş 
    olup mânâ şu olmuş olur: Kadınlar, erkeklerin gönüllerine üfler gibi verdikleri 
    heyecanlar ve yumuşatıcı tesirlerle onları görüşten görüşe, azîmetten azîmete 
    çevirir, türlü fitneye düşürürler. Onun için Allah onların şerrinden sığınmayı 
    emretmiştir. Bu mânâ "Muhakkak eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman 
    olanlar vardır, onlardan sakının." (Teğâbün, 64/14) âyetinin mânâsı ile "Muhakkak 
    sizin tuzağınız büyüktür." (Yusuf, 12/28) âyetinin mânâsına uygundur. Râzî 
    der ki: "Bu görüş güzeldir, fakat tefsircilerin çoğunun görüşü hilâfına olmasa..."
   Fakat yukarıda 
    geçtiği üzere sihirbaz (büyücü) düğümünün aslı azîmette olduğu ve onun da 
    mutlaka iplik düğümü mânâsına tahsisi şart olmayıp maksat örfî ve lügavî daha 
    genel mânâsıyla mutlaka büyücü erkekler ve büyücü kadınlar demek olacağına 
    göre, bu görüş de ondan hariç değil, onun bir şıkkı demek olur. 
  3- İbnü Sina'nın 
    ve bazı âriflerin tercih ettiği görüştür ki, düğümlere üfleyen nefisler, yahut 
    güçler demek olarak aslî cisimlerin içinde uzvî veya âlî (yüksek) denilen 
    gerek hayvanlar ve gerek bitkiler, bütün canlı cisimlerin gelişmesi, başlangıcı 
    olup, bitkisel nefis ve gelişme gücü ve gaz gücü denilen uzva ait güçlere 
    işaret olmasıdır ki, bütün uzviyyette olduğu gibi, insan bedeninde de gıdalanma 
    ve tenasül görevlerinin meyli demek olan şehvet heyecanının ilk başlangıcı 
    ve şartı bu güç, bu nefis; diğer hayvânî ve hissî güçler de bunun tamamlayıcısı 
    ve olgunlaştırıcısı olduğuna göre bu mânâ önceki mânâların illeti yerinde 
    olan şehvet gücüne de işâret olarak hepsinden daha genel demek olur. Hatta 
    bu itibarla "şehvânî kuvvet" demek daha açık olur. İbnü Sina ğâsıkı, hayvanî 
    kuvvete yorarak demiştir ki, "hayvânî güç sığınıcı olan insan ruhunun tersine 
    olarak kudretli bir zulmet-i ğâsika, yani bulanık bir kara kuvvettir. Çünkü 
    insan ruhu cevherinde temiz, sâf ve madde bulanıklığından uzak, bütün suret 
    ve hakikatleri kabul edici bir fıtratta yaratılmıştır. O, ancak hayvanlıktan 
    kirlenir, pislenir, de hayvanlık kuvvetinin şartı olan bitkisel kuvvetlere 
    işarettir. Çünkü o, en, boy, yükseklik, bütün yönlerden hacim ve mikdarı artırması 
    yönüyle üç düğüme üflüyor gibidir. (Hatta nefes alıp verme, bitkisel hayat 
    gereğinden olduğuna göre nefsetmek, üflemek bunda mecâz değil, hakikattir. 
    Bitkilerin boğum yerlerinde de ukde (düğüm) hakikattir, denilebilir.) İnsanî 
    nefis ile bitkisel kuvvetler arasında ilgi, hayvanlık vasıtasıyla olduğu için 
    şüphesiz hayvanî kuvvetin zikri bitkisel kuvvetlerden öne alınmıştır. Bu iki 
    güçten nefsin cevherine lazım gelen şer ise onda beden ilişkilerini güçlendirmek 
    ve ona uygun, cevherine layık gıda ile beslenmesine engel olmaktır. Ona layık 
    gıda da göklerin ve yerin melekûtunu saran ebedî nakışlarla süslenmedir." 
