94-İNŞİRAH: 
    
  Açmadık mı? 
    Açıp genişletmedik mi? Senin için. Senin mutluluğun için göğsünü de nefesine 
    genişlik, kalbine ferahlık, nefsine kuvvet ve ferahlık vermedik mi? İçinde 
    bulunulan anda ve gelecekte, dünya ve ahirette bütün dilekleri izah edip de 
    her zorluğu yenecek büyük bir ruh ile şaşkınlıktan doğru yolu bulmaya, gamdan 
    sevince, darlıktan genişliğe erdirmedik mi? Râğıb şöyle der:
   Şerhin aslı, 
    eti ve benzeri şeyleri açmak, yani açıp genişletmektir. Şerh-i sadr, yani 
    göğsü açmak da bundandır ki, ilâhî bir nur ve Allah tarafından bir gönül rahatlığı 
    ve bir ruh ile onu genişletmektir. 
  Şihâb yazarı 
    der ki: Aslı, eti yarıp açmak olduğu ve bunda bir açılma ve içini ve içinde 
    bulunanı açığa çıkarmayı gerektiren bir genişletme bulunduğu için şerh ve 
    genişlik kalb hakkında da kullanılır olmuştur. Kederini gidererek sevinç ve 
    neşe verecek şeyi idrak etmesi bir şerh ve genişletme sayılmıştır. Çünkü onun 
    sıkıntısını açacak ve üzüntüsünü giderecek geniş bir nefes aldırmak gibi herhangi 
    bir sebep, bir duygu, bir ilham ile ondan gaip veya ona gizli bulunan sevinci 
    gerektiren bir şey ortaya çıkar ki bu, bir kitabı izah etmek mânâsına şerh 
    denilmek gibidir. Sonra da bu mânâ kalbin mahalli olan göğüste mübalağa için 
    kullanılmıştır. Çünkü bir şeyin genişlemesi, onun içinde bulunduran şeyin 
    de genişlemesini gerektirir. Onun için işitirsin ki, sevince genişlik, zıddına 
    da darlık ismi verirler. Bu bir kaç mertebe vasıta ile kinaye dallarına ayrılan 
    mecazlardandır. Lakin yaygınlaşmasından sonra gizlilik giderilmiş, vasıtalar 
    kaldırılmıştır. 
  Bu yapılan 
    açıklama şerhin bir şerhidir. Şihâb yazarı eti açmaktan kalbi açmaya ve ondan 
    göğsü açmaya geçerek gitmiştir. Fakat eti yarıp açmaktan göğsü açıp genişletmeye, 
    ondan nefes genişliğine ve kalbin açılmasına ve ondan nefsin manevi olan neşe 
    ve genişlemesine geçmek daha uygundur.
   SADR, her 
    şeyin ön ve baş tarafı olduğu gibi, insanın gövdesinin de belinden başına 
    doğru ön ve içinden kalp ve ciğerleri kapsayan üst kısmı yani sine, göğüs 
    veya bağır dediğimizdir. Arkadan sırta da zahr denilir. Yer ve cüz olma ilgisiyle 
    kalb veya nefisten kinaye de olur. 
  Dıştan göğüs 
    darlığı zayıflık işareti sayıldığı ve içten göğüs darlığı (dıyk-ı sadr); nefes 
    darlığı, kalb sıkıntısı, elem, ızdırap ve tahammül edememe olduğu gibi, dışından 
    göğüs genişliği (vüs'at-ı sadr); kuvvet alâmeti, göğüs açılması; bir özlemi 
    ortaya koyma, içten göğüs açılması; nefes genişliği, rahat, kalbin açılması; 
    ruhun sevinç, şevk, fikir, bilgi ve tahammül genişliği mânâlarını ifade eder. 
    Bu şekilde "şerh-ı sadr", esasen göğsünü, bağrını açıp genişletmek demek olduğu 
    halde bununla kalbe ferahlık vermek ve nefsi herhangi bir fiil veya söze açıp 
    neşe ve sevinç ile o fiil ve sözü almak üzere genişletmek mânâsından kinaye 
    edilmek de yaygın olmuştur. Öyle ki şerh ve gönlün açılması denildiği zaman 
    maddi olarak göğsü veya kalbi açmak veya yarmaktan ziyade manevi olan bu neşe 
    ve ferahlık mânâsı anlaşılır. 
