88-ĞAŞİYE:
   "Sana geldi 
    mi?". Bu soru önemle dinlemeye teşvik ve olayın olduğunu haber vererek anlatmak 
    içindir. "Ğâşiye haberi"
   ĞÂŞİYE, aslında 
    gayş = örtmek, sarmak kökünden ism-i fâil olarak bir şeyi her taraftan sarıp 
    bürüyen salgın, sargın, kaplayan şey demektir ki sonundaki "tâ", niteliği 
    isme göre dişilik alâmeti veya aşırılık ifade etmek veya bazı durumlarda sıfatlıktan 
    isimliğe nakil içindir. At eyerinin örtüsüne ve kalp zarına, insanı veya hayvanı 
    içinden saran derde ve kâbus gibi her taraftan saran salgın, kuşatıcı belaya 
    da "gâşiye" denir ki "Yoksa onlar Allah'ın azabından hepsini sarıverecek bir 
    felaket gelivermesinden emin mi oldular."(Yusuf, 12/107) âyetinde bu mânâdandır.
   Bu mânâdan 
    "lâm" ile de kıyametin isimlerindendir. Çünkü birden bire şiddetiyle halkı 
    saracak ve ondaki dehşet verici olaylar herkesi bürüyecektir. Bazıları demişlerdir 
    ki: Ğâşiye, "Yüzlerini ateş kaplar." (İbrahim, 14/50) buyrulduğu üzere kâfirlerin, 
    cehennemliklerin yüzlerini saracak olan ateştir. "Saran ateş" mânâsınadır. 
    Bazıları da, o cehennem ateşinin içine düşüp onu saracak olan cehennemliklerdir 
    demişler. Çoğunluk birincisini sûrenin akışına uygun görmüşlerdir. 
  HADÎS, herkes 
    tarafından birbirlerine aktarılıp rivayet edilerek söylenmeğe, hikaye edilmeğe 
    ve her söylenişinde taze gibi dinlenmeye layık söz ve haber demektir ki bu 
    Ğâşiye haberi de daima böyle önemle dinlenilmesi gereken bir haberdir. 
  2. Birtakım 
    yüzler, yani nice kimseler o gün, yani o Ğâşiye sardığı gün eğilmiştir, daha 
    önce hakkı saymazken o gün korku ve saygıyla boynunu bükmüş, zillete düşmüştür. 
    
  3. İş yapıcıdır, 
    yani vaktiyle gereği gibi çalışmazlarken bugün hepsi ezici işlerde çalışmakta 
    zahmet çekmektedirler, yahut, vaktiyle çalışmamış, amel etmemiş değiller; 
    çalışmışlar, amel etmişler fakat boşuna zahmet çekmiş, sıkıntıya düşmüşlerdir. 
    Yani bugün işe yarayacak şekilde Allah için hak, doğru yolda iyi amellere 
    çalışmamışlar; batıl din, bozuk fikir ve inanç ile küfre saparak çalışmışlar, 
    boşuna zahmet ve sıkıntı çekmişler, şimdi de onun cezasını çekiyorlar.
   "Amiletün, 
    nasıbetün" ikinci ve üçüncü haberdir. Yahut "nasıbetün" sıfattır. Bunların 
    "hâşia" gibi "yevmeizin" ile kayıtlı olup olmadığına göre birkaç şekilde tefsiri 
    rivayet edilmiştir.
   BİRİNCİSİ, 
    hepsinin de "yevmeizin=bugün" ile kayıtlı olmasıdır ki, daha önce eğilmez, 
    hak yolunda çalışmazlarken bugün boynunu eğmiş, zilletler içinde dayanılmaz 
    ezici amellerle işçilik etmekte, yorgunluk ve bitkinlikle sıkıntılar çekmektedirler, 
    demek olur. Bugün bu amel ve sıkıntı, bundan sonra açıklanacağı gibi cehennem 
    ateşi içinde esirlik zincirlerini, tomruklarını sürükleyerek aşağı-yukarı 
    bata çıka boğuşup durmalarıdır. Bu mânâ İbnü Abbas'tan nakledilmiştir. 
  İKİNCİSİ, 
    "âmiletün nâsıbetün", "yevmeizin" ile kayıtlı olmayıp mutlak olarak geçmişe 
    ait olmasıdır. Bu şekilde, bunlar vaktiyle dünyada çalışmışlar, iş yapmışlar, 
    ibadet etmişler, fakat iyi yapıyoruz zannederek kâfir olup batıl yolda çalışmış 
    bulunduklarından bütün amelleri boşa çıkmış, gayretleri yok yere gitmiş, boşuna 
    zahmet ve sıkıntı çekmekle kalmışlar, bugün zillete düşmüşlerdir, demek olur 
    ki, Kehf Sûresi'nin sonundaki "De ki: Amelleri en çok boşa gidenleri size 
    haber verelim mi? Bunlar dünya hayatında, kendilerini gerçekten iyi iş yapıyor 
    zannettikleri halde çalışmaları boşa gidenlerdir. İşte onlar Rab'lerinin âyetlerini 
    ve ona kavuşmayı inkâr etmişler de bütün amelleri boşa gitmiştir. Artık kıyamet 
    günü onlar için hiçbir terazi tutmayız. İşte böyle, onların cezaları cehennemdir. 
