84-İNŞİKAK: 
    
  Gök yarıldığı 
    (veya parçalandığı) vakit. 
  Göğün İNŞİKAK'ı, 
    bu âlemin değişmesi için yukarı tarafından gelen ilâhî emrin inmek ve gerçekleşmek 
    üzere gökte ortaya çıkışıdır. Bunun başlangıcı çatlama, sonu da "O gün biz 
    göğü, kitapların sayfasını dürer gibi düreceğiz." (Enbiya, 21/104) âyetinde 
    belirtildiği gibi dürülmedir. Sonra da "İlk yaratılışa başladığımız gibi yine 
    onu iade edeceğiz." (Enbiya, 21/104) buyrulduğu gibi iadedir. Bu şekilde yarılma 
    bir taraftan dünya göğünün yıkımı, öte yandan ahiret semasının kuruluşudur. 
    
  Yarılmanın 
    başlangıcı, Fürkan Sûresindeki "O gün gök bulutlarla yarılacak ve melekler 
    ard arda indirilecekler." (Furkan, 25/25) âyeti mânâsınca göğün bulut ile 
    yarılışı, meleklerin ard arda indirilişi ve böylece ilâhî emrin gelmeye başlayışı 
    diye tefsir olunmuştur ki Bakara Sûresi'ndeki "Onlar buluttan gölgeler içinde 
    Allah'ın azabının ve meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesini mi bekliyorlar." 
    (Bakara, 2/210) âyeti gereğince "işin bitirilmesi" bunun tamamı demektir. 
    
  Ğamâm, bulut 
    veya ak bulut demek olan ğamâme'nin çoğuludur ki "Kâdi Hâşiyesi Şihâb"ta yazıldığına 
    göre, göğün yarılması sırasında ortaya çıkacak ve içinde amel defterleri ile 
    meleklerin ineceği bir sis olduğu söylenmiştir. Gök başlangıçta bir duman 
    olarak yaratıldığı gibi göğün herhangi bir tarafında kütlelerin birinde Allah'ın 
    emriyle vaki olacak bir patlamadan meydana gelecek bir bulut ile de gökte 
    bir çatlama ve yarılma vuku bulmuş olur. Nitekim göğün çatlaması ile yıldızların 
    yayılması beraber zikredilmişti. "Şihab"ta şöyle yazılıdır: Bu âyetin "O gün 
    gök bulutlarla yarılacak." (Furkan, 25/25) âyeti ile tefsir olunması İbnü 
    Abbas'tan rivayet edilmiştir. Bu rivayet olmasaydı burada bu tefsiri terketmek 
    daha iyi olurdu. Çünkü "infiâl" kalıbından "inşikak" fiilinin tercih edilmesinde 
    sonsuz kudrete ve sanki yarmaya ihtiyaç yokmuş gibi bir boyun eğişin bulunduğunu 
    gösteren bir mânâ vardır. "Zeccâc "O gün gök yarılmış, sarkmıştır." (Hâkka, 
    69/16) âyetinin mânâsınca, "kıyametin dehşetiyle yarılacak" demiş, bunun bulutla 
    yarılma ile çelişki teşkil etmeyeceği de söylenmiştir. Hz. Ali'den gelen bir 
    rivayette bu yarılmanın "mecerre"den olacağı söylenmiştir. Bazı eserlerde, 
    "mecerre, göğün kapısıdır" diye rivayet edilmiştir. Gökbilimciler der ki: 
    "Mecerre, duyu organlarıyla görülemeyen birçok yıldızlardır." 
  Mecerrelerin 
    seçilemeyen birçok yıdız topluluğu olduğunda eski ve yeni astronomi âlimlerinin 
    ittifakı var demektir. Yeni gökbilimcilerin de kanaatleri budur. Bazı aşırıya 
    kaçanlar, "mecerrelerin bir takım yıldızlar olduğunu yeni gökbilimciler yeni 
    teleskoplarla keşfetmişlerdir" zannına kapılarak ileri geri birçok söz söylüyorlarsa 
    da bu yeni değildir. Kuşkusuz bunların oluşumunda dikkat çekici bir özellik 
    vardır. Mecerreler bizim görebildiğimiz göğün en yüksek boyutunda özel bir 
    mevkide olduğundan oradan başlayacak yarılmanın yukardan gelen bir yarılma 
    demek olacağı da anlaşılır. Böyle bir çatlama ile başlayacak olan gök yarılmasının 
    nihayet dürülme ve işin bitirilivermesine kadar gittikçe yayılan bir takım 
    aşamaları vardır ki bunlar "O gün gök bulutlarla yarılacak." (Furkan, 25/25), 
    "Gök yarılıp da kızaran, yanan ve yağ gibi eriyen bir gül olduğu zaman." (Rahmân, 
    55/37), "O gün gök yarılmış, sarkmıştır." (Hâkka, 69/16) ve "Gök açılmıştır 
    da kapı kapı olmuştur." (Nebe', 78/19) âyetleriyle ifade edilmiştir. 
