112-İHLAS: 
    
  Söyle. Bu 
    hitap öncelikle Resulullah'a ve dolayısıyla hitap olunabilenlerin hepsinedir. 
    Emrin böylece açıkça ifade edilmesinde bu tarifin bilhassa ilâhi beyan olduğunu 
    ve bunun aynen söylenmesi ve böylece tebliğ edilmesi gerektiğine tenbih vardır. 
    "Kavil" makul olana ve telaffuz olunana şamil olur, kemâli de anlam ile lâfzın 
    bir arada olmasındadır. Yani sadece kendi yanından bir düşünce, sırf aklî 
    ve nazarî delillere dayalı olarak değil, Allah'ın bildirdiği Hak kelâmı olduğunu 
    şeksiz, şüphesiz kalbinle tasdik ve dilinle ikrar ederek, kendi kendine söylediğin 
    gibi, başkalarına da tebliğ et ve açıkça söyle. Herkes de böyle söylesin, 
    "Birbirlerine hakkı tavsiye ederler." (Asr, 103/3) âyeti gereğince böyle böyle 
    diye tavsiye etsin. O, mübteda olan bu zamirin bu sûrede mercii geçmemiştir. 
    Nüzul sebebine göre, sorulmuş bulunan Allah'a raci olması gerekir. Yukarıki 
    sûrelere göre de en yakın olarak sûresinde geçen Allah ismi hatıra gelir. 
    Fakat sûre tek başına müstakil olarak okunduğu zaman bunların hiçbiri ortada 
    bulunmadığı gibi, zaten haberi de yine Allah ismi geldiği için herşeyden önce 
    belirsizlik içinde bir belirlilik ve belirlilik içinde bir belirsizlik ifade 
    eden bu zamirin mercii çok dikkat çekicidir. Bundan dolayı muhatapların durumlarına 
    göre bunda bir iki vecih zikredilmiştir: Birisi, "evvel ve âhir olan ve yani 
    herşey üzerinde hazır ve nazır ve şahid olan vâcibü'l-vücud Hak Teâlâ'nın 
    zatına raci olmasıdır. Nitekim İbnü Sina, bu sûrenin tefsirinde bu zamir Allah 
    Teâlâ'nın zat mertebesinde ancak yani "O" demekten başka bir şekilde idrak 
    ve ifade olunamayacağına işaret olduğunu söylemiştir. Yani kendisini ancak 
    hakkıyle kendisinin bildiğini, zatını akılların almasının mümkün olmadığını, 
    bundan dolayı zat mertebesinde ancak demekle tarif edilebilecek olan vacibul 
    vücud Hak Teâlâ'nın zatı ve hüviyeti demektir. 
  Fahreddin 
    Razî de demiştir ki: Burada hüve, Allah ve ehad olmak üzere üç lâfız vardır. 
    Herbiri taliplerin makamlarından bir makama işarettir. 
  Birinci makam, 
    mukarrebin makamıdır ki, Allah'a gidenlerin makamlarının en yükseğidir. Bunlar 
    ki, varlıkların varoluş açısından tek tek mahiyet ve hakikatlerine bakmışlar, 
    Allah'dan başka bir mevcud görmemişlerdir. Çünkü lizatihi varlığı vacip olan 
    ancak Hak Teâlâ'dır. O'ndan başkası lizatihi mümkündür. Li-zatihî mümkün olan 
    da varoluş açısından tek tek mahiyetine bakılınca ma'dumdur, yani yok hükmündedir. 
    Bundan dolayı onlar akıl gözleriyle Hak Sübhanehu ve Teâlâ'dan başka var olan 
    görmezler. "Hüve" mutlak anlamda bir işarettir. Fakat işaret mutlak olsa da 
    işaret olunan (yani müşarunileyh) belli ve muayyen olunca, o mutlak o muayyene 
    ait olacağından, sözkonusu mukarrebin nazarında denilince Hak Sübhanehü ve 
    Teâlâ'ya işaret olur ve onlar hakikatte iki mevcut görmediklerinden dolayı 
    'O' demek, onlar için tam ve yeterli bir bilgi demek olur. 
  Bu iki mülahazaya 
    göre, zamiri, Allah Teâlâ'nın ismine değil, doğrudan doğruya zatına racidir 
    demek oluyor. Fakat bunu böyle anlamak için lafzını zamir değil, esmâ-i hüsnâdan 
    (Allah'ın güzel isimlerinden) ilâhî bir isim diye kabul etmek daha uygun olur. 
    Nitekim zamir sıfatla tavsif olunmadığı halde (Bakara, 2/163) de olduğu gibi, 
    zamiri rahman ve rahim sıfatlarını almıştır. Bundan dolayı nin Allah'ın isimlerinden 
    olduğunu söyleyenler olmuştur. O halde gerek zamir, gerek isim olarak Allah'ın 
    zatına işaret olduğuna göre, bu "hüve" mübtedasının haberi Allah'ın ismidir, 
    "ehad" de haberden sonra ikinci haberidir. Buna göre mânâ "O Allah'dır, birdir" 
    demek olur. Hüve denilmekle mutlak bir varlık ifade edilmiş olduğu için mümkünat 
    cinsinden olan ârızî varlıkları haddi zatında varlık görmeyen ve hakiki varlık 
    olarak yalnızca kendi zatından başka bir sebebe muhtaç olmayan, kendisi bizatihi 
    ve lizatihî varoluşunu gerektiren ve bir an için bile yokluğunu farz ve tasavvur 
    etmek imkânsız olan vâcibü'l-vücud bir Cenab-ı Hakk'ın zatını tanıyanlara 
    karşı " O " demekle belli bir tanımlama yapılmış olur. 
  İkinci makam, 
    "Ashab-ı Yemin"in makamıdır ki, bunlar Cenab-ı Hakkı mevcut tanırlar, halkı 
    da mevcut tanırlar. Bundan dolayı bunların gözünde ister istemez "kesret" 
    denilen çokluk meydana gelir. Biri varlığı vacip olan ve yok olması imkânı 
    bulunmayan Hakk'ın zatı, öbürü de yok iken var olan, var iken yok olabilen 
    yaratılmış varlıkların çokluğudur. Bundan dolayı sürekli değişip duran bu 
    geçici varlıklara "O" demek uygun olmaz. Ancak bu kesret arasında "O" sözü 
    tek başına Cenabı Hakk'ı ifadeye de yetmez. Hakkı halktan ayıracak bir belirleyici 
    gerekir. Bunların "O" sözünden Hakk'ın zatını anlamaları için "Hüve" lâfzına 
    Allah isminin de eklenmesine ihtiyaçları vardır. İşte bunlar için denilmiştir. 
    Çünkü Allah, kendisinden başka her varlığın kendisine muhtaç olduğu, kendisinin 
    ise her şeyden müstağni bulunduğu bütün kemâl sıfatlarını zatında toplamış 
    ve ilâhlığa hak kazanmış bir mevcut demektir. 
  Üçüncü makam, 
    "Ashab-ı Şimâl"in makamıdır ki, hepsinin aşağısıdır. Bunlar vâcibü'l-vücudun, 
    ilâhın birden fazla olmasını caiz görürler. İşte bunları reddetmek ve sözlerini 
    geçersiz kılmak için "ehad" (bir) diye açıkça tasrih ve ifade edilerek buyurulmuştur. 
    
  Bu "hüve" 
    zamirinde diğer bir vecih de bunun "zamir-i şan" olmasıdır ki, meşhur olan 
    da budur. Gerek sûrenin istiklali gerek lisanın belâğatı açısından bu daha 
    uygundur. Bilindiği üzere "zamir-i şan" söylenecek olan cümlenin önemini ifade 
    etmek için cümlenin evveline getirilip şâna irca edilerek, işin önemi hakkında 
    "önemli olan şudur ki" anlamına kullanılır. Bu suretle haberi cümlesi olmuş 
    olur. Bunda "hüve" zamiri, hakikatte ifadesi lâzım gelen mutlak bir "şân" 
    olarak duyuran bir mübteda, onu bâtında ve zahirde bütün kemâl sıfatı ile 
    tecelli ettiren ism-i celâli de mübteda; Allah'ın zatını kesretten tenzih 
    ile onun birliğini isbat eyleyen haberi, bu haberle Allah'ın birliğini ifade 
    eden bu cümle dahi mübtedasının haberi olarak onunla birleşip onu beyan eylemiştir. 
    Demek ki o şan Allah'ın birliği hükmünden ibarettir. Zaten esas maksat da 
    o hükümden ibaret olduğu için açıklanmak istenen şey Allah'ın birliği gerçeğinden 
    ibaret olmuş olur. O Allah, cemâl ve celâl sıfatlarının hepsine hakkıyle ve 
    eksiksiz olarak sahip olduğu ve bütünüyle varlığı kendisine ait bulunduğu 
    cihetle ilâhlık kendisinin hakkı olduğu kesinlik kazanır. İşte gerçek mabud 
    olan Allah birdir, ikincisi olmayan bir tektir, biriciktir. Evvel ve âhir, 
    ortaktan münezzeh "Hiçbir şekilde benzeri olmayan." (Şura, 42/11) hep birdir, 
    yegane birdir. 
  "Nihaye"de 
    yer aldığı üzere; "Allah Teâlâ'nın isimlerinden olan "ehad" "Ezelde ve lâyezelde 
    hep bir olan ve beraberinde bir başkası bulunmayan fert, tektir." Bu öyle 
    bir isimdir ki beraberinde zikrolunabilecek herhangi bir sayıyı nefy (red) 
    ve inkâr için bina kılınmıştır: Arapça'da "Bana hiçbir kimse gelmedi." denir, 
    bu ifadede "hemze " vavdan bedeldir, çünkü aslı vahiddir, o da vahdettendir 
    ilh..." 
  "Ehad" lafzı 
    bir demek olan "vâhid" anlamında dahi kullanılır ise de aslında aralarında 
    önemli farklar vardır. Vahdetin kendinden başkasını nefyetmek demek olan esas 
    mânâsında ehad sözü en beliğ olan ifadedir. "Vahid" kelimesi izafî ve itibarî 
    de olabilir ve sayısal bir anlam ifade eder. "Ehad" ise zatın ne bölünme ve 
    izafiyet ne de başka birisi şeklinde hiçbir sayıyı kabul etmeyen, hiçbir şekilde 
    iki olması veya ikinci birinin bulunması ihtimali olmayan gerçek birdir, hep 
    bir ve daima bir demektir. "Vâhid" ile "ehad " eş anlamlı kelimeler değildir. 
    Razî'nin naklettiği şekilde Ezherî demiştir ki: Allah Teâlâ'dan başka hiçbir 
    şey "ehad" ile tavsif olunamaz. Meselâ; recülün ehadun, dirhemün ehadün denilemez, 
    racülün vâhidun, dirhemün vâhidun denilir. "Ehad" ferd, yani tek demektir. 
    Ehad Allah'ın sıfatlarından bir sıfattır ki, yalnızca kendisine mahsustur. 
    O'nda ona hiçbirşey ortak olamaz. Bundan başka vâhid ile ehad arasında daha 
    birçok bakımdan farklılıklar ortaya koymuşlar: Birincisi vahid ehadde dahildir, 
    ancak ehad vahidde dahil olmaz. Yani ehad sözü vahid kavramını da içine alır, 
    lâkin her vahid, ehad demek olmaz. Ehad denilmekle vahid denilmiş olur, fakat 
    vâhid denilmekle ehad denilmiş olmaz. 
  İkincisi: 
    yani, "filan kimseye vahid mukavemet edemez", denildiği zaman "biri" mukavemet 
    edemez, ama iki veya daha fazlası mukavemet eder anlamı çıkar. Halbuki denildiği 
    zaman iki veya daha fazlası mukavemet edebilir anlamı çıkmaz. Ona mukavemet 
    edecek hiçbir kimse yoktur anlamı çıkar.
   Üçüncüsü: 
    Vahid isbatta, ehad ise nefiyde kullanılır. İsbatta bir adam gördüm, denilir. 
    Nefiyde ise bir ehad görmedim (hiçbir kimse görmedim) denilir ve umum ifade 
    eder. 
  Rağıb der 
    ki; ehad iki şekilde kullanılır: Birisi yalnızca nefiyde, öbürü de isbatta.(1) 
    Nefiyle ilgili olanı o cinsin hepsini kapsamı içine alır, azına ve çoğuna 
    gerek toptan, gerek teker teker şamil olur. Evde ehad yoktur, yani evde hiçbir 
    kimse yoktur, ne bir, ne iki, ne de daha ziyade ne toplu halde, ne de tek 
    tek hiç kimse yok demektir. Bu anlamda müsbet cümlede kullanılması caiz olmaz. 
    Çünkü iki sayısı menfi cümlede sahih olursa da müsbet cümlede sahih olmaz. 
    Buna göre denilse bunda hem tek tek vâhidi isbat, hem de gerek topluca, gerek 
    çeşitlilik bakımından vâhidin fazlasını isbat mevcut olurdu, oysa ehad denilince 
    bunun mümkün olmadığı anlaşılır. Ehad böylece vâhidin daha fazlasına şamil 
    olduğu içindir ki, çoğul olarak "hiçbir faziletli kimse yok." denilmesi doğru 
    olur. Nitekim "Sizden hiç kimse buna engel olamazdı." (Hakka, 69/47) buyurulmuştur. 
    Müsbet cümlede kullanılan ehada gelince, o da üç vecihdir: 
  a. On bir, 
    yirmi bir gibi sayılara munzam olarak kullanılır; gibi. 
  b. Muzaf veya 
    muzafun ileyh olarak isim tamlaması şeklinde kullanılır; "İkinizden biriniz 
    yine efendisine şarap sunacak." (Yusuf, 12/41) âyetinde olduğu gibi ve haftanın 
    ilk günü anlamına kullanıldığı gibi. 
  c. Mutlaka 
    sıfat olarak kullanılır ki; buyurulduğu üzere, bu sonuncusu ancak Allah Teâlâ'nın 
    sıfatı olarak kullanılırsa caiz olur. 
  Kelimenin 
    aslı vahaddır, lâkin vahad başkaları için kullanılır. Nitekim Nabiğa: 
  "Kıraç bir 
    yerde gündüz, bizi geçip gidince, 
  Sanki benim 
    göçğüm bir dostun yanındadır." demiştir. 
  Ebu's-Suud 
    ve daha başkalarının beyanına göre; hemzesi vavdan mübdel olan "ehad" isbatta 
    kullanılandır. Meselâ "Allah'la beraber başka birine ibadet etmeyin." (Cinn, 
    72/18) âyetlerinde kullanıldığı gibi. Nefye ait olan ve genel anlamda kulllanılan 
    "ehad" böyle değildir, onun hemzesi aslî hemzedir. İkisi de aslîdir, dahi 
    denilmiştir. Bu sûrede her ikisi de zikredilmiştir. 
  Ehad ile vahid 
    arasını Sa'leb şöyle ayırmıştır: Ehada ibtidaen adet bina edilmez. Sayı saymaya 
    başlarken ehad, isneyn ilh... denilmez denilir. ehad recül denilmez, vahid 
    recul denilir, demiştir. Lakin Razî'nin nakline göre; İmam Halil ehad isneyn 
    diye saymanın caiz olduğunu söylemiştir ki, bunda vahid anlamına kullanılıyor 
    demektir.(3) Hanefî alimlerinden bazıları da farkı şöyle nakl ve tarif eylemişlerdir: 
    Ehadiyyet hiçbir şekilde bölünmeye ve sayıya ihtimali olmaz. Vâhidiyet ise 
    ikisine de ihtimallidir: denilir. Oysa ne "mietün ehadün" ne de "elfun ehadün" 
    denilemez. Hattâbî ehadiyet zatın tekliğini, vahidiyyet ise sıfatta şeriki 
    olmadığını ifade eder, demiştir. Bazı araştırmacılar bunu aksini de söylemişlerdir 
    Yani ehadiyyet ne zatında, ne sıfatında ortağı olmayan bir tektir demektir. 
    Allah Teâlâ hakkında zat ve sıfat birbirinden ayrı olmadığı için vahid ile 
    ehad aynı hükümdedir. Bundan dolayı bazı müfessirler burada "ehad" kelimesini 
    "vâhid" diye tefsir etmişlerdir. Nitekim Abdullah ibnü Abbas'tan ve Ebu Ubeyde'den 
    naklen gelen tefsir rivayetlerinde bunu vahid diye tefsir ettikleri söylenmiştir. 
    Ayrıca tecezzi, yani bölünme ve parçalanmayı kabul etmeyen vâhid diye de tarif 
    edilmiştir. Allah Teâlâ hakkında vahid ve ehad birbirinden farklı olmamak 
    bakımından aynı şeydir diye tefsir etmek, herkesin kolayca anlaması bakımından 
    daha kolay olur. Çünkü ehad demek vâhid demektir. Fakat bununla arada hiçbir 
    fark yoktur sanılmamalıdır. Ebu'l-Beka, "Külliyât"ında ehad kelimesinin vâhid 
    mânâsına da geldiğini, bununla beraber aradaki bazı farkları kaydettikten 
    sonra der ki:" İki vecihten her birine göre de ehad ile murad olunan vâhid, 
    bütün yönlerden birdir. Çünkü ehadiyyet gerek adedî, gerek terkibî, gerek 
    tahsilî teaddüt çeşitlerinin hepsinden kurtulmuş olan özdür. Nisbî olan, sayısız 
    varlıkların, ehadiyyet-i zatta yok olmasıdır. Bu özelliğinden dolayı tenzih 
    maksadıyla kullanıldığı zaman vâhide üstün tutulur. Zira vâhidiyyet sayısal 
    çoğalmanın nefyinden ibarettir. Ayniyyenin çokluğu, vâhidiyyette de nefyedilmiş 
    olur ise de onda izafî bir çokluğun mevcudiyeti akla gelebilir. 
  Bunu şöyle 
    de açıklamışlardır: Vahid birçok bakımdan her aşamadaki birliklere söylenebilir. 
    Ehad ise onun ekmel şeklidir; mutlak tereddüt ve şüpheye yol açacağı zaman, 
    o mutlakın kemaline masruf olacağından, burada ehad kelimesi daha uygun olur. 
    Ancak bunu vâhid diye tefsir edenlerin muradı da daha ötesi ve daha mükemmeli 
    mümkün olmayan vahdetle muttasıf olan vâhid demek olduğu anlaşılmak lazım 
    gelir. 
  Bu bakımdan 
    burada vahdet, birlik kavramıyla vâhid lafzının mânalarından da biraz bahsetmek 
    gerekir. 
  İbnü Sina'nın 
    "Şifa"sında ve "Şerh-i Mevakıf"da ve daha başka kaynaklarda açıklandığı üzere 
    vahdet vücuda eşit, yani mefhumda değil, hamilde eşit olur. Herhangi bir şekilde 
    birliği bulunan her çeşit varlık için kullanılabilir. Çünkü her varlığın kendine 
    mahsus bir vahdeti, yani bir birliği vardır. Hatta çokluğun bile... Pekçok 
    şey bir özellikte birleşerek bir vahdet meydana getirebilir. Mesela; bir on, 
    onların yüzlercesinden, binlercesinden sadece biridir. Ve böyle olması vahdetle 
    kesretin karşılaşmasına engel değildir. Zira aynı şeye tek özellikle ilişkin 
    olmuş değillerdir. Aralarındaki o eşitlikten dolayı vahdeti, varlığın kendisi 
    sananlar olmuştur. Halbuki doğru değildir. Bir cismi parçalara ayırmak onun 
    birliğini bozmak olsa da varlığını yok etmek, onu ortadan kaldırmak demek 
    değildir. Yine bunun gibi, çoğa çok olduğu için var denilir de bir denilemez. 
    Vahdet ile vücud, yani birlik ile varlık tamıtamına kavramda değil, sadece 
    konuda birleşirler. Vahdet, niteliğin de aynı değildir. Aslında vahdet varlığın 
    niteliği üzerine eklenmiş olan bir kavramdır. Onun için bir varlığın niteliği 
    vahdet ile de kesret ile de mümkün olur. Vahdet kesretten öncedir. Vahdeti 
    şöyle tarif etmişlerdir: Bir şeyin hakikatte kendisine ait özelliklerde bölünme 
    kabul etmez olmasıdır. İster geometrideki nokta gibi hiç bölünme kabul etmez 
    olsun, ister Ahmet ve Zeynep gibi birçok uzuvdan meydana geldiği halde özünde 
    bir tek şahsiyyet olsun. El, kol, gövde ve bacak gibi çeşitli uzuvlardan meydana 
    gelmesi insanın şahsiyetinin birçok parçaya bölünebilir olması anlamına gelmez. 
    Kesreti de şöyle tarif etmişlerdir: Bir şeyin hakikatte kendi özüne ait özelliklerde 
    bölünme kabul etmesidir. Bununla beraber Vahdet bölünme kabul etmez, kesret 
    ise bölünme kabul eder demek daha açık ve net bir ifade olur. Çünkü o bölünmenin 
    öze veya uzuvlara ait olup olmaması asıl meselenin dışındaki ayrıntıdan ibarettir. 
    Fakat bölünme denince yalnızca bütünü meydana getiren parçalara ait bir bölünme 
    düşünmemek, ayrıca vahdet anlayışında ilk bakışta ortaklığı nefy ile, parçalara 
    bölünmesinin imkânsız olduğu anlaşılsın diye böyle bir tasrih yapılmıştır. 
    Bundan dolayı vahdetin mertebeleri olduğu gibi vâhid denilen şeyin vahdetle 
    nitelenmesi de zatî ve arazî diye iki kısma ayrılır. Vâhidin kesire, yani 
    birin çoğa karşılık olarak kullanılmaması da zatî değil, arızî bakımdandır. 
    Zira birşeyin bir yönden bir, bir başka yönden çok olması mümkündür. Ancak 
    o vâhid, yani bir olduğu için çok değildir. İşte vâhid parçalara hiç bölünemez 
    ve bölünmesi de aklen tasavvur edilmezse, yani çokluğu söz konusu olamazsa, 
    ona şahsi vâhid, eğer bir şekilde bölünme kabul etmezse, yani unsurlara ayrılamadığı 
    gibi, parçalara da bölünemezse işte o hakiki vâhiddir. Onun bölünmezlikten 
    başka bir özelliği yoksa o vahdetin kendisidir. Eğer bölünemezlikten başka 
    bir özelliği daha varsa o zaman ya bir konumu vardır, ya yoktur. Eğer bir 
    konumu varsa, yani algılanabilir ise işte o noktadır. Bir konumu yoksa o "müfarık"tır, 
    yani yalnızca akıl yoluyla algılanabilir mücerret, soyut bir kavramdır. Bizim 
    "Ben, sen, o" diye adlandırdığımız şahıslarımız gibi... Eğer tek şahıs parçalara 
    bölünememekle beraber unsurlarına ayrılmayı kabul ederse, o unsurlar ya birbirinin 
    aynıdır, ya da çeşitlidir. Birbirinin aynı ve benzeri ise o "bilittisal (bitişik) 
    vâhid"dir, basit cisimler gibi. Yok eğer unsurlar çeşitli ise o da "bil'içtima 
    (toplu halde) vâhid"dir, herhangi bir ağaç gibi. 
  Gayr-i şahsi 
    vahide gelince: Ki o bir cihetten vâhid (tek), diğer cihetten çoktur. Onun 
    vahdeti ciheti, ya zatına mahsustur, yani o kesretlerin mahiyetinden ayrı 
    değildir, yahut arazî yolladır, yani mahiyetinin dışındadır. Eğer vahdeti 
    zatına ait ise o da ya mahiyyetinin tamamıdır ki, buna vahid denilir, veya 
    mahiyetinin bir kısmıdır, bir bölümüdür. Bu bölümün tamamı müşterek ise cins 
    olarak vâhiddir, değil ise tür olarak vâhiddir. Ve eğer birlik ciheti ârazî 
    ise, vahdeti araz yoluyladır; "vâhid bil'araz"dır. Bu araz o kesretlere bağlı 
    olarak ya aynı konumdadır: "Gülen ile ağlayan insanlıkta birdir." sözü gibi, 
    ya da o sıfat ona eklenmiş olur: "Pamuk ile kar beyazlıkta birdir." sözünde 
    olduğu gibi. Öncekine "vâhid bilmevzû", ikinciye "Vâhid bilmahmûl " denilir. 
    Ve eğer vahdet ciheti ne zatî, ne de arazi olmazsa, yani asla ait bulunmazsa 
    ona da " Vâhid binnisbe veya "bilmünâsebe" denilir ki, nefsin bedene nisbet 
    edilmesi, hükümdarın ülkeye nisbet edilmesi böyledir. Bu iki nisbet tedbir 
    anlamı bakımından birdir, demek olur. Tedbir ise nisbetin yüklemi değil, nefsin 
    ve melikin, yani hükümdarın sıfatıdır. 
  Bunlar anlaşıldıktan 
    sonra, görüldüğü gibi, vâhidin bu hususlardaki durumu hepsinde eşit değildir. 
    Şüphe söz konusu olduğu zaman bunlardan hangisine vâhid, yani bir demenin 
    daha doğru olacağı böylece anlaşılmış olur ki, şahsi vâhid, türüyle vâhidden 
    evlâ, o cinsiyle vahid olandan evla; o da türüyle vahid olandan evlâ olmuş 
    olur. Böylece zatî ile vahid, arazî vahidden evlâ o da binnisbe vâhid olandan 
    evlâ olmuş olur. Şahsi vâhid aksamından da hiç bölünme kabul etmeyen hakiki 
    vâhid, bir yönden de olsa bölünme kabul eden vâhidden evlâdır. Demek oluyor 
    ki, vâhidler haddi zatında özleri itibariyle birbirinden ayrıdırlar ve çeşitlidirler. 
    Varlıklar özleri itibariyle birbirlerinden farklı ve çeşitli olmakla birlikte, 
    "mutlak varlık" kavramında arazî olarak hep birlikte "mevcut" diye adlandırıldıkları 
    gibi, vahdet, yani birlik kavramında da arazî olarak hep birlikte "vâhid" 
    adı altında anılmış olurlar. Onun için birlerin bütün yönlerden birbirinin 
    aynı olmaları gerekmez. Vücudîsi de vardır, itibarisi de vardır. Mahiyyet 
    üzere zaid olanı da vardır, bizzat mâhiyeti itibariyle vâhid olanı da vardır. 
    Diğer konularda da durum böyledir: Meselâ, bazısında cevher bazısında araz 
    olabilir. Bunlar kolay anlaşılabilmek için gayr-i şahsi vahdetlerin çeşitlerine 
    göre verilmiş isimlerdir. Meselâ; nevide olan birliğe mümaselet (aynılaşma), 
    cinste olan birliğe mücâsenet (cinsleşme), keyfiyette olana müşabehet (benzeşme), 
    kemmiyette olana müsavat yani eşitlik, şekilde olana müşâkele, tartıda olana 
    müvazene, ölçüde olana mühazat, çevrede olana mütabakat, nisbette yani orantıda 
    olana münasebet denilmiştir. Bunların hepsi sayı ile ilgili olan vahidlerdir. 
    Yine bunun gibi, şahsi vahid de bunlardan biri veya birkaçı ile adede dahil 
    olabilir. Mesela bir misli veya bir benzeri daha bulunarak ikisi birden bir 
    bütünün parçaları olabilir. Misli olmayan vâhide fert, mütevahhid veya vâhid 
    denilir ki, bizim tek, biricik veya yegane dediğimiz şeydir. Mesela bizim 
    sistemimizde yerküre, güneş ve ay birer tek varlıktırlar. Ancak bunların teklikleri 
    izafîdir, her bakımdan tek ve eşsiz değildirler. Sonra misillerinin olması 
    da mümkündür. Şahıslara ve bazı varlıklara ferd deyişimiz de ferdiyetlerinin 
    her bakımdan mükemmel ve eşsiz oluşlarından dolayı değildir, özellik kazandıkları 
    belirgin yönlerinden dolayıdır. Çünkü onların eş ve benzerlerinin olması daima 
    mümkündür. Bundan dolayıdır ki, fertde birçok kıymetli özellikler toplanıp 
    birleşerek bir bakıma Hakk'ın birliğine birer delil ve âyet olurlar. Böylece 
    biz onu "sen, ben, o" diyerek duyduğumuz ve tanıdığımız birlik şuurunun yardımıyla 
    kesretler içinden seçer ve en sonunda sayı fikrini de silerek bütün o kesretlerin 
    kıymetleri kendisinde tam bir tenzih ile birleşen gerçek ferd tanımına kavuşmuş 
    oluruz ki, o vakit "Dikkat, kalbler yalnızca Allah'ın zikri ile tatmin bulur." 