    Çünkü inkar etmişler, benim âyetlerimi ve peygamberlerimi alaya almışlardır."(Kehf, 
    18/103-106) ve Furkân Sûresi'ndeki "Yaptıkları her işi ele alır, onu saçılmış 
    zerre haline getiririz."(Furkan, 25/23) âyetlerinin mânâsını özetlemektedir. 
    Zeyd b. Eslem'den rivayet edilen bu mânâ, İbnü Abbas'tan da diğer bir rivayettir. 
    Ahiret, amel yurdu olmayıp, amellerin karşılığının verileceği bir yer olmak 
    itibariyle, amelin dünyada olması daha açık olduğundan, birçokları bu mânâyı 
    tercih etmişler ve bununla kiliselerde, manastırlarda rahipler gibi şiddet 
    ve taşkınlığı kendileri için gerekli sayarak sapıklık üzere çalışan sapıkların 
    amellerinin batıl olduğuna işaret edildiğini söylemişlerdir. Nitekim Buhârî'de 
    İbnü Abbas'ın, "Çalışıp boşa yorulanlar hıristiyanlardır." dediği rivayet 
    edilmiştir. Bu durumda 'nin, kelimesine sıfat olması gerektir. 
  ÜÇÜNCÜSÜ, 
    İkrime'den rivayet edilendir ki, "âmile" dünyada, "nâsıbe" ahirette demektir. 
    Bunun mânâsı, zannedildiği gibi ayrı ayrı zarflar takdir etmek değil, "âmile" 
    ism-i fâilinin geçmiş zamanlı fiil mânâsına, "nâsıbe" ism-i fâilinin de hal 
    veya devam mânâsına geldiğini söylemektir ki, amel dünyaya, amelin karşılığı 
    da ahirete ait olmak düşüncesiyle bu mânâ da uzak değildir. Bu şekilde de 
    "nâsıbe" üçüncü haberdir. Bu şununla beyan edilmiştir: 
  4. "Kızgın 
    ateşe girerler" Hâmiyeye, yani ısı derecesi yüksek, şiddetli kızgın bir ateşe 
    gerilip yaslanırlar. 
  5. Kaynar 
    bir pınardan su içirilirler. "Ayn" burada da "içirmek" karinesiyle çeşme, 
    pınar, menba, kaynak gibi su gözü mânâsına olduğu açıktır. Fakat bu göz, bir 
    soğuk su gözü değil, âniye "kızgın su" (Rahmân, 55/44) denilen son derece 
    sıcak, kaynar, gayet kızgın ateş gibi bir pınardır.
   6. "Zehirli 
    ve dikenli bir bitkiden başka yiyecekleri yoktur". Ta yukarılarda zakkum, 
    Hâkka Sûresi'nde de "sadece" kaydı ile "Bir irinden başka yiyecek de yok."(Hâkka, 
    69/36) diye geçmiş idi. Onun için burada da "Darî" kelimesini "irin" veya 
    "zakkum" ile aynı şey olmak üzere "ateşten bir ağaç" diye tefsir edenler varsa 
    da, sadece bu yiyeceğin olduğu başka başka sınıflar için söylenmiş olması 
    göz önüne alınarak herbirinin başka bir mânâda olması da mümkündür. Bu konuyla 
    ilgili birkaç mânâ açıklamışlardır. 
  Râzî Tefsiri'nde 
    Hasen'den gelen bir rivayette şöyle denilmektedir: "Elim" kelimesi mü'lim, 
    yani elem verici; semiun kelimesi müsniun, yani işittirici; bediün kelimesi 
    mübdiün, yani eşsiz yaratıcı mânâsına olduğu gibi, dariun da, mudarriun, mânâsına 
    olur ki, yenilmesindeki sertliği, acılığı, yakıcılığı ile onları zillete ve 
    alçalmaya mecbur eden bir şeyden başka bir yiyecek yok demektir. 
  İkinci olarak, 
    tefsircilerin çoğu demişlerdir ki: Darî', "şibrık"ın kurusudur. Şibrık bir 
    tür dikendir ki yaş iken onu deve yer, kuruyunca kaçınır. Zehiri öldürücüdür. 
    İbnü Cerir der ki: Araplar arasında dari, şibrık denilen bir bitkidir ki kuruduğu 
    zaman Hicazlılar buna dari'derler. Diğer Araplar ise şibrık ismini verirler. 
    Bir zehirdir. İkrime'den rivayetinde: Yere yapışık dikenli bir ağaçtır ki 
    baharın Kureyş ona şibrık derler, kuruyup çöp olduğu zaman da dari' derler. 
    Ebu Hayyân'ın nakillerine göre, dari' şibrıktır ki kötü bir otlaktır. Üzerinde 
    yayılan hayvan ne yağ bağlar, ne et. İbnü Azzare-i Hüzeli'nin şu beyti ondandır: 
    
  "O develer 
    dari' çukurlarında hapsolunmuşlar da hepsi 
  Kambur, elleri 
    kanamış, süt veremez olmuştu."
   Ebu Züeyb 
    de şöyle demiştir: 
  "Seyrab, taze 
    şibrıkı otladı, nihayet solup da 
  Dari' olunca 
    o semiz kısır develer ondan uzaklaştı." 
