104-HÜMEZE Suresi Tefsiri: 
    
  1-2."Hümeze"; 
    sûrenin de ismi olmak münasebetiyle meâlde aynen muhafazasını daha uygun gördüğümüz 
    bu "hümeze" kelimesi "hemmaz", "gammaz" gibi "hemz" kelimesinden mübalağa 
    sigası (kipi)dır ki, lüane (lânetleyen) duhake (çok gülen) gibi âdet ifade 
    eder. Asıl mânâsı hemz (ayıplama, arkadan atma)i çok yapan, âdet edinenler 
    demektir. "Hemz", "Kâmus"un açıkladığına göre "gamz" vezninde ve onun anlamdaşıdır. 
    El ile çimdiklemek ve dürtmek, kakmak, vurmak (nitekim mihmez, mihmaz, yani 
    mahmuz, mudul ve çekiç veya mudullu değnek demek olan mıhmeze bu mânâlardandır) 
    ve bir dar yere sıkıştırmak (ki, hemze bu mânâdandır. Çünkü mahrecinden sıkıntı 
    ile çıkar) ve ısırmak ve kırmak, yere çalmak mânâlarına gelir. Şu halde hümeze, 
    bunlardan birini veya hepsini çok yapan, âdet edinen demek olur. Bu ölçü ile 
    hamiz gibi çimdikçi, çekiştirici, dürtüştürücü, kakıştırıcı, vurucu kırıcı, 
    atıcı, sıkıcı, ısırıcı mânâlarını ifade edebilir. Fakat lügat örfünde hamiz 
    ve hemmazdan daha mübalağalı olarak hümeze, inceden inceye veya geriden geriye 
    hafifseyerek ve alay ederek şunun bunun namusu ve şerefi ile oynayıp incitmeyi, 
    yerme ve kötüleme ile arkadan konuşarak ayıplayıp kınamayı, şunu bunu dürtüştürerek 
    öteye beriye koğuculuk etmeyi âdet ve sanat edinmiş, çekiştirici gammaz mânâsında 
    meşhur olmuştur ki, böyle olan kimseler fırsat buldukça hemzin her mânâsını 
    yapar. Eli erdiği insanları cımbızlar, çimdikler, dürter, kakar, ısırır, çarpar, 
    kırar, incitir, o yolda geçinir. Onun için bu mânâların hepsinden kinaye olarak 
    hümeze, gammazlığı âdet ve sanat edinmiş kimselere söylenmiştir. Yani asıl 
    hakikati, el ile sıkmak, cimdirmek, dürtmek, vurmak, kırmak iken ağızla, dille 
    ısırmak, kötülemek ve arkadan konuşmak, küçük görmekle gönül incitmek ve kırmak 
    mânâsında kinaye olarak yayılmıştır. Kinayeler hakikatin de iradesine engel 
    olmayacağı için 'de her mânâ dahil olur. Yani gerek el ile, gerek dil ile 
    maddeten veya manen şunu bunu itip kakmayı, kırıp incitmeyi âdet edinmiş dedikoducu 
    güruhunun hepsi cehennem uçurumunda, veyl deresinde, hüsran içinde kahrolmaya 
    mahkumdurlar, vay hallerine. "Lümeze" de "hümeze" gibidir. Mızrak saplar gibi 
    kötülemek, ayıplamak ve kaş göz kırparak, işaret ederek, eğlence suretiyle 
    birini diğerine göstermek mânâlarına olan "Lemz"den "Lümeze" de daima herkesi 
    ayıplamayı ve şuna buna ayıp ve eksiklik isnat ederek eğlenmeyi âdet edinmiş, 
    kendini beğenmiş atak demektir ki, "hümeze"yle anlamdaş ve farklı olarak da 
    kullanılır. Zemahşerî'nin beyanına göre hümezenin aslı kırıcı mânâsından, 