  2. Burada 
    bu yarılma aşamalarının başlangıcından sonuna yani işin bitirilmesine kadar 
    toptan hepsinin birden vaktine işaret olmak üzere her cümlede tekrar olunmayıp 
    göğe ait olan ve fiillerinin hepsi bir , yere ait olanlar da bir altında toplanarak 
    iki ile zikredilmiştir. Yani, gök yarıldığı ve Rabbini dinlediği vakit. 
  Burada "üzün" 
    yani kulak kelimesinden "kulak vermek, dinlemek" mânâsına olarak boyun eğme 
    ve itaatle mecazdır. Nitekim dilimizde de kulak vermek; dinlemek, söz dinlemek, 
    emir dinlemek, boyun eğmek ve itaat etmek mânâsında kullanıldığı gibi, şairin: 
    
  "Benim anıldığım 
    bir hayır işittiklerinde sağırdırlar, duymazlar.
   Yanlarında 
    bir kötülükle anıldığımda kulak verir, dinlerler." demek olan beytinde de 
    bu mânâyadır.
  Yani, yaratılışın 
    başlangıcında gök duman iken Allah ona ve yere "İkiniz de ister istemez gelin." 
    (Fussilet, 41/11) buyurduğu zaman "isteyerek geldik"(Fussilet, 41/11) diye 
    kendi arzularıyla ona boyun eğip bütün tabiatlarıyla var oldukları gibi, yarılma 
    emri verildiği zaman da gök, bu emre hiç direnmeden hemen yarılıp Rabb'inin 
    irade ve kudretinin etkisine boyun eğdiği ve dolayısıyla yarılmanın gerektirdiği 
    hükümler meydana geldiği vakit, 
  Gök ona layık 
    kılınmıştır, yani göğün hakikatine, tabiatına yaraşan da odur. Çünkü ilk yaratılışında 
    "isteyerek geldik"(Fussilet/11) demiş; Allah'ın emrine itaat tabiatı olmak 
    üzere vücuda getirilmiştir. Diğer bir mânâ ile o, semaya hak vacip kılınmıştır. 
    "İster istemez gelin"(Fussilet, 41/11) buyrulduğu için isteyerek boyun eğmese 
    zorla boyun eğmeye mecbur olurdu. Onun için dinleyip isteyerek ve tabii olarak 
    yarılmasa, zorla ve istemeden yarılırdı. Biri layık diğeri vacip olmaktan 
    olan bu iki mânâya göre 'deki "vav" (atıfa) olmayıp, bu cümle bir ara cümlesi 
    olarak nın etki sahasına giren şeylerden ayrı olmuş olur. Çünkü bu layık ve 
    hak olma, gökte yalnız yarılma zamanında değil, asıl olarak vardır. "Hakk" 
    fiili, "şu şuna daha layıktır, müstehaktır" gibi layık olma mânâsına kullanıldığı 
    zaman, ve gibi mechul (edilgen) kipiyle kullanılır. Lakin mechul şekliyle 
    okunan her fiilin o mânâdan olması gerekmez. Gerekli olma ve gerekli kılma 
    mânâsında veya ile mef'ul(tümleç) alır, ve gibi. Burada lâm ve alâ bu iki 
    mânâdan şöyle tefsir olunmuştur: Yani "Gök boyun eğmeye, karşı çıkmamaya layık 
    kılınmıştır." demek olup mânâ, her mümkünün ilâhî kudrete boyun eğmesinin 
    gerekli ve hak olduğunu ilândır. Yahut yani, "Allah, kendisine boyun eğmeyi 
    gök üzerine vacip kılmıştır. Dolayısıyla göğün ona boyun eğmesi haktır, vaciptir." 
    Yine bu mânâlarda olarak "Olayın dehşetinden dolayı ona yarılma vacip olmuştur." 
    diye de tefsir edilmiştir. Bu durumda cümlesinin başındaki "vav" atıfa (bağlaç) 
    olup cümle 'nın etki sahasına girmiş olur. Bunun üçü de yarılmanın gerçekleşeceğini 
    vurgulamış ve bunun neticesinde olacak olan olaylara geçmemiş oluyor. Biz 
    ise bundan daha başka bir mânâ anlıyoruz. Şöyle ki: 
  "Rabb'ini 
    dinlediği zaman" sözü, yalnız yarılma emrini değil, onunla beraber meleklerin 
    inmesi ve diğer ilâhî hükümlerin yerine getirilmesi gibi, yarılmaya bağlı 
    olarak meydana gelecek ilâhî emirlere boyun eğme ve itaat yani, "Onlar buluttan 
    gölgeler içinde Allah'ın azabının ve meleklerin gelmesini mi bekliyorlar?" 