  Bazı lugatçiler 
    bunun, arfec kurusunun kırıntısı olduğunu söylemiş; Zeccâc: Avsec gibi bir 
    ot demiş; Halil de, "yeşil ve gayet fena kokulu bir ottur ki, deniz atar" 
    demiştir. Kamus'ta bu mânâlardan başka hurma ağacının dikenine ve bulanık 
    kokmuş sularda ve kökleri arza ulaşmayıp su içinde olan bir ota da denildiğini 
    yazmıştır. Ki bu ot, "Â'lâ" Sûresi'nde "Sonra onu kapkara bir su köpüğü yaptı."(A'lâ, 
    87/5) âyetinde açıklandığı üzere türbün ve maden kömürlerinin kaynağı olan 
    yosun türü bitkilerden demek olur. 
  Demek ki Arapça'da 
    darî', insanın değil hayvanın bile yemesi mümkün olmayan dikenli, sert veya 
    yumuşak olsa da gayet fena kokulu, zehir zenberek birkaç türlü dikene ve bitkiye 
    denirmiş. Şu halde burada bunlardan herhangi birinin özelliği değil, yenilip 
    yutulma ihtimali olmayan elem verici bir şey olma niteliği kastedilmiş olmalıdır. 
    
  7. Bu mânâ, 
    denildiği gibi, bir alçalma ve zillet ile sızlandırmak mânâsını ima eden "darî'" 
    kelimesiyle ifade edilmiş, "ne besler, ne de açlıktan kurtarır" niteliğiyle 
    izah edilmiş demektir. Yine bundan dolayı Said'den rivayet olunduğu üzere 
    bazı tefsirciler bunu "taş" diye tefsir etmiştir. İbnü Zeyd'den de şöyle rivayet 
    edilmiştir: Dünyada darî', Araplar'ın bu isimle andıkları yapraksız kuru dikendir. 
    Ahirette ise dari' ateşten bir dikendir. İbnü Abbas'tan gelen bir rivayette, 
    ateşten bir ağaçtır. "Kamus" da, bir görüşe göre: Cehennemde acı sabırdan 
    daha acı, leşten daha kötü kokulu ve ateşten daha yakıcı bir şeydir demekle 
    de bunu anlatmıştır. Maksat, böyle yenip yutulma ihtimali olmayan bir şey 
    yemek mecburiyetine düşmek, azabının elem ve acılığındaki şiddetini hissettirip 
    anlatmak olduğuna göre zakkum, irin, dikenli bitki hepsi Müzzemmil Sûresi'ndeki 
    "Ve boğaza duran, yutulmaz yemek."(Müzzemmil, 73/13)i bu şekilde açıklamak 
    demek olur ki, bunlar mecbur kalınıp da yenseler bile "beslemez ve açlığı 
    gidermez" niteliktedir.Bunlar 
    ne besler, ne de açlığa faydaları olur. Sade inletir de inletir, sızlatır 
    da sızlatır. 
  Bunlar ızdırap 
    içindeki insanlığın dünyada büyük açlık, felâket ve esaret zamanlarında gördükleri 
    elem ve sıkıntıların yardımıyla anlaşılabilecek birer mânâ ile ahiret azabının 
    akıllara sığmaz acılıklarını düşündürmektedir.
   8. İşte o 
    Ğâşiye, bir kısım yüzler için böyle sargın bir büyük beladır. Bunlara karşılık 
    birtakım yüzler de o gün hoş, nimet içinde mutlu.
   NÂİME, hoşluk 
    ve yumuşaklık mânâsına "nüûmet"ten türetilmiş olup hoş yani "Yüzlerinde nimetin 
    neşesini tanırsın." (Mutaffifin, 83/24) mânâsınca, nimet ve mutluluk eseri 
    olan neşe, hoşluk açık; yahut "nimet"ten türetilmiş olup nimete konmuş, nimet 
    içinde mânâlarında iki şekilde tefsir olunmuştur ki, birisi netice, birisi 
    sebep, ikisi de mutluluğu ifade eder.
   9. Yaptıkları 
    gayretlerden razı, çalıştıklarından dolayı hoşnutturlar. Zira boşuna çalışmamışlar, 
    amelleri Allah'ın emir ve rızasına uygun yolda yapılmış, kabul görmüş, gayret 
    ve çabaları o dehşetli günde meyvesini vermiş, nimet ve mutluluğa ermişler 
    ve bu başarı onlarda tembellik duygusu değil, daha çok çalışma neşesi uyandırmıştır. 
    
  10. Yüksek 
    bir cennettedirler. Hem yer olarak, hem de sağlamlık bakımından yüksek. 
  11. Öyle ki 
    orada boş şey (veya boş bir kelime, yahut boş şeyler)le meşgul olan bir topluluk 
    işitmezler yahut "sen işitmezsin" ey muhatap!
   LÂĞIYE, "boş 
    söz" veya "boş şeyle meşgul olan topuluk" yahut lüzumsuzluk mânâsına "akibet" 
    gibi mastar olmak üzere üç görüş vardır. "Lağiv" de, lâğıye mânâsına olarak 
    geçersiz kılınması ve düşürülmesi gerek olan, önem verilecek bir faydası olmayan 
    boş, mânâsız, saçma, boşa giden, faydasız şeylere denir ki, leğviyat ve lağveyat 
    tabir olunan sözler ve fiillerden daha geneldir. "Lâğiye söz" diye özellikle 
    hata ve sövme gibi fâhiş söze denir. Cennette bunlar işitilmez. "Orada ne 
    boş bir laf işitirler, ne de bir yalan."(Nebe', 78/35).