    Bazılarının dediği gibi ğâsık, katı cisme, madene işaret olduğuna göre de 
    ve bizim dediğimiz gibi hayvan, bitki ve madene ve insan bedenini içine alan 
    asıl cisme işaret olduğu takdirde de bu mânâ cereyan eder. Önceki mânâlar 
    da bunun dallarıdır. 
  Bütün bunlardan 
    sonra burada (el-Ukad) yukarda Nihâye'den naklen zikrolunan Hz. Ömer ve Übey 
    hadislerindeki "Düğümlere üfleyen helâk oldu." ve "Düğüme üfleyen helâk oldu." 
    gibi "velâyet" ve "bîat akdi", diğer deyimle "Ukde-i mülk" mânâsına olması 
    ve hatta o hadislerin bu âyetin bir mefhumu olması da çok muhtemeldir. Bu 
    düğümlere üfleyenlerin üflemeleri ve şerleri ise bir taraftan kulların haklarını 
    üzerlerine alan idarecilerin kötü idareleri, mevki hırsları, tahakküm ve düşmanlık 
    duygularıyla o düğümleri sıkıştırmak yolundaki zulüm ve zorbalık hareketleri, 
    bir taraftan da Allah'tan korkmaz azgın âsilerin halkı azdırma ve ifsat ile 
    Hakk'a olan bağları, çözmek, fitne ve ihtilâl çıkarmak için sarfettikleri 
    nefeslerle yaptıkları tahrikler, çevirdikleri entrikalar demek olup iki yönü 
    içerir ki, bunların ikisi de Allah'a sığınılması lazım gelen en büyük şerlerdendir. 
    Bununla birlikte bunlar da sihrin "Birşeyi kendi yönünden çevirmek" demek 
    olan genel mânâsında dahil olacağına göre birinci mânâda dahil demektir.
   Şu halde 
    özet: "Ukad" (düğümler), hissî, manevî, hakikat, mecâz birçok mânâlara ihtimali 
    olmakla beraber, esas mânâsı "düğüm" demek olduğu için ip düğümünde zâhirdir. 
    Fakat maksadın normal bir ip veya iplik düğümünü bağlamak veya çözmek için 
    üflemek veya tükürmekten ibaret olmadığı da açıktır. Çünkü her iplik düğümünde 
    şer mülâhaza edilemeyeceği de âşikârdır. Bundan dolayı maksad, tabirin hakikati 
    üzere düğüme üflemekten ibaret değil, sihir (büyü)den kinâyedir. Bu şekilde 
    sihirbaz (büyücü) kimseler mânâsına örf olmuş bulunduğundan mânâ genelde büyücü 
    erkek ve kadınların şerrinden sığınmadır. Sihir fiili de iplik düğümüne hasredilmiş 
    değildir. Onun için bunu sihrin herhangi bir şeyi, yönünden döndürme ve değiştirme 
    mânâsıyla anlamak uygun olur ki, bu da zikredilen mânâların hepsini içine 
    alır. 
  5. Ve herhangi 
    bir hasedçinin, başkasında gördüğü bir nimeti çekemeyip de ona göz diken, 
    onun mutlaka son bulmasını temenni eden hasedçinin hased ettiği zaman şerrinden. 
    
  Yani nefsindeki 
    hasedinin gereğini fiile çıkarmaya kalkıştığı, hased ettiği kişiye karşı sözlü 
    ve fiilî zarar verme başlangıçlarını, şer girişlerini tertip ve icraya başladığı 
    zaman şerrinden. Çünkü hased düşüncede kaldıkça hased edenin kendinden başkasına 
    zararı yok demektir. Diğer bir ifade ile de denilmiştir ki: Hased galeyan 
    edip de hasedlendiğine karşı kin ve öfke, düşmanlık kaydıyle kötü nefsini 
    yönlendirdiği zaman ki, "göz değme" denilen durum ve âfet de çoğunlukla o 
    anda olur. Onun için hased ile gözdeğmek birbirinden ayrılmaz gibi düşünülür. 