    (Bakara, 2/210) ve "Melekler göğün kenarındadır. Onların üzerinde o gün Rabb'inin 
    Arş'ını sekiz melek taşır."(Hâkka, 69/17) mânâlarına işaret; "hak oldu" da, 
    "el-Hâkka"dan olup büyük olaylar ve felaketlerin olacağı kıyamet gününün gerçekleşmesi 
    veya hakkın galip gelmesi ve hakkı yerine getirme mânâlarından biriyle, yani 
    "göğe hâkka (kıyamet) vaki olduğu veya gök haklandığı: Hakk'ın emrine mağlup 
    olup hak yerne getirildiği vakit" demek olarak "iş bitirildi." (Bakara, 2/210) 
    ve "Rabb'inin emri geldiğinde ve melekler saf saf dizildiğinde." (Fecr, 89/22) 
    mânâlarına işaret olması daha faydalı ve beliğ olacağı kanaatindeyiz. 
  3. Ve yerküre 
    uzatılıp genişletildiği zaman, dağları ve dereleri yerle bir edilip düzlendiği, 
    "Yerlerini dümdüz bomboş bırakcaktır. Onlarda ne bir iniş, ne de bir yokuş 
    göremiyeceksin." (Tâhâ, 20/22) âyetinin ifade ettiği gibi düzletildiği veya 
    çekilip uzatılarak sahası çoğaltılıp genişletildiği vakit, 
  4. Ve içinde 
    ne varsa attığı ölüleri kabirlerinden fırlattığı, "Yer ağırlıklarını çıkardığında." 
    (Zilzal, 99/2) âyeti gereğince içindeki ağırlıklarını, define ve madenlerini 
    döktüğü vakit. Said b. Cübeyr gibi bazı âlimler, definelerin çıkarılması Deccâl'in 
    çıkması sırasında olmasına dayanarak burada yalnız "ölüleri dışarı attığı 
    zaman" mânâsı vermişler ise de Katâde'den rivayet edilen öncekidir. 
  Ve tamamen 
    boşaldığı vakit. 
  Alûsî'nin 
    naklettiği üzere Ebu'l-Kasım Cîlî "Dibac"ta İbnü Ömer'in Hz. Peygamber (s.a.v)'den 
    şöyle rivayet ettiğini yazmıştır: "Ben, yer, kendisinden yarılacak olanların 
    ilkiyim. Hemen kabrimde doğrulup otururum ve yer benimle hareket etmeye başlar. 
    "Ne oluyorsun?" derim. "Rabb'ım bana içimdekini atıp boşalmamı, boşalıp da 
    vaktiyle bende hiçbir şey yok iken olduğum gibi olmamı emretti" der. İşte 
    bu, yüce Allah'ın âyetinin mânâsıdır. 
  5. Öyle boşaldığı 
    ve Rabbini dinleyip haklandığı vakit. Bunda da söz önceki gibidir. 'nın tekrarı, 
    göğe ait olanlarla yerküreye ait olanların bir tür özellikle ayrıldığına, 
    yani yarılma ve hak olma olayının iki aşamasına işaret içindir. Bu lar, bir 
    taraftan yukarıki sûrenin sonuna, bir taraftan da bundan sonrasına bağlı gibi 
    düşünülebilmek üzere, cevabı bir bakıma söylenmemiş, bir bakıma da söylenmiş 
    denilebilecek bir üsluptadır. Onun için bazıları bu 'ların şart mânâsından 
    soyutlanarak zaman zarfı olduğunu ve cevaba muhtaç olmadığını söylemişlerdir 
    ki bu durumda "yukarıda söz edilen cezalandırma ne vakit?" şeklinde mukadder 
    bir soruya karşı "gök yarıldığı zaman.." diye cevap olabilir. Bazıları da 
    bu 'ların şart mânâsında olduğunu, korkutma mânâsı ifade etmek için cevabının 
    zikredilmediğini söylemişlerdir ki, "o zaman neler neler olacak, şimdi açıklanacak 
    gibi değil" demek olur. Bazıları Tekvîr ve İnfitar sûrelerindeki karinelerinden 
    (Tekvîr, 81/14; İnfitar, 82/5) faydalanarak "o vakit herkes ne yaptığını anlar" 
    demektir demişlerdir. Bazıları da ve fiillerinin mânâsı içinde cevap vardır 
    demişlerdir. Fakat en doğru cevap, şu iki âyetten birinin mânâsında mevcuttur.
   6. Ey insan! 
    Haberin olsun ki sen, Rabbine doğru çabalar da çabalarsın.