   Cennetin 
    yüksekliği izah edilirken ilk önce bu vasıf ile nitelenmesi, her şeyden önce 
    cennet nimetlerinin ve cennet ehlinin temiz olduğunu göstermekle müminleri 
    erdemli ahlâka teşviktir. Zira cennet, nimet, hoşnutluk, mutluluk denilince 
    bir takım zihinler dünyada refah ve servet kısmet olmuş, şehvetine ve hevesine 
    düşkün birçoklarının hallerinde görüldüğü üzere vakit geçirmek için oyunlar, 
    eğlenceler, hakiki bir fayda içermeyen lüzumsuz şeylerle ilgili boş sözler, 
    fiiller, neticesi hiçten ibaret olan şeyler için dedikodular, entrikalar, 
    edep kaydına bağlı kalmadan gevezelikler, şımarıklıklar yüksek bir zevk ve 
    maharetmiş ve bu gibi haller ile keyif çatmak nimet ve mutluluğun tamamlayıcılarından 
    olan gayelermiş gibi ve dolayısıyla cennetteki mutluluk da böyle boş eğlencelerden 
    ibaret olacakmış gibi bir kuruntu ve hayale kapılabileceğinden böyle bir ihtimali 
    savmak için önce cennetin yüksekliği anlatılırken orada boş şeylere yer olmadığı 
    ve cennet ehlinin öyle boş ve faydasız şeylerle meşgul olması şöyle dursun 
    onları işitmekten bile uzak bulundukları anlatılmış ve bu suretle müminlere 
    layık olan da Müminun Sûresi'nde "Boş ve faydasız şeylerden yüz çevirenler."(Mü'minûn, 
    23/3) diye açıklandığı üzere bu ahlâk ile ahlâklanmak, hem yalnız darlık ve 
    ihtiyaç zamanlarında değil, nimetleri artıp durumlarında bir rahatlık meydana 
    geldiği oranda da boş şeylerle meşgul olmaktan uzaklaşmakta ileri gitmek ve 
    hatta yalnız yükümlülük yurdu olan dünyada değil, kendilerinden yükümlülüklerin 
    kalktığı ve hiç öfke ve cezanın bulunmadığı rahmet sahasına ulaştıkları zaman 
    bile ondan uzak tutulmak ve dolayısıyla nimetleri, nimetin kıymetini bilmeyen 
    cahil ve beyinsizlerin felaketlerine sebep olan nimetler türünden olmayıp 
    sonsuz mutluluğa erişen faziletli ve ciddi kişilerin nimetleri türünden olmasını 
    istemektir. Yine şu da dikkate değer bir şeydir ki, cennetin ve nimetin yüksek 
    nitelikleri anlatılırken önce daha çok yüce nefislerin ve irfan ve vicdanî 
    olgunluklarda büyük makam sahibi olanların şanlarına layık olan ruhanî ve 
    manevî özellik öne alınmış, yapılan çalışmalardan hoşnut olmak, sonra da boş 
    şeylerden uzak durmak anlatılmıştır. Herhangi bir hususta hoşnutluk mertebesine 
    ermek büyük zevk ise de yapılan çalışmadan hoşnut olmak, insanı hamd makamına 
    erdiren lezzetlerin en yükseğidir. Çünkü "İnsan için çalıştığından başkası 
    yoktur."(Necm, 53/39) ve "Kazandığı hayır kendi faydasına, yaptığı kötülük 
    de zararınadır."(Bakara, 2/286) Hayat aslında çalışmak demek olduğu için, 
    gerçekte hayatın zevki, gayesine yönelik olarak çalışma zevkinden ibarettir. 
    Çalışmanın zevki de gayesine isabet etmesindedir. Onun için, yaptığı çalışmanın 
    güzel meyvesini gören ruhun duyacağı haz, her lezzetin üstünde ve bu suretle 
    çalışmadan duyulan hoşnutluk, her hoşnutluğun başında bir ruhi hazdır. Gayesini 
    bulamıyan çalışma ve amel, sonunda "çalışmıştır, fakat boşuna yorulmuştur" 
    hükmünce yorgunluk, bitkinlik ve hayal kırıklığıyla elem ve beklenilenin elde 
    edilememesinden duyulan açıdan ibaret kalacağı gibi, gayesiz yapılan veya 
    gayesi bir önem taşımayan çalışmalar da boş ve faydasız olmak itibariyle ona 
    katılmıştır. Onun için, Çalışmasından hoşnutluk ruhun en yüksek hazlarından 
    olduğu gibi boş şeylerden uzak durmak da onun tamamlanmasının şartlarından 
    bulunmak nedeniyle yüksek cennetin sıfatlarında önce bu iki mutluluk öne alınmış, 
    sonra da dünya hayatında tanınmakta olan maddi lezzetlere benzer hazlar zikredilmiştir.
   12. Şöyle 
    ki: Onda, (o cennette) akan bir pınar vardır, istenilen yere akan bir kaynak 
    ki her tarafa hayat maya ve neşesi dağıtır. Defalarca geçtiği üzere, cennetteki 
    pınarlar birkaç tanedir. Burada müfred (tekil) getirilmesi, cinsi dikkat nazarına 
    alındığı için demek olur. Yahut en genel olan birine işaret edilmiştir. Herhalde 
    sonundaki tenvin müfred (tek)lik için değil, onun ululuğunu göstermek içindir. 