  Alûsî der 
    ki: Şerhin aslı dağıtma ve genişletme olup "izah" mânâsında kullanılması yaygın 
    olduğu gibi nefsin ferahlığı mânâsında da yaygın olmuştur. Hatta bunda örf 
    olarak hakiki mânâdadır denilse uzak olmaz ve bu kalp ile ilgili olduğu zamandır. 
    Kalbini şununla şerh etti demek, onunla sevinçli ve ferah kıldı demektir. 
    Çünkü kalp nefsin konakladığı yer gibidir. Normal olarak da konaklanılan yerin 
    genişletilmesi onda konaklayanın rahat ve ferah olması neticesini doğurur. 
    Kalbin mahalli olan göğüsle ilgili olduğu ve göğsü açmak denildiği zaman da 
    böyledir. Bu genel olarak kalp genişliğini de ifade eder. Çünkü normal olarak 
    bir evin etrafını genişletmek evin genişliğiyle uygun olur. Geniş evin etrafı 
    da genişletilir ki şirinliği artsın. Bundan hareketle nefsin neşe ve ferahlığına 
    geçilir.
   Kalp ve göğüsle 
    ilgili olduğu zaman bazan da şerhten bilgiyi çoğaltmak mânâsı kastedilir. 
    Denilmiş ki: Sanki bilgiler geniş bir alana muhtaç imiş ve kalp de onun mahalli 
    imiş gibi hayal edilir de bilgiler çoğaldıkça kalbin de geniş olması gerekeceği 
    düşünülür. 
  Bazı kere 
    de bundan nefistekinin çoğaltılması kastedilir. Denilmiştir ki: Bu da, bilgileri 
    genişletmek nefsin genişletilmesini gerektirir düşüncesiyledir. Bazı kere 
    de "şerh-ı sadr" ile, nefsin kutsal güçler ve ilâhî nurlarla desteklenmesi 
    mânâsı kast edilir. Öyle ki nefis, bilgi olaylarının meydanı, meleke yıldızlarının 
    göğü, tecelli türlerinin Arş'ı, içe doğan bilgi sürülerinin yaygısı olur da 
    artık onu herhangi bir durum, bir başka durumdan meşgul etmez, ona göre olacak, 
    olan ve olmuş bir ve eşit olur ve bu mânâlardan her biri bulunduğu makama 
    göre murat olunur. Yüce Allah'ın Resulüne nimetlerini sayma makamı olan bu 
    makama en uygun olan mânâ ise -Ragıb'ın da anlattığı gibi bu sonuncu mânâdır. 
    Bununla beraber diğer mânâlar da caiz görülmüştür. 
  Açık olan, 
    bu gönül rahatlığının Duha Sûresi'nin inmesiyle hasıl olmasıdır. Bununla beraber 
    A'la Sûresi'nde de bunun bir mukaddimesi bulunduğu gibi, bundan sonra Kadr 
    Sûresi'ne kadar bunun mukaddime ve sonuçlarını bir izah vardır. Tefsirciler 
    "şerh-i sadr" ile ilgili iki görüş zikretmişlerdir: 
  BİRİNCİSİ, 
    haberlerde geldiği üzere çocukluğunda veya peygamberliği sırasında veya İsra 
    gecesinde cismani bir ameliyat suretinde göğsü yarılarak kalbi çıkarılıp yıkanmış, 
    yine yerine konduktan sonra iman ve hikmetle doldurulmuş olmasıdır ki bu tartışmalıdır. 