    O sırada hased edenin nefsi öyle bir çirkin durum alır ki o his ile fırlattığı 
    kötü bakışların kıvılcımları, hased edileni zayıf buluverdiği takdirde bazan 
    onu yıldırım gibi çarpar. Nice hased edenler ve kötü gözlüler vardır ki, hased 
    gözüyle baktıkları zaman bazı yılanların gözleriyle bakışlarındaki ezâ gibi 
    ezâlandırır. Bu his ile harekete geçen kötü nefisler ise her hileye başvurur, 
    ellerinden gelen her fenalığı göze alırlar. Onlar için hased edilenin helâkinden 
    başka bir şekilde teselli kabil olmadığından dolayı o yolda içlerini yiye 
    yiye kendilerini de yakar, helâk ederler. Ancak hasedin gereğini icraya kalkışmayıp 
    da kendi nefsinde sakladığı ve bu yolda nefsi ile mücadele edebildiği takdirde 
    hased edilene bir şerri dokunmaz ve nefsiyle mücahedesinden dolayı sevap bile 
    alırsa da gönlünde o hased hissi devam ettikçe kendi kendini yer, zararı sırf 
    kendine olur. "Haset ettiği zaman" diye kayıtlanması bu farka işaret için 
    olduğunu söylemişlerdir. Bundan başka hasedçinin şerrinden maksad, onun günahı 
    ve hasedi zamanında ve eserini açıklama vaktindeki halinin kötülüğü, çirkinliği 
    olmak da câizdir. İşte bütün bu zikrolunanların şerrinden o felâkın Rabbine 
    sığınırım de. Bu vechile o Samed olan Allah'a sığın, çünkü hepsinin yaratanı 
    ve hepsinin şerrinden koruyacak olan O'dur ve O'na öyle ihlâs ile sığınanlara 
    O'nun koruyuculuğu ve himayesi vaad edilmiştir; "En iyi koruyucu Allah'tır 
    ve O, merhametlilerin merhametlisidir." (Yusuf, 12/64). 
  Haset nedir? 
    Ragıb'ın beyânına göre Haset, bir nimetin hak sahibinden yok olmasını temennidir. 
    Çoğunlukla o nimetin kaybolmasına çalışmakla da beraber olur. Rivayet olunmuştur 
    ki mümin gıbta eder, münâfık haset eder. Kamus'un ve diğerlerinin beyanına 
    göre de, o nimetin kendisine dönmesini isteyip istememekten daha geneldir. 
    Yani hasedde aslolan mânâ bir nimetin, bir faziletin, bir olgunluğun sahibinden 
    yok olmasını arzu etmek, kendisine geçmesini, gerek istesin ve gerekse istemesin, 
    başkasında bulunmasını mutlaka çekememektir. Öyle ki, "Onunki onda dursun 
    da sana da verelim." deseler memnun olmaz, keşke onunki mutlaka gitse de kendisine 
    hiçbir şey verilmese bile hoşlanır. Özellikle haset olunan nimet, hasedçi 
    tarafından gasbolunmak mümkün olmayan şahsî faziletler ve kendine özgü olgunluklar 
    kabilinden olursa, hased eden o zaman bütün bütün fazilet düşmanı kesilir 
    ve onu kendine döndüremediğinden dolayı hased ettiği kişiyi haksız yere mutlaka 
    yok etmekle teselli bulmak ister. "Allah korusun." 