    (Ra'd 13/28), "İşler Allah'a döndürülür." (Bakara 2/ 210), "Emrimiz de bir 
    tektir, bir göz kırpmasından başka birşey değildir." (Kamer 54/50) sırrı zahir 
    olur. İşte o bütün kesretler kendisinden yok olup, bütün kıymetler kendisinde 
    birleşen, bütün varlığı kudret elinde tutan, ezelî ve ebedî olan daimi varlık 
    kendisinin olan, bir ikincisini farzetmek bile çelişki ve muhal olan o tek 
    vahid duygusu, hakiki ferd duygusudur, ehad duygusudur. Bu nefy ve inkâr edilince 
    bütün varlıklar toptan red ve inkâr edilmiş olur. Yukarıda açıklandığı üzere, 
    "ehad" nefiyde umum ifade eder, denilmekle işte bu mânâ kastedilmiştir. (Lâ 
    ehad) demek "Hiçbirşey yok" demektir. Bundan dolayı ondan gayrisinin hepsini 
    nefyeden tam anlamıyla teklik, hakiki infirad mânası düşünülmeden "vâhid" 
    demekle "ehad" ifade edilmiş olmaz. Nitekim Rağıp da şöyle demiştir: "Vahdet 
    infiraddır, vahid dahi gerçekte parçası olmayan bir bütündür. Ayrıca her var 
    olana vahid denilmiştir. Sayılardan hangisi olursa olsun ona vâhid demek sahih 
    olur: Bir on, bir yüz, bir bin vs. denilir. O halde vâhid bir müşterek lafızdır, 
    altı türlü kullanılabilir: Birincisi, cinste veya nevide vahiddir, Zeyd ve 
    Amir nevide birdir dememiz gibi. 
  İkincisi: 
    İttisal ile vâhid olandır, ya yaratılıştan; şahs-ı vâhid demek gibi, veya 
    meslek ve sanat bakımından ki, meslektaş demek gibi. 
  Üçüncüsü: 
    Benzeri olmadığı için vâhid olandır. Bu da yaratılıştandır. Güneş vâhiddir 
    demek gibi, veya fazilet açısından olur, filan zat çağının vahididir, kendi 
    devrinde ondan üstünü yoktur demek gibi. Ya da "Biricik dokunmuş" o modelden 
    başka bir dokuma yoktur anlamına denildiği gibi. 
  Dördüncüsü: 
    Parçalanamaz olduğu için vâhid olandır; bu da ya küçüklüğünden dolayı ki toz 
    gibi, veya sertliğinden dolayı ki elmas gibi. 
  Beşincisi: 
    Başlangıç içindir; ya sayıların başlangıcı için, vâhid, isneyn, selâse gibi, 
    veya çizginin başlangıç noktası için "nokta-i vahide" gibi. Bütün bunlarda 
    vahdet arızî vahdettir. 
  Altıncısı: 
    Gerçek anlamında kullanılan vahdettir: Vâhid Allah Teâlâ'nın vasfı olduğu 
    zaman, ne bölünme, ne çoğalma ve ne üreme söz konusu olmayan vahid demektir. 
    Ve bu vahdetin ağırlığınden dolayı Allah "Allah bir olarak anıldığı vakit 
    ahirete inanmayanların yürekleri burkulur." (Zümer, 39/45) buyurmuştur ki, 
    bu anlamda vahid, münferid (tek, yalnız) demektir. Yukarıda da geçtiği üzere 
    bununla Allah'dan başkası da vasfolunabilir, fakat "ehad" ile Allah'dan başkası 
    vasıflanamaz. 
  Ebulbeka'nın 
    "Külliyât'ında da özet olarak şöyle denilir: Allah'a vahdet ıtlak olunur, 
    ancak onunla bölünme ve parçalanma olmamak murad olunur. Bu mânâda vahid çok 
    kullanılır. Bazen de vahdet, sayı ve çokluğun karşıtı olarak kullanılır. Bu 
    anlam için de daha çok "ferd " ve "ehad" kelimeleri kullanılır. 
  Vâhidin iki 
    anlamı vardır: Birisi vahdet kendisiyle kaim olandır. Bu anlama göre vâhid 
    bölünmez ve parçalanamaz demektir. 
  İkincisi de 
    zatında eşi fiillerinde ve sıfatında benzeri olmayan demektir. Kendi varlığında 
    bu iki mânânın ikisiyle de hakikaten vasıflanmış olan Allah'tan başka biri 
    yoktur. Çünkü yaratılmışlardan cevher-i fert gibi bölünme kabul etmeyen varlıklar 
    da aynı özelliğe sahip başka emsâl ve benzerlerine sahip bulunabilir. Arş 
    ve Kürsi gibi benzeri olmayan, ay ve güneş gibi nev-i şahsına munhasır bulunanların 
    hepsine birer benzer yaratmak daima mümkündür. Fakat Allah Teâlâ'nın bölünmesi 
    ve cüzlere ayrılması muhaldir, O'nun misli ve benzeri de yoktur. 
  Tevhid'in 
    üç mertebesi vardır: 
  Birincisi 
    " Tevhid-i Zat" mertebesidir. Bu istihlâk makamıdır, "Fenâfillah" makamıdır 
    ki, Allah'dan başka mevcut yoktur. Var zannedilenlerin hepsi fâni olur da 
    yalnızca bir tek zatullah (Allah'ın zatı) baki kalır "Allah'tan başka mevcut 
    yoktur." 
  İkincisi: 
    "Tevhid-i Sıfat" mertebesidir ki, müteferrik olan her kudreti O'nun kudretinin 
    şümulünde, her bilgiyi O'nun ilm-i kâmilinde yok olmuş görmek ve hatta her 
    kemâli O'nun kemâlinin nurundan bir lem' a görmek demektir. 
  Üçüncüsu: 
    "Tevhid-i ef'al" mertebesidir ki, bu da varlıkta Allah'dan başka gerçek etki 
    sahibi olmadığına ilme'l-yakîn, "ayne'l-yakîn" veya "hakka'l-yakîn" olarak 
    inanmaktır. 
  Velhasıl "ehadiyyet" 
    daha açık seçik olduğu, yani vahid denilebilenlerin hepsine "ehad" denilemeyeceği 
    için ehadi vahid ile tefsir edenlerin maksadı da zaten çokluk ve sayı anlamına 
    gelen vahidlerden herhangi biri demek olmadığı, en kâmil ve tam anlamıyla 
    hakiki vahid demek olduğunu belirlemektir. Vâhid diye tefsir edenlerin muradı 
    da tam anlamıyla bir, eşi ve benzeri mümkün olmayan tek demektir. Onun için 
    bazı din uluları bunu şöyle tefsir etmişlerdir: Zatı, gerçekte ve zihinde 
    terkibden ve sayıdan ve bu gibi şeyleri gerektiren cismiyyetten ve mekândan, 
    özünde ve hakikatının uluhiyyeti iktiza eyliyen varlığının vücûbu, zatının 
    kudreti, hikmetinin mükemmelliği ve diğer hususlarda ortaklık gibi kusurlardan 
    uzak olan vahid ilh. Bu ifade İbnü Sina'nın bu Sûre-i celileyle ilgili tefsirinden 
    yapılan bir alıntı olup nefy-i sıfat tevehhümünü defi' için yapılmış bir ihtar 
    gibidir. 
  İbnü Sina 
    demiştir ki; ehad, Allah Teâlâ'nın bütün cihetlerden vahid olduğuna ve onda 
    asla kesret bulunmadığına delâlet eyler: Ne manevî anlamda kesret ki, manevî 
    destek, ecnas (cinsler) ve fusul (bölümler) yani bir dereceye kadar güçlendirici 
    sayılan yardımcı unsurlar ve manevî güç kaynakları şeklindeki çokluk, ne de 
    madde ve suret gibi aklen tasavvur olunabilecek harici bir şekil tarzındaki 
    çokluk, ne de maddi anlamda cisim gibi bilkuvve veya bilfiil ayrılan bir çokluk 
    söz konusu değildir. Duyularla algılanamaz. Bu da O'nun zatının, vech-i kerimine 
    lâyık gerçek yüceliğe ve kâmil birliğe noksanlık getirecek cins, tür, fasıl, 
    madde, sûret, âraz, boyut, uzuv, eşkal (şekiller), elvan (renkler) ve sair 
    hallerden münezzeh olmasını gerektirir. O kendisine birşeyin benzemesinden 
    veya birşeyin ona eşit olmasından münezzeh, yüce, aziz, celil ve sübhandır 
    ilh. 
  O ehaddir, 
    vahiddir, benzeri ve dengi yoktur demek bile bir tavsif olduğu cihetle bundan 
    maksat yaratıp eserler vücude getiren ve hükümler koyan Allah'ın sıfatlarını 
    inkâr değil, sıfatlarının çokluğu zatının çokluğunu gerektirmediğini, çünkü 
    Allah'ın zatının, onun safatlarının terkibinden ve kıvamından teşekkül eden 
    bir mahiyyet, bir sentez zat olmadığını belirlemektir. Allah her bakımdan 
    birdir, eşi ve benzeri olmayan, tektir. O'nun sıfat ve özellikleri de kendine 
    mahsus olup, hiçbir yönden ona ortaklık mümkün değildir. İşte İbnü Sina bunu 
    "Şifa" ve "İşârât" adlı eserlerinde böylece ayrıntılı olarak açıklamıştır. 
    İşârât adlı eserinde der ki: Belki sen şöyle dersin; akla uygun olan şeyler 
    dediğin gibi çeşitli şekiller olup akıl ile ve birbiri ile uzlaşmazsa, Vâcibulvücud 
    olan Allah'ın herşeyi bilir olduğu da itiraf olununca onun Vâhid-i Hak (tek 
    hak) olmayıp kendisinde kesret, yani çokluk bulunmuş olması gerekmez mi? Buna 
    deriz ki; Hayır gerekmez. Çünkü O, zatını bizatihi bildiği, sonra eserleri 
    de mümteni' olmayıp bütünüyle kesretlerin sebep ve illetleri üzerinde zatıyla 
    kayyûm olduğu için, kendi zatını bilmesi kesretleri de bilmesini gerektirir. 
    Kesret zatta dahil değildir, kesretler O'nun zatını oluşturup ayakta tutan 
    şeyler olmayıp, müteahhir lazım olarak sonradan gelmiştir ve bir tertip üzere 
    gelmiştir. Zattan ayrı olan kesretlerin ister farklı, ister birbiriyle benzer 
    olmaları bir şeyi değiştirmez. Sonradan olmuş olan kesretler zatın vahdetine 
    halel vermez. İzafî ve izafî olmayan bütün kesretler levazım kesreti ve selb 
    kesreti olur. İşte Allah'ın isimlerinin çokluğu da bu sebeptendir. Lâkin bunun 
    zatın vahdaniyyetine bir tesiri yoktur. 'Şifa' da da "Ma'kûlatın Allah Teâlâ'ya 
    nisbeti ve O'nun sıfat-ı icâbiyye ve selbiyyesi zatında çokluğu gerektirmeyeceğini 
    ve bahâ-i âzam (en büyük kıymet) ve mecd-i gayr-i mütenahi (sonsuz şeref) 
    O'nun olduğunu izah ve akli lezzetlerin açıklaması" hakkında özel bir bölüm 
    vardır ki, özeti, sıfatların birbirine aykırı olmayarak aynı zata raci olmasıdır. 
    Bu cümleden olarak der ki: Vacibulvücûd'un birinci sıfatı varolmaktır. Diğer 
    sıfatlarının bazısında mânen bir izafet ile bu varoluş, bazısında da bir selb 
    ile yine bu varoluş mevcut olur ve sıfatlardan hiçbiri O'nun zatı hakkında 
    ne çokluğu, ne de başkalaşımı gerektirmez. O'na vâhid denildiği zaman, O'ndan 
    bölünmeyi selb etmiş ve ortaklığı selbetmiş oluruz, ancak yine zatının varlığını 
    ve birliğini ifade etmiş oluruz. O'na âlim denildiğinde de haddi zatında bilinenlerle 
    hiçbir şekilde karışması sözkonusu olmadan yine O mücerredin kendisi kasdolunur. 
    O'na "Evvel" denildiğinde de hepsinin bu vücuda izafeti, yani herşeyin O'ndan 
    sonralığı kast edilmiş olur. Kâdir, hay, mürid gibi daha bazı sıfatları ile 
    de yine böyle bir izafet veya selb ile vacibu'l-vücûd'un kendisi murad olunduğunu 
    söyledikten sonra der ki; Hak Teâlâ'nın sıfatlarını böylece düşünürsen anlarsın 
    ki, bu sıfatların çokluğunda onun zatı için herhangi bir yönüyle çokluğu gerektiren 
    birşey yoktur. Daha sonra İbnü Sina bu faslı şu sözlerle bitirir: Bir niteliğin 
    sırf akıl yönünden ve her bakımdan noksanlık kuşkularının hepsinden uzak olması, 
    ayrıca her bakımdan sırf hayır olmasının üstünde güzellik olamaz. Onun için 
    bütün güzellik ve bütün değer yalnızca Vacibü'l-vücud olan Allah'a mahsustur. 
    O herşeyin güzelliğinin gerçek kaynağıdır. Her birşeyin güzelliği ve değeri 
    ise onun olması gerektiği gibi olmasıdır. Artık anlamalıdır ki, Vâci-bu'l-vücud'da 
    gerek olduğu üzere olanın cemâli nasıldır?> Cemâl, selamet, hayır, müdrik 
    hep mahbub ve ma'şuktur. Bunun hepsinin kaynağı da ya hissî, ya hayalî, ya 
    vehmî, ya zanni veya aklî algılamadır. İdrak derinlik ve tahkik bakımından 
    ne derece şiddetli, idrak olunan da zat olarak ne derece mükemmel ve şerefli 
    ise onu idrak edenin sevgisi ve hazzı da o derece fazla olur. Kemal, cemal 
    ve güzelliğin gayesinde olan zatını, kemal, cemal ve behanın gayesi ile hem 
    akıl, hem makul, yani bilen ve hem bilinen olarak hakikatte vâhid olan ve 
    tam ilim ile bilinen Vacibulvücud'un zatı, kendisine en büyük aşık ve en büyük 
    maşuktur ve en büyük haz ve lezzet O'nundur. Çünkü lezzet mülayimi mülayim 
    olması bakımından idraktir. Hissî lezzet, mülayimi duyularla algılamak, hissetmektir, 
    aklî lezzet ise mülayimi akıl yoluyla düşünmektir. Bundan dolayı herşeyden 
    önce Allah Teâlâ da en yüksek düzeyde idrak olunabileni en yüksek düzeyde 
    idrak etmekle en yüksek düzeyde bir idrak edendir ve en yüksek düzeydeki haz 
    ve lezzet de O'nundur. Bu öyle birşeydir ki, kendisine hiçbir şey kıyas edilemez. 
    Biz de bu anlamları ifade edebilecek başka kavramlar olmadığı için bu kelimeleri 
    kullanıyoruz. Binaenaleyh bu kelimeleri yakışıksız bulanlar başka kelimeler 
    kullansınlar. > 
  Şunu bilmek 
    gerekir ki, aklın makul olanı idraki, duyuların hissedileni idrakinden daha 
    kuvvetlidir. Çünkü akıl baki ve küllî olanı da idrak eder. Onunla bütünleşip 
    tıpatıp uyum sağlar ve onu dış yüzüyle değil, özüyle idrak eder. Hissedileni 
    duyularla algılamak öyle değildir. Bundan dolayı bir konuya aklımız ermekle 
    bize düşecek lezzet ve haz, bir hissedileceği hissetmekle elde edeceğimiz 
    lezzetin ve hazzın üstündedir. Öyle ki aralarında nisbet kabul etmez bir fark 
    vardır. Lâkin bazen bir arıza olur da idrak gücü, lezzet alması gereken şeyden 
    o arıza sebebiyle lezzet almaz olur. Nitekim hasta tad alma organındaki bir 
    arızadan dolayı tatlıdan hoşlanmaz. Bizim de, bedende olduğumuz, yani canımızın 
    tenimizde bulunduğu müddetçe öyle bir hasta gibi olduğumuz bilinmelidir. Çünkü 
    akıl gücümüzün zirvesine bilfiil erebilmemiz ve o idrakten hasıl olacak lezzeti 
    tam olarak elde edebilmemiz, bedenimizdeki bir arızadan dolayı engellenmiş 
    olur. Bu yüzden de sözkonusu lezzeti tam olarak elde edemeyiz. Bedenimizden 
    soyutlansak hakiki güzellikleri, hakiki lezzetleri düşünerek makulun makûle 
    uyumu sûretiyle onlara tam anlamıyla uyum sağlar, gerçek anlamda bilme ve 
    düşünme gücümüzü kullanabilirdik ve o sayede kendi varlığımızı tamıtamına 
    tanıyacak ve bu yüzden tadacağımız lezzete de doyamayacaktık. Hep bu mânaları 
    bundan sonra açıklayacağız. Şimdi şunu bilmeliyiz ki, her kuvvenin lezzeti, 
    kendisine en mükemmel halinin hasıl olmasıyladır: Hissin hissedileceği tam 
    anlamıyla algılaması öfkenin intikam, ümidin zaferdir. Ve herşeyin lezzeti 
    kendine mahsus olandır. Nefs-i natıka denilen ruhun lezzeti de bilfiil akıl 
    ve bilgi olmasıdır. Şimdi, vacibu'l-vücud olan Allah zatında makûldür, düşünülsün 
    veya düşünülmesin.. Ve maşûktur, sevilsin veya sevilmesin. 
  Bunun ardından 
    "İlk kaynağın tedbirinden varlıkların suduru" hakkındaki dokuzuncu makalede 
    "İlk kaynağın faaliyetinin sıfatı" hakkındaki birinci fasılda da söze şöyle 
    başlar: Şimdi bize zahir olmuştur ki, küllün vacibu'l-vücûd olan bir başlangıcı 
    vardır. Bir cinste dahil değil, bir had veya bürhan altında vukua gelmez, 
    kemmiyyetten ve keyfiyyetten, yani nicelikten ve nitelikten, zamandan ve mekandan, 
    gitmekten ve gelmekten münezzeh, misli yok, benzeri yok, ortağı yok, eşiti 
    yok ve zıddı yok, bütün yönlerden eşsiz, tek ve biriciktir. Çünkü bölünemez 
    bir bütündür: Ne parçalarda olduğu gibi bilfiil, ne de bileşiklerde olduğu 
    gibi faraziye ve vehim yoluyla bölünemez. Ne de zatı, birbirine zıt birtakım 
    aklî mânâlardan mürekkep olarak onların birleşmesiyle bir cümle olmak sûretiyle 
    akılda bölünmesi asla mümkün değildir. O kendine mahsus olan varlığında ve 
    varoluşunda hiçbir şekilde ortaklık kabul etmez oluşundan dolayı vâhiddir. 
    Ve O, bu birlikle tektir ve tamam olmak için bekleyecek birşeyi kalmamış tam 
    ve mükemmel bir vacibu'l-vücuddur. Varlığı tek ve eşsiz olduğu için vâhiddir 
    ki, bu vâhidin vücudu ise ehaddir: Bu anlamda vâhid ancak selbî anlamda vahiddir: 
    Cisimlerin bitişik veya bileşik veya diğer bakımlardan vâhid olması gibi bir 
    zata veya müteaddit zevata ulaşabilecek şekilde vücûdî bir anlamdan ibaret 
    bir vahdet ile vahid değildir. Tabiat ilimlerinde geçen konulardan maddeden 
    soyutlanmış ve sonsuz bir kuvvetin varlığı ve onun ilk harekete başlangıç 
    olduğu açıklık kazanmıştı. Ondan sonra da Vacibu'l-vücud'un varlığı bütün 
    yönlerden bizatihi zorunlu olduğu açıklık kazandı. 
  Razi tefsirinde 
    der ki; Allah Teâlâ'nın sıfatı ya izafiyye (yani sübutiyye) veya selbiyyedir. 
    İzafiyyesi alîm, kadir, mürid, hallâk dememiz gibidir. Selbisi de cisim değil, 
    cevher değil, araz değil dememiz gibidir. Mahlûkat evvela sıfatın birinci 
    nevine, sonra da ikinci nevine delalet eyler. Allah dememiz sıfat-ı izafiyyenin 
    bütününe delalet eyler, ehad dememiz de sıfat-ı selbiyyenin bütününe delalet 
    eyler. Binaenaleyh yani, "Allah birdir" dememiz, beşer aklına layık olan irfanı 
    ifade etmede tam olur. Allah lâfzı sıfatı izafiyyenin bütününe delalet eder 
    diyoruz, çünkü Allah ibadet edilmeye layık olan ve ona hak kazanmış olan zattır. 
    İbadet edilmeye hak kazanmak ancak yoktan var etmek ve ilk baştan yaratmakla, 
    istiklal sahibi olmakla olur. İcadda istiklal ise tam kudrete, nüfuzlu iradeye, 
    külliyat ve cüziyyata tam anlamıyla vakıf olan bir ilme malik olmakla olur. 
    İşte bunlar sıfat-ı izafiyyenin bütünüdür. Sıfat-ı selbiyyenin bütününü içinde 
    toplayan sıfat da ehadiyyettir: Çünkü ehadiyyet, hakikatın nefsinde terkip 
    ve teaddüt cihetlerinin hepsinden münezzeh bir müfred olması demektir. Zira 
    mürekkep olan o terkibi elde edebilmek için kendinden başkasına da muhtaçtır. 
    Başkasına muhtaç olan her bir varlığın parçaları o terkibi meydana getirebilmek 
    için başka parçalara da muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan her varlık da lizatihi 
    mümkündür. Binaenaleyh her mürekkep olan lizatihi mümkündür. Kainatın hepsinin 
    kaynağı olan Allah'ın lizatihi mümkün olması ise mümtenidir. Bundan dolayı 
    da O haddizatında ferddir, ehaddir. Ehad olunca da mütehayyiz (yer tutan bir 
    şey) olmaması vacip olur. Çünkü her yer tutanın sağı soluna aykırıdır. Böyle 
    olan da bölünebilir demektir. O halde ehadin mütehayyiz, yani yer işgal etmesi 
    de akıl dışıdır. Mütehayyiz olmadığı, yani mekânda yer işgal etmediği için, 
    cihet ve yönlerden hiçbir şeyin içinde değildir. Onun birşeye hulul etmemesi 
    vacip olur. Çünkü bir yer işgal eden, işgal ettiği yerle birlikte ele alınınca 
    ehad olmaz. Ne hal, ne de yer sözkonusu olmayınca hiçbir şekilde değişkenlik 
    de sözkonusu olmaz. Zaten ehad olunca vâhid olması gerekir. Çünkü iki vacibu'l-vücud 
    farz olunsa vücupta ortaklık, belirginlikte farklılık kazanmış olurlardı. 
    İştirak edilen nokta temayüz edilen noktanın gayri olacağından o vaciplerden 
    herbiri de mürekkep olmuş olur. Binaenaleyh ehadiyyet vâhidiyyeti de gerekli 
    kılmış olur. Tam anlamıyla tek olan ve eşsiz olan tam anlamıyla bir olur. 
    
  Razî bu izahtan 
    sonra sıfatın çokluğunun zatın çokluğunu gerektirmeyeceğini de kısaca anlatmak 
    için şöyle bir sual ve cevap ile der ki: Bunun üzerine eğer denilirse ki; 
    birşeyin ehad olması nasıl düşünülebilir? Çünkü bir hakikat ehadiyyet ile 
    vasıflandırılınca burada bir o hakikat, bir de o ehadiyyet, bir de ikisinden 
    meydana gelmiş olan o şey yok mudur? Bu ise ehad değil, tıpkı salisu selâsede 
    olduğu gibi, üçün biri olmuş olmaz mı? 
  Buna cevap 
    şudur: Ehadiyyet o hakikate ait bir özelliktir, ehad diye hükmolunan zat ise 
    o hakikatın kendisidir. Onunla ehadiyyetten meydana gelmiş bir bütün değildir. 
    Yani, ne üç, ne de iki tane zat yoktur. Parçasız, bölüksüz, eşsiz ve ortaksız, 
    her kemâl kendisinden ayrılmayan varlığı vacip olmakla tapılacak ancak bir 
    tek ilâh vardır ki, işte o Allah'dır. Allah ism-i celâli, hakikatte en güzel 
    sıfatların, sübûtî ve selbi hepsinin sahibi olan Hak Teâlâ'nın ism-i zatı, 
    ehad ismi de cüz ve ortağı reddederek bütün selbî sıfatların ifadesi olduğu 
    için "Allah birdir" kelâmı, Allah Teâlâ'nın izafî ve selbî bütün sıfatlarıyla 
    zatının birliğini ifade etmiş olur. 
  Şüphe yok 
    ki, bütün mesele âlemde kendimiz de dahil olduğumuz halde yokken var, varken 
    yok edilip durduğunu görmekte olduğumuz âfâki ve enfüsî çoklukların başlangıç 
    ve mercii olan Allah Teâlâ'nın birliğini tanıtmak için onunla onun eseri ve 
    yarattığı olan çokluklar arasında ilişkiyi ifade de sıfatları göz önünde bulundurmak 
    meselesidir. Bunda zaruret vardır. Çünkü ulûhiyet fikri, ilâhî sıfat ve özellikleri 
    iyi kavrayabilme meselesidir. Kuvvetsiz madde, fiilsiz ve eylemsiz feza, ilimsiz 
    tabiat gibi sıfatsız olarak sadece o diye mülâhaza olunan zat kavramında vasıf 
    demek olan bir kemal, bir hüsün ve hayır mülâhaza edilmiş olmaz. Olmayınca 
    da onun hamd ü senaya layık olup olmadığı bilinmiş olmaz. Oysa ulûhiyet ve 
    mabudluk her türlü hamde ve medhe hak kazanmış olmayı ifade eden sübutî ve 
    selbî sayısız ve sonsuz kemal sıfatlarının güzellik, yükseklik nisbetlerinin 
    hepsini içine alan en has ve en seçkin bir sıfattır. Bu imtiyaz ve yalnızca 
    ona mahsus olan bu özellik, hakikatte onun zati birliğinin ifadesidir. Bununla 
    vasıflanmış olan zatın birden ziyade olmasına ve onun zatında ve sıfatlarında 
    şeriki ve ortağı bulunabilmesine zaten engeldir. Allah ism-i şerifi, ism-i 
    zat olmakla beraber, zat-ı mahzın ismi değil, ilâhlık sıfatı ile muttasıf 
    olan en mükemmel zatın ismidir. Bundan dolayı bu ismin tarifi "Allah, kemal 
    sıfatlarının hepsini içine alan vacibu'l-vücudun zatının ismidir." diye ifade 
    olunur. Kemal sıfatlarının hepsini içine alan vacibülvücûd sıfatı ise her 
    hamd ü senaya hak kazanmayı ifade eden ve en yüce kemâl olan tek uluhiyet 
    sıfatıdır. Ve Allah Teâlâ'nın zatına mahsus ve zatının muktezası bir sübuti 
    sıfattır: "Allah, yegâne ilahtır" denilir. Sübutî olduğu içindir ki, varlığının 
    vacip oluşu, ilim, kudret, tekvin ve rububiyyet gibi sübutî sıfatların hepsini 
    içine alan en belirgin ve yalnızca kendisine mahsus bir isimdir. Bundan dolayı 
    Razî, Allah isminin, sübutî sıfatların hepsine delalet ettiğini söylemiştir. 
    Bununla beraber yalnızca sübutî sıfatları değil, selbî sıfatları da içine 
    alarak sabit olan bir sübutî sıfattır. Çünkü çirkinlik ve eksiklik sıfatları 
    ortadan kalkmadan kemâl gerçekleşmez. Bu bakımdan Allah ism-i celâli selbî 
    sıfatlara da delalet eyler, doğrusu da budur. Ancak bu delalet ulûhiyyet sıfatının 
    içeriğinde mevcut olmakla sarih değildir. Müşriklerin şirke düşmesi de bundandır. 