    Maddî kalp yıkanmasının iman, ilim, hikmet, şefkat gibi manevi şeylerle ilgi 
    ve münasebeti bulunduğuna inanamayanlar bu husustaki rivayetleri mantıkî görmeyerek 
    reddetmişler; bu ameliyatın esas itibariyle mümkün olduğunu ve maddi temizliğin 
    manevi temizlik ile de ilgi ve münasebetini düşünenler ise bunu kabul etmiş, 
    bununla beraber burada muradın o olduğunda ısrar etmemişlerdir. Peygamberlikten 
    önce meydana gelen ve onun habercisi olan olağanüstü olaylar ve kerametler 
    de inkar olunamazsa da sûrelerin tertibine göre buradaki göğüs yarmanın ne 
    peygamberlikten evvel, ne de peygamberlik sırasında değil, Ve'd-Duha'nın inmesiyle 
    yahut daha sonra olması açıktır. Bu yönden cismani mânâyı da gösteren en kuvvetli 
    rivayet ise Mirac gecesiyle ilgili olarak Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî'de 
    Katade'den rivayet edilen şu hadistir. Demiştir ki: Bize Enes b. Malik anlattı. 
    Ona da Malik b. Sa'saa anlatmış. Efendimiz (s.a.v.) buyurmuş ki: "Ben Beyt'in 
    yanında uyur uyanık arası bir halde iken içinde Zemzem suyu bir altın tasla 
    bana gelindi de göğsüm şuraya ve şuraya kadar yarıldı". Katade demiş ki: Enes'e 
    ne kastediyor dedim: "karnımın aşağısına kadar dedi". Buyurdu ki: Derken kalbim 
    çıkarıldı da Zemzem suyu ile yıkandı. Sonra tekrar yerine kondu. Sonra iman 
    ve hikmet dolduruldu. Sonra Burak getirildi. Onun üzerinde Cebrail (a.s) ile 
    beraber gittim. Ta dünya semasına vardık..." Bundan en açık olarak anlaşılan 
    uyku ve uyanıklık arası misali bir keşif ve müşahede olması ve asıl neticenin 
    iman ve hikmet dolarak Mirac'ın vuku bulmasıdır. Burada bu mânâ murat edilebilir 
    ve bu şekilde bu sûre Mirac'a işaret olabilir. Ve'd-Duha'nın inişi sırasında 
    da bir keşf ve müşahede vukua gelmiş olduğuna göre de bir Mirac olmuş demektir. 
    İsra gecesiyle Ve'd-Duha'nın inişi arasında ne kadar zaman bulunduğu bilinmiyor 
    ise de Mirac hadislerinde bu sûrelerin içerdiği mânâlara tesadüf edildiği 
    ve Ve'd-Duha'daki "gece" den murat İsra gecesi olduğuna dair de bir rivayet 
    bulunduğu için bunların Mirac ile ilgili olduğunu kabul etmek gerekir. Bunda 
    ise cismani yarma ihtilaflı olduğu, ruhanî yarmada ise ittifak edildiği için, 
    hangisi olursa olsun "göğsü yarmak"tan asıl murat, gaye olan son mânâ olmalıdır. 
    O da iman ve hikmet ile hakikatın açılmasıdır ki, cisimler onun için çalışır 
    ve ona feda edilir. Hakikatte bir elem olan cismani ameliyatlar onun bir vesilesi 
    olmak itibarıyla kolaylıkla aşılabilir. Bu nedenle şu ikinci görüş ihtilafsızdır: 
    
  İKİNCİSİ, 
    "şerh-ı sadr" dan maksat, neticesi marifet ve itaat olandır ki, bunu da birkaç 
    şekilde izah etmişlerdir: 
  1. Hz. Peygamber 
    (s.a.v.)insanlara ve cinlere peygamber gönderilince Allah'tan başka ilâhlardan 
    ve onlara tapanlardan uzak olmak suretiyle insanlar ve cinlerle uğraşmak önce 
    zor gelmiş, göğsünü daraltmıştı. Fakat yüce Allah ona öyle âyetler göstermişti 
    ki bunlarla bütün o zorlukları aşma gücü ve imkanı bulmuş ve yüklenmiş olduğu 
    her meşakkat, her şey gözünde küçülmüş idi. O şekilde ki kalbinden bütün tasa 
    ve düşünceleri çıkarmış, ancak bir tek düşünce bırakmıştı. Çoluk çocuğun nafakası 
    sıkıntılarını tınmaz, insanlardan ve cinlerden gelen eziyetlere önem vermez 
    olmuştu. Hatta bunlar gözünde sinekten küçük olmuşlardı. Ne tehditlerinden 
    korkar, ne de mallarına, makamlarına meylederdi. Şu halde "şerh-ı sadr", dünyanın 
    değersizliğini ve ahiretin değerini bilmekten ibaret olur ki bunun benzeri 
    En'âm Sûresi'ndeki "Allah her kimi hidayete erdirmek isterse onun göğsünü 
    İslâm'a açar. Her kimi de sapıklığa düşürmek isterse onun da kalbini daraltıp 
    sıkıştırır."(En'âm, 6/125) âyetidir. 