  Özet olarak, 
    hasedçi, kendinin iyiliğini değil, diğerinin kötülüğünü ister. Eğer başkasından 
    kaybolmasını istememekle beraber, kendisine de onun gibisini veya daha iyisini 
    isterse, o haset etmek değil, gıbta etmek, imrenmektir. Bunları Alûsî şöyle 
    anlatmıştır: Bilinmeli ki hased, başkasının nimetinin yok olmasını temenni 
    etmeye denir. Bir de başkasında bulunan fakirlik veya diğer herhangi bir noksanın 
    devamını ve nimet yokluğunun hâli üzere devam etmesini temenniye denilir, 
    (ki birincisine dilimizde çekememezlik, ikincisine de iyiliğini istememezlik 
    denilir) yaygın olan öncekidir. Her iki mânâ ile de hased eden Allah katında 
    ve Allah'ın kulları yanında buğzedilendir. Meşhur olduğu üzere hased, büyük 
    günahlardan sayılmıştır. Lakin inceleme budur ki fıtrî ve yaratılıştan olan 
    hased, gereği olan ezâ ile mutlaka amel edilmeyip de ona sahip olan kimse 
    nefsiyle mücadele ederek kardeşine Allah'ın seveceği vechile muamele ederse 
    onda günah olmaz. Belki o doğuştan hased sahibi, nefsiyle mücahede edip kardeşine 
    iyi muamele ettiğinden dolayı büyük sevaba nail olur. Çünkü fıtrî olana, karşı 
    koymakta büyük zorluk bulunduğu açıktır. Bunlardan başka gıptaya da mecâzen 
    hased denildiği vardır, hem ilk örfte bu yaygın idi. Gıpta ise kardeşinde 
    bulunan nimetin kaybolmasını temenni etmeyerek onun gibi senin de olmasını 
    temenni etmendir ki, bunda sakınca yoktur. Nitekim şu Nebevî hadis bu mânâdandır: 
    "Şu ikiden başkasında hased yoktur: Bir adam ki Allah ona mal vermiş ve hak 
    yolda tüketilmesine onu musallat kılmıştır ve bir adam ki Allah ona hikmet 
    vermiştir, onunla amel eder ve onu insanlara öğretir." 
  Demek ki şer 
    olan hasedin asıl mânâsı başkasında bir nimet görmekten rahatsız olup onun 
    kaybolmasını istemektir ki, bizim "çekememezlik" dediğimizdir. Birtakım kimselerin 
    zannettiği ve bir hayli yaygın olduğu vechile kıskançlık demek değildir. Kıskançlık, 
    bazan hased demek dahi olursa da daha çok Arapça'da "gayret" tabir olunandır. 
    Nitekim Kamus mütercimi Âsım Efendi de şöyle der: "Gayret, gayr, gar, gıyar: 
    Nâm ve namusa eksiklik verecek halden korumak mânâsınadır ki kıskanmak denilir." 
    Mesela erkeğin karısını başkasından kıskanması, aynı şekilde kadının kocasını 
    başkasından kıskanması hased değil, gayret ve hamiyettir, bu övülmüştür. Fakat 
    birisi diğerinin karısını veya kocasını veya evladını veya malını veya güzelliğini 
    veya herhangi bir nimet ve meziyetini, şerefini çekememek, ona göz dikmek, 
    onun ondan yok olmasını arzu etmek haseddir, kötülenmiştir. Buna kıskanmak 
    denirse de çekememezliği bir gayret ve hamiyet mânâsında mübalağa sûretiyle 
    kullanmak kabilinden mecaz demektir. Yani yerinde olmayan bir kıskanmaktır. 
    Her ne olursa olsun kıskanmak mutlaka haset demek değildir, ondan daha genel 
    olabilir. Şu halde hasedi sadece kıskanmak diye tercüme etmek doğru değildir. 
    Hased kötülenmişdir, ona bir kıskanmak denirse elin hakkını sahibinden kıskanmak, 
    diye ifade edilmelidir. Halbuki gayret ve hamiyet demek olan kıskanmak övülmüş 
    ve makbul bir haslettir. Feyizlenme, ilerleme, kemâle erme, iffet, hakkın 
    korunması, nimetin muhafazası onunla hasıl olur. Meğer ki kendi hakkının ilerisine 
    tecavüz etmek sûretiyle ifrat olsun. O zaman gayret, cahiliye hamiyeti ve 
    hased mânâsında olmuş olur. Ragıb'ın hasedi tarifinde nimetin hakkı olandan 
    kaybolmasını temenni diye müstahık (hakkı olan) kaydını koyması da önemlidir. 