    lümezenin aslı da ayıplayıcı, saplayıcı mânâsındandır. "Keşşâf"ta der ki: 
    Hemz, hezm gibi kırmak, lemz de ayıplamaktır. "Lemezehû ve lehezehû" denilir, 
    "taanehû" (onu ayıpladı) denir. Maksat, insanların ırzlarını, namuslarını 
    kırmak ve arkalarından konuşmak ve onların ayıplamaktır. Ve "lüane", "duhaka" 
    gibi fuale vezni onun, o kimsenin alışmış olduğu âdeti bulunduğuna delalet 
    eder. Şâir: 
  "Eğer ortada 
    bulunmazsam, sen dürtücü ve ayıplayıcı kesilirsin." demiştir. Daha önce İbnü 
    Cerir de Ziyad-i Acem'in: "Bana kavuştuğun zaman yalandan bana sevgi göstererek 
    yanaşırsın ve eğer orada bulunmazsam o vakit de hamiz (dürtücü) lümeze (ayıplayıcı) 
    kesilirsin." demek olan iş bu: beyti ile hümeze insanları arkadan çekiştirip 
    kızdıran; lümeze de arkadan konuşup ayıplayan demek olduğuna şahit getirmiş 
    ve bazı rivayetler naklederek demiştir ki: İbnü Abbas'dan: "Allah Teâlâ'nın 
    veyl (yazıklar olsun) ile başladığı kimseler kimlerdir diye sorulduğunda, 
    "Nemime, yani koğuculuk ile gezenler, dostlar arasını ayıranlar en büyük ayıp 
    arayanlar." demiştir. Mücahid'den de üç farklı görüş rivayet edilmiştir: 
  1- Hümeze, 
    insanların etini yiyen; lümeze, ayıplayıcı ve atak. 
  2- Bunun aksine 
    olarak: Hümeze, ayıplayıcı; lümeze, insanların etini yiyen.
   3- Hümeze, 
    Lümeze: Birisi insanların etlerini yiyen, diğeri ayıplama. Bu gösterir ki, 
    bu haberi rivayet edenlere bu iki kelimenin yorumunda zorluk vaki olmuş, onun 
    için ondan rivayet edenler ihtilaf etmişlerdir. Râzî de "Kendi kendinizi kötülemeyin." 
    (Hucurat, 49/11) âyetiyle "Keşşâf"ın ifadesi üzere beyandan sonra der ki: 
    "Tefsircilerin bunda bir çok görüşü vardır: 
  Birincisi: 
    İbnü Abbas'dan, hümeze gıybetçi, lümeze ayıpçı. 
  İkincisi: 
    İbnü Zeyd'den hümeze el ile, lümeze dil ile. 
  Üçüncüsü: 
    Ebu'l-Aliye'den, hümeze yüze karşı, lümeze arkadan. 
  Dördüncüsü: 
    Hümeze açıkça, lümeze gizli, kaş ve gözle. 
  Beşincisi: 
    Hümeze lümeze, insanlara hoşlanmayacakları lakaplar takanlar. Velid b. Muğire 
    bunu yapardı. Fakat bu başkanlık yapanlara yakışmaz, döküntülerin âdetindendir. 
    Bunda insanların sözlerini, fiillerini, seslerini güldürmek için taklit edenler 
    de dahil olur.
   Altıncısı: 
    Hasen'den Hümeze, gözünü kırparak açıkça kızdıran; lümeze kardeşlerini kötülükle 
    anarak ayıplayan.
   Yedincisi: 
    Anlatıldığı üzere İbnü Abbas'tan, söze yalan katarak gezenler, dostların arasını 
    açanlar, insanların ayıbını arayanlar. Bunları naklettikten sonra Râzî şu 
    hatırlatmayı da yapar: "Bilinmeli ki bu görüşlerin hepsi de birbirine yakındır, 
    bir asla döner. O da kusur bulmak ve ayıbı açıklamak, ortaya çıkarmak mânâsıdır. 