    Onun için burada "Onun benzeri yoktur." (Şura 42/11) gibi selbi sıfatlarının 
    hepsine delalet eden "ehad" ismi ile de tasrih edilmiştir. Çünkü yukarıdaki 
    açıklamadan da anlaşılacağı üzere, "ehad" bölünmeyi, sayılara veya parçalara 
    ayrılmayı, ortaklığı nefyeden bir selbi sıfattır. Ve böyle olduğu da "Doğurmadı, 
    doğurulmadı ve hiçbir şey veya kimse kendisine denk olmadı." şeklinde açıklanmıştır. 
    Razî, bu inceliklere ayrı ayrı dikkat çekerek, sıfat ve isimlerin çokluğu 
    hıristiyanların zannetikleri gibi zatta kesreti gerektirmeyeceğini de anlatmıştır. 
    İbnü Sina gibi o da sıfatların değişik olmasının, zatın hakikatında ayrı ayrı 
    birer varlık teşkil edecek ve onların mevkufun aleyhi (durulacağı yer) olacak 
    birer haricî veya aklî varlıklar teşkil edecek şekilde olmadığını, bunların 
    yalnızca birer izafet ve nisbetten ibaret bulunduğunu söylemiştir ki, bu mesele 
    akaid kitaplarında sıfat zatın aynı mıdır, gayrı mıdır, diye meşhur olan bir 
    bahsin konusudur. Hikmet ehlinden ve Sofiyyeden bir kısımla bazı kelâmcıların 
    "tamamıyla aynıdır" demişler diye meşhurdur. Ancak sıfatta nisbet veya selb 
    gözönünde bulunduğu cihetle nisbete tamamıyle ve ayniyle zat demek pek doğru 
    görülmez. Âlim, ayniyle zat olsa da ilim için ayniyle âlimin kendisidir demek 
    kolay kolay anlaşılır bir ifade değildir. Maksat, bilme işinin aynı zata raci 
    olduğunu söylemektir. Zat sıfattır veya sıfat zattır, demek bir çelişki olacağı 
    gibi, sıfat zatın gayridir demek de varlıkta iki zat varmış gibi kabul edilemez 
    bir durum ortaya çıkaracağından İmam Eş'arî "Ne ayni, ne de gayri" demiştir 
    ki, sıfat ancak zat ile kaim olduğundan hakikatte iki ayrı şey yok demektir 
    ve bu daha sağlam bir görüştür. Bir kısım kelâmcılar kavramda belirginliği 
    gözeterek, sıfat denilen şeyin zat denilenin aynı olamayacağını, aynı olmayınca 
    da gayrı denilmek lâzım geleceğini söylemişlerdir ki, bunlar ayniyet ile gayriyyeti 
    birbirinin zıddı olarak ele almışlardır. Genel düşünceye bu daha uygun gelirse 
    de bunun söylerken bir zata karşılık "ğayr" denildiği zaman, gerçekte ona 
    karşı olan başka bir zat varmış gibi bir vehme kapılmaktan sakınmak gerekir. 
    Çünkü zihin, sıfatı da zat gibi bir kavram olarak soyutlar ve sıfatın sıfatlanana 
    mahsus oluşunu gözardı ederek sıfatın sıfatı, sıfatın sıfatı şeklinde düşünüp 
    giderken işin başlangıç noktasını unutursa sıfatları da zat diye telakki eder 
    ve yanılgıya düşer. Zat ve sıfat kavramının dildeki çeşitli mertebelerinden 
    gaflet etmiş olur. 
  Bu münakaşalardan 
    maksad ise sonsuz kemal sıfatlarını hakkın zatında isbat ile birlikte zatta 
    çokluk olmadığını, bütün sıfatların aynı zata raci olduğunu anlatmaktır. İslâm'da 
    hikmet ehli, sofiyye ve kelamcılar hepsi de zatta çokluk olmadığından, fiilin 
    kesreti gibi sıfatın kesreti dahi zatta bir bölünme veya parçalara ayrılma 
    ve sayısal bölünme veya sayılara bölünme anlamına gelmediği konusunda ittifak 
    halindeler. Bunu şöyle özetleyelim. 
  Allah Teâlâ, 
    zati sıfatlarının bütününün bir araya gelmesinden meydana gelmiş bir mahiyet 
    değildir. Başka bir deyişle onun zatı, sıfatının gereği ve sonucu değil, sıfatları 
    zatının gereği ve sonucudur. Sıfatın gerçek mânası da budur. onun varlığı 
    bizatihi vacip olduğu gibi, sıfatları da başka türlü değil, zatıyla vaciptir. 
    Biz ilahî sıfatları düşünmekle elde ettiğimiz kavramlardan kendimizde Allah 
    Teâlâ'nın hüviyetini teşkil eden bir kavram edinmiş olmayız, ancak ona olan 
    ilgi ve ihtiyacımızı duymuş ve onun tecellilerine ipuçları bulmuş, isimlerini 
    ve hükümlerini öğrenmiş oluruz. 
  Fatiha'da 
    bütün hamdin Allah'a mahsus olduğu beyan olunurken Allah ism-i zatı, ulûhiyyet 
    vasfı ile bütün kemal ve cemal sıfatlarının hepsini birden içine aldığı anlatılmak 
    üzere bütün yüksek nisbetlerin toplandığı "Âlemlerin Rabbi, Rahmân Rahîm, 
    din gününün hakimi." sıfatlarıyla tavsif olunup ibadet edilmeye ve yardım 
    istenmeye layık tek varlığın kendi olduğu tahsis edilmiş, sonra da isimler 
    ve sıfat aleminin delaleti ve Kur'an-ı Kerim'in beyanatı ile açıklanıp nihayet 
    O'nun zatının ve sıfatlarının ehadiyyeti karşısında bütün kesretlerin, yokluğa 
    mahkûm olduğu tanıtılmak üzere "De ki: O Allah birdir." buyurulmuştur. Şu 
    halde bizim duyduğumuz, bildiğimiz ve düşündüğümüz çoklukların, adetlerin 
    hiçbiri, ne cevherleri, ne arazları, ne eczası, ne küllisi, ne cüziyyatı o 
    değildir. O'nun ikincisi de değildir. Derece derece hepsi O'nun yaratmasıyla 
    ve emriyle meydana gelmiş olan ve O'nun varlığını dile getiren deliller ve 
    âyetlerdir. Kelimelerin medlûllerine, isimlerin müsemmalarına, alametlerin, 
    âyetlerin, belirtilerin, nişanelerin konularına, eserlerin müessirlerine delalet 
    eyledikleri gibi hep O'na delalet eyler, hepsi O'na olan ilişkisini ifade 
    eder. Varoluşları kendilerinden ve kendileri için olmadığından dolayı gerek 
    âfakta ve gerek enfüste varlıkları müddetince hep O'na olan ihtiyaç ve bağlılıklarını 
    hep kendi hiçlikleriyle O'ndan aldıkları kuvveti, kıymeti ve mânâyı anlatırlar. 
    Onun için "Heme st" (Hep O'dur) demek de bir anlamda doğrudur. Çünkü hepsinin 
    varlığının kıymeti O'nun varlığına delalet eder ve hepsi O'na rücû edecektir. 
    Kelimenin kıymeti de taşıdığı mananın kıymetinden ibarettir. Varlığı daim 
    ve ebedi olan O'dur, matlûb-i küll (her şeyin matlubu) O'dur. Ondan başka 
    hiçbir şey "hep" olamaz. Yani, varlığın bütün kemâlini kendinde bulunduramaz. 
    Bütün âlem, ne kadar kemal eserini haiz olursa olsun imkan dereceleri sonsuz 
    olduğundan, her mertebede kemâl ve sonsuz ve daha yüksek olgunlaşmaya kabiliyetli 
    olarak rububiyet kanununun hükmü altındadır. O'nun henüz fiile çıkmamış bir 
    yarını, sonu ve âhireti vardır. Bütün kemâl kendisinde bilfiil olan ise evvel 
    ve âhir olan hayyu kayyum Vacib Teâlâ'dır. Evvel ve âhir, zahir ve batın birleşmeden 
    hep hep olmaz. Hiçbir gelişmeye ihtiyacı olmayan hep ise ancak ve ancak rabbilâlemin 
    olan Allah Teâlâ'dır. O her yönüyle ehaddır. Bundan dolayı yukarıda da açıkladığımız 
    gibi, din uluları O'ndan başka gerçek varlık tanımamışlar: "Her şey yok olacak 
    ancak O'nun zatı kalacaktır." (Kasas, 28/88), "Yeryüzünde ne varsa hepsi yok 
    olacak ancak celâl ve ikram sahibi Rabbinin zatı baki kalacak." (Rahman, 55/26-27), 
    "Bugün mülk kimindir? Tek ve kahhar olan Allah'ındır." (Mümin, 40/16) âyetlerinde 
    dile gelen gerçeklere uygun olarak bu hakikatı her zaman müşahede edip durmuşlardır. 
    O'nu duymayanlar da yarın duyarlar. 
  Hanbelî büyüklerinden 
    İbnü Akîl şöyle demiş: Bizce doğru olan görüş, sıfatı isbat ile beraber Allah 
    Teâlâ'nın ilahlığında tek olmasıdır, başka değil. 
  Beyan olunan 
    ilâhlık, kemal sıfatlarının hepsini toplayan yani hepsinin birleştiği en has 
    sıfat olduğundan bu şu demek olur: Mutlak varlığın sonsuz olarak her kemali, 
    ilâhlık kemalinde toplanarak ancak Allah'da birleşmiştir. Sıfatların herbiri 
    itibariyle vâhid olması icab etmezse de bütünü birden ilâhlık sıfatında vâhiddir 
    ve O'ndan başka ilâh yoktur. Bu ifade bazı sıfatlarda teşbihe müsaittir, yaratıklarda 
    da kemal sıfatlarından bazıları belli bir ölçüde bulunabilir. Nitekim âlim, 
    rahîm, raûf, âdil gibi bazı isimleri ve sıfatları kullar için de kullanmak 
    caiz görülmüştür. Lakin sonsuz kemâlâtın bütün celâl ve ikram sıfatlarının 
    tam anlamıyla hepsinin birden bir yaratıkta bulunması muhaldir. İlâhlık, yani 
    en büyük sevgi ve en büyük haşyet ve tazim ve her türlü hamd ü sena ile ibadete 
    hak kazanmak demek olan mabudluk ancak Allah'a mahsus bir özelliktir. İnsan, 
    yaratılmışlarda gördüğü herhangi bir kemâle bağlanıp da ona kul olmamalı, 
    o kemâlden hareketle derhal Allah Teâlâ'nın sonsuz kemâl ve cemâline istidlâl 
    ederek var gücüyle O'na bağlanmalı, O'na kulluk etmelidir. Çünkü O'ndan başka 
    tapılacak yoktur. Allah'ın ilahlığında tek olması demek Allah'dan başka tapılacak 
    yoktur demek olur. Bu mânâya göre demek takdirinde olarak "Sizin ilâhınız 
    bir tek ilâhtır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur." (Bakara, 2/163) meâlinde 
    olduğu gibi olur. "Allah'dan başka ilah yoktur." kelime-i tevhidiyle umumun 
    mükellef olduğu ve herkes için anlaşılması kolay olan tevhid de budur. Yani 
    ulûhiyyette şirki (ortaklığı) nefyeder. Bu mânâ sıfatları çoğaltmakla beraber 
    onların hepsini bir tek ilâhlıkta birleştirerek zatta birliği ifade eder. 
    Öyle ki, birçok zatlar ve onlarda bazı sıfatlar mümkün olsa da bütün sıfatları 
    içine alan ilâhlık sıfatı ile sıfatlanmış olan ancak bir tek zat vardır. Şüphe 
    yok ki, bu mânâ sıhhatlidir ve imanın ilk şartıdır. Bununla beraber şu noktadan 
    gaflet edilmemelidir ki, "Allah, ilâh-ı vahiddir." (tek ilâhdır] ifadesinde 
    "Allah yalnızca ilâhlığında vâhiddir." demekten daha fazla mânâ vardır. İlâhlıkta 
    birlik bunun en belirgin mânâsı olmakla beraber ekmel mânâsı değildir. Ekmel 
    mânâsı ise gerek zatında, gerek sıfatlarının herbirinde ve gerek bütününde 
    her yönüyle ilâhlığında vahdet-i kâmile ile vâhid olmasıdır. Yalnızca ilâhlığında 
    vâhiddir demek, sıfatların en hası olan bir tek sıfat açısından zatını tevhid 
    demek olur. Bu anlamda vâhidiyyet imanın ilk şartı olarak yeterli olsa bile 
    ehaddiyyetin mânâsını tefsir için yeterli olmaz. Bundan dolayı Alûsî'nin kaydettiği 
    üzere yine Hanbelî âlimlerinden ve Selefiyye denilenlerden Hafız b. Receb 
    gibileri demişlerdir ki: Allah sübhanehu ulûhiyetinde ve rubûbiyyetinde birdir. 
    O'ndan başka mabud da yoktur, O'ndan başka Rab da yoktur. Allah Teâlâ hakkında 
    varid olan bütün sıfatlar ile tavsif eyledikten sonra da zamiri gerek şan 
    ve gerek mes'ûl-i anhe râci olsun iki vech üzere de murad vahidiyyet-i kâmile 
    (tam, eksiksiz tek) olduğunu ihtiyar eylemişlerdir. 
  İbnü Kayyim 
    Cevzî, "Mesâliküssâirîn"de tevhidin biri marifet ve itikada biri de kasda 
    ve amâle ait olmak üzere ilmî ve iradî iki kısmını beyan ederken, sıfatsız 
    olarak sadece zatın birliğinin amelî olarak hiçbir kıymetinin ve öneminin 
    olmayacağını ve sıfatları nefyedilen herhangi bir zatın Kur'an-ı Kerim'de 
    beyan olunduğu üzere müşriklerin taptığı görmeyen ve işitmeyen, ne zarar vermeye, 
    ne de fayda sağlamaya gücü yetmeyen putlardan hiçbir farkı olmayacağını söyledikten 
    sonra Allah Teâlâ'nın sonsuz hamd ü senaya lâyık ve hak kazanmış olduğunu 
    ve O'nun sıfatları sonsuz olmakla kendisinden başkasının onları tamamen bilemeyeceğinden 
    dolayı hakkıyla hamd ü senâsını da eda edemeyeceğini ve bu sonsuz sıfatların 
    hepsi Fâtiha'daki hamdde özetlenip, tafsilinde "ulûhiyet, rubûbiyet, rahmet 
    ve mülk" sıfatlarında özetlenmiş ve birleştirilmiş bulunduğunu bildirmiştir. 
    Şu halde gerek ilmî ve gerek iradî tevhidin bu sıfatlarla ulûhiyet rubûbiyeti 
    tevhide raci olduğunu söylemiş ve tevhid-i zat ile uğraşanların hepsini sıfatları 
    iptal eden Cehmiyye diye göstermiştir. Bununla beraber murad bütün sıfatların 
    bir sıfattta birleşmesi midir, yoksa bir zatta birleşmesi midir? Zatın sıfatta 
    birleşmesi mi, yoksa sıfatların zatta birleşmesi mi? Bu noktaları açıklamamıştır. 
    İbnü Akîl'in "İlâhlığında birdir, başka değil" demesinin zahiri anlamı, zatı 
    ancak bütün sıfatların toplamı olan bir tek sıfatta tevhid etmek gibi görünür. 
    Bunu kâfi görmeyen İbnü Kayyim ve İbnü Receb'in ilâhlıkta ve Rablıkta birdir 
    demeleri de zatı birkaç sıfatta birden tevhid etmek olmuş oluyor. Bu ifadelerin 
    zahiri ise vahdettir, yani şeriki olmamak herşeyden önce sıfatın sıfatı olup 
    zatın vahdeti bir sıfat veya sıfatlar dolayısıyla olmasını gerektirir ki, 
    bu elbette doğru değildir. Vâhid ve ehad diğer sıfatlardan önce doğrudan doğruya 
    zatın sıfatıdır. Evvela zat, zatında tevhid edilmedikçe sadece sıfatlarda 
    tevhid edilmesi ortak koşmaktan ibaret olur. İki üç şey aynı sıfatta birleşebilir. 
    Ortaklık denilen şey de zaten birtakım zatların birşeyde veya birkaç şeyde 
    birleşmesinden başka birşey değildir. Müşriklerin yaptığı da çeşitli zatları 
    ilâhlık vasfında cinsî birlik veya neviyye ile birleştirmektir. Hıristiyanlar 
    üçlemelerinde "Baba ilâh, kendi ilâhlık cevherinden oğula ve ruhulkudse birer 
    cevher vermiş, herbiri birer ilâh olan üç uknum, yani baba, oğul ve rûhu'l-kudüs 
    üç zat hem cevherde, hem de ilâhlık özelliğinde birleşip ilâh olmuşlardır." 
    diye inanmakla evvela Allah'ı tek cevher sayıp sonra da onu üç şahsa bölüştürmüşler, 
    daha sonra da o üç şahsı aynı cevherden olmaları sebebiyle, ilâhlık özelliğinde 
    birleştirerek bir şahıs yapmışlardır. Böylece üç zatı hem cevherde, hem ilâhlık 
    sıfatında ortak kabul ederek, tıpkı soyadında birleştirir gibi birleştirmişlerdir. 
    Üç uknum, yani üç sahıs bir şahıstır, üç ilâh bir ilâhtır, çünkü cevherleri 
    bir, sıfatları bir deyip çıkmışlardır. 
  Bütün bunlara 
    karşı her türlü şirk kusurundan kurtarmak ve bütün şüphelerden uzaklaştırmak 
    için Allah Teâlâ'nın ehadiyyetini (birliğini) tanıtmak üzere "De ki, O Allah 
    tektir." buyurulmuştur. Şurası herkesçe bilinmektedir ki, birçok sıfatların 
    bir bölümüyle değil, sıfat olarak yalnızca bir zatta toplanması şirki gerektirmez. 
    Aksine o zatın kemâl ve biricikliğini gerektirir. Birçok zatların bir sıfatta 
    veya herhangi bir konuda birleşmesi aynıyla şirktir. Çünkü sıfat içiçe girer 
    de, zat içiçe girmez. Bundan dolayı din âlimleri demişlerdir ki, Allah'ın 
    zatında sıfatların çok ve çeşitli olduğuna inanmaktan dolayı şirk lazım gelmez, 
    fakat aynı sıfatta birleşen zatların sayıca çokluğuna inanmak tamamiyle şirktir. 
    
  "Allah'dan 
    başka ilâh yoktur." demek zatı bir tek olan Allah'dan başka ilâhlıkla vasıflanmış, 
    ilâh ismine hak kazanmış hiçbir zat yok demektir. İlâhlık ancak ve ancak O'nun 
    zatına mahsus demektir. Yoksa Allah, ilâhlık sıfatının sahibidir, yalnızca 
    ilâhlığında birdir demek değildir. Yani bu ifadenin maksadı zatı sıfata mahsus 
    kılmak değil, sıfatı zata mahsus kılmaktır. İbnü Akîl'in Allah ilâhlığında 
    vâhiddir, başka değil, demekten muradı budur. Ancak ilâhlıktan başka sıfatların 
    da ona mahsus olması gerekmez anlamına da geldiği için İbnü Kayyim ile İbnü 
    Receb ve benzerleri rablık sıfatını da tasrihe lüzum görmüşlerdir. İbnü Kayyim 
    mülkü de tasrih eylemiştir. Hafız İbnü Receb'in vâhidiyyet-i kâmile (kâmil 
    tek ) demesi de zatında ve ilâhlığı gerektiren bütün sıfatlarında hakiki vahdete 
    tenbihtir ki, ehadiyyet ancak vahdet-i kâmile ile tefsir olunabilir. Doğrusu 
    Allah Teâlâ'nın esma-i hüsnâsında (güzel isimlerinde) başkasına ıtlakı caiz 
    olmayan isimler ve sıfat Allah, ilâh ve rab isimlerine ve sıfatlarına da münhasır 
    değildir. Rahman, kuddûs, subbuh, sübhân, âlimul-gayb, alâ külli şeyin kadir, 
    hallâk, hâliku külli şey, ahsenulhâlikîn gibi daha birçok isim ve sıfatlar 
    vardır ki, yaratılmışlardan hiçbirine verilemez. Allah, bu isim ve sıfatların 
    her birinde de vâhid ve ferttir. Semî, basîr, habîr gibi Allah'dan başkasına 
    da verilebilen isim ve sıfatlar dahi, yaratılmışlarda bulunan noksan ve eksik 
    şekillerinden tenzih ve tecrid olunup, diğer ilâhî isim ve sıfatlardaki gibi 
    münasip bir kavram olarak ve Allah'ın şanına yakışır bir özellik kazanarak 
    O'na verilir. Onun için Fâtiha'da dahi geçtiği üzere ilahî isim ve sıfatlar 
    yalnızca lügat anlamlarıyla kalmayıp birer dinî kavram ve şer'i terim olarak 
    ve söz konusu anlamın en mükemmel ve ideal şekli kasdolunarak kullanılır. 
    "O'nun gibi hiçbir şey yoktur." (Şura 42/11) hükmüne uygun mânâlar verilir. 
    Allah Teâlâ yalnızca ilahlık ve rablık sıfatlarında değil, sıfat ve isimlerinin 
    her birinde de vâhiddir, yani tek ve biriciktir. Bundan dolayı "Rahman arş 
    üzerine istiva etti." ( Tâhâ, 20/5) gibi teşbihi andıran müteşabih sıfatlar 
    dahi hükmüne uygun düşecek şekilde tenzih edilerek anlaşılmak lazımgelir.
   İlahî isimlerin 
    hepsi mümkün olabilen sonsuz tekâmüllerin üstünde ve ötesinde en yüce kemâle 
    sahip olan Cenab-ı Hakk'ın varlığını ifade için vaaz olunmuştur. Bütün celâl 
    ve ikram sıfatlarını şahsında toplamış olan "kemâl-i a'lâ" (en yüksek kemâl) 
    ise zihnimizde canlanabilen sonradan olma kavramların mazmunu değil, medlûlüdür, 
    yani o kavramların içinde değil, üstünde ve ötesindedir. Hatta "kemâl-i a'lâ" 
    (en yüksek kemâl) bazılarının zannettiği gibi mutlak kemâl demek de değildir. 
    Çünkü mutlak en aşağıya da, en yukarıya söylenebilir, "a'lâ" ise aşağının 
    noksanlarından soyutlanmış yükseklikleri içine almış olarak a'lâdır. En güzel 
    demek, güzel demekten ibaret olmadığı gibi herhangi bir güzel demek de değildir. 
    Hiçbir güzelde bulunmayan güzellikleri şahsında toplamış olan ve hepsinden 
    üstün, tek ve yegâne güzel demek olduğu bilinmektedir. Bu bakımdan multak 
    varlığı, a'lâ varlık zannedenler yanılırlar, her duyduğunu a'lâ sanır, ona 
    sarılırlar, sonra da yokluğunu görüp darılırlar. Biz bugüne kadar meydana 
    gelmiş olan âlemlerin hepsini erişebildikleri kemâllerin bütünüyle toptan 
    bilip de o âlemlerin hepsinin kendimizde temessül ettiğini düşünsek yine de 
    "vücûd-i a'lâ"yı (en yüksek vücudu) ve kemali a'lâ" yı (en yüksek kemali) 
    bilmiş ve düşünmüş olamayız. İleride daha yüksek kemâllere doğru hareket etme 
    imkânını ortadan kaldıramayız, varlıktaki gelişme ve terakki fikrini durduramayız. 
    Kelime ile topladığımız bütün mümkün ve muhtemel kemâlleri, o sonsuz terakki 
    toplamı itibariyle elbette bugünkünden daha yüksek olacaktır. Ancak o dahi 
    "kemâl-i a'lâ" demek değildir. Çünkü zatında kendisi kendi varlığına kafi 
    gelmeyip yoklukla da ilişkili olan eksik kemâlatın bütününden ibarettir. Kemâl-i 
    â'lâ (en yüksek kemal) bunları bir taraftan yaratıp, bir taraftan yok edip 
    duran, ezelde ve ebedde bütünüyle varlığın mülkü ve saltanatı kendisinin olan 
    ve şu halde daha yükseği mümkün ve mutasavver olmayan Hak Teâlâ'nın tek zatına 
    mahsustur ki, O'nun hüviyetini kendisinden başkasıyla tanımlamak hiçbir açıdan 
    mümkün olmaz. O, bizim duyularımızla ve düşüncelerimizle çizdiğimiz şekil 
    ve suretlerin, birimlerin ve sınırların hiçbirinin çerçevesi içine girmez. 
    O, herşeyden önce iken herşeyden sonra, her şeyde zahir iken her şeyden batın 
    (gizli)dır. O'na zatında ancak "O" denilebilir. 
  İlâhî sıfatları 
    ifade eden ilâhî isimler, bize O'nun kendisini tahlil ile O'na bir had ve 
    ölçü tayin ettirecek kavramları ifade için değildir. Bizim kendi varlığımızda 
    ve kendi dünyamızda O'na olan nisbetlerimizi tahlil ederek olayların içeriğinde 
    bulunan muklaklık mertebesinin üstünde bir soyutlama ile her türlü kemâlin 
    kendisine ait bulunduğu Hakk'ın zatına delalet için ortaya konulmuştur. Meselâ, 
    ilim denildiği zaman, biz kendimizde bulduğumuz ilim kavramını bütün dereceleri 
    ile düşünerek, bildiğimiz hâdis, kesbî ve nisbî ilimden mutlak ilim kavramına 
    ve oradan herşeyi olduğu ve olacağı gibi hiç eksiksiz ve muhit (kaplamış olan) 
    ve şu halde gizli ve açık bütün kemâlatı toplamış, kadîm ve ekmel ilim kendisine 
    mahsus olan Hakk'ın zatına düşünce ve irademizi her yönüyle yöneltmemiz lâzım 
    gelir. Öyle ki, biz o ilmin içinde olduğumuz halde o, bizim ilmimizin ötesinde 
    bulunmaktadır ve herşeyi içine almaktadır. O, ancak "o"dur. Biz O'na erebilmek 
    için kendimizden geçmemiz gerekir. "Allah'ın yetmiş bin hicabı vardır, açıverse 
    sübühat-ı vechi (yüzünün tecellisi) ve celâli gözle görülebilen ne varsa hepsini 
    yakardı, yok ederdi." meâlindeki hadis-i şerifin hükmü gereğince, O'nun karşısında 
    bulunan bütün varlıklar helâk olmuş olurdu. Bunu sezmek O'nun vahid-i kahhar 
    (tek yok edici) sıfatını sezmektir. Bunu sezmek de bütün cemâl ve kemâlin 
    bilfiil O'nda gerçekleştiğini sezmektir. Zatı, sıfatı ve ef'aliyle O'ndan 
    başkasının yok, ancak O'nun var olduğunu tanımaktır. Demek oluyor ki, ilâhî 
    isimlerin her biri de bütün selbi, sübûti, celâl ve ikram sıfatlarıyla zatındaki 
    birliğine delalette birdir. Ancak bizde olan delalet yönü bakımından mertebe 
    mertebe fark ve kesret zahir olur. O, zatında bir olduğu içindir ki, zatının 
    gereği olan ilâhlığında da bir, rablığında, mülkünde, ilminde, kudretinde 
    de hep bir, celâl ve ikrama raci olan bütün sıfat ve isimlerinde de birdir. 
    Fakat bütün nisbetlerin ve hükümlerin, ilahlığının gereği ve dayanağı olan 
    sıfatlar olduğu, bütün vicdanların ve varlıkların vecd ile bağlandığı hakk 
    ve hayrın çekim merkezi, yani odak noktası olan ilâhlık sıfatında açıkça toplanmış 
    olduğu için sıfat-ı zatiyye (zatî sıfatlar) olarak ilâhlık ve vahdet her bakımdan 
    tekliği gerektirdiğinden dolayı, zat, sıfat ve esma, ne yönden ele alınırsa 
    alınsın vahdet-i kâmileyi (tam birliği) icabettirir. Bütün sıfat ve isimleri 
    içine alan Allah ism-i celîli de bu bakımdan zatın ismi olduğundan, "Allah 
    birdir" denilmekle, zat, sıfat ve isimler açısından herbirinde ayrı ayrı olarak 
    ve hepsi toptan kastedilerek ilâhlıktaki birlik bütün gerekleriyle birlikte 
    ifade edilmiş olur. Böyle olunca da O, zatında tektir, mevcudiyetinde tektir, 
    rablığında tektir, yaratıcılığında tektir, diye teker teker saymaya gerek 
    kalmaz. Yine bundan dolayıdır ki, ilâhiyetinde vahdâniyete iman edilmedikçe, 
    imanın şartı olan tevhid yapılmış ve yerine getirilmiş olmaz. Yalnızca zatında 
    birdir veya varlığında birdir, Rablığında birdir, diye marifet imana kâfi 
    gelmez. Yani denmiş olmaz. Yine aynı şekilde Allah zatında bir kabul edilmeyerek, 
    ilahlığında birdir, demek de zatında ve ilahlığında ayrı ayrı şirk koşmaktan 
    başka bir anlama gelmez. 