    Bundan anlaşılır ki, hasedde zulüm mânâsı da vardır ve o halde bir nimetin 
    hak sahibinin gayrinden yok olmasını istemek hased değil, gayret ve adalet 
    demek olur. Şu halde bir gasbedicinin gasbettiği nimetin, elinden çıkmasını 
    temenni etmek hased demek olmadığı gibi, onun bâtıl elinin yok edilmesiyle 
    hakkı sahibine teslim etmeye çalışmak da şer değil, gayret edilmesi lazım 
    gelen bir hayır, bir hamiyet görevi demektir. Fakat bir hak sahibinin nail 
    olmuş bulunduğu bir nimetten kalben acı duyup da onu çekememek, yok olmasını 
    temenni etmek hased ve zulümdür. Fakat bu fiile çıkmayıp, içinde kaldıkça 
    hased edene zararı olursa da başkasına dokunmaz. Amma düşünceden fiile çıkarılmak 
    istenip de o nimeti fiil ile yok etmeye çalıştığı zaman fiilen zulüm ve azgınlık 
    olan hased olmuş olur ki, o zaman onun şerrinden Allah'a sığınmak lazım gelir. 
    O artık hiçbir hak ve insaf tanımaz, mümkün olabilen her türlü kötülük ve 
    hileye baş vurur, her türlü sihirbazlığı göze alır, fırsat bulabildiği kadar 
    düğümlere üfürdükçe üfürür. olanların hepsini de şerrine âlet etmeye çalışır. 
    Bu da kötü kişilerde şehvet kuvveti ile öfkenin ve bilhassa öfke kuvvetinin 
    bir azgınlığı demek olduğundan dolayı İbnü Sina burada da şöyle demiştir: 
    "Haset ettiği zaman hasedçinin şerrinden", beden ve kuvvetleri ile ruhu arasında 
    meydana gelen tartışma demektir. Hased eden, hayvansal ve bitkisel kuvveti 
    bakımından bedendir; hased edilen de ruhtur. Bu şekilde beden, nefs üzerine 
    bir vebaldir. O halde ondan uzaklaştığı sûrette o nefsin hâli ne güzeldir! 
    Ve eğer onunla kirlenmiş değilse ondan ayrılmasıyla ne büyük lezzete erecektir." 
    Bu da mânânın bir özü ve istiâze (sığınma)nin ruhunu beyân etmek demektir 
    ki sonucu: 
  "Ruha dön 
    ve onun isteklerini olgunlaştır, 
  Çünkü sen 
    cisim ile değil, ruh ile insansın" ifadesine dikkat nazarını çekmektir.
   Bunu şöyle 
    özetleyebiliriz: Ey insanî nefis! Bütün yaratıkların, özellikle kevn ü fesat 
    (olma-bozulma) şânından olan maddiyyatın, cismânî güçlerin, hususiyle aldatıcı 
    hayvansal ve bitkisel güçlerin o şehvet ve öfkenin şerrinden o felakın Rabbine 
    sığın. Çünkü onlar seni çekemez, bedende bırakmak, çukura gömmek, helâke götürmek 
    isterler. Onun için sen o fıtrat nûrunun, insanlık ruhunun kadrini bil de 
    onu yaratan Hak Rabbine sığın. 
  Görülüyor 
    ki bu sûrede insan ruhuna zararı düşünülen, din ve dünyaca çekinilmesi ve 
    korunulması lazım gelen şerlerin hepsi sayılarak onlardan Allah'a sığınmak 
    emredilmiş ve bu şekilde kurtuluş vaad edilmiş demektir. Bundan dolayı Resulullah 
    bunlar nazil olduğu zaman ferahlamış ve bunlarla sığınmaya devam etmiştir. 