    Sonra da bu iki kısımdır: Ya hased ve kin sırasında olduğu gibi ciddi olur, 
    yahut da eğlence ve güldürme kabilinden eğlence ile olur. Bunlardan her biri 
    de ya din ve taatle ilgili bir emirde olur veya dünya ile ilgili olur. Bu 
    da görünüşe ve yürümek, oturmak, kalkmak gibi şeylerle ilgili olur ki, çeşitleri 
    çoktur ve kayda geçmemiştir. Sonra bu dört kısımda ayıbı açıklama, bazan ortada 
    bulunan için olur, bazan da bulunmayan için olur. Her iki takdirde de ya lafız 
    ile olur veya baş ve göz ve diğerleri ile olur. Bunların hepsi yasaklama altında 
    dahildir. Ancak bahis konusu olan lafzın dilde ne için konmuş olduğudur. 
  Lâfzın konduğu 
    lafzen yasaklanmış olur, konmadığı da delalet bakımından yasaklanmış olur. 
    Peygmaber'le ilgili olunca da daha büyük suç olur."(1) Keşşâf sahibi bir de 
    demiştir ki: "Hümeze, lümeze mim'in sükunu ile ( şeklinde) de okunmuştur. 
    Bu ise gülünç şeyler, garip ve tuhaf gevezelikler yapan zevzek maskaradır 
    ki, kendisine hem gülünür, hem söğülür." Demek ki mim'in sükunuyla olan fethiyle 
    olanın tersi gibi bir mânâ ifade ediyor. Üstün olan fail, sakin olan mef'ul 
    mânâsında olmuş oluyor. Nitekim nın fethiyle "duhake", şuna buna çok gülen 
    edebsize denir. nın sükunuyla "duhke" de çok gülünen, herkese gülünç olan 
    maskaraya denir. Aynı şekilde "ayn"ın fethiyle "lüane", çok lanet eden, "ayn"ın 
    sükunuyla "lu'ne", çok mel'un demektir. Demek ki sakin okunan, üstün, okunandan 
    daha alçaktır. O halde üstünün kınamasından, daha alçağın kınaması öncelikle 
    anlaşılır. Onun için âyette hümeze lümeze mim'in fethiyledir. Aşere kırâetlerinin 
    hepsinde, hatta şazlar da dahil olmak üzere ondört kırâatta mimler üstün okunmuştur. 
    Çünkü "mal biriktiren" ifadesinden de anlaşılacağına göre asıl maksat, kendini 
    beğenmiş, herkesten üstünlük taslayarak ve eğlenircesine, şunu bunu gizliden 
    açıktan, yüzünden veya arkasından eliyle veya diliyle taşlayıp inciten, namus 
    ve haysiyeti ile oynayan, insanların arasını açmakla, koğuculukla yüze çıkıp 
    yaşamak, eğlenmek isteyen saldırgan gururluların zararını beyandır ki, bunlar 
    daha önceki sûrede geçen mal çokluğu kendilerini aldatmış olanlardandır. Bundan 
    sonraki sûrede "Fil Ashabı"ndan bahsedilmesi de buna delalet eder.
   Bunun inme 
    sebebi (sebeb-i nüzulü)ne gelince: İbnü Cerir'in Muhammed b. Sa'd yoluyla 
    İbnü Abbas'tan nakline göre: İnsanlarla alay ve hakaret eden, bir puta tapıcı 
    idi. Hasen, Verka, İbnü Ebi Nüceym'den de Cemil b. Amir Cüheni hakkında nazil 
    oldu denilmiş. Hasen Verka'dan naklen demiştir ki: Hümeze lümeze Cemil b. 