  Hasılı "Allah 
    birdir" demek, gerek zatı, gerek sıfatları, gerek isimleri hangi açıdan ele 
    alınırsa alınsın hep birdir, hiçbir şekilde ortağı olmayan bir tek hakikattır. 
    O'nun için ilâhlık O'na mahsustur. O, ilâhlığında da gerçek anlamda ve zatî 
    birlikle birdir, demek olur. Şu halde O'nu birçok isimler ve sıfatlar ile 
    tanımaya çalışmak O'nun zatında çokluğunu kabul etmek veya O'nun zatına bir 
    benzer isnad etmek anlamına gelmez. Onu vahdet özelliği ile tanımak da O'na 
    bir sınır ve ölçü belirlemek demek değildir. Allah birdir, demek, O'ndan başkasının 
    tanrılığını reddeden bir selbi sıfattır. Allah'ın birliği, sayı olarak ikinin 
    yarısı anlamına gelen bir cinsinden, yani sayısal anlamda bir demek değildir. 
    Sayı, ancak O'nun yarattığı mahlukatı ve mülkü için geçerlidir ki, bütün yaratılmışlar 
    O'nun bir emriyle var, bir emriyle yok olabilen nisbî ve izafî varlıklardır. 
    Bilindiği gibi sayı, yani kesret iki ile başlar ve sonsuza kadar sürer gider. 
    Sayıların hepsi de birer adettir, yani kırksekiz dediğimiz zaman, ikiden sonsuza 
    kadar olan sayılar içinde bu bir tanedir. Ancak buna kesrette vahdet diyoruz. 
    Bunların hepsinde kesir de mümkündür, nisbet de mümkündür, benzerlik de mümkündür. 
    Sayılar eşyaya sıfat oldukları vakit, başka cinslerden benzerleri de söz konusudur. 
    Mesela; Bir okulda iki tane kırksekiz öğrenci mevcutlu sınıf olabilir. Bütün 
    sayılarda çarpma, bölme, toplama ve çıkarma dediğimiz dört işlem yapılabilir. 
    Kesirlere ayrılabilir. Mesela; bir bölü iki, bir bölü üç, vs. gibi kesirlere 
    ayırdığımız vâhidlerin hepsi kaynaklarına göre ele alınan sayı cinsinden vahid 
    (bir)lerdir. Bir de adetlerin başlangıcı olan vâhid vardır ki, bunda kesir 
    ve bölünme mümkün değildir, çarpma ve bölme gibi işlemler de mümkün olmaz. 
    Fakat eşitini veya benzerlerini ona ekleyerek bir toplam yapmak mümkün olur. 
    Kendisi sayı olmamakla beraber sayıdan bir bölüm (cüz) olabilir. Çoğulu mümkün 
    demek de cinsi mümkün demektir. Cinsi bulunamazsa tek olur. Herhangi bir şekilde 
    sayı sayarken bir diye başladığımız bu "bir" kendisi sayı olmamakla beraber, 
    sayıların başlangıcı, yani birincisi olmak bakımından hesaplarken sayı gibi 
    ele alınır. Buna sayı demek mecaz olsa da sayısal sistemde "vâhid" demek hakikat 
    anlamı taşır. Bu da nisbî vâhid demek olduğundan birim dahi tabir olunmuştur. 
    Şu halde sayı anlamına "vahid" denildiği zaman, içinde parçası veya dışında 
    benzeri mümkün olan bir vâhid demek olur. Bu anlamda çoklukta teklik herşeyde 
    bulunabilir. Bu ise en mükemmel anlamda gerçek vahdet değildir. Allah Teâlâ'nın 
    birliği ise ne içinde, ne dışında çok ve benzer bulunmayan, her bakımdan ortaklığı 
    ve bölünmeyi reddeden bir birliktir. O'na evvel demek, ikincisi var değil, 
    kendisinden öncesi yok demektir. O'na âhir demek öncesi var demek değil, sonrası 
    yok demektir. Bundan dolayı O'nun hakkında "evvel" ve "âhir" isimleri birlikte 
    söylenmelidir. O'na adedde anladığımız anlamda "mebde", yani başlangıç demek 
    de doğru değildir. O kendisine benzer bir ikincisinin başlangıcı, yani Âdem 
    aleyhisselâm gibi bir soyun ilk atası gibi değildir. Allah'ın güzel isimlerinde 
    "mebde" ismi varid olmamıştır, "mübdî" ve "muîd" ismi varid olmuştur. Sayılmaya 
    kalkışılacak olursa, ona bir denilir ve orada kalınır. O her bakımdan bir, 
    hep bir, hep tektir. "Allah var, ve O'nunla birlikte başka bir şey yoktu." 
    ve "şimdi de olduğu gibidir". İmam-ı Azam, Fıkh-ı Ekber adlı eserinde, Allah 
    Teâlâ "sayı yönünden" değil, "eşi, benzeri olmaması yönünden birdir" demekle 
    bu anlamı dile getirmiştir. Şeriki nefyetmek, eşiti ve karşıtı da nefyetmektir. 
    Yine bundan dolayı Keşşaf sahibi de "Allah tektir", ikincisi de yoktur, diyerek 
    tefsir eylemiştir ki, ne gizli olarak ne de açıkça O'nun dışında bir ikincisi 
    yoktur demektir. Bütün tefsirlerde sayı bakımından "bir" demek olmadığına 
    dikkatle tenbih olunmuştur. 
  Yine Fahreddin 
    Razî, tefsirinde der ki: Marifetullah hazırdaki cennettir. Zira cennet senin 
    aklına ve arzuna uygun olan nail olmandır. Onun içindir ki, Âdem'in aklına 
    ve arzusuna ters düştüğünde cennet, kendisine cennet olmamıştı. Yine onun 
    içindir ki, kabir, mümine zindan değildir. Çünkü onun aklına ve arzusuna uygun 
    olan kendisine orada hasıl olmuştur. 
  Bunun açıklaması 
    şöyledir: Akıl, iyilikler kendisine tevdi olunacak güven ister, şehvet de 
    kendisinden lezzetli şeyler istenecek bir zengin ister. Daha doğrusu akıl 
    yüksek himmet sahibi bir insan gibidir, efendisinden başkasına bağlılık göstermez, 
    heva ise bir otlakçıya benzer ki, bir zengini gördüğünde belki bir ihsanına 
    nail olurum ümidiyle neşelenir. Daha doğrusu akıl geçmiş nimetlere şükretmek 
    için efendisini tanımak ister, heva ise ondan beklenecek nimetlere istek duyduğu 
    için onunla tanışmak ister. İkisi de onu istedikleri gibi âlim ve gani, yani 
    bilgili ve zengin olarak tanıyınca ona sarılırlar. Akıl ben senden başkasına 
    şükretmem der, şehvet de ben senden başkasından dilenmem der. Sonra da şüphe 
    gelir, "Ey akıl, şükrü yalnızca ona nasıl tahsis ettin? Belki onun gibi bir 
    başkası daha vardır! Ey şehvet, yalnızca ona nasıl bağlandın? Belki onun gibi 
    bir başka kapı daha vardır!" der. Bunun üzerine akıl hayrete düşer, huzuru 
    ve rahatı kaçar. Bunun üzerine akıl eski rahat ve huzuruna kavuşmak için, 
    şüpheden kurtulmak üzere delil aramak üzere istidlâl âleminde seyahat etmek 
    ister. "Hakka hidayet edecek olan ise ancak Allah'dır". İşte Allah kuluna 
    hidayet etmek, hizmeti ve şükrü ile meşgul olma lezzetini bulandırmamak için 
    Peygamberini göndermiş ve ona kendinden söyleme, doğrudan doğruya benim sadık 
    olarak bildiğim şu kelâmımı söyle! diyerek "De ki, O Allah tekdir." buyurmuş, 
    birliğini sana işitme yoluyla haber vererek bildirip araştırma ve delil peşinde 
    koşma zahmetinden seni kurtarmıştır. 
  2. Allah o 
    sameddir. O hep bir, herşey kendisinin ve her dileğin mercii, hiç eksiksiz 
    herşeyin amacı ve muksûd-i küll (herkesin isteği) olan şanlı uludur. Ve gerçekte 
    en mükemmel ve tek samed ancak O'dur. 
  Samed: Bu 
    isim hakkında lügat açısından ele alınacak esaslı iki ayrı anlam rivayet edilmiştir. 
    
  Birincisi; 
    hamd vezninde "samd" masdarından masmud-i ileyh, yani maksatların doğrudan 
    doğruya kendisine yöneldiği maksûd anlamına olmasıdır. "Samede samdehu" deyimi 
    bilinmektedir ki, dasdoğru, düpedüz, hiç sapmadan ona kasd ve teveccüh etti, 
    demektir. Bilindiği gibi, kasıtta bir noktaya doğrudan doğruya yönelme anlamı 
    vardır. Bu anlama göre, bir kavmin ulusuna, yani yönetim ve ihtiyaçlarında 
    kendisine başvurulan ve daha üstünü bulunmayan en büyüğüne "kavmin samedi" 
    adı verilir. Ve mutlaka kadri yüce, şerefi yüksek, şanlı anlamına gelir ki, 
    masmudun gerektirdiği mânâdır. 
  İkincisi de 
    hiç boşluğu olmayan, eksiği gediği bulunmayan, nüfûz edilemeyen şeye denilir 
    ki, bu da nusmet demektir. Buna bizim dilimizde "som" adı verilir. Nitekim 
    bizim lehçemizde "som, yekpare, salt, kavi, bütün, içi dolu" anlamına som 
    altın, som gümüş, som abanoz, som pelesenk gibi tabirler kullanılır ki, bütün 
    bunlarda karışık olmayan, kaplama bulunmayan, saf ve halis anlamları ifade 
    edilmek istenir. Bu anlamda "samed" tıkamak anlamına gelen samd masdarı ile 
    de ilişkilidir. Şişenin tıkacına sımad denilmesi de bundandır. Buna göre "samed" 
    olan kelimenin sonundaki "dal" harfi "ta" harfinden dönüşmüş demektir. Bundan 
    lâzım gelen mânâ da daim ve bâki demek olur. Savaş zamanında asla susamaz 
    ve acıkmaz, yani açlığa ve susuzluğa dayanıklı olan kimseye denildiği gibi, 
    mutlak anlamda yemez, içmez anlamına da kullanılır. 
  Fahreddin 
    Râzî der ki: Lügat ehli olanlardan bazı sonrakiler, toz kabul etmez, bir şey 
    girmez, bir şey çıkmaz, emles, yani yalabık taşa da samed denildiğini söylemiştir 
    ki, bu da bizim "som kaya, som mermer" deyişimize uygundur. 
  Tefsir âlimlerinin 
    çoğu, ta yukarıda da işaret olunduğu üzere, birinci mânâdan olarak sıfat-ı 
    sübûtiyye olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da ikinci mânâdan sıfat-ı selbiyye 
    olduğunu nakletmişlerdir. Başkaları da hem sıfat-ı sübûtiyye, hem de sıfat-ı 
    selbiyye mânâlarını gözeterek tefsir etmişlerdir ki, bunda her iki mânâyı 
    da dikkate almak bulunmaktadır. En doğrusu da budur. Bunu çift anlamlı bir 
    sözün her iki gerçek anlamını birden murad etmek şeklinde değil, ilâhî isimlerde 
    nihâî maksat olmak bakımından iki mânâdan hangisine hamledilirse maksada uygun 
    olacağı cihetle genel bir mecaz olarak ikisinin de en mükemmel olan lâzımını 
    irade tarikiyle birleştirilmesidir. İbnü Cerir Mücahid'den, Hasen'den ve İkrime'den 
    samed yani "içinde boşluk olmayan" demektir diye, Saîd b. Müseyyeb'den "ahşası 
    yok" yani haşvi olmayan diye, Şa'bi'den "Yemeyen, içmeyen" diye, yine İkrime'den 
    ve daha bazılarından da kendisinden birşey huruc etmez, diye rivayet etmiştir(1). 
    Bu arada en yüksek rivayet Abdullah b. Büreyde'nin, herhalde Hz. Peygember'e 
    ref'etmiştir biliyorum. "Samed içinde boşluğu olmayan"dır, dedi diye vaki 
    olan bir rivayettir. Türkçe'de bu mânâlar "eksiksiz, gediksiz, deliksiz, katıksız 
    som diye ifade olunabilir. Bu hiçbir şeye muhtaç olmamaktan, gınâyı tamdan, 
    kemâl-i a'lâdan kinaye olmuş olur. Ebu'l-Âliye ve Muhammed b. Ka'b gibi bazıları 
    da bunun mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Rabî b. Enes'den, kendisine âfat 
    arız olmayan; Mukâtil b. Hayyan'dan, kendisinde hiç kusur ve ayıp olmayan; 
    İbnü Keysan'dan yaratılmışlardan hiçbirinin sıfatıyla sıfatlanmayan diye rivayetler 
    de bulunmaktadır. Hasen'den ve Katade'den rivayet olunduğu üzere bazıları 
    da "lem yezel velâ yezâl, yani fânî olmaz, bâkî ve dâimdir demişler. İbnü'l-Enbarî 
    demiştir ki, lügat ehli arasında samed "İnsanların iş ve ihtiyaçlarının görülmesinde 
    kendisine başvurduğu, yani doğrudan doğruya maksut ve mutlub olarak kendisine 
    müracaat ettiği ve sığındığı kimse ve daha üstü bulunmayan en büyük yetkili, 
    efendi" demek olduğunda ihtilâf yoktur. Zeccac da "Samed, sûded, yani ululuk, 
    kendisinde son bulan, kendisine samd olunan, yani her şey kendisine dayanan, 
    maksut ve merci olandır." demiştir.
   Ali b. Ebi 
    Talha, İbnü Abbas'dan şöyle rivayet eylemiştir: Samed, sûdedinde kâmil olan 
    seyyid, şerefinde kâmil olan şerif ve azametinde kâmil olan azîm ve hilminde 
    kâmil olan halîm ve ilminde kâmil olan alîm ve hikmetinde kâmil olan hakîm, 
    velhasıl şeref ve ululuk nevilerinin hepsinde en mükümmel olandır. 
  Ebu Hüreyre'den 
    "herkesten müstağni ve herkes kendisine muhtaç", Said b. Cübeyr'den, bütün 
    sıfatlarında ve işlerinde kâmil; Süddî'den rağbet edilen şeylerde istenen, 
    musîbetlerden sığınılan, Caferi Sadık'dan mağlup olmayan galip, Hüseyn b. 
    Fudayl'den, "Dilediğine hükmeder, dilediğini yapar." yani hükmünü kontrol 
    edecek, icraatını engelleyecek yok, diye rivayet edilmiştir. Yine İbnü Cerîr 
    Ebu Caferi Taberî der ki: Arab'ın anlayışında samed Yani "Kendisinden daha 
    üstün kimse bulunmayan ve en önemli işlerde kendisine başvurulan seyyid" demektir. 
    Gerçi ileri gelen eşrafına da seyyid adı verirler, şâirin şu beyti buna misâl 
    olarak gösterilebilir: 
  "Esed oğullarının 
    en hayırlı iki kişisinin, yani Amr b. Mesud'un ve sıkıntılı zamanlarda kendisine 
    başvurdukları efendilerinin ölüm haberini veren haberci acele etti." 
  Zibrikan da 
    demiştir. Böyle olunca kelimenin yorumunda evlâ olan Kur'an'ın nâzil olduğu 
    lehçede bilinen mânâdır. İbnü Büreyde'nin babasından rivayet ettiği hadis 
    sahih olsa bütün görüşlerin en sıhhatlısı ve evlâsı o olurdu. Çünkü Resulullah 
    (s.a.v.) Allah Teâlâ'nın muradını ve indirdiğinin mânâsını herkesten daha 
    iyi bilir. 
  Ragıb da der 
    ki: Samed emirde masmud-i ileyh olan seyyiddir. Ve "samede samdehu, kasede 
    kasdehu" doğruca ona kasdetti, doğrudan doğruya ona yöneldi demektir. Bir 
    de denilmiştir ki, samed ecvef olmayan yani içinde boşluk bulunmayandır. Ecvef 
    olmayan ise iki türlüdür: Birisi insandan aşağı, öbürü de insandan yücedir. 
    Allah Teâlâ ile melekler gibi. "Allahussamed" kavliyle maksad da o bir takımlarının 
    ilâhlık isnad ettikleri kimselerin hilafına olduğuna dikkat çekmektir. Kur'an 
    âyetinde "O'nun annesi de sıddîka (dosdoğru) idi, ana oğul her ikisi de yemek 
    yiyorlardı." (Mâide, 5/75) buyurulmakla bu mânâya işaret olunmuştur. Çünkü 
    hıristiyanlar Hz. İsa ile annesine ilâhlık isnad etmişlerdi, onları red için 
    "İsa ve anası yemek yerlerdi" diye ihtiyaca mahkum olduklarını ve hades sahibi 
    bulunduklarını ve bu yüzden de ilâh olamayacaklarına tenbih edilerek Maide 
    Sûresi'nde "Her ikisi de yemek yerdi." (Maide, 5/75) buyurulmuştur. Bunun 
    gibi burada da Allah'ın eksiksizliğini açıklamak üzere buyurulmasında söz 
    konusu mânâya bir tenbihte bulunulmuştur. yani "içinde boşluk yoktur, karnı 
    yoktur" diye tefsir olunması da aslında O'nun yeme ve içmeden münezzeh olduğuna 
    tenbih içindir. Tefsirlerde anlamını tercih edenler, bu inceliğe dikkat çekmek 
    için tercih etmişlerdir. Bu anlamda "samed" yalnızca sıfat-ı selbiyyeden olmuş 
    olur. Bununla beraber cevfi, yani boşluğu, eksiği ve ihtiyacı olmamak, tam 
    anlamıyla eksiksiz olmak, mutlak ğınadan kinâye olarak sübûtî sıfatları da 
    içine alır. Ancak kendi eksiği ve ihtiyacı olmamak muhtaç olanların ihtiyaçlarını 
    görmek ve işlerinde onların mercileri ve maksutları olmak yüceliğini açıkça 
    dile getirmiş olmaz. Önceki mânâ bunu açıkça belirlemekle sıfat-ı sübûtiyyenin 
    kemâlatını gerektirdiği gibi eksiksizliğin gereği olan anlamları da içine 
    alır. Lügat bakımından da bu mânâ daha çok bilindiğinden pekçok tefsir âlimi 
    bunu tercih etmişlerdir. Onun için "Keşşaf" sahibi şöyle demiştir: Samed kasdetmek 
    anlamına den "fâil bi'l-mânâ mef'ûl" olup ihtiyaçların karşılanmasında son 
    merci olan efendidir. Ve mânâ şudur: O, şu gördüğünüz gökleri ve yeri ve de 
    sizleri yaratan hâlikınız diye ikrar ettiğiniz Allah'dır. O vahid ve ilâhiyyet 
    ile teferrüd etmiştir, O'na ortaklık edilemez, O her yaratılmışın doğrudan 
    doğruya yöneldiği ve muhtaç olduğu maksuddur. O'ndan istiğna edemezler, O 
    ise onların hepsinden müstağnidir. İbnü Sina da gınayı tam ile mebde-i küll 
    ve gaye-i küll mânasına almış ve "İşarat" adlı eserinde ğaniyi şu anlamda 
    tarif eylemiştir: Bilir misin ğanîy nedir? Tam ğanîy zatında ve sıfatında 
    kendisinin dışındaki herhangi bir şeye muhtaç olmayandır. Zatının gayrisinden 
    sadır olan fiillerin hiçbiriyle etkilenmez. Şu halde zatının veya zatından 
    sudur eylemiş bulunan güzellik gibi bir hâlin, ilim ve âlimiyyet veya kudret 
    ve kadiriyyet gibi bir izafeti bulunan bir halin tamam olması için kendi dışında 
    başka bir şeye muhtaç olan tam ganî değil, kesbe muhtaç bir fakirdir. Başkasının 
    O'na nisbeti itibariyle mülahaza olunan ve izafat-ı mahzadan ibaret olan sıfatına 
    ilişkin şeyler, ğınayı tammeye halel vermez. Zira bunlarda fakir olan O değil, 
    O'na muhtaç olan başkalarıdır. Demek ki, o yaratıcı olmak için yaratılmışlara 
    muhtaç değil, mahluklar ona muhtaçtır. O âleme muhtaç değil, âlem O'na muhtaçtır. 
    Her şeyin maksudu (amacı) O'dur. Kendisinin maksûdu da kendisidir. O başkasıyla 
    tekemmül etmez, başkası O'nunla tekemmül eder. Bundan dolayı O'nun iş ve eylemlerinde 
    hikmetler, maslahatlar ve maksatlar aranabilir, fakat bunların hiçbiri O'nun 
    açısından bağlayıcı, kesin ve değişmez şeyler değildir. İşte bundan dolayıdır 
    ki, "evvel" ve "âhir" O'dur. Bir de ğınay-ı tam, zatında hiçbir değişiklik 
    kabul etmeyendir, diye tabir olunur. 
  Muhyiddin 
    Arabî de "Fütuhat-ı Mekkiyye"sindeki esmâ-i hüsnânın (Allah'ın güzel isimlerinin) 
    açıklamasında "Samed" ismi hakkında der ki: 
  Hazreti Samediyyenin 
    pekçok tafsilatını "Mevakîu'n-Nücûm" kitabımızda uzvî kalpde tecellî-i samedanîde 
    beyan ettik. Bu kitapta da ondan lâyık olan kadarını inşaallah zikredelim: 
    Bu hazret iltica ve istinad Hazretlerindendir ki; herhangi bir emre muhtaç 
    olan her fakîr ona iltica eyler. Zira bilir ki, muhtaç olduğu şey bu hazrettedir. 
    Şu halde bu hazretin ğınası, kendisine muhtaç olunan bu işler iledir. Samed 
    anlamının içinde "Muhakkak ki Allah alemlerden müstağnidir." (Âl-i İmran 3/97) 
    buyurulan ğınay-ı nefsî var mı, yok mu? Buna bu konuda ihtiyaç duyulmaz. Bu 
    hazrette ihtiyaçlarının giderilmesini bekleyen fukaranın fakirliğine sebep 
    olup da muhtaç oldukları işler onun katındaki hazinelerde var mıdır? Önemli 
    olan bunu bilmektir. Nitekim "Hazineleri bizim yanımızda olmayan hiçbirşey 
    yoktur." (Hicr 15/21) âyeti bunu açıklamıştır. İşte gerçekte samed bu hazretin 
    aynıdır, başka değildir. Hak Teâlâ katında her şeyin mutlaka hazineleri vardır 
    ve bundan dolayı da O Samed'dir. Lakin o hazineler değişmez bilgiler (malûmat-ı 
    sabite)den ibarettir. Çünkü onlar O'nun katında sabittir. O, onları bilir 
    ve görür ve bütün içindekileri de görür, bildiği ve gördüğü içindir ki onlardan 
    dilediğini vücuda getirir, açığa çıkarır, dilediğini de bırakır. Onlar O'nun 
    hazinelerinde olmakla onlara sınır ve miktar hayal edilir, halbuki sonlu ve 
    sınırlı değildir, sonsuzdurlar. İşte fakirler fakiri o hazinelerde gizli kalmış 
    olan varlıklardır. Çünkü onlar o hazinelerden açığa çıkmak ve gerçek varlık 
    âleminde görünmek isterler ki, kendilerini aynen ve zevken görsünler. Çünkü 
    onların vücuda çıkarılanlarında olduğu gibi, henüz icad edilemeyenlerine muhtaç 
    olma sürekli kılınmıştır. Bundan dolayı mevcut olan da henüz mevcut olmayana 
    vekaleten Allah'ın onu icadına aynı şekilde muhtaçtır: 
  Mevcut olan 
    o hazinedekine, vücuda gelmeye muhtaç bulunması hususunda yardımcı gibidir. 
    Ve bu ihtiyaç insanın yanında olmayan bir şeyi, o hazinelerden istemesi, yani 
    yanında olmasını istemesi ve bu isteği kendi içinde ve vicdanında duymasıdır. 
    Şunu bilmeli ki; Cenab-ı Hak katındaki hazineler iki türlüdür. Bir nevi, varlık 
    âlemine çıkmak üzere olan hazâin-i vücûdiyyedir. Mesela, Zeyd'in yanındaki 
    bir şey, bir mal, bir at, bir cariye veya bir uşak, bir ev veya bir kumaş 
    veya herhangi bir şey olabilir. İşte Zeyd o şeyin hizanesidir, o şey de mahzûnudur. 
    Aslında her ikisi de Allah katındadır. Çünkü varlıkların hepsi Allah'ın elindedir. 
    Şimdi Amr, Zeyd'in yanındaki o şey her ne olursa olsun, onun kendi yanında 
    olması için Allah'a muhtaç ve müftekir olur. Allah da o şeyi ona bağışlamayı, 
    satmayı veya ondan hoşlanmayıp kurtulmayı Zeyd'in kalbine ilham eder de onu 
    Amr'e verdirir. İşte bunun gibi herşey Hakk'ın katındaki hazinelerdendir. 
    Bütün âlem hep bu şekilde birbirinin hem hazineleri, hem de kendisi aynen 
    bekçisidir. Buna göre âlem bütünüyle saklanacak şeylerin hazinesi ve bir hazineden 
    bir hazineye dönüp dolaşmasıdır. Ondan hiçbir şey ait olduğu hazinenin dışına 
    indirilmez, hepsi Allah'ın indinde koruma altındadır. Bütün hazineler ve hazine 
    bekçileri Allah'ın olduğu için gerçekte âlem onun içinden hiçbir şeyin dışarıya 
    çıkmadığı bir tek hazine durumundadır. Çünkü hepsi de Allah'ın elinde ve O'nun 
    katındadır. Bundan dolayıdır ki, her konuda iltica olunacak ve başvurulacak 
    Samed ancak O'dur. Mütevekkil olanlar tevekkül ettikleri şeye tevekkül etmeleri 
    halinde o Samed Hazretine tutunurlar. Kimi Allah'a tevekkül eder, kimi de 
    o esbaba tevekkül eder. Şu kadar var ki, esbab (sebepler) kendilerine sarılan 
    ve sığınanlara çok kere hainlik eder. Hak Teâlâ ise kendisine sığınıp tevfiz-i 
    umûr edeni (işlerini ısmarlayanı) muhakkak selâmete çıkarır. Bütün hazineler 
    O'nun katında olduğu, senin de o hazinelerden biri olarak yine O'nun mülkü 
    bulunduğunu bilirsen kalbin O'na güvenmiş olacağı için O senin yanında, sen 
    O'nun yanındasın demektir. O halde sende de Samed'den bir nasip vardır. Çünkü 
    Allah'a marifet ancak senin hâdis varlığınla mümkün olur. Bundan dolayı söz 
    konusu hâdis marifette O seni kasteder. O hâdis marifet ancak seninle açığa 
    çıkar, ancak seninle açığa çıkan şeyde ise samed sensin demektir. Bu sana 
    ve senin kendisi için husule geldiğin zata bu mertebe bu Hazretten sana da 
    hasıl olmuştur. Lakin Rabb'in yasağında dur, onu iyi düşün. Namazda kıblene 
    sütre yapacağın şey hakkında Resulünün dili üzere buyurduğunu iyi düşün> ki, 
    o şeyi sağa veya sola biraz meyil ettiresin de onu amaç edinmeyesin, yani 
    o sütreye doğrudan doğruya meyledip, düpedüz onu kastetmeyesin ve ona teveccüh 
    etmeyesin. Bu senin gayret-i ilâhiyyendendir. O, kendisinden başkasına doğrudan 
    doğruya samd ile kasd ve teveccüh gösterilmesini istemez. Maamafih bunda fiil 
    ve olmada dahi bir bakıma samediyyeti isbat vardır ve işte şeriat sahibinin 
    işaret eylediği bu kadarı müminin samediyyetten nasibidir. Cahil doğrudan 
    doğruya sebeplere kasd ve teveccüh eder, onlara bel bağlar da, biraz sağa 
    veya biraz sola meyille ilgili kaziyyenin aksine hareket eder, sütreyi Hakk'ın 
    samedaniyyeti yerine koyar. Halbuki Peygamber efendimiz, ancak sütrede sağa 
    veya sola meyletmeyi meşrû kılmıştır. Çünkü sütre sebeptir. Sağ ile kuvvetli 
    sebebe, sol ile de zayıf sebebe tevessülü tenbih eylemiştir. Allah'dan külliyet 
    ile çıkan sebep sahib-i yeminidir yani kuvvetli sebeptir. Hakk'a teveccühte 
    onun diğer sebeplere tercihan sağa, sağ başa alınması ve önde tutulması meşrûdur. 