    Belirsiz getirilmesi de, bilinen pınarlardan olmayıp "Hiçbir gözün görmediği, 
    hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın aklına gelmeyen şeyler." cümlesinden 
    olduğuna işarettir ki, bundan sonrakiler de böyledir.
   13. O cennette, 
    o akan pınar civarında yükseltilmiş tahtlar vardır. 
  SERÎR, üzerinde 
    sevinç ve neşe ile oturulan taht, sandalye veya yatılan karyola ve köşk kabilinden 
    şeylere denir. Yükseltilmiş denilmesinin sebebi de zeminden yüksekliği veya 
    şerefi itibarıyladır. 
  14. Ve küpler 
    vardır. Kulpu olmayan küp, sürahi, bardak gibi içecek kapları yakınlarına 
    konmuş istedikleri zaman "Kuşkusuz iyiler öyle dolgun bir kadehten içerler 
    ki katkısı kâfurdur. Bir çeşme ki ondan Allah'ın kulları içerler."(İnsan, 
    76/5-6) âyetlerinin ifade ettiği gibi içmelerine hazır, yine o cennette 
  15. sıra sıra 
    dizilmiş yastıklar, nunun zammesi ve kesresi ile dayanmak için konulan koltuk 
    yastığı demektir. 
  16. Serilmiş 
    (yahut yer yer yayılmış) döşemeler vardır. "Zâ"nın zammesi veya kesresi ile 
    zürbiye, nefis ve kıymetli döşemeler demektir. "Kâmus"ta zikredildiği üzere 
    zerabiyy, sararmış ve kızarmış olmakla beraber yeşilliği de bulunan otlara 
    da denilir ve fiilinde, "bitki, içinde yeşillik bulunduğu halde sarardı ve 
    kızardı" denilir. Döşemelere zerabiyy denilmesi buna benzetme suretiyle olduğu 
    da söylenmiştir. Lakin Ragıb demiştir ki: "Zerabiyy, aslında bir yere mensup 
    benekli dokumalardır. Sonra istiare olarak döşemeler için kullanılmıştır." 
    Ferrâ'nın yazdığına göre ince tüylü halılardır. İnce püskülü ve kadifesi bulunan 
    halılar (tanâfis), koltuk yastıkları (nemarik) ve nefis döşemeler (zerabi) 
    birbirlerinin yerine de kullanıldığından Cevheri "Sıhah"ında bunların arasını 
    ayırmıştır. Nitekim Hind'in; 
  "Biz Târık'ın 
    kızlarıyız. 
  Nefis döşemeler 
    üzerinde yürürüz." recezinde "nemârık", "zarâbi" mânâsında kullanılmıştır. 
    Çünkü âdet itibariyle yastık üzerinde yürünmez. Bununla beraber diğerleri 
    farklarını göstermiş oldukları gibi âyette de bu açıktır. 
  17. Bakmıyorlar 
    mı develere? Yukarının bir şubelendirilmesi olan bu cümlenin "fâ" ile bağlanmasındaki 
    mânâ, kıyamet haberini ve onun içerdiği hayret verici niteliklerle, öldükten 
    sonra dirilme meselesini inkar edenlere karşı yaratılışın en fazla göz önünde 
    bulunan şeylerinde bile görülüp duran enteresan durumlara dikkatleri çekmek 
    suretiyle yaratıcının gücünü hatırlatmak ve boşuna yorgunluk olan yolsuz çalışmalardan 
    ve boş şeylerden kurtulmak ve çalışmasından hoşnut olacağı işler yapmak için 
    yerden göğe, gökten yere, en yakınlarından en uzaklarına kadar eşyanın yaratılış 
    şekillerini araştırıp inceleyerek onun kanunlarını ve kudretinin hayret verici 
    neticelerini ve onun nasıl tasarrufta bulunduğunu ve ona göre emir ve hükümlerini 
    anlayıp ortaya çıkararak kıyamet gününün sıkıntılarından korunacak ve mutluluğuna 
    erdirecek güzel ve yararlı işlere sevk ve teşvik etmektir ki önceki sûrede 
    "ilk sahifeler"de olduğu anlatılan temizlenme mânâsının, "son sahifeler"de 
    tamamlayıcısı ve kemale erdiricisi demek olan bir hatırlatma olmak hasebiyle 
    sonunda "hatırlat, öğüt ver" emriyle takip edilmiştir.