    Amir hakkında nazil oldu, fakat bir kimseye tahsis edilmiş değildir. Bazı 
    Arap dili ehli de bu, demiş, Araplar'ın, geneli zikrederek tek kişiyi kastetmesi 
    kabilindendir. Nitekim sözde birisi diğerine: "Ben seni asla ziyaret etmeyeceğim; 
    demesine karşı: "Her kim beni ziyaret etmezse, ben de onu ziyaret etmem." 
    denilir ki, maksat "ziyaret etmeyeceğim" diyene cevaptır. Fakat diğerlerinin 
    dediği gibi doğrusu maksat, hass (özel) irade değil, lafzın bu sıfatta olanların 
    hepsini kastetmektir.
  Mücahid de 
    bir kimseye mahsus değildir, demiştir. "Keşşâf"ta da der ki: "Ahnes b. Şürayk 
    hakkında indi, âdeti arkadan konuşma ve koğuculuk idi." denilmiş. Ümeyye b. 
    Halef hakkında denilmiş, Velid b. Muğire ve Resulullah'ın arkasından konuşması 
    hakkında da denilmiştir. Sebebin özel ve tehdidin genel olarak o çirkinliğe 
    girişenlerin hepsini içermesi de caizdir." Bunun zahirî yönden herkesi kastetmiş 
    olduğuna aşağıdaki "o ateşin kapıları onların üzerine kapatılacaktır" diye 
    bunlara çoğul zamiri gönderilmesi karine (ipucu)dir. Ancak bu 'nin, her şeyden 
    önce, şöyle müfred (tekil) olarak bir bedel ile tarif ve tasvif olunması bu 
    genellik içinde bir özellik kastedilmiş olduğunu da anlatır, zira müfred (tekil)dir. 
    Fakat marife (belirli) olduğundan nekire (belirsiz) olan 'nin sıfatı olamaz. 
    'den bedel yahut zem üzere mansub (üstünlü)dur. Demek ki (veyl) ile hükmün 
    asıl hedefi ve kelâmın sevkinden asıl maksad budur. Arabozuculuğa ve ayıplayıcılığa 
    sevk eden sebep ve illet de bu demektir ki, bir mal toplamıştır. İbnü Amir, 
    Hamze, Kisâi, Ebu Cafer, Ravh, Halef ve Ameş "mim"in şeddesiyle tef'il ölçüsünde 
    şeklinde okumuşlardır ki, bunda teksir (çoğaltma) mânâsı olduğundan şöyle 
    demek olur: "Şuradan buradan bir mal biriktirmiştir". Ve hep onu saymaktadır. 
    Yani o malın hukukunu: Nereden gelip, nereye gitmesi gerekeceğini, onunla 
    ne gibi hayırlar yapabileceğini düşünmeyerek, işi gücü sadece onun sayısını 
    zaptedip çoğaltmak ve ona güvenmektir. Yahut etrafındakilere sadece onu saydırıp, 
    onunla iftihar etmek, o suretle gözleri malda, işleri güçleri insanları birbirine 
    tutuşturmak olan hümeze lümeze güruhunu başına toplayarak kendini onlara tanıtmak, 
    başlarına geçmektir. Çünkü o hümeze lümeze güruhunun çoğunun malı olmamakla 
    beraber emeli koğuculukla mal toplamak olduğundan, öylelerinin başına toplanır 
    ve onu sayarlar. Bu mânâya işaret için olmalıdır ki tekil olarak den yazılmış 
    "onlar, bir mal topladılar ve onu saydılar" denilmemiştir. Sonra da bunların 
    çoğulluğuna tenbih için diye çoğul zamiri gönderilmiştir. Bununla beraber 
    her biri itibarıyla da tekil getirilmiş olmak düşünülebilir. Zira nekreye 
    muzaf olan kül, küll-i ifrâdîdir.
   3. Bunlar 
    niçin böyle yapar? Zira sanır ki malı kendisini ebedî kılmıştır. Kılacak değil 
    de, kılmıştır zanneder. Öyle hayıra yaramayan, sayılmak için biriktirilmiş 
    malın, kendini kurtarmak şöyle dursun, başına bela, felaketlerine sebep olacağını 
    düşünmez de o onu her tehlikeden kurtaracak, dünyaya kazık kaktıracak, ondan 
    öyle söz almış, artık ebedilik muhakkak imiş gibi zanneder. Bütün emellerini 
    onun üzerine kurar. 