    Hak'dan kendisine bir burhan, bir bârika (şimşek) gelmiş olan kimsenin sebebe 
    itimad etmesi zayıftır da, o sebebi sol tarafa almıştır. Zira sebebi isbat 
    etmek gereklidir, bununla beraber onun kasdı ve yönelişi doğrudan doğruya 
    Allah'adır. "Yoktur samed olacak, Allah'dır ancak". Şunu iyi bil ki, bütün 
    bunlarla sana nasihat eyledim ve tenbihte bulundum. "Ve Allah doğruyu söyler 
    ve doğru yolu gösterir." (Ahzab, 33/4). 
  Samed ism-i 
    şerifi konusunda doğrudan doğruya kasıt ve sığınma mânâsının hakiki ve izafî 
    yönlerini bütün incelikleriyle anlatan Şeyh'in bu açıklamasını anlayabilecekler 
    için insanlık marifet ve vazifesinin Hakk'dan başka hedefi olmamak lazım geldiğini 
    tebarüz ettirmesi bakımından cidden güzel bir nasihattır. Bu açıklama Samed 
    ism-i şerifinin, kulların ihtiyacı açısından "bütün ihtiyaçlarda masmûd-i 
    ileyh" mânâsının izahıdır. Masmûd-i ileyh olmakta iltica ve istinad olunmak 
    anlamı, bunun için de gına, yani zenginlik bulunma anlamını gerekli kıldığndan, 
    Şeyh açıklamasında bunu tebarüz ettiriyor. Bunlar güzeldir. Ancak iki önemli 
    noktaya dikkat çekmek gerekiyor: Birisi ğına konusunda "Muhakkak ki, Allah 
    âlemlerden müstağnîdir." (Ankebut, 29/6) âyeti gereğince sıfat-ı selbiyye 
    olan "ğına-yı nefsî"yi mülahazaya ihtiyaç duymamıştır. İkincisi de "Hazineleri 
    yanımızda olmayan hiçbir şey yoktur..." (Hıcr, 15/21) mânâsıyla sıfat-ı sübûtiyye 
    olan ğınayı mülâhaza ettiği halde bunda hem her şeye mâlik olmak, hem de her 
    birinden birer tane olarak bütününün birden hazinesine mâlik olmak şeklinde 
    değil de, her birinin sonsuz hazinelerine mâlik olmak mânâsı açıkça belli 
    ve bunda da ğına-yı nefsî mânâsı daha belirgin iken, Şeyh muhtaç olunan şeylerden 
    birine veya birkaçına mâlik olmayı samediyyet mefhumunun izahı için yeterliymiş 
    gibi göstermiştir. Bundan dolayıdır ki, yaratılmışlar ve sebepler âleminde 
    bir yönüyle de olsa kısmî bir samediyyet mülâhaza etmiştir. Halbuki samediyyet 
    yalnızca bazı ihtiyaçlarda maksud ve hedef olmak demek değildir. Bütün ihtiyaçlarda 
    hedef ve son merci olmaktır. Bundan dolayı sözlük anlamını açıklayanlar, hem 
    müntehelcümû (çoğulların sonu) anlamıyla bütün ihtiyaçlarda masmûdiileyh (kendisine 
    muhtaç olunan) diye tasrih etmişler, hem de "Üstünde hiç kimse yok" kaydına 
    tenbih eylemişlerdir. Ayrıca "O öyle bir seyyiddir ki, seyyitlik kendisinde 
    son bulur." demekle de reislikte sınır olan ekmeli dile getirmişlerdir. Hasılı 
    Samed sözünde bizim "som" tabir ettiğimiz şeyde olduğu gibi, bir tamlık ve 
    eksiksizlik anlamı vardır. Bundan dolayı kasd anlamına kullanıldığı zaman 
    da maksuddaki kusursuzluğu ve mükemmelliği ifade eder. Halbuki ğına-yı nefsî 
    yani istiğna-yı zatî bulunmadan ğına-yı tam da bulunmaz, son olma söz konusu 
    olmaz. Ğınayı tam bulunmayanda hazinelerine kendisinin ihtiyacı var demek 
    olacağından cimrilik tasavvur olunabilir, ondan atâ ve ihsan umulmaz. Ayrıca 
    ğına-yı nefsîsi olmayanda tam izzet de bulunmaz. Mağlup edilmek, izin ve müsaadesi 
    olmadan hazinelerindeki cebren alınmak, hatta kendisi ortadan kaldırılıp yok 
    edilmek de mümkün olur. O halde bizzat maksud ve sığınılan kendisi olamaz 
    ve "O'ndan başkası doğrudan doğruya kastedilmez." mânâsı da gerçekleşmiş olmaz. 
    Bundan dolayı Ebu Hureyre'den gelen bir rivayette "Herkesten müstağni, herkes 
    kendisine muhtaç" diye istiğna-yı tam tasrih olunduğu gibi, Keşşaf ve İbni 
    Sina da buna işaret eylemişlerdir. Fakat Muhyiddin Arabî sadece tam mânasıyla 
    hakiki samediyyeti değil de ilâhî hazinelerden olan samediyyeti sonradan olma 
    marifet açısından Allah'ı tanımak için delil olarak ele almış, varlık ve sebepler 
    âleminde, özellikle insanın kendisinde bir bakıma maksud olan nisbî ve izafî 
    samed mânasını dahi anlatmak istediği ve örfte buna da samed denmek söz konusu 
    olduğu cihetle bunda ğına-yı nefsî mülâhazasına lüzum görmemiş ve ihtiyaç 
    bulunan bir emrin bulunması mânâsıyla samediyyetin Allah'a mahsus olduğunu, 
    "Hepsi Allah'ın elinde ve hepsi Allah'ın yanındadır, her zaman ve her işte 
    iltica ve itimad edilecek samed ancak O'dur, sebepler kendisine güvenenlere 
    çoğu zaman hıyanet eder." diye ihtarda bulunmuştur. Varlık ve sebepler âleminde 
    bulunan bir bakıma samediyyet nasibi ile samediyyet iddia olunmaktan ve ona 
    samed denilmekten de nehyetmiştir. Küllî veya cüz'î sebebi ihmal etmemek, 
    külliyetine veya cüziyyetine göre ona kuvvetli veya zayıf meylin meşrû olduğunu 
    söyleme ile beraber Allah'dan başkasına tam bir bağlılıkla güvenmemeyi ve 
    yönelmemeyi, namazdaki kıble ve sütre meselesini bütün işleri için örnek tutarak, 
    sebepleri bazan sağa, bazan sola alarak bütün varlığıyla kasd ve niyyetini 
    doğrudan doğruya Allah Teâlâ'ya doğrultmak gereğini tenbih ve nasihat eylemiştir. 
    Bununla yüce sözündeki kasrın manâsına da işaret eylemiştir zira burada mârifedir. 
    Müsnedin marife olması da kasr ifade eder. Bunun mânâsı sizin samed denince 
    anladığınız, tanıdığınız, kasdettiğiniz hakikat bütün yönleriyle Allah'a mahsustur, 
    demek olur. Bu takdirde Allah'dan başkasına samed denilemez. Ve "lâm-ı tarif" 
    ahd-i cinse yüklenmiş demek olur. Fakat lâm ahd-i haricîye yüklenmek daha 
    uygundur. Bu takdirde ise samed denilince daha üstünü tasavvur olunamayacak 
    şekilde her zihinde şimşek gibi çakacak olan en mümtaz mânâsıyla belli bir 
    tek samed vardır, o da Allah'dır, demek olur. Bu ifadede mutlaka samed isminin 
    Allah'a kasrı yoktur. Allah'tan başkasına da herhangi bir yönden samed denilebilir. 
    Nitekim Arapça'nın kullanılışında da böyledir. Ancak burada "en mükemmel" 
    mânâsıyla ve ehadiyyet vasfı ile sıfatlanmış olarak Allah'ın isimlerinden 
    bir isim olarak O'na mahsus olur ki, İbnü Esir, "Nihaye"de bu mânâları şöyle 
    özetlemiştir: Allah Teâlâ'nın isimlerinden olan Essamed, suvded kendisinde 
    son bulan seyyiddir, seyyidliği de daim ve bakîdir, denilmiştir. yani "içinde 
    boşluk bulunmayan" da denilmiş, ayrıca "O ki bütün ihtiyaçlarda kendisine 
    yönelinen" de denilmiştir. Bu anlamda samed maksûd demek olur. Hz. Ömer'in 
    şu hadisi de ondandır: "Ensabı, yani nesebleri öğrenip de onlara ta'netmekten 
    sakınınız, canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki: Şu kapıdan ancak 
    samed olan çıksın desem pek azınız çıkardınız". Bu sözde samed suvdedinde 
    müntehi olan, yani efendiliğinde, şeref ve haysiyetinde, yahud beyliğinde 
    son dereceye yükselmiş olan demektir, yahut ihtiyaçlarda kendisine başvurulan 
    ve kendisi kimseden birşey beklemeyen demektir. Muaz b. Cemuh hadisinde Ebu 
    Cehl'in katli olayında "Onun için samdettim, demesi de onu kasdettim, hem 
    kollayıp durdum, boş bulunacağı anı bekledim." demektir. Hz. Ali hadisinde 
    "Size Hakk'ın amudu tecelli edinceye kadar samden samda" denilmesi de yine 
    bu anlamdadır. 
  Görülüyor 
    ki, Hz. Ömer'in sözünde samed nekre olarak insanlar hakkında da kullanılmıştır. 
    Kavmin reisi anlamına samedülkavm denilmesi de bu yüzdendir. İşte Muhyiddin 
    Arabî bunun bir bakıma sabit olan izafî bir samediyyetten nasib olduğunu ihtar 
    ve tam mânâsıyla samediyyetin Allah'a mahsus olduğunu beyan eylemiştir. Bu 
    ise ğına-yı tammı ifade etmek için ğına-yı nefsîyi de içine alır. Fahreddin 
    Razî de samedi bazılarının sıfat-ı sübûtiyye, bazılarının da sıfat-ı selbiyye 
    olarak yukarıda zikredildiği şekilde ve olarak esaslı iki lügat mânâsı üzerinden 
    onsekiz mânâya kadar tefsir ettiklerini ve onsekizincisinin de "eksilmeden, 
    artmadan, teğayyürat ve tebeddülata uğramaktan, zamandan ve mekândan ve cihetlerden 
    münezzeh" diye ifade edildiğini anlattıktan sonra der ki: Üçüncü vecihte lâfzının 
    bütün bu mânâların hepsine hamledilmesidir ki, bunu da içine alır. Çünkü Allah'ın 
    zatının vücûbuna delalet etmesi açısından bütün selbî sıfatlara ve Allah'ın 
    mübdi-i küll (her şeyi yaratan) olduğuna delalet etmesi açısından da O'na 
    ait sıfat ve özelliklerin hepsine delalet eyler. İkinci meselede demek varlık 
    âleminde Allah'dan başka bir samed olmadığını gerekli kılar. Bütün ihtiyaçlarda 
    kendisine yönelinen ve zatında değişiklik kabul etmeyen diye tarif olununca 
    da varlık âleminde Allah'tan başka böyle bir mevcut bulunmaması lazım gelir. 
    Şu halde bu âyet tek başına Allah'tan başka bir ilâh olmadığına delalet eyler. 
    O halde "Allah ehaddir" demek, Allah zatında hiçbir şekilde, ne terkip, ne 
    telif bulunmaması anlamına bir olduğuna delalet eder. "Allah Samed'dir" ifadesi 
    de ortaklıkları ve karşıtları nefiy ve red anlamında bir olduğunu dile getirir. 
    
  Âyette cevabı 
    verilmesi gereken bir iki soru daha kaldı: Niçin ehad nekire, (belirsiz) essamed 
    marife (belirli) olarak gelmiştir? Bazıları demişlerdir ki; nefiy ve adedin 
    dışında "ehad" Allah'dan başkası için kullanılmadığından dolayı bu anlamda 
    marife hükmünde olduğundan, onu harf-i ta'rif ile marife yapmaya lüzum yoktur. 
    Lakin "samed" öyle değildir, çünkü Allah'tan başkaları için de kullanılır. 
    Razî de bu sorunun cevabında şöyle demiştir: Çoğunlukla halkın vehminde her 
    varlık hissedilir cinstendir. Halbuki her hissedilen varlığın parçalara ayrılabilir 
    olduğu da bir gerçektir. Onun için hiç bölünme kabul etmeyen bir varlık genellikle 
    hakkın hatırına gelmez, ama samedin ihtiyaçlarda kendisine başvurulan en üst 
    derecedeki yetkili olduğu Araplarca ve daha başkalarınca bilinir. Nitekim 
    "Eğer sen onlara, kendilerini kimin yarattığını soracak olursan, onlar elbette 
    Allah diyecekler." (Zuhruf, 43/87) buyurulmuştur. İşte ehadiyyet çoğunlukla 
    insanlarca bilinmeyen ve belli olmayan, samediyyet ise bütün insanlarca bilinen 
    bir anlam olduğu için, ehad nekire olarak, samed de o samed anlamına marife 
    olarak gelmiştir. 
  Bunu şöyle 
    açıklamak bizce daha iyi olacaktır: Müşrikler Allah'ı ve ulûhiyetini tanıyorlarsa 
    da O'nun ulûhiyette birliğini, yani ehadiyyetini tanımıyorlardı. Allah isminin 
    ve ulûhiyetinin birliği gerektirdiğini bilmiyorlardı. Bundan dolayıdır ki, 
    çeşitli dileklerini, ihtiyaçlarını değişik değişik tanrılardan istiyorlar 
    ve herbir ihtiyaç için farklı derecede samedler düşünüyorlardı. Ulûhiyyetin 
    bir samediyyet ifade ettiğini, ilâhın mabud demek ve en baştaki maksud demek 
    olduğunu biliyorlarsa da en baş olmanın birliği gerektirdiğini ve bütün maksatların, 
    bütün samediyyetin bir tek maksudda, bütün kainatın yaratıcısı olan bir tek 
    ilahta toplanacağını ve buna göre maksat ve dileklerinin hepsini bir noktada, 
    bir kelimede birleştirmek lazım geldiğini bilmiyorlardı. Bundan dolayı da 
    bir hedefte, bir mercide toplanması ihtimali olmayan muhtelif gönüllerle türlü 
    türlü mabudlar, başka başka samedler arasında niza' ve didişme içinde bocalayıp 
    duruyorlardı. Yine bundan dolayı "Allah var, başka ilah yok." denildikçe "Bütün 
    ilâhları bir tek ilâh mı yapmış, bu gerçekten şaşılacak bir şey?" (Sad, 38/5) 
    diyorlardı. İşte ulûhiyetin her bakımdan gerçek vahdeti icap ettiğini bilmediklerinden 
    dolayı o haber verilirken önce işin önemini belirtmek üzere zamir-i şan ile 
    başlayıp "O Allah birdir." diye ehad kelimesi nekire olarak haber verilmiştir: 
    "Siz bu büyük hakikatı bilmiyorsunuz, haberiniz olsun ki, Allah bir tektir." 
    demek olur. Buna karşılık, bizim bildiğimiz, gönüllerimizde duyduğumuz bu 
    kadar çok ve çeşitli ihtiyaçlara, türlü maksatlara bir tek Allah nasıl yetişir, 
    nasıl kâfi gelir? şeklinde bir tereddüde düşülmemek için de hemen arkasından 
    her ihtiyacı karşılayacak, her işi bitirecek, her maksada erdirecek, eksiksiz, 
    som, ğani, yegane maksud ve yegane merci'in ancak Allah olduğu anlatılmak 
    üzere hasr ve tahsis ifade etmek için lâm-ı tarif ile şeklinde diye buyurulmuştur 
    ki, şöyle demek olur: "O sizin bildiğiniz, tanıdığınız, düşündüğünüz ve düşünebileceğiniz 
    muhtelif maksudların, samed adı altında daha yükseği yoktur." diye anladığınız 
    çeşitli gayelerin hepsi, herşeyin hâlıkı, bütün kâinatın ve herşeyin yaratıcısı 
    ve mercii olan Allah Teâlâ'nın samediyyetinde birleşir. Tam mânâsıyla samediyyet 
    ehad olan o Allah'a mahsustur. O hiç eksiksiz maksud-ı küll olan yegane sameddir. 
    Çünkü ortağı olan ve ehad olmayan gerçekte samed de olamaz, samed olmayan 
    da ilâh ve mabud olamaz. Bunu böyle anlamak için de "samed" kelimesinin lügatte 
    ve örfte bilinen mânâları, lafz-ı müşterek (ortak lafız) olarak her iki anlamını 
    da içine alacak şekilde genel anlamda değil, önce umumî mecaz olarak "samed 
    denilen ne varsa" anlamıyla, ikinci olarak da selbî ve sübûtî en yüksek kemâl 
    olan bütün gerekleriyle maksat ve muradların son gayesi ve hedefi sayılmak 
    üzere iki mertebeli mecaz olarak şeriât dilindeki hakikat mânâsı esas alınarak 
    mülahaza edilmek lâzım gelir ki, işte zikrolunan bütün tefsirlerin hepsi esas 
    bu maksadı izah içindir. 
  Burada şunu 
    da söyleyelim ki, tefsir alimlerinin birçoğu samedin tefsirinde seyyidi zikretmişler, 
    birçoğu da bunu gözardı etmişlerdir. Bunun sebebi Allah Teâlâ'ya "seyyid efendi, 
    reis" denilip denilmeyeceği konusundaki ihtilâftır. Bununla beraber bir sahih 
    hadiste "Asıl seyyid Allah'tır." diye varid olduğundan dolayı Süheylî demiştir 
    ki, Muzaf olarak (isim tamlaması olarak) Allah'a seyyid denilemez. Mesela: 
    Meleklerin seyyidi, insanların seyyidi, âlemlerin seyyidi v.s. denilemez. 
    Zaten halkın seyyidi, kâinatın veya mahlukatın seyyidi denildiği zaman da 
    Resulullah Efendimiz anlaşılır. Sonra halkın ihtiyaç ve dileklerinde Allah'a 
    yönelmesi iradî, tabiî veya fıtrî olarak yönelmekten daha geniş anlamlıdır. 
    Çünkü niteliklerin hepsi, mümkün olan gelişme ve kemallerinin meydana gelmesini 
    talepde Allah Teâlâ'ya yönelmiştir: "Hepsi dua ve tesbihini iyice bilir." 
    (Nûr, 24/41) buyurulmuştur. Allah Teâlâ, hem mübdii küll, (herşeyin yaratıcısı) 
    gaye-i külldür (son amaçtır). Onun için evvel ve âhirdir. Şu halde bu iki 
    âyette bu iki noktanın Allah'ın zatının tekliğinde birleştiğine tenbih vardır. 
    Şu halde ikinci soru: O halde "Allah" yüce isminin her iki âyette de ve diyerek 
    iki defa tekrarında ne fayda vardır? diye sorulursa, bunda zikrolunan tenbihten 
    başka birkaç fayda daha vardır: 
  Birincisi: 
    Önceki sualin cevabından anlaşılacağı üzere haberlerin birinin nekire, birinin 
    marife olarak getirilmesindeki faideyi sağlamaktır. Zira tekrar edilmese iki 
    haberin ya ikisinin birden nekire, ya da ikisinin birden marife olması gerekirdi. 
    
  İkincisi: 
    Her iki haberden her ikisinin de doğrudan doğruya isminin Allah olduğuna tenbih 
    vardır. Onun için isim tekrar edilerek atıf yapılmıştır. 
  Üçüncüsü: 
    Ehad ile es-Samed vasıflarından her birinin tayin ve tesbiti aynı zatta başlıbaşına 
    birer özellik olduklarına tenbih etmektir. Onun için ikincisinde özellikle 
    diye sadece zamir ile yetinilmemiştir. 
  Ayrıca üçüncü 
    bir soru olarak da: İki cümlenin ikisi de başlıbaşına birer maksûdu dile getirmişken, 
    birincinin öne alınmış olmasındaki hikmet nedir? Neden ehadiyyetle ilgili 
    cümle samediyyetle ilgili olan cümlenin önüne geçmiştir? diye sorulacak olursa, 
    bunun da hikmetinin herşeyden önce müşriklere Allah'ın birliğini bildirmenin 
    önemidir. Samediyyetin ise, işaret olunduğu gibi, o birlikten kaynaklanan 
    bir suale cevap makamında veya ona delil olarak veyahut sonuç olarak zikredilmiş 
    olmasıdır. Çünkü lizâtihi ğına-yı tam (tam ihtiyaçsızlık) ile ğani ve kendisinden 
    başka her şeyin kendisine muhtaç olduğu anlamı, her şeyden önce O'nun birliğinin 
    kabul edilmesiyle mümkün olur. Böylece Allah'ın ehadiyyeti, ğına-yı tam ile 
    samediyyetini de gerektirmiş olur. Hasılı samediyyet cümlesi, bir bakıma ehadiyyetin 
    delili, bir bakıma sonucu gibi olduğundan, birinci cümleyi pekiştiren bir 
    cümledir. 
  3. Hasılı 
    Hak Teâlâ, evvela her bakımdan kendisine yönelinen ve saygıya hakkı olan bütün 
    celâl ve cemâl sıfatlarını toplamış bulunan ulûhiyyetini, sonra kendisinin 
    herhangi bir şekilde bölünme ve terkip kusurundan, özünde ve özelliklerinde 
    benzerlik vehmedilmesinden tamamıyla uzak olduğunu gerektiren ehadiyyetini, 
    sonra da kendisinden başka herşeyden müstağni olan ve bütün yaratılmışların 
    var olmasında, ayakta durmasında ve diğer ihtiyaç ve durumlarında maksatlarının 
    hasıl olması için hep ona muhtaç bulundukları samediyyetini beyan ettikten 
    sonra, O'na hâşâ nesil ve üreme isnad edenlerin: Kızları var, melekler O'nun 
    kızlarıdır, oğlu var, İsa O'nun oğludur, onu kendisinin ilâhlık cevherinden 
    meydana getirdi, onu da kendisi gibi ilâh yaptı. Şu halde "O, aynı zamanda 
    babadır, oğuldur, anadır, hepsi ilâhlık bakımından birdir, çünkü aynı cevher, 
    aynı özdür." diye ortak ve benzer iddia edenlerin bu iddialarını açıkça ve 
    nassa bağlayarak red ve iptal etmek üzere, ehadiyyetin ve samediyyetin ne 
    demek olduğunu bazı gerekleriyle açıklamak ve tefsir etmek üzere buyuruyor 
    ki: O doğurmadı. Yani kendisinden ve kendi zatından bir parça çıkarmadı. Allah 
    ne baba, ne de ana değildir. Mitoz (eşeyli) ve amitoz (eşeysiz) yolla üremiş, 
    doğurmuş ve çoğalmış değildir. Çünkü doğurmak, onda ona benzer yeni bir parçanın 
    teşekkül etmesi ve sonra da ondan ayrılması yoluyla olur, böyle bir durumu 
    gerektirr. Bu ise onun zatında bir taraftan terkibi, bir taraftan hudûs ve 
    ihtiyacı, değişmeyi, bölünmeyi gerektirir. O da sonuçta faniliği, yani bir 
    süre sonra yok olmayı gerektirir. Çünkü doğuran parçalanır, parçalanan yok 
    olur. Doğurduğu şey de sonuçta aynı duruma düşer. Doğurmak zaten bizzat baki 
    kalamayacak olan faniler içindir ve nevin devamıyla ilgilidir. Bundan dolayı 
    doğurmak, kendi yerine kalacak evladı ve nesli olmak, faniler açısından bir 
    ihtiyaç ve istenen bir amaç olsa da zatında her kemali toplamış olan, ehad, 
    samed ve vacibu'l-vücûd özellikleri taşıyan bir ilâh olan Allah Teâlâ hakkında 
    bu bir kemal değil, tam aksine bir eksiklik, bir kusur olur. Bütün bunlar 
    Allah'ın ehadiyyetine ve samadiyyetine aykırı olan ve ters düşen şeylerdir. 
    Allah Teâlâ ehad ve samed olduğu için bölünmez, parçalara ayrılmaz. O'ndan 
    ne bir bölüm, ne bir cevher, ne bir öz, ne bir madde kopup ayrılmaz, O'nun 
    varlığının cinsi, benzeri ve nevi olmaz. Hiçbir şeye olmadığı gibi, üremeye 
    de ihtiyacı bulunmaz. Çünkü hiçbir şekilde ihtiyacı, eksiği gediği bulunmaz. 
    Ancak O'nun ilminde bulunan mümkünattan herbiri, O'nun dilemesi ve yaratmasıyla 
    meydana gelir. Ol demesiyle olur. Bu O'nun özvarlığından, zatından bir parça 
    kopup çıkmak suretiyle O'ndan sudur ve tevellüd etmiş, O'ndan üremiş demek 
    değildir. O'nun yaratması yoğu var etmek, ibdâ' ve îcad etmek şeklinde olur: 
    "O bir işin olmasını murad edince, ona ol der, o da hemen oluverir." (Bakara, 
    2/117) Gerçekten de mümkün olan varlıklar illetsiz ve sebepsiz olarak hiç 
    yoktan meydana gelmez. Nitekim Tur Sûresi'nde "Yoksa hiçbir şey olmadan mı 
    yaratıldılar, yoksa kendileri mi yaratandırlar?" (Tûr, 52/35) buyurulmuştur. 
    Onun için varlıkta herhangi bir değişiklik ve hudûs, gerek gelişmeye veya 
    tekamüle, çoğalmaya, gerek azalmaya ve gerilemeye doğru herhagi bir değişme, 
    zarurî olarak bir sebebe, bir illete delalet eder. Her hâdis yani sonradan 
    olmuş olan herşey belli bir illete bağlı olarak meydana gelir. Mutlaka onu 
    yapan ve meydana getiren bir yapıcıya muhtaç olur. İlliyet, yani sebeplilik 
    (nedensellik) kanunu denilen bu kavram her aklın özünde yer almış bulunan 
    ilk temel ilkelerden biridir. Aklın zorunlu ilkelerindendir. Bundan dolayıdır 
    ki akıl yürütmeler, ilimler ve fenler her olayda bir sebep (illet-i failiyye) 
    araştırır. O olayı bir sebebe dayandırmadan kabul ve idrak edemez. Hakiki 
    yapıcı illet ise o illete dayalı olarak meydana gelecek olayı doğurmaz, yok 
    iken onu ibda' ve ihdas eder, yaratır. Zira her şeyden önce bir yaratma ve 
    ihdas olmadan südur ve üreme, bölünme ve öğelerine ayrılma mümkün olmaz. Her 
    üreme ilk başta bir ibda'a, yoktan var etmeye bağlıdır. Doğanı doğuracak hale 
    getiren, onda doğacak olan parçayı meydana getirip yetiştiren, doğuma sevkeden 
    yaratandır. Doğuran gerçek illet değildir, doğumun mahalli, geçit yolu ve 
    aracı, daha doğrusu geçici sebebidir. Müşrikler yaratmayla doğurma arasındaki 
    inceliği fark emediklerinden dolayı illiyet kanunu, üreme (tevlid) ilkesinden 
    ibaret zannetmişler, bu yüzden de yaratılan yaratandan, eser müessirden doğuyor 
    demeyi gelenek haline getirmişlerdir. Saffat Suresi'nde "İşte sana onların 
    iftiralarından bir tane daha "Allah doğurdu" derler. Oysa gerçekte elbette 
    yalancıdırlar." (Sâffât, 37/151-152) buyurulmuştur. Bununla da kalmazlar, 
    madde ötesinde göze görünmeyen cin, şeytan, melek gibi gizli kuvvetler ve 
    fizik ötesi varlıkları cin veya ruh genel adı altında mülahaza edip hepsi 
    için onlar Allah'dan üremiştir veya doğmuştur, onlarla Allah arasında bir 
    nesep vardır, diyerek onları birer veya yarımşar tanrı yapıp tapmışlardı. 