   Bu hatırlatma 
    için kıyamet haberinden sonra yer ve göğün yaratılış nicelği ile yaratıcının 
    kudretine dikkat çekilirken ilk önce devenin ileri sürülmesi birdenbire insana 
    acayip gelirse de bu acayiplikte kastedilen mânâya isabet açısından "bera'at-i 
    istihlal" gibi bir bediî sanat vardır. Zira maksat, bakılmaya alışılmış ve 
    pek olağan gibi görünen şeylerin bile yaratılış niceliğinin enteresan şeylerle 
    dolu bulunduğunu duyurmak olduğu ve deve yaratılışının gerçekten enteresanlığı 
    ile beraber Araplar'ın en yakından gözlerine çarpması gerektiği düşünülürse, 
    bunun yaratılışının âlemi seyretmek için ilk bakılacak yer edinilmesi en uygun 
    hareket olduktan başka, serilmiş döşeklerden bir anda deveye atlatarak ondan 
    göğe, ondan dağlara, onlardan yer tarafına bir inceleme yolculuğu yaptıran 
    geçişte bir enteresanlık ve aynı zamanda âyet sonlarında kıvrık "hâ" yani 
    (tâ-i merbuta) den şiddetli uzun "tâ" ya geçen bir genişleme ile ifadeye başkaca 
    bir değişiklik verilmesinin yaratılıştaki enteresanlıkları göstermek maksadına 
    her bakımdan uyan bediî sanatları kapsadığı anlaşılır. Bu sayılan şeylere 
    bakmak da, bütün âleme bakma mânâsını taşır. "Fâ" bağlacı, kendinden sonra 
    gelen kısmı âyetin akışından anlaşılması gereken mukadder bir mânâ üzerine 
    bağlayan bir bağ olarak mânânın özeti şöyle olur: Kıyamet olayı böyle haber 
    verildiği, dünyanın sonu ya boşuna işlenmiş ameller yüzünden yorgun ve bitkin 
    olarak zillet ve sefillikle ateşe yaslanmak veya yolunda yapılan güzel ve 
    meyveli amellerle nimet ve mutluluğa ererek çalışmasından sonsuza kadar hoşnut 
    olmaktan ibaret olduğu anlatıldığı halde, bulunduğu âlemi ve yaratanın hükmünü 
    ve kudretini düşünmeyip de dünyayı ahirete tercih eden gafiller hâlâ önünü 
    sonunu görmek ve sonunda hoşnut olacağı faydalı ameller yolunu aramak ve gereği 
    gibi faydalanmak için bakmazlar mı o her gün gözleri önünde kullanıp durdukları, 
    etinden, sütünden, yününden, derisinden, işinden gücünden, türlü yararlarından 
    istifade etmek için birçok sıkıntıya soktukları deveye? Nasıl yaratılmış? 
    Ne ilgi çekici bir yaratılışı var? Birçok hayvanın yaratılışına benzemeyen 
    iri cüssesi, son derece kuvvetli olması, ilgi çekici şekli, başka hayvanların 
    yetinmediği çok az yem ve dikenli mikenli otlaklarla yetinerek ağır yüklerle 
    uzun uzun yolculuklara ve günlerce susuzluğa dayanan sabır ve sağlamlığı ve 
    oturup kalmaktaki durumu ve o kuvvet ve iriliğiyle beraber en zayıf bir hayvandan, 
    bir koyundan, bir eşekten daha ziyade ve hatta bir çocukla bile yedilip güdülebilecek 
    derecede itaat ve boyun eğme ile insanların emrine verilerek hizmet ettirilmesi 
    ve gittiği bir yolu birçok insandan daha sağlam bir hafıza ile belleyip çıkarması 
    ve kalınlığına rağmen güzel sesle seslenildiğinde etkilenerek şevk ve neşe 
    ile coşması gibi halleri ne hayret verici şeylerdir. İnsan kendi zekasıyla 
    bu şaşırtıcı yaratılış arasındaki fark ve ilgiyi düşünür, o iri ilgi çekici 
    hayvana karşı kendi maddi kuvvetinin küçüklüğünü mukayese eder ve bununla 
    beraber kendinin onu hizmetinde kullanabilecek şekilde üstün olmasının sırlarını 
    ve bundan daha güzel istifade yollarını araştırırsa kuşku yok ki herşeyden 
    önce yüce yaratıcının yaratmasındaki hayret verici durumları, kudretinin enginliğini 
    ve her şeye bir özellik lütfeden iradesindeki bu özelliği ve hepsini özel 
    ilgi ve münasebetlerine göre bir düzen ile yöneten emir ve hükmünü ve dolayısıyla 
    insanların da ona göre acı veya tatlı bir sona doğru yürümekte olduklarını 
    anlaması ve o yolda iman ve irfan ile ilerisi için şevkle çalışması gerekir. 
    Allah tarafından her varlığa ayrı ayrı verilen bu özelliklerin önemini ve 
    ilim ve irfan gibi manevî kuvvetlerin maddî kuvvetlere üstünlük ve hakimiyetini 
    açık bir misal ile anlatmak için insanların emrine verilen devenin yaratılış 
    niceliğini ilk bakış yeri edinmek herkes için en açık ve en faydalı bir misal 
    olduğunda şüphe yoktur. Gerçi fil daha büyüktür ve onun yaratılışında da açık 
    bir hayret verici durum vardır. Fakat o, deve gibi temiz bir hayvan olmadıktan 
    başka onun kadar göz önünde de değil ve özellikle Arab'ın gözünden uzaktır. 
    Deve ise Arab'ın başlıca mallarındandır. Hele "dikenli ot"un zikredilmesinden 
    sonra deveye bir nazar (bakış) atmanın da başkaca bir münasebet ve hoşluğu 
    vardır. Sonra dolaşmak ve yolculuk etmek için deveye binen kimse boyundan 
    çok yukarda bir yüksekliğe çıkmış olur. Yukarı baktığı zaman üstünde göğü, 
    sağa sola baktığı zaman dağları, aşağıya baktığı zaman da yerkürenin yüzeyini 
    görür. Bu bakışlar ne kadar genişler, ne kadar derinleşirse insanın, bulunduğu 
    âlemi tanıması ve yüce Allah'ın yaratmasının, gücünün ve nimetlerinin enginliği, 
    geleceğin önemi ve yolunda ve doğru yapılan çalışma ve gayretin kıymeti hakkındaki 
    bilgisi de öyle genişler ve derinleşir.