    Çünkü bu, ikincisiyle beraber, sığınmak için her işi içine almaktadır. Evvelâ 
    "Yarattığının şerrinden", sığınılacak şerlerin başlangıçlarının hepsini kısaca 
    içerir. Sonra da ğâsık, neffâsât, hâsid (karanlık gece, üfürükçüler, hased 
    eden) üçü onların mertebelerini veya en mühimlerini bir açıklamadır. Gerçi 
    o kısaca anlatımda ve hatta neffâsât (üfürükçüler) ve hâsid (hased eden)de 
    sığınan nefsin kendisi de dahil olabilir. Fakat karşılaştırma karinesiyle 
    sığınan, kendisine sığınılanda dahil olmamak açık olduğuna göre bu sûre daha 
    çok insana dışından veya bedeninden zarar veren âfakî (objektif) şerlerde 
    zâhirdir. Bu şekil kelam daha genelden başlayıp bilhassa hased ile insana 
    ait ruhların şerlerinde son bulmuştur. Bunun üzerine bunlardan sığınan nefsin 
    olgunlaşması mertebeleri ile ona içinden gelecek enfüsî (subjektif) şerrini 
    genişçe anlatımına ve bu şekilde, "Düğümlere üfleyen"in de bir yönden beyan 
    ve tefsirine işaret olmak ve ondan da bilhassa istiâze (sığınma) ile vaad 
    tamamlanmak üzere gelecekte görüleceği üzere Nâs Sûresi ile son verilmiştir. 
    Bir de dikkate şâyandır ki şerlerinden sığınılan 'daki mâ mevsûfe veya mevsûle 
    olabilmek ihtimalinden dolayı marife (belirli) veya nekre (belirsiz) olması 
    muhtemeldir. Ğâsık, hasid kelimeleri, nekre ve müfred (tekil), aradaki ma'rife 
    (belirli) ve çoğul olarak getirilmiştir. Bunun nüktesinde Zemahşerî ve Razî: 
    "Zira her ğâsık, her hased eden şerli değildir. 
  Hatta bazen 
    hayırda gıbta mânâsına hased, hayır bile olur fakat her üfürükçü (neffâse)nün 
    şer olduğuna işarettir." demişlerse de, bu pek açık değildir. Zira dağınık 
    fert halinde genel olarak her bir ğâsıkın vukubu (karanlığın yayılması) ve 
    her bir hased edenin hasedi zamanında şerrinden tamamen sığınma talep edildiği 
    daha açıktır. Lâkin ğâsık ile hased edenin şerri çoğunlukla karanlıkta ve 
    bilinmezlik içinde, tanınmayarak geriden geriye cereyan eder. Neffâse (üfürükçü) 
    ler, sihirbaz (büyücü)lar ise çoğunlukla tanındıkları, bilindikleri halde 
    yüzlere güle güle, gönüllere üfleye üfleye şirretliklerini yaparlar. Ğâsık 
    (karanlık) bir eşkiya gibi ansızın basar, hasetçi de bir kundakçı gibi saklı 
    yapar, sâhir (büyücü)ler, cadılar ise dost kılığında yankesici gibi göz göre 
    göre çarparlar. Böyle olması onların hilelerinin ince ve gizli olmasına engel 
    de olmaz. İşte bunlar içinde en çok bile bile şerlerine düşülenler üfürükçüler 
    olduğu ve umûmi örfte de en çok şirretle bilinenler bunlar bulunduğu için 
    kelimesinin lâmının ahd veya istiğrak ile marife (belirli) ve çoğul olarak 
    irâd edilmiş olması bizce daha doğru ve daha açık görünmektedir. Nâs Sûresi'nde 
    in marife (belirli) olması da "neffâsât" gibidir. Bu yönden de o bunun tamamlayıcısı 
    olan bir beyânı demektir.