  4. Hayır, 
    hayır. İş öyle sandığı gibi değildir. İnsanı kurtaracak, ebediyete götürecek 
    şey mal değil, önceki sûrede açıklandığı üzere Hakk'a iman, ilim ile salih 
    ameldir. Andolsun ki atılacaktır. Baştaki lâm yemin için dir. "Nebz", bir 
    şeyi küçümsemek suretiyle fırlatıp atıvermek, kelimenin sonundaki "nun" da 
    te'kit nunu'dur. Yani Allahü Zülcelâl'e yemin olsun ki, o mala güvenip, hep 
    onu sayıp da halkı eğlenircesine kırıp inciten, herkesin hukuk ve haysiyetiyle 
    oynayan o gururlu hümeze ve lümeze, o atak, koğucu her halde tam hakaret ve 
    sefaletle atılacaktır. Hutamey (cehennemin için)e. Önüne geleni kırıp geçirmek, 
    yalayıp yutmak âdeti olduğundan dolayı bir adına da Hutame denilmiş olan cehennemin 
    içine, Hümeze lümeze vezninde Hutame, Kâria Sûresi'nde "haviye", "narun hamiye", 
    Tekâsür Sûresi'nde "cahim" diye ismi geçen cehennemin isimlerindendir. Bazıları 
    dördüncü, bazıları altıncı, bazıları da ikinci tabakası demişlerdir. "Mevlid"de: 
    "Korkarım ki yerleri ola Tamu." denildiği gibi, eski Türkçe'de cehenneme Tamu 
    denildiği için burada hutame'yi tamu diye terceme etmek de yakışabileceğinden 
    dolayı meâlde ona da işaret ettik. 
  Bununla beraber 
    Tamu, hapishane, zindan mânâsına olan dam (ceza evi)dan gibi görünür. Bu da 
    "Cehennemi, kâfirler için kuşatıcı (bir zindan) yapmışızdır." (İsrâ, 17/8) 
    mânâsına uygundur. "Hutame" kelimesinin aslı ise kırıp geçirmek demek olan 
    "hatm"den türemiştir. Bu "fuale" vezni de sayılar ifade ettiği için hutame, 
    son derece kırmak âdeti ve tabiatı olan, yani kıran geçiren demek olur. Türkçe'de: 
    "Filan yere kıran girdi." demek de, orası kırıldı, tükendi, mahvoldu mânâsını 
    ifade eder. Kızgın ateşin de tabiatı, böyle önüne geleni kırıp geçirmek, mahvetmek, 
    diğer deyimle yalayıp yutmak olduğundan, böyle kırıp geçirici, yahut yalayıp 
    yutucu ateş anlamıyla cehenneme de hutame denilmiş demektir. Nitekim ekûl, 
    yani çok yiyici, obur kimseye de, ateşe benzetilerek, hutame denir ki, "sanki 
    içinde fırın var gibi" her verileni yalayıp yutuyor demektir. Bir de deyimi 
    vardır ki "Çobanların en kötüsü hutame olandır". Yani güttüğü sürüyü kırıp 
    geçirendir, demek olur. Burada cehennemin "hutame" ismiyle söylenmesi, görünüşte 
    (sureten) mânâ bakımından hümezeye uygunluk içindir. Çünkü ikisi de bir vezindedir. 
    İkinci olarak "hümeze"de başkalarının kıymet ve haysiyetini, gönlünü kırmak 
    mânâsı bulunduğu gibi, "hutame"de de kırıp geçirmek mânâsı vardır. Üçüncü 
    olarak hümeze lümezede insanları arkadan çekiştirerek "Sizden biriniz, ölmüş 
    kardeşinin etini yemeyi sever mi?" (Hucurat, 49/12) mânâsı üzere etlerini 
    yemek mânâsı bulunduğu gibi, ateşte de deriyi, eti yemek mânâsı vardır. Bundan 
    dolayı hümeze lümezeye bir hutame ile ilâhî adalet icra edilecek demektir. 