    "Bir de Allah'la cinler arasında bir hısımlık, bir akrabalık uydurdular. Gerçekte 
    cinler de bilirler ki, onlar cehenneme doldurulacaktır." (Sâffât, 37/158). 
    Müşriklerin böyle uluhiyette üreme fikrine saplanmaları cehalet idi. Fakat 
    peygamberlik yoluyla Yaratıcı'yı duymuş ve gerçek illiyetin "Yok iken yaratmak" 
    ile olduğunu anlamış iken sonraki devir hıristiyanlığın, uluhiyyeti baba, 
    ruhu'l-kudüs ve oğul diye doğurma ihtiyacı üzerine kondurmuş, O'na babalık 
    ve çocuk isnad etmiş ve farzetmiş olması, hiçbir şekilde dine ve dindarlığa 
    yakışmayan büyük bir dalalet, affedilmez bir sapıklıktır. (Bakara Sûresi'nde 
    (Bakara, 116-117) ve Mâide Sûresi'nde (Maide, 71,72)nin tefsirine bakınız.) 
    
  Bu sapıklığın 
    daha garip ciheti, putperestler Allah'a şirk koşarken yine de Allah'ı baş 
    ilâh tanıdıkları ve ona tâlî derecedeki diğer ilâhlardan ayrıcalık tanıdıkları 
    ve diğerlerini daha aşağı derecede yardımcı ilâhlar kabul ettikleri, yani 
    ilâh diye taptıkları putlardan hiçbirini Allah'a eşit ve ona denk saymadıkları 
    halde, hıristiyanlar, teslîs (üçleme) inançlarında üçün üçünü de eşit yapmışlardır. 
    Bununla yetinmeyip üçünü de oğulun şahsında toplamışlardır, orada birleştirmişlerdir. 
    İşte bunların hepsini üç bakımdan açıkça red ve iptal ile Hakk'a irşad için 
    buyurulmuştur ki; 
  1. O doğurmadı,
   2. Ve doğurulmadı, 
    
  3. O'na denk 
    ve küfüv de olmadı. 
  Şimdi doğurmadı 
    ve doğurulmadı ne demektir, onu biraz açıklayalım. Doğurmadı, yani kendisi 
    başkasını doğurmadı. Doğurulmadı, yani kendisi bir başkası tarafından doğurulmadı, 
    başkasından da doğmadı. Başka bir veya ilk kökten bir parça olarak çıkıp da 
    oğul (veled) olmadı. O kadîmdir, sonradan olma (hâdis) değildir. Doğuran bir 
    baba Allah veya doğuran bir ana Allah olmadığı gibi, doğurulmuş bir oğul Allah 
    veya doğurulmuş bir kız Allah da değildir. Böyle doğmuş ve doğurmuş bir Allah 
    olmadığı gibi, olması da mümkün ve muhtemel değildir, mümtenîdir. Çünkü doğuran 
    fani ve muhtaç olacağı gibi doğan da kadim ve lizâtihi vacibülvücûd olmaz. 
    Sonradan olmuş hâdis, aynı zamanda fânîye muhtaç eksik biri olur. Ehad ve 
    samed olan Allah Teâlâ'nın zatında ne geçmişte ne gelecekte yokluk (adem), 
    eksiklik, hudûs ve fanilik bulunmaz. O ezelde ve ebedde hep birdir, hiç eksiksiz 
    bâki ve sameddir. Bundan şu da anlaşılır ki, O varoluşta başkasından doğmadığı 
    gibi fikir ve bilgiden üretilmez. Yani bir ilkeden bir mebde'den de sonuç 
    olarak elde edilemez: Bir bürhan, bir kural ve kanun altına da sığdırılamaz. 
    Bütün âlem ve âlemden çıkarılan bilgiler, fikirler, anlamlar, kanunlar ve 
    kurallar O'nu kapsamı içine alıp, O'na delâlet etmez. Bütün bunlar kendilerinin 
    hâdis ve muhtaç olma özelliğiyle önünde ve sonunda O'na olan fakirlik ve ihtiyaçlarını 
    ilân ederek kendi varlıklarından önce, kendileriyle beraber ve kendilerinden 
    sonra O'nun varlığına birliğine, bekasına ve her şeyi içermesine isteyerek 
    öncelikle delâlet eylerler. O'nun zatını teşhir etmezler, meydana gelişleriyle 
    birbirlerine O'nun sanatını duyururlar. Bundan dolayı O, herşeyden sezilir 
    zahir, hiçbir şeyle bilinmez batındır. Çünkü herşey O'nunla durur, O'nunla 
    bulunur, O'nun hidâyetiyle bilinir. "Allah göklerin ve yerin nûrudur." (Nûr, 
    24/35) ve "Muhakkak ki, O herşeye şahiddir." (Fussilet, 41/53). O'nun kendi 
    zatını ancak kendisi bilir. O'nun ilmi de südûr ve husûle, düşünme ve hatırlamaya 
    bağlı bir bilgi değildir. Nitekim Hz. İsa "Muhakkak ki, sen benim içimdekini 
    bilirsin, fakat ben seninkini bilmem." (Maide, 5/116) demiştir. Bu açıklamalardan 
    anlaşılır ki, değişmeyi ve yok olmayı yani teğayyürü ve fenayı nefy ile bekayı 
    isbat eder. ise kendisinden önceyi ve sonradan olmayı nefyeder ve kıdemi isbat 
    eder. Kıdem ise bekadan daha önce akla gelen bir şeydir. Bundan dolayı burada 
    şöyle bir soru akla gelebilir: O halde mânâ bakımından den daha önce söylenmek 
    gerekirken bunun geriye alınmasına sebep nedir? Bunda iki önemli incelik vardır: 
    Allah Teâlâ'nın kıdemi, müşriklerce de inkâr edilmediği için önce hükmünün 
    açıklanması önem kazanmış, hükmü de onu pekiştirmek için bir bakıma delil 
    yerine kullanılmak üzere geriye alınmıştır. Zira bunlar zaten birbirinin vazgeçilmez 
    şıkları olduğundan doğurulmadığı kabul edilenin doğurmadığı da itiraf olunmak 
    gerekir.ü
   İkinci incelik 
    baba ve analığı reddediyor, de oğulluğu nefyediyor. Hıristiyanlar üçleme inançlarında 
    önce baba Rabb, sonra da oğul ilâh iddia ettikleri ve babanın evladdan zaten 
    önce olduğu için, âyetteki nefiyde de onları redde özellikle ifade etmek üzere 
    "lem yelid" önce, "ve lem yûled" sonra söylenmiştir. 
  Bu konuda 
    Alûsî hıristiyanların kendi kitaplarında üçleme akidesini nasıl tasvir ettiklerini 
    naklederek der ki, onlar kitaplarında şöyle diyorlar: Baba, üçten birinci 
    esastır oğul ikincidir. O'ndan ezelî ve bir südûr ile ezeliyyette ona eşittir 
    ve ezeliyetle sadır olmuştur. Ruhu'l-kudüs üçüncü esastır, o da ilk ikisinden 
    öyle sadır olmuştur. İlâhlık tabiatı ise bir tabiattır ve bu tabiat üçten 
    her birinde de vardır, her biri beraber olarak o tabiatle ittihad etmiştir. 
    Bununla beraber bir tek cevher değil, üç ayrı cevherdirler. Yani baba aynı 
    zamanda oğul değil, oğul aynı zamanda baba değil, o ikisi de rûhulkudüs değil, 
    rûhulkudüs de baba veya oğul değiller. Ancak yine de her üçü de birer ilâhtırlar. 
    Çünkü üçünün de birer lâhutu, birer cevheri ve bir ilâhlık tabiatı vardır. 
    Aralarında farklılık bulunmakla beraber her biri ilahlık özelliğinde beraberdir. 
    Birinci esas; cevherî vücûdî vâcib, ikincisi; cevherî akıl, ki buna ilim dahi 
    denilir, üçüncüsü; cevherî irade ki, buna muhabbet dahi denilir. İşte Allah 
    üç ayrı esas cevherin bütünüdür. Öyle ki, üçü de hakiki temayüzle temayüzleri 
    üzeredir. Bazen de ona izafîlik ıtlak ediyorlar, yani birbirlerine izafetle 
    diyorlar; bir cevher ve bir tabiat Allah odur ve ondan gayrisi bulunuyor değildir, 
    belki her ne dahil ise zatının aynıdır. Ayrıca diyorlar ki, Allah'ta dört 
    izafet vardır: Birincisi önceki esasta düşünmenin faaliyetidir. İkincisi, 
    babanın aklının sureti olan oğulda, yani ikinci esasta düşünmenin fiilen meydana 
    gelmesidir. Üçüncüsü; irade kendilerinin olan birinci ve ikinci esasta kendiliğinden 
    coşma "inbisak, inbi'âs" (spontaneite) failiyetidir. Dördüncüsü; birinci ve 
    ikinci esasa âid ilâhî irade sevgisi olan üçüncü esasta o coşmanın mefûliyetidir. 
    Ve diyorlar ki: İlâhî esaslarda fâiliyet ve mefûliyet tabiri tevessü (genişleme) 
    yoluyladır. Yoksa babada oğul tarafına doğru fâiliyet babalıktan başka değildir. 
    Baba ile oğulda rûhu'l-kudüs tarafına fâiliyet bunun südûrunun onlardan başlamasından 
    başka bir şey değildir. Oğul ve rûhulkudüste mefuliyet ise oğulda oğulluktan 
    ve rûhu'l-kudüste de coşuştan başka bir şey değildir. Yine diyorlar ki; gerçi 
    bunlar beşerin akıl ve algılama gücünün üstünde olan şeylerse de bunların 
    hepsine iman etmek vaciptir. Şöyle sanıyorlar ki: Bu üç uknumun Havarilerden 
    öğrenmiş oldukları bir takım isimleri de vardır: İlâhî varoluşta birinci esasa 
    baba denir, ikinci esasa oğul, kelime, hikmet, nûr, ziya, şuâ denir, üçüncü 
    esasa da ruhu'l-kudüs, muğri (kışkırtıcı, heyecana getirici) denir ki, Yunanca 
    eraklit (heraclitedes) dediklerinin mânâsı imiş. 
  Bu isimlerin 
    verilmesinin sebebini açıklamak için de şöyle demişlerdir. Çünkü birinci esas 
    bir menba ve mebde durumundadır. Kendisinden südûr etmiş olan ikinci esasa 
    akıl fiili olan ve fâiline benzemeyi iktiza eden bir fiil ile bütün varoluş 
    özelliklerini ve cevherini vermiştir. Öylesine vermiştir ki, onun ilâhî cevherinin 
    bir sûreti olan ikinci esas ona tam bir eşitlik ile eşit olmuştur. Doğurmanın 
    haddi ve hududu, bir dirinin bir diriden unsur ve tabiatına benzemeyi gerektiren 
    bir kaynaktan südûr etmesi demektir. Burada böyle ve belki daha da açık seçiktir. 
    Çünkü ikincide ilâhî tabiatın kendisi aynen bulunuyor. O halde öncekine baba 
    denilince, ikinciye oğul denilmesinde bir bid'at olmaz. 
  İkinciye kelime 
    denilmesi, bu üremenin bir hayvan veya bir nebatta olduğu gibi doğurma değil, 
    akıl fiili ile olmasından dolayıdır. Yani, babanın lâhûtunu tasavvuru ve onu 
    anlaması yoluyladır. Şeksiz ve şüphesiz o sûret kelimedir. Çünkü kelime aklın 
    anlaşılması ve düşünmesidir. Ona hikmet denilmesi de doğrudur. Çünkü o, babadan 
    ilâhî aklının fiili ile doğmuştur, o ise hikmettir. Ona nûr, şu'a ve ziya 
    denilmesi de yerindedir. Çünkü hikmet her nerede bulunursa onunla eşyanın 
    hakikatlarının marifet, nûr, ziya ve şuâ gibi inkişafları hasıl olur. Üçüncüye 
    ruhu'l-kudüs denilir, çünkü o baba ile oğuldan ikisinin bir olan irade fiiliyle 
    südûr etmiş ve onlardan bir fiil ile coşmuştur ki, bu fiil iradenin sevgi 
    ile sevgilisine doğru heyecanı gibidir, ve o Allah sevgisidir. Allah kendisi 
    de sırf ruhtur, tekaddüsü (kutsallığı) de onun aynıdır. Ayrıca birinci ile 
    ikinciden her birine "ruh" denilmek için bir vecih vardır, çünkü ittihad vardır. 
    Lakin birinci rütbesine ve ikinciye olan izafetine delalet eyleyen bir isim 
    ile "baba", ikinci de aynı şekilde öyle bir isim ile "oğul" diye anıldığı 
    için müşterek olan isim üçüncüye tahsis edilmiştir. Ve her ne kadar bunda 
    da ibin gibi oğul tabiatı ve cevheri varsa da buna oğul denilmiştir. Çünkü 
    bu babadan fâiline benzemeyi gerektiren fiil-i akıl ile sadır olmamış, irade 
    fiili ile sadır olmuştur. Onun için birinciden ikinci, Âdem'den Habil gibi, 
    üçüncü de Havva gibidir, hepsi de bir hakikattır. Lâkin Habil'e oğul denilir 
    de kız denilmez. Buna kışkırtıcı denilmesi de şundandır, çünkü bu Havarilere 
    gelip de Mesih aleyhisselâmın yokluğundan dolayı onlar kışkırtmaya hazır bulunuyordu. 
    
  Fâiliyet ile 
    mefûliyete gelince; bunlar hakikaten mevcut değildirler: Babalık ve oğulluk 
    onları sonradan yaratılmışlarda olduğu gibi olmayı gerektirmez. Bundan dolayı 
    sonradan olmuşlarda babaya oğlu için illet ve sebep denilirse de burada denilmez. 
    Bundan dolayı üç esas, cevher ve zatta ve ibadete hak kazanmada ve fazilette 
    eşittir, diyorlar. Bununla da kalmıyorlar, ayrıca sanıyorlar ki, ikinci esas 
    olan "kelime" cesed kazanıp ruhu'l-kudüs kuvvetiyle Meryem-i Betûl'ün (temiz 
    Meryem'in) kanından eşref-i eczasıyla (en şerefli cüzleriyle) ittihad eylemiş, 
    ondan dolayı Mesih insanlık ile kelimeden mürekkep olmuş ve kelime ile ittihadıyla 
    beraber yeryüzünden de çıkmamış, teğayyür etmemiş, çünkü birleşmenin varıp 
    varacağı son had bu imiş. Onun için kelime bakımından da ittihada mani bir 
    durum yokmuş. Böylece zannetmişler ki: Mesih aleyhisselam hem tam bir ilâh, 
    hem de tam bir insandır. İki tabiat ile iki meşiyyet sahibi ve ikisi de ilahî 
    bir uknum olan kelime ile kaimdir. Bundan dolayı ona hem ilâhî sıfatlar, hem 
    beşerî sıfatlar ikisi birlikte verilebilir, ancak ayrı ayrı iki bakımdan. 
    Ayrıca bu kadarla da kalmamışlar, tanbura bir nağme daha ilâve edip demişlerdir 
    ki: Mesih bir gün Havarilere bir ekmek yedirdi ve bir şarap içirdi de "benim 
    etimi yediniz, kanımı içtiniz de işte benimle birleştiniz, Ben ise baba ile 
    birleşik durumdayım ilh..." dedi. Daha bunu gibi kilisenin yaydığı efsaneler 
    ki, bunları tek tek sayıp dökmeye gerek yoktur. İşte bu tantanaların batıl 
    şeyler olduğu hakkında Kur'ân'da ve bu cümleden olarak Maide Sûresi'nde "Yahudilerle 
    hıristiyanlar dediler ki; Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz. Sen de 
    onlara de ki; peki Allah öyleyse size günahlarınızdan dolayı neden azab ediyor? 
    Doğrusu siz O'nun yaratıklarından birer beşersiniz..." (Maide, 5/18), "Allah 
    Meryem oğlu İsa'nın kendisidir diyenler elbette kâfir olmuşlardır." (Maide, 
    5/71), "Allah muhakkak ki, üçün üçüncüsüdür diyenler elbette kafir olmuşlardır." 
    (Mâide, 5/72), ve Kehf Sûresi'nin baş tarafında "Allah çocuk edindi, dinleri 
    uyarmak için indirdi (bu kitabı). Bu konuda ne kendilerinin, ne de atalarının 
    bir bilgisi vardır. Ağızlarından çıkan o şey ne korkunç bir kelimedir. Yalandan 
    başka birşey söylemekteler." (Kehf, 18/4-5) buyurulmuştur. 
  Bu anlatılardan 
    şu iyice biliniyor ki, onlara göre, "Allah Mesih'dir" denilmekle "Mesîh, onun 
    oğludur" denilmek arasında fark yoktur ve onun için bu gibi iddiaların hepsi 
    Kur'ân âyetlerinde hep onlara isnad edilerek ifade olunmuştur. Tefsir ve kelâm 
    âlimlerinden birçoğunun dedikleri gibi, her birini onlardan bir mezhebin görüşüymüş 
    gibi ele almaya hacet yoktur. 
  Demek ki, 
    önce hiçbir şeyden südûr etmemiş olan, varlığı da lizâtihi vacip olan, mebde-i 
    evvel (ilk başlangıç) ve ezelî bir gerçek zat vardır. Allah da işte O'dur. 
    Ulûhiyet de ancak O'nun hakkı olmak lâzım gelir. Çünkü o hiçbir şeyden sadır 
    olmuş, doğmuş veya üremiş değildir. Ondan başka herşeyin varlığı ona dayanmaktadır. 
    İlim, irade, kudret ayrı ayrı birer zat değil, onun bir olan zatiyle kaim 
    bulunan ezelî sıfatlarından olmak gerekir. Bu sıfatları ayrı ayrı birer ilâh 
    değil, "Vâcibu'l-Vücud" olan Cenab-ı Hakk'ın ilâhlık vasfının vazgeçilmez 
    birer özelliği ve ezelî sıfatları diye tanıtmak aklen ve naklen en açık bir 
    hakikat iken hıristiyanlar bunları akıl ve irade fiiliyle aynı tabiatte doğmuş 
    birer zat olarak ortaya koymakla da kalmayıp, bunları yeniden tevhîd etmek 
    için zarfı zarf içine kor gibi birbiri içinde, hepsi yine her biri içinde 
    eşit ve içiçe girmiş olarak, ayrıcalıklı olmakla beraber birleşik, südûr etmiş 
    olmamakla beraber südûr etmiş veya aksine sudûr etmiş olarak etmemiş, bir 
    iken üç, fakat üç iken bir olmak gibi türlü tenakuzlarla ve anlaşılmaz ve 
    içinden çıkılmaz çelişkilerle dolu bir teslis inancı tutturarak akıl ermez, 
    sırlarla dolu ulûhiyeti üç zat olarak bir kelime ile İsa'ya, ondan da onun 
    ilâhlığına inanmak için akıllarını fedaya kadar vardırmışlardır. Haçı da güya 
    o sırrın tecessüdüne bir remiz (sembol) yapmışlardır. Böylece hem şaşmışlar. 
    hem şaşırtmışlardır. Böylece Allah'ın zatına ve işine akıl ermeyeceğini ve 
    ancak O'na inanmak lâzım olduğunu anlatmak istemişlerdir. O'nun için kendileri 
    de bu üçlemin aklen anlaşılmaz bir sır olduğunu ve ancak havarilerden dolayısıyla 
    İsa'dan ve Allah'dan böyle alınmış olduğundan dolayı buna inanılması ve hayretle 
    sevilmesi gerekli bir inanç bir akide (düğüm) olduğunu söylemişlerdir. Oysa 
    akıl ermemek, idrak ve ihata edememek, kavrayamamak ve bilememek başka bir 
    şey, kabul edilmesi mümkün olmayan açık seçik çelişkiyi görüp de bu akla uymaz 
    demek yine başka bir şeydir. Bunda akıl ermiyor değil, ermiştir ve bunun çelişki 
    olduğunu anlayarak geçersiz olduğuna hükmetmiştir. Bütün bunlardan maksat 
    Allah Teâlâ'nın zatına ve işine akıl ermiyeceğine iman ettirmek ise ona akıl 
    ermez. Onun zatını tayin, tesbit ve tahdidi için düşünmeye kalkmayınız, O'nun 
    mahlukatı, masnûatı, lütufları ve nimetleri ile tecelli eden âyetlerini, sıfatlarını 
    düşününüz anlamına "Allah'ın nimetleri hakkında düşünün, zatı hakkında düşünmeyin." 
    demek ve aklın çelişki olduğunu isbat ederek reddettiği olmazlara sır adı 
    vererek O'nun zatını tarif ve tavsife kalkışmamak lazım gelirdi. Çünkü bir 
    şeyi muhal ile tarif etmek, onun esas varlığını inkâr ile onunla çelişki içinde 
    olan zıddına inandırmaya çalışmaktır. Bundan dolayı hıristiyanların üçlemi, 
    Hak olan gerçek Allah'a değil, O'nun mümtenîi olan şeriklere inandırmaya çalışmak 
    gibi bir dalalet ve karıştırma olmuştur. Akla uygun olmadığı kendilerince 
    de kabul edilmekle beraber naklen geldiği iddia edilen bu üçlemin Allah'a 
    ve Allah'ın Resulü İsa'ya isnadının yalan ve iftira olduğu ve bunun küfür 
    olduğu Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok sûre ve âyetlerde beyan buyurulmuştur. Kur'ân 
    âyetleri bunlara dair şüpheleri, tereddüt ve vehimleri ayrıntılı olarak red 
    ve izale edip, Allah'ın birliğini delilleriyle ortaya koymuştur. Varlığı ve 
    birliği herşeyden önce zahir ve belirgin; zatı, sıfat ve isimleri ile kudret 
    ve rahmeti ile bütün cemâl ve celâl özellikleri ile akılların ve idraklerin 
    kapsamına sığmaktan münezzeh ve herşeyden üstün "Misli gibi bir şey olmayan" 
    olan ilâhî zatın varlık ve birliğini her aklın yakîn ile ve gönül rahatlığı 
    ile kabul edebileceği ve yürekten bağlanıp şevk ve heyecanla saygı duyacağı 
    açık seçik âyetlerle anlatmış ve özellikle Âyete'l-kürsî'de azamet-i ilâhiyenin 
    yüceliğini belîğ bir beyân ve üslub ile tebliğ ve anlatmıştır. Nihayet işte 
    bu sûre-i celilede hepsini en sade, en açık, en kısa, en derin ve en güzel 
    bir belağat örneği halinde derleyip toplamış, gizli veya kapalı bütün şirk 
    çeşitlerini, bütün vehimleri kesip atmak üzere Allah'ın birliğini ve eşsiz 
    varlığını kesin hüküm halinde ortaya koymuştur. Şimdi artık sıra bütün müşriklerin 
    ve putperest telakkilerin "Allah doğurmuştur" diye ortaya attıkları isnadları 
    ve iftiraları açıkça reddetmek ve bu arada bilhassa Hz. İsa'ya isnad olunan 
    teslisin ekanim-i selâse (üç kök) sinin tertip sırasına dahi işaret olunarak 
    bunun asılsızlığı gösterilmek üzere önce sudûr iddiasına temel kabul edilen 
    babalık isnadının nefyi ve reddi başa alınıp "Doğurmamıştır" buyurulmuştur. 
    Yani ezelde doğurmadı ebediyyen doğurmaktan münezzehtir. O babalık sıfatıyla 
    sıfatlanmaz. Çünkü yukarıda da açıklandığı üzere doğurmak bir şeyin içinden 
    dışına belirgin bir kısmın ayrışmasına denilmektedir. Allah'ın ise ne parçası, 
    ne de dışı yoktur. Çünkü ehaddir, sameddir. O'nun herşeyi kapsayan ilminin 
    dışında bir şey olmadığı gibi, ilmi de kendisinin dışında değildir. Onun ilmi 
    hâdis (sonradan olma) ve kesbî ilimler ve akıl yürütmeler gibi sonradan elde 
    edilmiş bir şey değildir ki, O'nda zatından südûr etmiş ve üremiş olarak düşünülsün. 
    Bundan dolayı O'nun ezelde kendini bilmesi ile kendinde kendine benzer başka 
    bir zat daha doğuruyor zannetmek büsbütün cehalettir. Öyle olsa idi kadîmde 
    ve hâdiste hiçbir ilim mümkün olmazdı. Aynı şekilde sıfatının hiçbiri başka 
    bir zat olmadığı gibi, üstelik kendisinden sudûr ve üreme yoluyla meydana 
    gelmez, sıfatları ezelden kendisiyle kaimdir. Sıfatların zat ile ilişkisi, 
    bir zatın başka bir zat ilişkisi gibi değildir. O'nun fiili de doğurma değil, 
    hep yaratma suretiyledir. Hıristiyanlar, yaratma meselesini bildikleri halde 
    bütün galatları, sıfatı müstakil zat gibi düşünmüş ve ayrı uknum (kök) diye 
    ele almış olmalarıdır. Diğer müşrikler de yaratmayı anlayamamışlar, onu doğurmak 
    sanmışlardır. 
  Belli ki, 
    doğurmadı demek, babalığı ve analığı ikisini birden nefyetmekle ona isnad 
    ve nisbet edilen çocuğu nefyetmek demek olur. O doğurmamış olunca, ona isnad 
    olunan babalık ve analık özelliği de yalanlanmış, bunun iftira ve küfür olduğu 
    açıklanmış olur. Ayrıca gerek madde, gerek madde ötesi veya maneviyat âleminde 
    herhangi bir şeye O'ndan doğmuş, O'nun oğlu veya kızı, evladı, çocuğu, sonucu 
    denilmek de caiz değildir. O halde müşriklerin zannettikleri gibi tabiat ötesi 
    âlemde meleklere, ruhlara, cinlere, şeytanlara ve akıla Allah'ın oğulları 
    veya kızları, veyahut ne oğul, ne kız fakat evladı demek asla doğru olmayacağı 
    gibi, tabiatte ruh üflenmiş olduğundan dolayı Âdem'e, Havva'ya, İsa'ya veya 
    herhangi bir şeye Allah'ın oğlu, kızı veya evladı denilmesi de asla doğru 
    değildir ve kesinlikle caiz olmaz. Zira ruh da Allah'dan doğmuş değil, O'nun 
    emri ve mahlukudur. Şu halde "doğurmadı" buyurmakla Allah, herşeyden önce 
    kendisini doğmanın başlangıç noktası demek olan babalık özelliğinden tenzih 
    eylemiş oluyor. Doğurmuş olup da baba veya ana denilenlerin hiçbirisinin samed 
    olamayacaklarını da anlatmıştır. Böylece önce hıristiyan üçleminin baba temeli 
    reddolunmuştur. Hıristiyan üçleminin birinci temel ilkesi ve kökü (uknumu) 
    babalık üzerine kurulu olduğu için Allah baba değildir hükmü ile söz konusu 
    birinci esasın Allah olmadığı vurgulanmış oluyor. Eğer onlar bununla Allah'ı 
    kastediyorlarsa, o zaman da Allah'a babalık isnad etmeleri yanlıştır. Bundan 
    ikinci ve üçüncü esasın batıl olduğu da lazımgelir. Zira baba olmayanın oğlu 
    da kızı da olmaz. O halde Allah'dan doğduğu iddia olunanların hepsi de yalandır, 
    onların hiç biri Allah'ın evladı değildir, hepsi de yaratılmış olan mahluk 
    cinsinden varlıklardır: İsa da ne Allah'ın oğludur, ne de Allah'dır. Melekler 
    de, akıl da, ruhlar da öyledir. 
  Ancak burada 
    şöyle bir vehim gelebilir: Allah'ın babalığının nefyi ile ondan doğmuş olanların 
    nefyi ortaya konmuş olur, ancak O'ndan başkasından doğmuş olan herhangi bir 
    evlattan da aynı şekilde ulûhiyetin nefyi lâzım gelir mi? Acaba doğmuş olup 
    da kendisi doğurmamış olan bir çocuk, kendisini doğurandan daha mükemmel ve 
    sonuç itibariyle daha iyi bir ilâh olamaz mı? 