   KEDH, tırmalamak 
    ve kendisine etki edecek şekilde hayır veya şer bir işe emek verecek ciddiyet 
    ve gayretle çalışıp çabalamak mânâlarına gelir ki burada bununla tefsir edilmiştir: 
    Yani, bütün hayatında ölüm ve ondan sonra Rabb'inin acı veya tatlı ereceğin 
    emrine doğru didinir çabalarsın. Nihayet ona kavuşursun.
   İşte Ahfeş 
    ve Müberred gibi bazıları, ların cevabı, "sen ona kavuşacaksın" mânâsına bu 
    'dir demişlerdir. Bazıları da bu âyetin cevap makamında olduğunu söylemişlerdir. 
    Diğer bazıları da bunu şart ve cevap arasında bir cümle-i mu'tarıza (ara cümlesi) 
    sayıp ların asıl cevabının şu olduğunu söylemişlerdir ki en yakışanı da budur. 
    
  7. O vakit 
    kitabı sağ tarafından verilen, amel defteri veya mahkeme sonucunu bildirir 
    belge sağ eliyle veya sağ eline verilen (Geniş bilgi için Hâkka Sûresi'nin 
    tefsirine bkz.)
   8. hemen 
    bir kolay hesap ile hesaba çekilir, geçer.
   HİSAB-I YESİR, 
    hiç tartışılmayan kolay bir hesap ki Resulullah (s.a.v) bunu, "arz" ve "sâde 
    kitaba bakılıp geçiştirilmek"le tefsir etmiştir. 
  Buharî, Müslim, 
    Tirmizî ve Ebu Davud, Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.v) 
    "Hesaba çekilip de helak olmayan kimse yoktur." buyurdu. Ey Allah'ın Resulü 
    dedim, yüce Allah beni sana feda kılsın, "Kitabı sağından verilen kolay bir 
    hesap ile hesaba çekilecek." buyurmuyor mu? Buyurdu ki: "Bu, arzdır. Arz olunurlar. 
    Her kimin hesabı tartışmalı geçerse helak olur." 
  Bir de İmam 
    Ahmed, Abd b. Humeyd, İbnü Merduye ve Hakim sahih diye yine Hz. Aişe'den rivayet 
    etmişlerdir ki: Resulullah (s.a.v)'ı dinledim. Namazının bazısında "Allah'ım! 
    Beni kolay bir hesapla hesaba çek." diyordu. Namazdan çıkınca, "Ey Allah'ın 
    Resulü! dedim, kolay hesap nedir? Buyurdu ki: "Kitabına bakılıp da geçiştirilivermesi, 
    yani günahlarının af olunuvermesidir." 
  9. Hesabı 
    kolay geçer ve sevinçli olarak ehline döner. Sevinerek "alın okuyun kitabımı." 
    (Hâkka, 69/19) der. Ehli, müminlerden olan dostları ve yakınları ile yüce 
    Allah'ın cennette özel olarak onun için hazırladığı huriler ve hizmetçilerdir. 
    
  10. Ama kitabı 
    sırtının ötesinden verilen. Hâkka Sûresi'nde "sağından"(Hâkka, 69/19) karşılığında 
    "solundan"(Hâkka, 69/25), burada ise "sırtının ötesinden" denilmesi ikisinden 
    de maksadın aynı olduğunu gösterir. İkisinde de terslik, uğursuzluk, zorluk, 
    hakaret ve tehlike mânâsı vardır. Onun için diye tefsir edilmiş, arkalarından 
    sollarına verilir denilmiştir. Bazıları da sağ eli boynuna, sol eli arkasına 
    bağlanıp kitabı arkasının ötesinden verilir demişlerdir. Soldan verilmesi 
    uğursuzluk ve tersliğine, arkasından verilmesi de "Kuşkusuz kendi yüklerini 
    ve o yüklerle beraber daha birçok yükleri de yükleneceklerdir." (Ankebut, 
    29/13) âyetinin mânâsı üzere, o kitabın hükmüne göre günahları sırtlarına 
    yükletilmek mânâsıyla cezalarının ağırlığına, yahut "sol", amellerinin solaklığıyla 
    kazançlarının tersliğine, "verâe zahrihi" yani "sırtının gerisinden" ifadesi 
    de "Onu sırtlarının arkasına attılar." (Âl-i İmran, 3/187) âyetinin gösterdiği 
    gibi dünyada Allah'ın kitabını arkalarına atıp zıddına gittikleri veya kendi 
    işlerini kendileri görmeyip arkalarından bekledikleri için ahirette hükümleri 
    duyurulurken yüzlerine bakılmayarak ümit ve beklentilerinin aksine ve hatır 
    ve hayallerine gelmez bir biçimde aleyhlerine olarak arkalarından duyuralacağına 
    da işaret olur ki, bu son mânâ biraz sonra gelecek olan "çünkü o zannetti" 
    gerekçesinden de anlaşılır. 
  11. Böyle 
    kitabı arkasından verilen yetiş ey helak! diye bağırır.