   Ebu'l-Abbas 
    Müberred gibi bazıları da burada deveye bakıştan göğe bakışa geçmeği uzak 
    görerek birbirlerine bağlanan konular arasında daha uygun bir ilgi düşünmek 
    üzere "gök" karinesinden yararlanarak "ibil"den maksadın bulut olduğu görüşüne 
    varmıştır. "Keşşaf" yazarı der ki: Bunun maksadı "ibil" kelimesinin ğamâm, 
    müzn, rebâb, ğaym, ğayn ve benzeri bulut isimlerinden olduğunu söylemek değil, 
    birçok Arap şiirinde bulutun deveye benzetilmiş olduğunu görerek burada da 
    teşbih (benzetme) ve mecaz yoluyla "ibil"den bulut kastedilmiş olmasını câiz 
    görmek olmalıdır. Fakat mecaza gerek yoktur. Deveye bakıştan göğe bakışa geçirmek, 
    özellikle vadilerinde, çöllerinde, uzak gezi ve yolculuklarında özel olarak 
    deveyi kullandıkları bilinen Araplar'ın irşat edilmesi bakımından son derece 
    doğal ve güzeldir. Deve en faydalı malı olup da ona bakmamak, hayret verici 
    yaratılışını düşünmemek nasıl büyük gaflet ise deveye binip deha göğe bakmamak, 
    yaratıcının kudret ve ululuğunu düşünmeye dalmamak daha büyük gaflettir. Onun 
    için buyruluyor ki: 
  18. Ve o göğe 
    (gece gündüz görüp durdukları hayret verici göğe) bakmazlar mı nasıl yükseltilmiş? 
    Yukarı doğru yükselen hava boşluğu üstünde derin bir şekilde uzayıp giden 
    boyut içinde her biri bir yörüngede direksiz dayanaksız yüzüp duran sayısız 
    cisim ve yıldızlarıyla, o süsü ve genişliğiyle bütün bakışları kaplayan o 
    aşılmaz okyanusa nasıl bir yükseklik verilmiş.
   19. Ve o 
    dağlara yerden o göğe doğru başlarını kaldırarak dikilip bakışları sınırlayan 
    ve türlü faydalarından yararlanılıp durulan dağlara bakmazlar mı nasıl dikilmiş? 
    Nasıl yerlere konulup yerleştirilmiş? 
  20. Ve o yerküreye 
    ve üzerinde yaşadıkları, altlarında kendilerine boyun eğmiş ve zelil buldukları 
    ve yarın içine gömülecekleri toprağa bakmazlar mı nasıl düzlenmiş? O dağlar, 
    vadilerle beraber ovalar, denizler gibi düzlüklerden nasıl bir yüzey ile kaplanıp 
    üzerinde yaşanabilecek, gezi ve yolculuk yapılabilecek şekilde düzlenmiş, 
    döşenmiş; bu yüzey oluşuncaya kadar nasıl başkalaşım ve dönüşümler vukua getirilmiş? 
    Neler yıkılmış, neler yapılmış? Ne yaratışlar, ne düzgün bir biçime koyuşlar, 
    ne işler olmuş? Bugün ne duruma gelmiş? Yarın neler olma ihtimali var? Kısacası 
    nasıl ve ne gibi bir âlemde bulunuyorlar? Ne olmuş, ne olacaklar? Bütün bunlara, 
    düşünme ve ibret gözüyle bakıp da yaratanın gücünü, Kıyamet haberinin ifade 
    ettiği öldükten sonra dirilme ve toplanmanın, ceza ve mükâfatın hak olduğunu, 
    gösterdiği gayretten hoşnut olmak için hak yolunda çalışmanın gerekliliğini 
    düşünmezler mi? 
  Görülüyor 
    ki bu bakış, âlemin yeri ve göğü ile hepsine bakmak demektir. Bununla beraber 
    yerin bir parçasından başlayıp gökten ve dağlardan dolaşarak neticede yerküre 
    yüzeyinin nasıl olduğunu tetkike getirilmiştir. Zira "Size belli bir zamana 
    kadar yeryüzünde yerleşme ve oradan faydalanma vardır. Orada yaşayacak, orada 
    ölecek ve tekrar oradan çıkarılacaksınız, dedi."(A'râf, 7/24-25) buyrulduğu 
    üzere yeryüzü insanlar için bir zamana kadar hayattan nasip alınacak bir yurttur. 