  Başka bir 
    deyişle Allah'ın baba veya ana olmayışından kendisinin de babasız ve anasız 
    olduğu sonucu çıkar mı? Noksan bir şeyden noksansız ve kâmil bir varlık doğamaz 
    mı? O halde baba olmayan bir evlad ilah olamaz mı?
  Bu gibi sorular 
    esas bakımından batıl olduğu açık bir vehim olduğu için bu gibi iddiada bulunan 
    bir kimse olmamış ise de evladın ana ve babadan daha fazla bir tekâmüle mazhar 
    olabildiği dahi inkâr olunamayacak olaylardan olduğu ve bunun her zaman görüldüğü, 
    tekamülü yüksek bir sebebe bağlamayarak kâmilin eksikten de çıkıverdiğini 
    zannedenler bulunduğu için ve "Doğurmadı" buyurulmakla işin bu tarafı açıklanmış 
    olmadığı için bu cihetin de bütünüyle açıklanması ile üçlem esaslarından her 
    birini ayrı ayrı batıl olduğu anlatılmak üzere, ikinci olarak da "Doğurulmadı" 
    buyurulmuştur. Yani Allah doğurmuş olmadığı gibi doğurulmuş da değildir. Varlığı 
    kendinden ve li-zatihi vacib, ezelî ve kadimdir. Şu halde kendisi doğurulmuş 
    olan oğul veya kız, hiçbir şekilde doğurmamış olsa da ilâh olamaz. Çünkü o 
    haddizatında sonradan olmuştur ve bir doğurana muhtaç bulunmuştur. Ne kadar 
    gelişmiş ve tekamül etmiş olursa olsun zatında varolmak için kendi kendisine 
    malik değildir, başkasından müstağni, ğanî, eksiksiz ve samed değildir. Allah 
    "Ölüden diri çıkarır." (En'am, 6/95) buyurduğu üzere ölüden diri, ölü topraktan 
    canlı yaratır, çıkartır. Bu anlamda noksandan kâmil doğabilir, fakat o doğan 
    ilâh olamaz. Çünkü doğmuştur, sonradan olmuştur, hâdistir. Onun kemali zatî 
    kemal değil, arızî kemaldir, dolayısıyla, mahluktur. Onun aslından fazla olan 
    kemali kendi tabiatından değil, yaratanın yaratmasından ve terbiyesinden kaynaklanmaktadır. 
    Yoksa hiçbir şey kendisinden daha mükemmelini değil, kendi benzerini bile 
    meydana getiremez. Doğuranları da Allah yaratır. Tanrı ise doğurulmaz, gelişme 
    ve tekamüle de muhtaç olmaz, bir başkasına da bağımlı bulunmaz. Çünkü O sameddir. 
    Bundan dolayı hıristiyanların, ilk esastan sadır olmuş, onun akl-ı fi'lîsi 
    ile doğmuş oğlu ve kelimesi dedikleri ikinci esas olan İsa da tanrı değildir. 
    Çünkü o da Meryem'den doğmuştur. Gerek Meryem, gerek İsa hıristiyan inancında 
    bile hem doğmuş, hem de doğurmuş durumundadırlar. İsa gerçi baba olmamışsa 
    da Meryem'in oğlu olmuştur ve "doğurulmamış" değildir. Anası da, kendisi de 
    hem yemek yerler, hem de yediklerini çıkarırlardı. 
  Buna karşı 
    o ezelde "baba"dan doğmuş ve onun ezeliyyetine eşit bir doğuşla doğmuştur, 
    demeleri de boştur. Böyle demek biri diğerine ezelden muhtaçtır demekten başka 
    bir anlama gelmez. Muhtaç olanda tanrılık özelliği ve tabiatı yoktur, olsa 
    olsa kulluk tabiatı vardır. Madem ki, doğmuştur ve doğurulmak ihtiyacında 
    bulunmuştur, o halde o ilâh olamaz. İlâhe mensup, yani ilâhî olabilir. Hem 
    ezelde doğmuş, hem de doğuranın ezeliliğine eşit bir doğuşla doğmuş iddiası 
    tamamen çelişkidir. Doğan kendisini doğurana cins bakımından benzer olursa 
    da her bakımdan onunla eşit olması mümkün olmaz, hele ezelilik konusunda hiç 
    eşit olmaz. Kendisini doğurandan sonra olması gâyet tabiidir. Bundan dolayıdır 
    ki, hıristiyanlar oğulu ikinci diye adlandırmak zaruretini duymuşlardır ve 
    bundan kurtulamamışlardır. Kaldı ki, herhangi bir südûr bir ikinci düşüncesi, 
    bir zaman düşüncesidir. Birinciden ikinciye geçmek düşüncesi, ayrı bir hareket 
    demek olan bir intikal anlamına gelir, yoksa iki veya ikinci denemez. Ezeliyet 
    tasavvuru ise öncesi yok, tam bir vahdet tasavvurudur. Sudûr etmişse demek 
    ki, ezelî değildir. Ezelî olduğu farz edilse bile ezelîlikle eşit değildir. 
    Hz. İsa'nın Meryem'den doğmuş olması zaten onun ezelî olmadığını ortaya koyar. 
    Bu ise bilinen bir gerçektir. 
  4. 3- Ve O'na, 
    ancak O'nadır ki, hiç bir küfüv olmadı. Ne öncesinde doğuran bir sabıkı ve 
    üstünü, ne de sonrasında doğmuş ve doğacak bir astı ve eki yoktur. Şan ve 
    değer bakımından da O'na eşdeğer olacak hiçbir şekilde hiçbir denk mevcut 
    değildir. Ne zatında, ne sıfatında hiçbir eşiti, hiçbir benzeri, ne zıtlaşacak, 
    ne birleşek şekilde hiçbir eş, arkadaş, ortak veya rakip olmamıştır ve olamaz. 
    Yani ezelde olmadığı gibi, bundan sonra da olmayacaktır. O'ndan başka bir 
    "Vacibu'l-vücud" yoktur. Ezelde olmayınca sonradan olması da muhaldir. Bunu 
    ihtara hacet yoktur. Çünkü sonradan olanlar hâdis ve mahluk olacağı için zaten 
    O'na denk ve eşit olması mümkün değildir. Çünkü sonradan olanda ne kadar kemal 
    farz edilirse edilsin yine de mahluktur. Bundan dolayı bütün kainat, bütün 
    âlem ve içindekiler, yani gökler ve yer âfâk ve enfüs, ruh ve cisim, madde 
    ve sûret, mekan ve zaman, kürsî ve arş, dünya ve âhiret hepsi birden yine 
    O'na eşit ve denk değildir. Çünkü bütün bunlar yokken O var idi ve hepsini 
    O yarattı. Yarattıktan sonra yönetti, geliştirdi ve daima onlara onlardan 
    daha yakın oldu, onlarla beraber oldu: "Nerede olursanız olun O sizinledir." 
    (Hadid, 57/4), "Biz ona şahdamarından daha yakınız." (Kaf, 50/16), "Üç kişi 
    aralarında fısıltı ile konuşurken dördüncüleri mutlaka Allah'dır. Beş kişi 
    olsalar altıncıları mutlaka O'dur. Gerek daha az, gerek daha çok olsalar ve 
    her nerede bulunsalar mutlaka O onlarla beraberdir." (Mücadele, 58/7), "Onun 
    zatından başka her şey helâk olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz mutlaka O'na 
    döndürüleceksiniz." (Kasas, 28/88). "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O 
    daima diridir. Bütün varlığın idaresini yürütendir. O'nu ne gaflet basar, 
    ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmadan huzurunda 
    şefaat edecek olan kimdir? O, kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa 
    hepsini bilir. Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiçbir 
    şey kavrayamazlar. O'nun kürsisi bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onların 
    her ikisini de görüp gözetmek O'na bir ağırlık vermez. O çok yücedir, çok 
    büyüktür." (Bakara, 2/255), "Evvel ve âhir olan, zahir ve batın olan O'dur 
    ve O her şeyi bilendir." (Hadid, 57/3) buyurulmaktadır. "Rahman arş üzerine 
    oturmuştur." (Tâhâ, 20/5) ve "O'nun gibi olan hiçbir şey yoktur ve O, işitendir, 
    görendir." (Şura, 42/11). İşte âyeti bütün bu ve benzeri âyetlerin özü ve 
    özetidir. "Allah vardı ve onunla beraber hiçbir şey yoktu ve şimdi de öyledir." 
    hadis-i şerifinin mânâsı da budur. İşte bu ehadiyyettir. Hiç şüphe yok ki, 
    ezelde beraberi, benzeri ve dengi olmayanın, sonradan da bir beraberi, eşi 
    ve dengi olabilme ihtimali ebediyyen yoktur. O, şimdi de ezelde olduğu gibidir. 
    Öyle ehad ve öyle sameddir. Böylece hiçbir küfvü ve dengi olmamak yalnızca 
    O'na mahsustur. Herşeyin bir beraberi, bir eşi veya zıddı ve benzeri olabilir. 
    Nitekim "Biz her şeyden birer çift yarattık." (Zâriyat, 51/49) buyurulmuştur. 
    Ancak Allah'ın eşi ve dengi yoktur, olmamıştır ve olamaz. Buradaki kasr ve 
    tahsisin mânâsı iyi anlaşılsın diye kelimesi, menfî a takdim olunduğu gibi, 
    edatı da üzerine takdim olunmuştur. Gerçi hiçbir kasra ve tahsise lüzum kalmadan 
    denilmekle de bu mânâ anlaşılabilirdi, açık ve zahir olan da bu idi. Çünkü 
    kelimesi 'ün ismi, de haberi olduğu için cümlenin esas yapısı dir. Kasr için 
    haber takdim olununca denilmesi lazım gelirdi. Bundan dolayı "Keşşaf" sahibi 
    der ki; fasîh Arapça'da gayri müstekarr olan zarf-ı lağiv tehir olunur, takdim 
    olunmaz. Sibeveyh bunu kitabında özellikle belirtmiştir. O halde bu en fasîh 
    olan kelâmda neye takdim olundu? dersen, derim ki, bu kelâm zat-ı Bârî'den 
    küfvü nefy için gelmiştir. Bu cümlede mânânın odak noktası ise bu zarftır. 
    Bundan dolayı bu zarf özenle belirtilmeye en layık ve takdimi en gerekli olan 
    en önemli noktadır ilh... 
  Ebu Hayyan 
    da zamirin Allah Teâlâ'ya racî olmasından dolayı ihtimam için takdim olunduğunu 
    söylemiştir. Hasılı daki "lam" "küfv"e sıla demek oluyor. Budan dolayı menfî 
    olan küfüv ancak Allah'ın küfvü olduğu anlaşılıyor. Bununla beraber bunda 
    Allah'ın lizâtihi küfvü muhal ve mümtenî olmak mânâsına adem-i kevnin ta'lîline 
    de bir işaret olmak üzere, yani fiiline de ilişkisi ihtimali bulunmak üzere 
    takdim edilmiş olması da ayrıca bir nüktedir ve niceliktir. Ancak bu takdirde 
    makam karinesiyle meâlinde bir anlam düşünmek lazım gelir. Çünkü Vacibu'l-vücud'un 
    ehadiyyetinin gerektirdiği küfüvsüzlük, kendisinin küfvünün olmayışıdır. Mümkünatın 
    küfvüne şamil olacak şekilde mutlak küfüv değildir. "Şanı yüce olan Allah 
    bütün çiftleri yaratmıştır." (Yâsin, 36/36) buyurulmuştur. Özetle söyleyecek 
    olursak Allah, kendisinin hakkı olan ulûhiyyetini kimseye vermez, tanrılığını 
    kimseyle paylaşmaz. Şirk iddiaları, her ne yolla olursa olsun batıldır. Şu 
    halde Allah'ı yaratılmış olan varlıklar arasına katıp, onun içine hulûl ve 
    izdivac ettirerek, bütünüyle kainattan ibaret yapan Revvakiyye ittihatçılığı, 
    yine bunun gibi hulûlsüz olarak bütünüyle herşeyle ittihad ettirip aynileştiren 
    süflî panteizm ittihatçılığı, yine bunun gibi, bir hayır halikı, bir de şer 
    halikı, bir nûr, diğeri zulmet iki zıt ve karşıt mebde olarak Vacibu'l-vücûd 
    iki ilâh farzeden Zerduştîliğin ikilik iddiaları, Hindûların ve eski Yunan'ın 
    teslis veya çok tanrılı inançları ve iddiaları bütünüyle batıldır. Bunlar 
    gibi, silsile-i meratip üzere birbirine eşit üç denk varlığın birleşmesi ile 
    üç ilâhdan bir tek ilah teşkilini iddia eden hıristiyanların ekanim-i selâse 
    (üç uknum, üç unsur) iddiası da batıldır, asılsızdır. Bir tek Allah vardır, 
    hiçbir şekilde bir dengi ve küfvü yoktur. O'ndan başkası hep mahluktur. 
  Kelimesi Hafs'dan 
    başka öteki bütün kırâetlerde sonu hemze ile olarak okunur. Hamze, Yakub ve 
    Halef-i Aşir kırâetlerinde nın sükûnu ile beraber hemze ile okunur Hafs kırâetinde 
    ise hepimizin bildiğimiz gibi nın zammı ile ve sonunun da ile okunur. Bu bir 
    tek lügattır. Denilir ki, Arapça'da kelime sonunda makabli mazmum olan vav 
    den başka yoktur, bir de işte bu "küfüven" vardır. 
  Gerek "vav", 
    gerek "hemze" ile yani, ve hepsi de aynı anlamda olup, "Kamus"da dahi açıklandığı 
    üzere; "küfüv" bir şeye mikdar ve değerde beraber olmaktır, yani eşit ve eşdeğer 
    demektir ki, bu da dengi ve benzeri demek olur. Bununla beraber iki şekilde 
    ele alınır: 
  Birincisi: 
    Asıl mânâsı, iki şıktan her biri diğerinin haiz olduğu aynı hüküm ve kıymeti 
    tek başına haiz olmakla birbirinden müstağni olarak biribirinin yerine tamamen 
    geçecek şekilde yeterli ve eşdeğer olmasıdır ki, birlik oldukları takdirde 
    birbirini engellemeyerek yapacakları her şeyi tek başına veya beraberce yapabilirler. 
    İhtilafları halinde ise birbirine tamamen karşı koyacaklarından dolayı hiçbirşey 
    yapamazlar: "Çelişki halinde olduklarında, ikisi de düşmüş olur." ki, bu iki 
    denk ve karşıt kuvvetin biribirini sıfırlaması demektir. 
  İşte buna 
    tabir olunur. Bu bakımdan küfüv, yalnızca uyuşma ve bağdaşma açısından eşit 
    ve eşdeğer bir eş ve arkadaş anlamından ibaret değildir, aynı zamanda zıt, 
    karşıt ve hasım anlamında eşit kuvvete ve imkâna sahip rakip anlamına da gelir 
    ki, misil ve benzer kelimeleri de öyledir. Bu anlamda iki erkek, aynı şekilde 
    iki dişi birbirine küfüv olabilirlerse de bir erkek ile bir dişi birbirine 
    küfüv (denk) olamazlar. 
  İkincisi: 
    Her biri aynı kıymeti değil, mukabil bir kıymeti haiz olmakla birinin diğerinden 
    istiğnası ve makamına ikamesi (yerine geçmesi) kabil olamayıp, maksadın gerçekleşmesi 
    için ikisinin de tam kıymetleriyle birleşmesi ve izdivacı şart olmaktır ki, 
    birine öbürünün eşi, tam yari denilir. Bu anlamda bir erkekle bir dişi küfüv 
    olabilirler. Dilimizde meşhur olduğu üzere nikâhta küfüv gereklidir, sözü 
    işte bu anlamdadır. 
  Rağıb der 
    ki, küfüv veya küfü, kadir, kıymet ve menzilettedir. Biri diğerine yamanıp 
    da odanın gerisine perde yapılan parçalardan her birine denilmesi de bundandır. 
    Bu anlamda kanat demek olur. Nikahta, savaşta, güreşte ve daha buna benzer 
    birçok konularda filan filana küfüvdür, denilir. ki buna Türkçe'de mükafat 
    denilir, bu da aynı anlamda yapılan işe karşılık olarak eşdeğer anlamına gelir 
    "Filan sana zıtlaşmakta denktir." denilir. Ve bir şeyi kalbetmeye, yani çevirip 
    ters yüz etmeye, yüzükoyun çevirmeye denilir ki, şiirdeki ikfâ olayı da bu 
    anlamdadır.> 
  Hasılı "küfüv" 
    kelimesi, bizim beraber, müsavi, eşit, muâdil, denk, eş, hemta, hemayar, akran, 
    kafadar, kafadenk, yar dediğimiz mânâlara şamil olarak misil ve nazîr demektir. 
    "Kamus" mütercimi Türkçe'de buna "bektaş" denildiğini de söylemiştir. Fakat 
    biz bunu artık bu anlamda kullanmaz olmuşuz. Bektaş kelimesini artık özel 
    isim olarak kullanıyoruz. Denk ve kafadar anlamını bundan anlamıyoruz, ancak 
    Azerîlerin ve Erzurum yöresinin "dadaş" dediğini biliyoruz.
   Bu âyette 
    "küfüv" siyak-ı nefiyde varid olduğu ve yukarıda da açıklandığı gibi, nefiyde 
    istimal olunan "ehad"de hiçbir demek anlamına olarak, gerek topluca, gerek 
    tek tek hepsini kapsamı içine alarak, hepsini birden nefy ve reddettiği için 
    gerek nikah, gerek diğer anlamlardaki küfüv sayılabilecek her çeşit anlamlarıyla 
    küfüv Allah Teâlâ'dan nefyedilmiştir. Bazıları, yukarıdaki yani "doğurmadı 
    ve doğurulmadı" karinesiyle ve "O'nun nereden çocuğu olur ki, hiçbir şekilde 
    karısı olmamıştır." (En'âm, 6/101) âyeti uyarınca nikâhta küfüv anlamına olduğunu, 
    bundan da oğlu, kızı olmadığını vurgulamak maksadı güdüldüğünü yeterli görmek 
    istemişlerse de ehadiyyeti izah için bu kadarı kâfi değildir. Bu ifadeden 
    mutlak anlamda her çeşit küfvün nefyini anlamaya lüzum vardır. Zaten siyak-ı 
    nefiyde nekire de bunu icabettirir. Yani Allah Teâlâ'nın hiçbir şekilde küfvü 
    yoktur. Çünkü küfvü bulunan herhangi bir şey, bir iş yapmak için ya küfvüyle 
    kendi rızasıyla bir araya gelmeye veya o işi yapmak için onun rızasını almaya 
    ve engellememesini sağlamaya veya karşı koyduğu takdirde de onu ortadan kaldırmaya 
    mecburdur. Halbuki küfüv tam denk olduğu için hiç biri diğerine üstün gelemeyecektir. 
    Böylece her ikisi de teâruz ve tesakut ederek (düşerek) aciz kalacaktır. Böylece 
    bir çöp bile kımıldatamaz duruma düşüceklerdir. Bir noktayı harekete geçirmek 
    için eşit iki kuvvet karşılıklı olarak ona tatbik edildiği zaman çeken ve 
    iten kuvvetlerden biri artı, biri eksi yönde etki edeceklerinden birbirinin 
    etkisini yok edeceği için o cismin hareket etmesi mümkün olmaz. (1-1= 0) formülüne 
    göre, karşıt yönde etki eden eşit kuvvetler birbirini sıfırlar. Zatında böyle 
    bir ihtiyaç ve buna benzer bir aciz sözkonusu olanların hiçbiri ilâh olamaz. 
    Buna burhan-ı temanü' denilir ki, Enbiya Sûresi'nde "Eğer göklerde ve yerde 
    Allah'dan başka ilahlar olsaydı, gökler ve yer bozguna uğrardı." (Enbiya, 
    21/22) âyetiyle ve İsra Sûresi'nde "Onların dedikleri gibi, Allah ile beraber 
    başka tanrılar da olsaydı, o takdirde o tanrılar da arşın sahibine elbette 
    yol bulmaya çalışırlardı." (İsra, 17/42) âyetiyle durum açıklanmıştır. Mabûdluk 
    hakkı olan ilâh, hakiki samed, ancak böyle kendisinde hiçbir vechile acz ve 
    ihtiyaç mümkün ve mutasavver olmayan ve kendinden başkasını dilediği zaman 
    kahr ve yok etmeye kadir bulunan galib ve kahhar olan ehaddir ki, işte olsa 
    olsa Allah O'dur. En güzel ve en yücelikte karşısında hiçbir misli ve misali 
    bulunmayan, asla infial ve teğayyürü, zeval ve fenası kabil olmayan, hüsün 
    ve cemâlin gereği olan sevmek ve sevilmek için de kendi kendine yeten ve tam 
    tecellisine yine kendisinden başkasının tahammülü olmayan o hüsn-i faaldir 
    ki, O'nun zatına olduğu gibi, tecelliyatına da bir başlangıç ve bir son bulmak 
    mümkün değildir. Kendisini hicabsız olarak gösteriverdiği, tecelli-i tam ile 
    tecelli ediverdiği anda, gözü erebilen her mâsivayı kendinde müstehlek edip 
    yok ediverir, eritiverir. Onun için "Rabbim görün bana, bakayım sana." (A'râf, 
    7/143) diyen Hz. Musa'ya "Beni göremezsin" buyurmuş, sonra da "Rabbi o dağa 
    tecelli edince onu anında yerle bir etti, Musa da bayıldı ve olduğu yere yığıldı 
    kaldı." (A'raf, 7/143) buyurularak bu durum insanlara açıklanmıştır. Ne beyinsiz, 
    ne süflî ve ne bedbahttır o kimseler ki, binlerce misil ve misali bulunan, 
    mahdut bir resmin çerçevesi içine sığan ve gönül denilen sırlar hazinesinden 
    haberi bile olmayan zavallılara, putlara gönül verip meclûb ve mağlup olup 
    da tapınırlar, sonunda da Ebu Leheb gibi perişan olup giderler. 
  Özetle söyleyecek 
    olursak, bu sûre-i celile en başında mahza inşa ifade eden bir emir altında 
    ikisi mûcibe, üçü de sâlibe olarak bir mevzua raci beş kaziyyeden (ikisi gerekçe, 
    üçü de red anlamı taşıyan beş önermeden) ibaret dört âyet içinde gayet sade, 
    fakat derin ve kapsamlı bir vecizlik ve belagatle ilâhî bilgilere ve İslâm 
    akaidine ait ayrıntıların bütün esasını içine almaktadır. Bundan dolayı yukarıda 
    da zikrolunduğu üzre bu sûre hakkında birçok haberler ve eserler varid olmuştur. 
    Evvela, "kul!" emrini veren, bâtında sabit, bizatihi belli, künh-i zatı başkasınca 
    gerçek özellikleriyle idrak edebilmek mümkün olmayan, şanı yüce bir niteliğin 
    gaybî bir nitelik olduğunu bir gaib zamiri ile iş'âr ederek ulûhiyyet sıfatı 
    ve ism-i celâli ile zahire tecelli eden Allah Teâlâ'nın ehadiyyeti (birliği) 
    bir ilk ve temel ilke olarak bildirilmiş, ikinci olarak, mânâsı vücudu vacip, 
    tam zengin ile bütün yaratılmışlar için başlangıç noktası, son gâye, merci-i 
    kül ve yegâne Rab demek olan samediyyet ile uluhiyyetin mânâsı anlatılmış 
    ve açıklanmış, üçüncü olarak da bütün mevcudatı yok iken yaratan, hepsine 
    birer yaratılış özelliği kazandıran ve sırf keremiyle varlık giysisi giydiren, 
    celâl ve cemâl eseri yağdırarak hepsine ilâh olan O ehad, O den bâtında ve 
    zahirde hiçbir şeyin ne ilmin, ne malumun, ne iradenin, ne muradın, ne fiilin, 
    ne mefûlün, ne mânânın, ne sûretin, ne ruhun, ne cismin, ne âfâkın, ne enfüsün, 
    türeme ve üreme yoluyla kendisinden çıkmadığı, yani ilmi, birbirinden doğan 
    fikir va akıl yürütme hareketleri cinsinden olmadığı gibi iradesi, fiili ve 
    yaptıkları da kendisine bir benzerlik ve eşitlik gerektirecek şekilde meydana 
    gelmez. Binaenaleyh O'nun baba, ana olmaktan, evladı bulunmaktan, sonucu alınacak 
    bir mukaddime bir başlangıç durumuna düşmekten münezzeh olduğu bildirilmektedir. 
    Yaratılmışlar ve özellikle insanlar için sonunun gelmesine engel sayılan, 
    bir şeref ve meziyet olan babalık sıfatının, o her dilediğini bir "Ol!" emriyle 
    yapan, üreme ve türemeden, bölünme ve noksandan münezzeh olan ehad ve samed 
    için büyüklüğüne engel bir özellik olduğu kesindir. Çünkü O'nun babalığının, 
    bölünme ve üremeyi de beraberinde getireceği için, bu da O'nun kemâliyle bağdaşmayan 
    bir noksanlık olacağı için bütün bu eksikliklerin tenzihi vaciptir. Onun başkasından 
    doğum, üreme ve türeme yoluyla meydana gelmiş olmayan bir kadîm, bir değişmez 
    ve değişme kabul etmez bir vacibu'l-vücud olduğu ve binaenaleyh oğul olmaktan 
    da oğlu bulunmaktan da münezzeh bulunduğu, işte bundan dolayıdır ki, baba 
    veya oğul olanların ilâh olmaları muhal olduğu velhasıl onun ne üstünde ne 
    altında bir ilâh mümkün olmadığı gibi, O'nunla beraber, O'na eşdeğer hiçbir 
    denk bir ehad bulunmak veya doğurulmak veya yaratılmak imkanı da olmadığı 
    için O'nun zatı ve sıfatı ortaklık meydana gelmesine engeldir. Yani lizâtihi 
    hakkın karşıtı lizatihi batıl ve mümtenî olduğu için ulûhiyyette şirk iddiaları 
    da hep batıldır. Tevhid adına üreme ve tekrar bu üç ayrı esasın birleşip bir 
    olması, yani üçleme iddialarının da batıl olduğu üç cümle ile anlatılmış ve 
    bu üç cümlenin birbirine bağlı olarak bütününün birden ifadesi matlub olduğu 
    anlatılmak üzere son iki cümle "vav" ile atfedilmiştir. Bununla beraber en 
    son cümle hepsinin de beyan ve takririne kâfi geldiği için atıfla beraber 
    müstakillen bir âyet olarak getirilmiştir. Bunun apaçık olan ince nüktelerinden 
    birisi de biri başında müsbet, (olumlu) biri de sonunda menfi (olumsuz) cümle 
    olarak "ehad" lâfzının iki kere zikredilme ve hem birinci âyetin, hem sonuncu 
    âyetin fâsılası olmasıdır ki, bununla ehad lâfzının Arapça'da her iki kullanımına 
    da tenbih edilmiştir. Zira yukarıda Ragıb'dan naklen beyan olunmuştur ki, 
    kelimesinin müsbet kullanıştaki anlamı ile menfi cümledeki anlamı aynı değildir. 
    Birinde tahsis, birinde genelleme vardır. Onun için bu kelimenin iki fasılada 
    da zikri sadece tekrardan ibaret olmamış, başlı başına bir belagat olmuştur. 
    
  Bunun toplu 
    mânâsı şöyle demek olur: Allah Teâlâ, ikileşmesi veya yok olması veya değişmesi 
    imkân ve ihtimali olmayan O birdir, hep birdir. Ne üstünde, ne altında, ne 
    beraberinde O'na ikinci olacak, bir başka bir, daha yoktur. Üstelik sadece 
    hep bir olarak değil, gerek tek başına, gerek topluca, gerek az, gerek çok, 
    herhangi bir yönüyle O'na eşit veya eşdeğer, benzer veya zıt hiçbir küfüv 
    de yoktur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur olması da mümkün değildir. Yani 
    Allah'ın ehadiyyetini tanımak, O'ndan şerik ve naziri büsbütün nefyetmek için 
    O'ndan başka bir ilâh yoktur demek kâfi değildir. "Ondan başka hiçbir ilâh 
    yoktur." deyip O'ndan başkasını nefy-i küllî ile nefyetmek icab eder. Çünkü 
    O'ndan başka bir ilâh yoktur, denildiği zaman "Ondan başka bir tek ilah yok, 
    fakat bir çok ilah vardır." anlamı da kasdolunabilir. Küllî bir selb ile bütün 
    cins nefyedilmiş olmaz. Şahsî ve cüzî bir selb sözkonusu olabilir. Onun için 
    kelime-i tevhîd diye nefy-i cins olan iledir, ye müşabih olan ile değildir. 