   SÜBÛR, helâk 
    demektir. Yani, "Vâ Sübûra!: Ey helak! Nerdesin, gel yetiş imdadıma. Helak 
    olayım da bu dertten kurtulayım." diye feryat eder. 
  12. Ve cehenneme 
    girer. 
  13. Çünkü 
    o, ehli içinde sevinçli idi. Dünyada, evinde, ailesi, kavmi içinde rahat ve 
    refah içinde, keyfi yerinde, zevk ve sefasında idi. Ahireti ve işin sonunu 
    düşünmez, gam ve keder içinde sıkıntı çekenlere acımaz, dünyanın uğrayacağı 
    değişiklikleri hesaba katmaz idi. 
  14. Çünkü 
    o zannetmişti ki asla dönmeyecek, değişikliğe uğramıyacak; neşesi kedere çevrilmeyecek, 
    ölmeyecek, hiç azap çekmeyecek ve sorumlu olmayacak sanmıştır.
   HAVR, bir 
    olgunluktan sonra eksilmeye ve yok olmaya dönme ve değişme mânâlarına gelir. 
    Nitekim bir hadis-i şerifte, "Çokluktan sonra yokluktan Allah'a sığınırız." 
    buyrulmuştur ki sarık sarıldıktan sonra tersine çözülüp bozulması gibi arttıktan 
    sonra eksilmeye, olgunluktan sonra yok olmaya, durumun iyi olmasından sonra 
    bozulmasına, ilerledikten sonra gerilemeye dönmek ve değişmek demektir. Burada 
    buyurulduğu üzere ölmek ve daha sonra dirilmek suretiyle Allah'a dönmektir. 
    
  15. Hayır. 
    Onun zannettiği gibi değil, iş onun keyfine kalayacak, değişime uğrayacak, 
    Rabbine dönecektir. Çünkü Rabbi onu görmektedir. Bütün yaptıklarını görüp 
    gözetip duruyor. Dolayısıyla onu kaçırmaz. Her ne olursa olsun onu çevirecek, 
    hesabını görüp cezasını verecektir. 
  16. "Şimdi 
    yemin olsun..." Âyetin başındaki "fâ" geçen açıklamalara göre neticeyi kollara 
    ayırmak ve anlatmak içindir. "Şafağa". 
  ŞAFAK, akşam 
    güneş battıktan sonra ufukta görünen kırmızılığın adıdır. Aslı tül gibi incelik 
    mânâsındandır, denilir ki, inceliğinden dolayı tutunamıyan şey demektir. Kalbin 
    inceliği mânâsına "şefekat" ve korku mânâsına "işfâk" da hep bu incelik mânâsındandır. 
    Türkçe'de şafak; fecr, yani sabahın tanı mânâsına da yaygın olmuş ise de bu 
    âmiyâne bir tabirdir. Arapça'da ve bir din ve gökbilimi terimi olarak şafak, 
    fecrin karşılığı olarak güneş battıktan sonra görünen kırmızılıktır ki akşam 
    namazı vaktidir. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri'ne göre kırmızılıktan sonraki 
    beyazlıktır ki Ebu Hureyre ve Ömer b. Abdülaziz'in görüşleri de budur. İmam-ı 
    Azam'ın çoğunluğun görüşüne döndüğü de rivayet edilmiştir. Ayrıntıları "Hidâye" 
    etrafında yazılıdır. O beyazlığın yok olmasıyla ittifakla yatsı namazı vakti 
    girmiş olur. 
  17. Burada 
    maksat, dünya hayatı ile sevinenlere karşı, her günün sonunda bir akşamın 
    gelmesi şeklinde halden hale geçmekte olan âlemin değişimindeki manzaraların 
    farklılığını duyurmak olduğu için önce akşamın kırmızı şafağına, ikinci olarak 
    geceye ve onun kapsadığı şeylere yemin edilmiş. 
  VESAK, eklemek, 
    derleyip toplamak, biriktirip yüklenmek mânâsınadır. Nitekim altmış sa' (altmışbin 
    dirhem) ağırlık, bir deve yükü topladığı için bu kadar yüke "vesak" denilir. 
    Burada da, gecenin derleyip topladığı, kapsadığı şeyler demek olur. Bu kelimenin 
    iftial babına nakledilmiş şekli olan ittisak da, ki aslı "ivtisâk"tır, derli 
    toplu, düzgün ve intizamlı olmak mânâsına gelir. 
  18. Üçüncü 
    olarak da derlenip toplanarak düzgün bir dolunay olduğu zaman Ay'a yemin edilmiş 
    ve şöyle buyrulmuştur: 
  19. Elbette 
    ve elbette siz kattan kata bineceksiniz. Şafağın, gecenin ve kapsadığı şeylerin 
    ve ayın halden halde geçmesi gibi siz de halden hale, tabakadan tabakaya, 
    veya nesilden nesle uyum sağlayan birbirinden üstün değişmelere binecek, açıklandığı 
    üzere sonunda Rabb'inize gideceksiniz. 