    
  5. Lakin bu 
    ateşin diğer ateşlere benzemeyen bambaşka bir ateş olduğu anlatılmak üzere 
    korkutmak için buyuruluyor ki: Ve bildin mi hutame nedir? Yahut: "Ne dehşetli 
    hutam!" 
  6-7. O, Allah'ın 
    ateşi, Allah ateşidir. "Nâr" (ateş)ın Allah'a izafeti, dilimizde de : "Allah'ın 
    belası" dediğimiz gibi büyütme ve korkutma içindir ki, Allah Teâlâ'nın öfke 
    ve heybetini özellikle göstermesi bakımından korku ve şiddetinin büyüklüğünü 
    ifade eder. Yani malum olan ateşlerle mukayese edilemeyecek derecede öyle 
    heybetli ve fevkalade büyük bir ateş ki (Allah'ın emriyle) yakılmış, tutuşturulmuştur. 
    Ebediyyen sönmek bilmez. Hz. Ali (k.v.) şöyle demiştir: "Ne acaiptir o insanlar 
    ki, altından ateş kaynayıp dururken yeryüzünde Allah'a isyan ederler". Bugünkü 
    jeologların teorilerine göre de yerin içindeki ateşe göre üzerinde bulunduğumuz 
    kabuğu, yumurtanın içine nisbetle üzerindeki iç zarı kadar ince sayılmaktadır. 
    Fakat bu ateşin onlara benzemediği ve sadece cisimleri yakan bir ateş değil, 
    maddî şeyleri geçip de maneviyatı saran, cesetlerden başka canlara, gönüllere 
    kadar çıkan bir ateş olduğu anlatılmak üzere şöyle vasıflandırılıyor: Öyle 
    tutuşturulmuş bir ateş ki, yüreklerin, kalplerin içi, merkezi demek olan füadlerin, 
    yani anlama yeri olan gönüllerin üstüne çıkar. Tenden geçer ruhlara, maneviyat 
    üzerine çıkar, çatar, savar, canlar yakar, gerçi onları öldürmez "Onun içinde 
    ne ölür, ne yaşar." (A'lâ, 87/13) Fakat uzanır, sarar, azab eder. Çünkü küfrün, 
    çirkin inançların, kötü niyetlerin kaynağı onlardır. Razî'nin anlattığı üzere 
    Hz. Peygamber'den rivayet edilmiştir ki: Nar (ateş), ehlini yer, nihayet gönüllere 
    gelince son bulur, sonra Allah Teâlâ etlerini, kemiklerini diğer bir oluşla 
    iade eder. "Derileri piştikçe azabı tatsınlar diye onlara başka deriler vereceğiz." 
    (Nisa, 4/56) âyeti de buna delalet eder. 
  ITTILA', bir 
    şeyin üzerine çıkmaktır. İlmî olan ıttıla ve mütalea da bundan alınmıştır. 
    "Gönüllerin üzeri" tabiri belli ki beyini de içine alır. Ateşin böyle hayatın 
    merkezi olan kalplerin içini bütün üzerinden sarması, onlara muttali olması 
    asabının şiddetini ve kuşatmasını belağatlı bir beyandır. Alûsî demiştir ki: 
    "İşaret erbabı bunda ruhanî azabın şiddetine işaret olduğunu söylerler." 