    (Maide, 5/73) âyetinde ile ifade olunurken de nefiyde istiğrak için bir edatı 
    getirilmiştir. "Allah ancak bir tek ilâhtır." (Nisa, 4/171) gibi yerlerde 
    de edatı da böyledir. İşte 'in bir isbatta, bir de nefiyde olmak üzere iki 
    defa zikrinde bu önemli nükte ile ilâhî ehadiyyetin beyan ve takriri vardır. 
    Allah öyle bir ehad, öyle bir sameddir ki, O'na herhangi bir temayüz veya 
    eşitlik ile denk olabilecek ne bir vahdet, ne de bir kesret mümkün değildir. 
    O'nun ne birincisi, ne ikincisi, ne üçüncüsü vardır. Onun gibi vücûdu vacip 
    olan, varlığı gerekli ve kendi kendine yeterli olan bir ilâh olmadığı gibi, 
    bir mevcut de yoktur ve olamaz. O'ndan ötesi ve O'nun dengi olmadığı gibi, 
    O'ndan berisi de bütün mevcudat ve mümkünat hepsi toplansa O'na karşı yine 
    de hiçtir, hepsi kendi özlerinde helake ve yokluğa mahkûmdur. Vücûd ve bekada 
    hepsi hep O'na muhtaçtır. Kendisine asla yokluk ârız olmayan zat-ı Hak O'dur. 
    Hakiki varlık ancak O'nun varlığıdır. O'nun varlığı, bütün varlıkların hakikatıdır. 
    O'dan başkası kendiliğinden ve kendi gücüyle varolmuş değildir. Yaratılmış 
    olan varlıklar birbirlerine küfüv olabilirler, birbirleriyle birleşir, birbirinden 
    ayrılabilirler. Birbirlerinden doğar, birbirleriyle didişir, niza eylerler, 
    birbirleriyle zıtlaşırlar, fakat hiçbirisi kendiliğinden değil, hepsi Allah'ın 
    vergisi ve izni iledir. Bütün varlıklar arasındaki kavga ve münakaşayı kesecek, 
    ihtilafları kaldıracak, iyiyi, kötüyü seçip, şerleri defedecek, hayrı paylaştıracak 
    ve çoğaltacak, zulmü iptal, hakkı izhar eylecek olan hep O'nun inayeti ve 
    kararıdır. Bütün gökleri ve yerleriyle kâinat, dünya ve ahiret hep O'nun mülküdür, 
    O'nun ehadiyyetine bağımlı, samediyyetiyle ayakta durmakta ve O'nun hükmüne 
    ve fermanına mahkûm bulunmaktadır. 
  Bundan dolayıdır 
    ki, bu sûrenin baş taraflarında Enes'den ve Ubeyy'den rivayet olunduğu üzere 
    bütün semavat ve arzın bu sûre üzerine kurulmuş olduğu zikredilmiştir. "Keşşaf 
    Tefsiri"nde bu sûrenin bütün Kur'ân'a muadil (eşdeğer) olduğuna dair bir rivayete 
    işaret olarak şöyle denmiştir: Bu sûre metninin kısalığı ve başı ile sonunun 
    yakınlığı ile beraber niçin bütün Kur'ân'a denk olmuştur? diye sorarsan, derim 
    ki: Bir yükseğin yüksekliği niçin ise onun içindir. Bu başka değil, ancak 
    Allah Teâlâ'nın sıfatı ve adalet ve tevhidi üzere dürüldüğü içindir. 
  Bunun faziletini 
    itiraf edip de Resulullah'ın kavlini tasdik eden kimse için delil olarak tevhîd 
    ilminin Allah'a olan nisbeti, şerefi kâfidir. Nasıl olmaz ki ilim, malûma 
    tabidir. O'nun şerefiyle şerefli, onun düşkünlüğü ile düşkün olur. Bu ilmin 
    malumu ise Allah ve sıfatları ve Allah hakkında caiz olup olmayanlardır. O 
    halde onun rütbesinin şerefini ve makamının celaletini ve yüceliğini ve her 
    ilmin üzerinde hakimiyet ve istilasını ve hiçbirisinin yetişemediği ödüle 
    erişmesini ne zannedersin? Her kim onu istihfaf ve istihkar ederse, hafife 
    alıp horlarsa malumuna bilgisinin yetmezliğinden, ona tazim ve saygısının 
    azlığından ve yokluğundan, akıbetine nazardan uzak olmasındandır.
   Bundan anlaşıldığına 
    göre; "Kul huvallahu ehad bütün kur'ân'a muâdil olur." diye bir hadis-i şerif 
    rivayet olunmuş demektir. "Kenzu'l-Ummal"de zikrolunduğu üzere, bunu İbnü'l-Enbarî 
    "Mesahif" adlı eserinde Hz. Enes'den rivayetle şöyle tahric eylemiştir: "Ne 
    engeller her birinizi her gece bir "kul huvallahu ehad" okumaktan. Çünkü o 
    bütün Kur'ân'a muâdil olur". 
  Alûsî'nin 
    zikrettiği üzere, Müsned'de İbni Lehîa tarikıyle Ebi Saîd'den gelen bir rivayette 
    kur'ân'ın yarısına veya üçte birine muâdildir, diye tereddütlü şekilde ifade 
    varid olmuştur. Merfû veya mevkuf birçok rivayetlerde ise üçte birine diye 
    tayin edilmiştir. Bu cümleden olarak "Bir gecede Kur'ân'ın üçte birini okumaktan 
    herhangi biriniz âciz midir?" buyurdu. Bu onlara zor geldi. Sonra buyurdu 
    ki, "Bir kimse okursa, okuduğu Kur'ân'ın üçte birine muâdil olur. 
  Aciz olur 
    mu her biriniz her gece Kur'ân'ın üçte birini okumaktan? buyurdu. Evet dediler; 
    biz buna güç yetiremez ve dayanamayız. Sonra Hz. Peygamber buyurdu ki; Allah 
    azze ve celle Kurân'ı üç kısma ayırdı, Kur'ân'ın üç bölümünden bir bölümü 
    kıldı. 
  Resulullah 
    (s.a.v.) buyurdu ki: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki; o, 
    yani Kur'ân'ın üçte birine muâdil olur." 
  Resulullah 
    (s.a.v.) buyurdu ki: "Toplanın size Kur'ân'ın üçte birini okuyacağım." Biraz 
    sonra toplanan toplandı, Hz. Peygamber çıktı 'i okudu, sonra tekrar odasına 
    girdi. Birbirimize dedik ki, herhalde kendisine semadan yeni bir vahiy haberi 
    geldi, odasına girmesine o sebep oldu. Daha sonra Peygamber (s.a.v.) odasından 
    çıktı, ben dedi; size Kur'ân'ın üçte birini okuyacağım demiştim ya, işte o 
    okuduğum Kur'ân'ın üçte birine denk olur. "Her kim, okursa, Kur'ân'ın üçte 
    birini okumuştur." 
  "Her kim, 
    bir kerre okursa Kur'ân'ın üçte birini okumuş gibidir, iki kere okursa Kur'ân'ın 
    üçte ikisini okumuş gibidir, üç kerre okursa bütün Kur'ân'ı okumuş gibidir." 
    Daha bunlar gibi bir çok rivayetler vardır. 
  Şu halde bunun 
    yorumu nedir? Bu hususta müfessirlerin ve din âlimlerinin iki görüşü vardır: 
    
  1- Bir kısım 
    alimler burada maksat, sevabı itibarıyla değil, mânâsı itibariyle üçte birine 
    muâdil olmasıdır, demişler. Buna da Müslim hadîsindeki üç kısma ayrılır sözünü 
    delil olarak göstermişlerdir. Ancak üç kısma bölünmesiyle ilgili hadîsin açıklamasında 
    da birkaç farklı görüş öne sürmüşlerdir ki, başlıcaları şunlardır: 
  a. Kur'ân'ın 
    mânâları üç ilme râcî olur: Bunlar tevhid ilmi, şerîat ilmi ve ahlak ilmidir. 
    Bu sûre ise hem teşrî, hem de ahlâk ilminin temeli olan tevhid ilmini en açık 
    ve en güzel şekilde ifade etmektedir.
   b. Denilmiştir 
    ki, Kur'ân bir bakıma inanç (akaid), ahkâm ve kısas şeklinde üç ana konuyu 
    kapsamı içine alır. Bu sûre ise hep inanca (akaide) ilişkin bir sûredir. 
  c. Gazâlî, 
    "Cevahir"de demiştir ki; Kur'ân'daki bilgilerin anahatları üç tür bilgidir: 
    Mebde, yani varoluşun başlangıcına bilgi edinmektir, meâde ilim, yani varlığın 
    sonucu hakkında bilgi sahibi olmaktır. Bir de bu ikisi arasındaki "Sırat-ı 
    müstakim"e bilgi edinmektir. İşte mebdee aid bilgi demek olan bu sûre, Kur'ân'ın 
    üçte birine denk demek olur. Fakat bize göre bu konuda üzerinde dikkat edilmesi 
    gereken noktalar vardır. Zira Allah sadece mebde'den ibaret değil, "evvel 
    ve âhir"dir. Hem mebde' hem de meâddir, çünkü dur. Sırat-ı müstakim de doğrudan 
    doğruya O'na götüren yol olduğundan samediyyetin istenilen gaye olması mânâsında 
    merciiyyet ile beraber ona da işaret vardır. O halde bu taksime göre bu sûre, 
    hepsine denk demek olur. 
  d. Bir de 
    denilmiştir ki; Kur'ân'daki istenen şeylerin en büyükleri kendileri sayesinde 
    iman ve İslâm'ın husûle geleceği üç asıldır ki, bunlar Allah'a marifet, Peygamberin 
    doğruluğuna, bir de ahirette Allah huzurunda verilecek hesaba itikattır. Bu 
    sûre birinci isteğe ait olması dolayısıyla Kur'ân'ın üçte biridir. 
  Daha bunlardan 
    başka tevcihler ve görüşler de ileri sürülmüştür. Ve yine denilmiştir ki, 
    her hangisi olursa olsun üçte bir rivayetiyle bütününe muâdil olması rivayeti 
    arasında çelişki yoktur. Çünkü tevhîd bütün Kur'ân ilimlerinin aslıdır, diğer 
    konular onun ayrıntılarıdır. 
  2- Bir kısım 
    din âlimleri de murad sevap bakımından Kur'ân'ın üçte birine muâdil olmasıdır 
    demişler ve buna kail olmuşlardır. Hadislerin zahirinden anlaşılan mânânın 
    bu olduğunu söylemişlerdir. Buna itiraz olarak denilmiştir ki; Hz. Peygamber 
    (s.a.v.), "Her kim Kur'ân okursa her harfine on sevap vardır.", buyurmuş olduğundan 
    tamamıyla Kur'ân okumanın sevabı, tek başına bu sûrenin sevabına nisbetle 
    kat kat fazla olacağı âşikârdır. 
  Buna şöyle 
    cevap verilmiştir: Kur'ân okuyan için iki türlü sevap vardır; birisi her harfine 
    göre verilen tafsilî sevab, birisi de hatim sebebiyle cümlesine birden verilen 
    icmalî sevabdır. Okumanın sevabı, Kur'ân'ın hatim sevabının üçte birine muâdil 
    demektir. Yoksa tafsiline değil. Bunun misali, nitekim bir ev yaptırmak için 
    bir kimse birine bir mikdar para vermek üzere anlaşır, fakat binayı yapıp 
    bitirdiği zaman da anlaştıkları ücretten başka bir de bahşiş verir. Buhârî 
    "Şerh-i Kirmanî"de der ki: Bütün Kur'ân'ın üçte birini okumak elbette bu sûreyi 
    okumaktan dah zor, daha meşakkatlidir, o halde bu sûrenin hükmü üçte birin 
    hükmüne nasıl eşit olur? denilirse, üçte birini okunmasının sevabı on katıyladır, 
    berikinin sevabı ise onun bin katıdır. Benzetme aslındadır, ziyadesinde değildir, 
    dokuzu ziyade meşakkat karşılığıdır. İlh... 
  Şihab-ı Hafâcî, 
    bununla ilgili olarak demiştir ki, Allah kelamının mânâlarını dikkat eyleyen 
    ve onları düşünerek tedebbür ile okuyan için olan sevap başkadır. Murad şudur 
    ki, her kim bunu mânâsının hakkını vererek ve riâyet ederek okursa, yani anlayarak 
    ve üzerinde düşünerek okursa, böyle tedebbür ve teemmül ile okursa, mânâsına 
    bakmadan va anlamaya çalışmadan Kur'ân'ın üçte birini okumaya muâdildir demektir. 
    Yahut marifetullaha ve tevhîde ilişkin olmayan üçte birini okumaya muâdildir, 
    demek olmalıdır. Zira en şerefli mânâlar, en şerefli kelimelerden bazısına 
    eklenince o cins lafızlardan bir çoğuna muâdil olmasında garip karşılanacak 
    hiçbir şey yoktur. Meselâ en değerli taşlarla süslenmiş ve işlenmiş on miskal 
    ağırlığındaki bir altın levha bin miskal ve daha ziyade altına eşdeğer olabilir. 
    
  Alûsî der 
    ki: Allah Teâlâ'nın mahz-ı keremiyle çok bir meşakkat olmayan bazı ibadetler 
    için yine o cinsten kat kat meşakkatli olan başka ibadetlerin sevabından daha 
    çok bir sevab ihsan buyurmasına engel yoktur. Nitekim bazı zamanlarda, bazı 
    mekânlarda bir ibadete diğerinden daha fazla sevap tahsis edilmiş ve hattâ 
    aynı ibadet o zamanların bazısında vacib, bazısında haram kılınmıştır ki, 
    bunun hepsinde ancak Allah'ın kendisinin bildiği birtakım hikmetler vardır, 
    bu da onlardan farklı değildir. Şu halde her ne suretle olursa olsun bu sûreyi 
    okuyan kimse, aynen Kur'ân'ın bu sûreyi içine almayan üçte birini okumuş olanın 
    sevabı kadar bir sevabı kazanması ve bunun ona bir ilâhi lütuf olarak tahsis 
    buyurulmuş olması imkânsız görülmeyip bunun hikmetinin ilâhî ilme tefvîz olunması 
    gerekir. İbni Abdi'l-Berr de bu konuda sükût eylemenin görüş ileri sürmekten 
    ve ileri geri konuşmaktan daha çıkar yol ve daha faziletli bir davranış olduğunu 
    söylemiştir. Gerçekten de en sağlam ve tutarlı olan da budur. 
  Bununla beraber 
    Keşşaf'ın bu konuda uyarısı da önemlidir: 
  Bütün bunlardan 
    sonra âcizane benim aklıma doğanlar da şudur: Ta Fatiha Sûresi'nin başında 
    besmeleyle ilgili olarak beyan ettiğimiz şekilde, Kur'ân ilminin ana konusu, 
    ulûhiyyeti dolayısıyla Allah Teâlâ'dır. Yani Allah ile yarattıkları ve özellikle 
    de yaratılmışlar arasında akıl sahibi olması dolayısıyla insanlar arasındaki 
    ilişkidir. Bir tarafta Allah'ın uluhiyyeti, bir tarafta kulların ubûdiyyeti 
    ve bu ikisi arasındaki ilişkidir. İnsanın bu ilişkide Yüce yaratıcısına karşı 
    nasıl bir tutum ve tavır içinde olması gerektiğinin bilgisidir. Fatiha Sûresi, 
    bunu belirlediği gibi, bu sûre de Allah Teâlâ'nın kendi tarifi olarak, bütün 
    Kur'an'ın dayanağı olan temel ilkeyi açıklamıştır. Bu bakımdan bu sûre de 
    Fatiha Sûresi gibi bütün Kur'ân'ın bir özeti ve binaenaleyh muvadili demektir. 
    
  Sonra Kur'ân'ın 
    bütünü de fatihası, ortası ve bir de hatimesi, yani sonucu olmak üzere üç 
    kısımdır demektir ki, bu görüş, Gazâlî'nin bakış açısına benzer bir görüştür. 
    Fatiha, bilindiği üzere, olan Elham'dır. Hatime de İhlas ile Muavvizeteyn'dir. 
    "Namazı benimle kulum arasında taksim ettim." hadis-i kudsîsinin delâleti 
    üzere Fatiha'nın yedi âyeti Allah ile kulu arasında iki eşit kısma taksim 
    edilmiştir: Şöyle ki: İlk üç âyeti yalnızca Allah'a aittir. Allah'a ait olan 
    üç âyetlik bu birinci kısımdan sonra gelen dördüncü âyet "Ancak Sana ibadet 
    eder ve ancak Sen'den yardım dileriz." âyetinin bir ucu Allah'a, bir ucu da 
    kullara aittir. Üçüncü kısımdaki üç âyet sadece kullara âittir. Kur'ân'ın 
    hâtimesinde yer alan üç sûreden birincisi olan İhlas Sûresi yalnızca Allah'a 
    âit, 'lerle O'na sığınmak ise kullara ait olduğundan bir bakıma İhlas Sûresi, 
    Elhamd'in ve binaenaleyh bütün Kur'ân'ın yarısına, bir bakıma da üçte birine 
    muâdil demek olur. Şu halde bunların mânâlarındaki incelikleri ve ilişkileri 
    duyabildiği kadar hissederek okuyanlar o ölçüde tafsilen muâdil sevaplara 
    nail olacaklar, mânâsını anlamadan icmalî bir imanla okuyanlar da o ölçüde 
    icmalen muâdil sevablarına nail olacaklar. Nazım haddizatında mânâya delâlet 
    ettiği, harf sayısına göre sevap da nazmın tilavetine aid bulunduğu için vaad 
    olunan sevabdan elbette hali olmaz. "Kim bir iyilik yaparsa ona on katıyla 
    sevap vardır." (En'âm, 6/160) ilâhî vaadiyle bir harfe on sevap veren Allah'ın 
    bir İhlas Sûresi'ne diğerlerinin tamamına, yarısına veya üçte birine muâdil 
    sevap vermesine bir engel yoktur. Özellikle bunun gibi Allah'a aid olan hususlarda 
    "Allah dilediğini yapar ve dilediği gibi hüküm verir." (İbrahim, 14/27) ve 
    (Maide, 5/1) hükümlerinden başka sebep de aranmaz. İhlasa yatkın olarak mânâyı 
    anlamaya ve sonra da gereğince amel etmeye çalışmak da ayrıca birer hasene 
    olduğundan dolayı şüphe yok ki, onların sevabı da munzam olunca ecir daha 
    yükselir. İşte tefsir yoluyla mânâyı ve hükümleri anlatmaya çalışmaktan istenilen 
    de budur. Bu sûrenin faziletlerine dair daha bir çok hadis-i şerîf rivayet 
    edilmiştir. İçlerinde sahih ve kuvvetli olanlar da, zayıf sayılanlar da vardır. 
    Bazıları bu sûrenin Kur'ân'daki sûrelerin en efdali olduğunu söylemişlerse 
    de, Fatiha'nın her namazda okunması vâcib olduğu ve Hz. Peygamber'in "Fatiha'sız 
    namaz, namaz olmaz." buyurması dikkate alınınca bu konuda biraz temkinli olmak 
    gerekir. Gerçi Fatiha'nın durumunun böyle olması, İhlâs'ın en efdal sûre olmasına 
    engel teşkil etmez şeklinde düşünülebilir, ancak bu konuda Hz. Peygamber'den 
    sahih bir rivayet olmadan buna hükmetmek uygun düşmez. 
  Alûsî der 
    ki: Bunun hakkında varid olan sahih hadisler, bu sûrenin faziletine yeter, 
    hattâ Kur'ân'daki sûrelerin en efdali bile denilmiştir. Buna Darimî'nin Müsned'inde 
    Ebu Mugive'den, Safvan-i Kulai'den rivayet olunan şu hadis ile istidlâl edenler 
    de olmuştur. Şöyle ki; bir adam "Ya Resulullah, Kur'ân'da hangi sûre en büyüktür?" 
    dedi. Peygamber (s.a.v.) de buyurdu. Yine Müsned'de Muâz b. Rifa'a ve Üseyd 
    b. Abdirrahman tarikıyle Ukbe b. Âmir'den, demiştir ki, Resulullah (s.a.v.) 
    bana "Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da bulunan sûrelerin en hayırlısı üç sûreyi 
    sana öğreteyim mi?" buyurdu. Ben de "evet" dedim. Bunun üzerine bana ve sûrelerini 
    okuttu, sonra da buyurdu ki; "Ya Ukbe, sen bunları ve Tebbet'i bir gece bile 
    unutma, hepsini oku!"
  Tirmizî de 
    bu hadisin bir kısmını rivayet etmiş ve "hasen" demiştir. Bununla beraber 
    bu, Kur'ân'daki sûrelerin mutlaka en efdali olduğuna delalet etmez, belki 
    efdal olanlar arasında olduğuna delalet eder. Kur'ân sûrelerinin birine diğerinden 
    efdal demeyi caiz görmeyen, yani aralarında fazilet farkını inkâr edenler 
    olmuşsa da İbni Hassad demiştir ki, bu konuda varid olan hadislerin çokluğu 
    karşısında efdaliyyet farkını inkâr edene şaşılır. Efdaliyyeti benimseyenler 
    de vechini açıklamada farklı görüşteler: Bazısı demiştir ki; efdaliyyet, nefsin 
    intikalleri ve yüce vasıfları derinden algılayabilmesi ve kalbin ürperişleri 
    bakımından sevabın büyüklüğüne kat kat artmasına racidir. Çünkü İhlâs Sûresi'nin 
    içerdiği, mesela vahdaniyyet ve ilâhî sıfatlara delalet gibi anlamlar mesela, 
    Tebbet Sûresi'nde mevcut değildir. Binaenaleyh efdaliyyet ancak mânâ yüceliği 
    ve çokluğu iledir. Halimi de Beyhakî'den şöyle nakletmiştir: Âyetler ve sûreler 
    arasında efdaliyyetin mânâsı değişik özelliklere racidir. Birisi; onunla amel, 
    diğeriyle amelden evla ve insanlar için lâzım olmaktır. Bu açıdan emir ve 
    nehiy, vaad ve va'id âyetleri kısas âyetlerinden daha hayırlıdır, denilir. 
    Çünkü kıssalarla ancak ilâhi emir ve yasakların müjde ve uyarıların desteklenmesi 
    matluptur. İnsanlar bunlardan uzak kalamaz, ancak bazı hallerde bu kıssalara 
    ihtiyaç duymayabilirler. Onun için temel ilke niteliğinde olan ve insanlara 
    daha gerekli olan ve daha faydalı bulunanlar, onlar hakkında ayrıntı sayılanlardan 
    daha hayırlı olur. İkincisi; Allah Teâlâ'nın yüce isimlerini ve sıfatlarını 
    beyan eden, azamet ve celaline delalet eyleyen âyetlere, böyle olmayanlara 
    göre, kadri daha yüce, şanı daha yüksek mânâsına efdal denilir. Üçüncüsü; 
    bir sûre bir sûreye, bir âyet bir âyete göre daha hayırlı denilmek şu mânâ 
    ile olur ki, bunu okuyan kimse, okumakla uhrevi olan ilerideki sevabdan başka 
    peşin bir fayda ve tilavetiyle husûle geliverecek bir ibadet elde etmiş olur. 
    Mesela, âyete'l-kürsi, ihlas ve muavvizeteyn sûreleri gibi ki, bunlarda Allah 
    Teâlâ'yı yüksek sıfatları ile zikir bulunduğundan bu zikrin fazilet ve bereketine 
    itikad ve itminan ile bunları okuyan kimse kırâetiyle derhal korkulan bir 
    şeyden korunmuş ve Allah'a sığınmanın faydasını hemen görmüş ve böylece okumakla 
    Allah'a ibadet etmiş olur. Hüküm âyetlerine gelince, bunların sadece okunması 
    ile o hüküm yerine gelmiş olmaz, ancak o hüküm hakkında bilgi edinilmiş olur. 
    Bir de şu bakımdan bir sûre bir sûreden efdal denilir ki; Allah Teâlâ, onun 
    kıraetini, diğerlerinin kat kat kıraeti gibi kılmış ve ona diğerlerine vermediği 
    sevabı vermiştir. Her ne kadar onun bu dereceye baliğ olmasına sebep olan 
    mânâ bizce bilinmese bile... Bunun benzeri çeşitli zamanların ve mekânların 
    üstünlüğü hakkında söylenildiği gibi, te'abbüdi olan tahsisat-ı ilâhiyyedir. 
    Hasılı bu vecihlerin herhangi birisi bakımından efdaliyyet, hepsinin Allah 
    kelâmı olması bakımından taşıdığı eşitliğe ve aynı özelliği taşımalarına aykırı 
    olmaz bile. Çünkü hepsi de "Allah, sözlerin en güzelini çift yönlü ve ahenkli 
    bir kitap olarak indirdi. Rablerine saygılı olanların ondan tüyleri diken 
    diken olur. Sonra tüyleri de, kalbleri de Allah'ın zikrine yatışır, yumuşar..." 
    (Zümer 39/23) âyetinde açıklanan özelliğe sahiptir. 
  Korunacak 
    insanlara hidayet olmak üzere indirilmiş olan Allah kitabının besmelesi ve 
    fatihasıyla Allah'ın birliğini ilan ve peygamberliği icraya başlamış olan 
    Resulullah'ın nihayet hak vaad ve kevser verilmek, fetih ve zafere erdirilmek 
    ve bunun için tesbih ve hamd ederek Rabbi'nin mağfiretine kavuşan Muhammedî 
    şanı ile güzel ve mutlu sonu ve ona buğz edenlerin, zıddına gidenlerin Ebu 
    Leheb ile karısı gibi ateşe giden acı sonu ve hüsranı anlatıldıktan sonra, 
    bütün şirk şaibeleri kesilmek ve hıristiyanların, Hz. İsa hakkında düştükleri 
    yanlışlığa düşülmemek gereği ve bütün âyetlerden nihai gâyenin ve maksadın 
    Allah'ı tanımak olduğu bu sûrede işte böylece vurgulanmıştır. Ortak ve benzerden 
    münezzeh olmak, eşdeğer ve zıddan uzak bulunmak ancak Allah'a mahsustur. O'nun 
    kendisinden başka herşey O'na muhtaçtır. Evvel ve âhir O'dur, herşey O'nun 
    ehadiyyetinde fanidir ve onda son bulacaktır. Her varlık ancak O'nun samediyyetiyle 
    kail bulunduğu gerçeği hatime olarak hakka'l-yakîn tesbit edilmek üzere bu 
    sûre-i celîlede tevhid sırrı her türlü şâibeden uzak, her şüpheden azâde olarak 
    halis bir yakîn ile talim ve telkin edilmiştir. Allah Teâlâ'nın doğurmaz ve 
    doğurulmaz, hiçbir şekilde eşi ve dengi bulunmaz ehadiyyet ve samediyyet ile 
    tanınması lüzumu bildirilmiştir. O halde Peygamberler de dahil olmak üzere, 
    bütün âlemler ve özellikle akıl sahipleri için mahlukatın mertebelerinde birbirlerine 
    karşı olan şeylerden O'nun samediyyetine sığınmaktan başka bir selâmet çaresi 
    olmayacağı âşikârdır. Fatiha Sûresi'nde "Biz ancak Sana ibadet eder ve yine 
    ancak Sen'den yardım dileriz." buyurulduğu gibi, hatimede de O samediyyetin 
    hüküm ve mânâsını beyan etmek üzere bu İhlas Sûresi'nin arkasından, âfâkî 
    veya enfüsî herhangi bir şey karşısında son çare olarak O'na esmâ-i hüsnasiyle 
    iltica edip sığınmaktan ibaret olduğu, aşağıda geleceği şekliyle biri âfâkî, 
    biri enfüsî iki sığınma sûresi olan "muavvizeteyn" ile son emir olarak tebliğ 
    ve ferman buyurulmuştur.