  TABAK kelimesi 
    aslında uygun gelme ve uygun kavramlarıyla birçok mânâya gelir. Kamus yazarının 
    "Besair"de beyanına göre bu madde iki veya daha çok katı olan şeyleri ifade 
    eden isimlerden olup aslında bir şeyi diğer bir şeyin miktarınca üstünde kılmak 
    mânâsınadır. Sonraları o üste konulan şeyi ifade etmede ve bu münasebetle 
    bir şeye uygun olan şey mânâsında, daha sonraları derece ve mevkide, hal ve 
    durumlarda kullanılır olmuştur. Bu şekilde bir şeyin kapağına veya örtüsüne, 
    bir çiftin teki gibi diğerine uygun olan şeye, tabak ve sini dediğimiz kaplara, 
    "tabaka"nın çoğulu ve cins ismi olarak tabakalar ve mertebeler mânâsına ve 
    özellikle bir ilerleme düşüncesiyle bir duruma uygun olan diğer bir duruma, 
    millet ve asır mânâsına, yirmi seneye, bel kemiklerinin arasındaki yufka gibi 
    uyum kemiklerine ve Cebel-i Zühre'ye tabak denilir. Burada daha ziyade "bir 
    diğerine uygun halden hale geçeceksiniz" diye tefsir edilmiştir ki en kapsamlı 
    mânâsı budur. Bazıları uygunluğu, olayın dehşetinde uygunluk ile kayıtlamışlar 
    ise de bu açık değildir. Birçokları tabakanın çoğulu olarak tabakalardan tabakalara, 
    bazıları milletten millete, asırdan asıra demişler, bazıları da yimi seneden 
    yirmi seneye olacak değişikliklere işaret olduğunu söylemişlerdir.
   Naim b. Hammad'ın 
    ve Ebu Nuaym'in rivayet ettiklerine göre Mekhul demiştir ki: "Her yirmi senede, 
    daha önce bulunmadığınız bir durumda bulunursunuz." İbnü Münzir'in ve İbnü 
    Ebi Hatim'in rivayetinde de, "her yirmi senede, daha önce yapmamış olduğunuz 
    bir iş ortaya çıkarırsınız" denilmiştir. Bazıları da bir zamandaki insan topluluğu 
    mânâsına "ümmetten ümmete" demişlerdir. Nitekim amcası Abbas b. Abdulmuttalib 
    Hz. Peygamber (s.a.v.)'i medhederken şöyle demişti: 
  "Sen doğduğun 
    vakit yeryüzü aydınlandı ve nurunla ufuk parladı. 
  Bir babanın 
    sulbünden ana rahmine geçiyordun. Bir âlem geçince bir tabak ortaya çıktı". 
    
  Yani yeni 
    bir nesil, geçenlerin hepsinden üstün, birbirine uygun gelişen bir toplum 
    ortaya çıktı demektir. Bunların hepsi insanların gerek birey, gerek toplum 
    itibarıyla hayatta sabit bir durumu olmayıp ölüm ve ahirete doğru Allah'a 
    dönünceye kadar halden hale geçmeye mahkum olduklarını ifade ediyor. Bu şekilde 
    dünyada insan hayatı durumdan duruma ilerleme ve gerilemeye giden devamlı 
    bir değişim demek olduğu ve bunun için beyan olunduğu üzere neticede Allah'a 
    varıp hesap vermek kaçınılmaz bulunduğu anlatılmış oluyor.
   RÜKÛB , halden 
    hale geçme ve birbirine ulaşmaktan mecaz veya hakikati üzere olup hal mecaz 
    olarak binilendir. Bir halin diğer hale uygunluğu demek, ikinci halin öncekine 
    belli bir hadde ulaşması veya üstün gelmesidir. Yoksa bütün zat ve niteliklerde 
    bir veya benzer olması değildir. Zira mutabakat zat ve mahiyette değil, yan 
    özelliklerde olur. Dolayısıyla biri elem biri lezzet, biri hayat biri ölüm 
    gibi farklı durumların birbirlerine bir mertebe de mutabakatı olabilir. Bununla 
    beraber ikisi de elem, ikisi de lezzet olmak gibi aynı cinsten iki halin zaman 
    ve mekan veya derece farkıyla üst üste gelip uyuşması da olabilir. Bu şekilde 
    "rükûb" ve "tabak" kelimelerinin ifade ettiği mânâda bir yolculuk, ya yukarı 
    veya aşağı giden bir değişimin tasviri ve coşkunluğu vardır. Halin birisi 
    dünya, birisi ahirettir. Dünya bir değişim âlemi, bir geçit; ahiret bir devamlı 
    kalma yeridir. Bu kalış ve duruş da ya cennette veya cehennemde olur. 