   8-9. Muhakkak 
    o ateş onların (o hümeze lümeze güruhunun) üzerine kapatılacak, yani üzerlerine 
    bastırılıp kapıları kapanacaktır. Temdid olunmuş, (uzatılmış) direkler yahut 
    dayaklar, dikmeler içinde olarak. Bu, ya kelimesinin altında "nâr"a râcî zamirinden 
    haldir. O ateşin kapıları kapanırken tazyikle açılmamak için uzun uzun dikmeler, 
    dayaklarla dayanacak, o halde o şekilde kapatılacaktır, demek olur. Bunda 
    bir fırının içini iyice yakıp da tamamen kızdırmak için kapısını sağlam dayayarak 
    kapamak tarzında bir tasvir var demektir. Yahut zamirinden haldir. Bu şekilde 
    önceki mânâ olabileceği gibi, bir de uzun uzun sürüklenmesi kabil olmayan 
    direkler halinde, tomruklar içinde kımıldanamayacakları bir şekilde azap ve 
    işkencelerini tasvir ve beyan olur. 
  AMED : "Bahru'l-Muhit"in 
    beyanına göre çoğul ismi, diğerlerinin beyanına göre çoğuldur. Ragıb ve Ferrâ 
    "amud"un çoğulu demiş, Ebu Ubeyde "imad"ın çoğulu demiştir. İmad, dayak, dayanacak 
    şey olduğu cihetle mutlaka direk olması lazım değildir. "Amud"un da "ımâd" 
    olması lazım değildir. Aralarında bir cihetten genellik ve özellik ilişkisi 
    var demektir. Ebu Bekir, Hamze, Kisâî, Halef ayn'ın ve mim'in zammiyle (umud) 
    okumuşlardır ki, bunun sarih çoğul olduğunda şüphe yoktur. Amud, bilindiği 
    gibi direk, sütun demektir. Ve "kast" mânâsına "and"den alınmıştır. Bir kavmin 
    işlerini yürüten ulu'suna "kavmin amudu" denilir. Askerin komutanına "ordu 
    amudu" denilir. Kılıcın sırtında olan yola "amud-i seyf" (kılıcın amudu) denilir. 
    İnsanın göğsünde sehabe (korkuluk kemiği) dedikleri dil gibi kemikten göbeğin 
    aşağısına doğru uzanan damara, ayn şekilde insanın sırtına "karın amudu denilir. 
    Bir de amud, hüzün ve kederin şiddetinden direk gibi donup kalan, çok hüzünlü 
    ve meraklı kimseye denir. Bunlar mülahaza edilince , o ateş gönüllerini saranların 
    bedenlerine veya onları sarmış olan zebanilerin iriliklerine işaret de olabilir. 
    İbnü Abbas'dan bunların, onları saran ateş sütunları demek olduğu da rivayet 
    edilmiştir. Hakim-i Tirmizî'nin "Nevadiru'l-usul"de Ebu Hüreyre'den merfu 
    olarak rivayet ettiği bir hadiste de böyle varid olmuştur. Allah Teâlâ isyankâr 
    müminleri ateşten çıkardıktan sonra, ki en uzun duran yedi bin sene duracaktır. 
    Allah Teâlâ cehenneme ateşten kapaklar, ateşten egserler, ateşten amudlarla 
    bir kısım melekler gönderecek, o kapakları onların üzerine kapayacaklar, o 
    çivilerle sıkıştıracaklar, o amudları uzatıp bastıracaklar, ne bir ruh girecek, 
    ne bir gam çıkacak bir boşluk kalmayacak. Aziz, Celil, Cebbar olan Allah Arş'ı 
    üzerinde, onları unutmuş gibi bırakacak, Cennet ehli nimetleriyle meşgul olacaklar, 
    artık ondan sonra o cehennem ehli hiçbir yardım dileyemeyecekler, söz kesilecek, 
    artık onların sözleri bir nefes alıp vermekten ibaret kalacak. Ve işte "Cehennemlikler 
    dikilmiş direklere bağlı bulundukları halde, o ateşin kapıları üzerlerine 
    kapatılacaktır." "Allah'ım bizi cehennem ateşinden koru, iyiler ile beraber 
    cennete dahil eyle!"