    Onda yaşanacak, onda ölünecek, ondan çıkarılıp mahşerde toplanarak ahirete 
    gidilecektir. Onun için bulunduğu yurdu ileri geri sınırlarıyla ve niteliğiyle 
    tanıyıp "Şimdi yeryüzünde bir gezin de peygamberleri yalanlayanların sonu 
    ne olmuş, görün."(Nahl, 16/36) âyetinin mânâsınca sonucu anlamak ve ona göre 
    hayatını cahilce ve boş şeylerle geçirmeyip iman ve irfan ile güzel amellere 
    çalışmak gerektiğine dikkat çekilmiştir. Şu da çok dikkate değer bir husustur 
    ki burada bu nasıllıkların detayına girilmemiş, sadece yaratma, yükseltme, 
    dikme ve düzleme niteliklerine topluca bir tetkik bakışı atılmıştır. Demek 
    ki bunlar şu görünen âlemde bizzat var olan şeyler olduğu için ayrıntısı insanların 
    soyut araştırma ve inceleme bakışlarıyla bilinebilecek ilimler ve akli bilgilerin 
    konusuna giren şeylerdendir. Demek ki bunlara güzel bir bakış atmak, yüce 
    Allah tarafından istenen bir şeydir. Bu bakış ve tecrübe ile edinebileceğimiz 
    bilgilerin, Allah'ı bilebilmek için özel bir önemi vardır. Kur'ân'ın birçok 
    yerinde özellikle hatırlatılan bu gibi oluşumla ilgili maddi deliller yaratılışta 
    bizzat mevcut bulunduğu için böyle topluca yapılan ilâhî işaretlere "hatırlatma" 
    adı verilmiştir. Çünkü bunlar aklî ve tecrübeye dayanan inceleme ve araştırmalarla 
    bilinebilecek şeyler olduğu için bilgi sebepleri aslında akıllarda yaratılıştan 
    vardır. Bu suretle burada zooloji, astronomi, coğrafya, jeoloji ve tabii tarih 
    denilen aklî ve deneysel ilimlerin faydalarına ve müslümanların bunlarla da 
    meşgul olmaları gerektiğine ve ancak bunları bilgi gayesi saymayıp yaratıcının 
    nasıl tasarrufta bulunduğuna bakarak onun âyet ve kanunlarının gücünü tanımak 
    ve kâfirlerin batıl ve yanlış inançlarını reddederek ahiret hayatı için dünya 
    hayatından nasip almak üzere vazife yollarını anlayıp ortaya çıkarmaya vasıta 
    gibi kabul etmek hususlarına bir işaret vardır. Gerçekte yerküreyi, yerkürenin 
    hallerini ve onun üzerinde yaşama kaidelerini en iyi bilenler ve bilgileri 
    oranında iyi çalışan milletler diğerlerine üstünlük sağlayagelmişler; içinde 
    bulundukları dünya hayatını ve dünyanın boş ve aldatıcı lezzetlerini en son 
    gaye edinip de onunla kalmak isteyen tembel, boş ve değersiz şeylerle uğraşan 
    uluslar veya nereye gittiğini bilmeyerek cahilce bir hırs ve çılgınlıkla etrafına 
    saldıran hırçın kavimler yenilmiş ve perişan olagelmişlerdir. Dünya hayatını 
    tercih edenler de etmeyenler de nasıl olsa bu hayattan çıkıp gitmişler ve 
    ancak iman, irfan, ihlas ve kesin inançla ahiret için çalışan ve güzel amellerle 
    hakka kavuşanlar sonsuz mutluluk ve bahtiyarlığı kazanmışlardır. Kuşku yok 
    ki bu bakış toptan da, ayrıntılı da olabilir. Toplu bakış bu âyetlerle anlatılmış, 
    ayrıntısı da bakışlarımızın gözlem yoluyla keşif ve tetkikine havale edilmiş, 
    hala bakmayanlar "hâlâ bakmazlar mı?" diye kınanmıştır. 
  21. Bunun 
    üzerine buyruluyor ki: o halde hatırlat, yani hâlâ bakmıyorlar, bunlara bakıp 
    düşünmüyorlarsa sen onlara vaaz ve öğüt vererek hatırlat, bakmalarının gereğini 
    veya o bakışın neticelerini duyur ve bildir. Hatırlatma ile yetin de daha 
    fazla zorlama, zorla düşündüreceğim diye uğraşma çünkü sen ancak bir hatırlatıcısın. 
    Sadece durumu onlara iletmeye ve hatırlatmaya memur bir nasihatçı, bir öğütçüsün. 
    
  22. Üzerlerine 
    bela olmuş bir zorba değilsin, zorla baktırıp düşündürecek, her istediğin 
    şeyi yaptıracak, kalplerine hükmedip dilediğin gibi iman etmelerini sağlayacak 
    değilsin. "Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin."(Kasas, 28/56). 
  23. Ancak 
    her kim aksine gidip inkâr ederse, yani öğüt ve hatırlatmayı dinlemez ve bu 
    irşada karşı nankörlük ederek küfürde israr ederse. 
  24. Bundan 
    dolayı Allah onu en büyük azap ile cezalandıracaktır ki, en büyük azap ahiret 
    azabıdır. "Ahiret azabı, elbette daha büyüktür." (Zümer, 39/26) Ona bazan 
    dünya azabı dahi katılırsa da o, ahiret azabına oranla küçük kalır.
   25. Herhalde 
    onların dönüşleri nihayet bizedir, ne kadar yüz çevirseler, ne kadar kaçmaya 
    çalışsalar neticede dönüp bize geleceklerdir. 
  26. Sonra 
    da hesaplarını görmek muhakkak bize aittir. Yani hesaplarını başkası değil, 
    Allah görecek, Allah'a hesap vereceklerdir. Dolayısıyla o en büyük azaptan 
    kurtulmalarına imkan ve ihtimal yoktur. 
  Şimdi bu sûrede 
    zikredilen inceleme bakışlarının ibret özetini biraz açmak suretiyle Allah'a 
    dönüş akibetinin bir izahı, akışı içinde zaman değişikliklerine dikkati çekerek 
    başlayan "Ve'l-Fecr" Sûresi gelecektir.