  "Elbette bineceksiniz" 
    şeklindeki hitap herkese olduğuna göre verilen bu haberde, değişimin ileri 
    veya geri olabilmesi itibariyle bir yandan vaad, bir yandan tehdit mânâsı 
    vardır. Hitap Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ve müminlere olduğuna göre bunda hem 
    kesin bir vaad hem de İslâm'ın ilâhî emirle uyum sağlamak suretiyle Allah'a 
    dönmek için daima ahirete doğru yükselme ruhunu telkin eden ve zaferden zafere 
    götürecek olan yüksek bir ilerleme prensibi vardır ki Allah'tan başka hiçbir 
    gayede durulmasını caiz görmez. Bu, din ruhunun donmuş ve körü körüne bir 
    görenekle geçmişe ve içinde bulunulan âna saplanıp kalmaktan ibaret bir tembellik 
    hissi değil; düzensiz, uyumsuz, gayesiz giden ve hiçbir ilerleme elde etmeyerek 
    her adımında ilkel kalan perişan bir yenilenme ve değişim hevesi de değil, 
    başlangıçtan sona kadar aşama aşama bir intibak düzeni içinde Allah için daima 
    ileri gitmek ve Allah'a kavuşma gayesine ermek isteyen bir ilerleme aşk ve 
    imanı ile hareket olduğunu anlatır. Onun için bir hadis-i şerifte: "İki günü 
    eşit olan aldanmıştır." buyurulmuştur. Bunda insanı bütün değişimlerin üstüne 
    çıkaracak bir ilerleme ilkesi, bir yükselme vaad ve müjdesi bulunduğuna özellikle 
    ayın derlenip toplanarak düzgün olduğu zamana yemin edilmesiyle de işaret 
    edilmiş demektir. Bundan dolayı "bâ"nın fethasıyla tekil olarak "elbette bineceksin" 
    kırâetine göre hitap öncelikle Peygamber (s.a.v)'e ait olarak Resulullah (s.a.v.)'ın 
    Mirac gecesinde olduğu gibi gökten göğe, dereceden dereceye, rütbeden rütbeye 
    ilâhî yakınlığa doğru yükselmesi vuku bulacağını vaad ve müjdeleme olduğu 
    dahi İbnü Abbas ve İbnü Mesud'dan rivayet edilmiştir. "geceye ve kapsadıklarına 
    yemin olsun" şeklindeki yeminin de bununla özel bir ilgisi vardır. 
  Buhârî'de 
    Mücahid'in yaptığı rivayete göre İbnü Abbas "halden hale demektir" demiştir. 
    "Bu sizin peygamberinizdir." dedi şeklindeki rivayet de bunu gösterir.
   Şu halde 
    "bâ"nın zammesiyle çoğul olarak "elbette bineceksiniz" kırâeti de peygamberle 
    beraber onun ardından giden müslümanlara hitap olarak, onların da peygambere 
    uymaları oranında halden hale, tabakadan tabakaya hakkın yakınına yükselecekleri 
    haber verilmiş ve aksine gidenlerin o değişimler içinde yenilip kahredilecekleri 
    anlatılmış olur. 
  Kısacası, 
    bu âyette, halden hale veya tabakadan tabakaya ilerleme, her yüz senede veya 
    her yirmi senede bir değişme ve yenilenme ile mutabakat kavramlarıyla ilgili 
    "tabak" ve "rükub"un mânâlarında, hayatın ileriye veya geriye gitmesi hususlarında 
    kanun olan önemli hakikatlar vardır. "Hayat, çevre ile uyum sağlamaktır." 
    diye düşünüldüğüne göre de en yüksek hayat, en yüksek çevreye uyum sağlamak 
    demek olur. En yüksek çevre ise, "her şeyi kuşatıcı"(Fussilet, 41/54), "Evvvel 
    ve Âhir, Zahir ve Batın, her şeyi bilici"(Hadid, 57/3) ve "nerede olursanız 
    sizinle beraber." (Hadid, 57/3) olan yüce Allah'tır. Dolayısıyla en yüksek 
    hayat, her ne olursa olsun yüce Allah'ın emriyle uyum sağlayarak ona kavuşma 
    ve yükselmekle olur. 
  O yükseliştir 
    ki, "Ahiret yurdu ise kuşku yok ki gerçek hayattır, eğer bilselerdi." (Ankebut, 
    29/64) buyurulan ahiret hayatı mutluluğunun son noktasıdır. Nitekim bir önceki 
    sûrede "mukarreb" yani Allah'a yaklaştırılan kulların o Tesnim kaynağından 
    içecekleri açıklanmıştı. Ona yükselmek için de ondan öte hiçbir gaye ve maksatta 
    durup kalmamak, her değişim ve başkalaşım adımında ancak onun emrini nazar-ı 
    itibara alarak yürümek ve lüzumunda onun yoluna can vermekten çekinmemek gerekir. 
    Çünkü her ne yapılırsa yapılsın, bir değişme âlemi olan dünyanın hiç bir şeyinde 
    devamlı kalma ihtimali yoktur. Onun göğü de yeri de Allah'ın emrine boyun 
    eğecek; bâki, ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabbin zatı kalacaktır. Allah'a 
    gönül rızasıyla gitmek istemeyen nasıl olsa zorla gidecek ve o kıyametin şiddet 
    ve dehşeti içinde onun ikramından yoksun, azametine mahkum olacaktır. 
  20. O halde 
    bu insanlara ne oluyor da iman etmiyorlar?. Hakikat böyle iken, yani beyan 
    olunduğu üzere bu dünyada değişim kesin, halden hale geçerek ahirete gitmek 
    ve Hakk'ın huzurunda hesap vermek zarurî olduğu ve iman edenlere o güzel sonuç 
    vaad edilmiş bulunduğu halde nelerine güvenirler de Allah'a, peygamberine 
    ve ahirete iman etmezler!? İman edip de o güzel sonuca ulaşmak için güzel 
    ameller işlemezler? İman etmemekle ne kazanırlar? Allah'a gitmekten kaçınmakla 
    bulundukları halde kalacaklarını ve değişime uğramayacaklarını mı zan ederler?
   21. Karşılarında 
    Kur'an okunduğu vakit secde etmezler, boyun eğmezler, gerçeği kabul etmezler, 
    Allah'ın emir ve yasaklarına itaat edip uymazlar, secde etmeleri gerekirken 
    secde etmezler. 
  Hz. Peygamber 
    (s.a.v) bir gün "secde et ve yaklaş"(Alâk, 96/19) âyetini okumuş ve secde 
    etmiş, beraberinde bulunan müminler de secde etmişlerdi. Kureyş de başları 
    ucunde el çırpmış ve ıslık çalmışlardı. Bunun üzerine bu âyet indi diye rivayet 
    edilmiştir. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri bununla, burada tilavet secdesinin 
    vacip olduğu neticesini çıkarmıştır. Şâfii de sünnet demiştir. İbnü Abbas 
    (r.a.)'tan, "Mufassal sûrelerde (yani Kur'ân-ı Kerim'in son taraflarında kısa 
    ve besmeleli fasılaları çok olan sûrelerde) secde yoktur." diye rivayet edilmiş 
    ise de Ebu Hureyre (r.a.) burada secde etmiş ve "Vallahi, Hz. Peygamber (a.s)'in 
    bunda secde ettiğini gördükten sonra secde ettim." demiştir. Enes (r.a) de 
    demiştir ki: Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali (r.anhûm)'nin arkalarında namaz 
    kıldım, hepsi de secde ettiler." Yani namazda bu sûreyi okudular, burada özellikle 
    tilavet secdesi yaptılar. Bununla beraber sûrenin sonuna kadar okunup da rükua 
    gidilecek olursa namazın rüku ve secdesini yapmakla tilavet secdesi düşer. 
    Vacip değildir." diye Hasen'den gelen rivayetin dayanağı da bu olsa gerektir.
   22. Hatta 
    inkâr edenler yalanlıyor da, Kur'ân'a ve ahirete yalan diyorlar. 
  23. Oysa Allah, 
    içlerinde ne saklıyorlar biliyor. 
  YÛ'ÛN, kap 
    manasına gelen vi'â kökünden türetilmiş if'al babından muzari (geniş zamanlı) 
    bir fiildir. 
  Mazi (geçmiş 
    zaman)si "kaba doldurup sakladı" cümlesinde olduğu gibi "ev'â" dır. Yani, 
    yalanlarlar iken gönüllerinde ne gibi gizli fikirler, bozuk inançlar, fena 
    maksatlar besliyorlar, doğrulamaları gerekirken neden dolayı yalanlama yoluna 
    gidiyorlar, yalanlama ile neler kazanmak, kaplarına neler doldurmak, müminlere 
    neler yapmak, defterlerine neler yazdırmak istiyorlar, hepsini Allah tamamıyla 
    biliyor. 
  24. Onun için 
    kâfirleri elem verici bir azap ile, müjdele de onunla sevinsinler!
   25. Ancak 
    iman edip iyi ameller yapanlar hariç. Genellikle müminlerin kâfirlerden istisna 
    edilmesi "munkatı istisna" olursa da, kâfirler içinden iman edenlere göre 
    muttasıl istisnadır. Onlar için, yani iman edip de iyi ameller yapanlar için 
    kendi kazançları olması itibarıyla minnetsiz; yahut kesilmez, sonsuz bir mükâfat 
    vardır.