  Buhârî'de 
    de İbnü Abbas'ın âyetini, "Allah onun göğsünü İslâm'a açtı." şeklinde tefsir 
    ettiği zikredilmekle yalnız bu mânâ gösterilmiştir. 
  En'âm Sûresi'nde 
    de geçtiği üzere rivayet olunduğuna göre Ashab-ı kiram sordular:
   - Ey Allah'ın 
    Resulü! Göğüs açılır mı? 
  - Evet.
   - Alâmeti 
    nedir? 
  - Aldanma 
    yurdundan uzaklaşmak, ebediyet yurduna yönelmek ve gelmeden önce ölüm için 
    hazırlıktır. 
  Bunun özeti 
    şudur: Allah'a ve onun vaad ve tehdidine samimiyetle iman, insanın dünyadan 
    uzaklaşmasını, ahirete rağbet etmesini ve ölüme hazırlanmasını gerektirir.
   2. Resulullah 
    (s.a.v.)'ın sinesi bütün önemli şeylere açılmıştı, telaş etmez, ıztırap çekmez, 
    şaşırmaz, sıkıntı ve ferah hallerinin ikisinde de gönlü rahat bulunur, yükümlü 
    olduğu görevini eda ile meşgul olurdu. 
  "Senin kalbini" 
    denilmeyip de "senin göğsünü" denilmesi, bu yarmanın genişliğine, yani yalnız 
    içte kalmayıp eserleri dışta da göründüğüne dikkat çekme olmalıdır. Yani Resulullah 
    (s.a.v.)'ın sinesi "Müminler için kanadını indir."(Hıcr, 15/88) emri gereğince 
    bütün müminlere şefkat ve merhametle açıktır. 
  Bir de, "göğsünü 
    açmadık mı?" denilmekle yetinilmeyip de "senin için" denilmesinde de nükteler 
    vardır. 
  Birincisi, 
    "lâm"ın "lâm"a karşılık olmasıdır. Yani "Ancak bana ibadet etsinler diye..." 
    (Zâriyat, 51/56) ve "Beni anmak için namaz kıl."(Tâhâ, 20/14) buyurulduğu 
    üzere, "sen bütün itaatı benim için yaparsın, ben de yaptığımı senin için 
    yaparım" demek olur. 
  İkincisi, 
    elçiliğin faydaları, sevabı Allah'a değil, elçiye ait olduğuna dikkat çekme 
    olur. Yani, benim için değil, senin için açtık.
   Üçüncüsü, 
    bu açma ve yarmada zarar ihtimalininin bulunmadığını bildirmek içindir. Yani 
    aleyhine değil, bütün sonuçları hayır olmak üzere lehine açtık ve yardık. 
    Çünkü gafillerde olduğu gibi birçok sevinç ve ferahlıkların sonu felaket olur. 
    Nitekim, "Nihayet kendilerine verilen şeyler sebebiyle ferahladıkları zaman, 
    ansızın kendilerini yakalayıverdik. Bir de ne görürsün hepsi bütün ümitlerinden 
    mahrum düşmüşlerdir." (En'âm, 6/44) "Bilmeyecekleri yönlerden onları derece 
    derece düşüşe yuvarlıyacağız."(A'râf, 7/182) buyurulmuştur.
   "Nun" ile 
    "açmadık mı?" buyurulup da "açmadım mı?" buyurulmamasının da iki izah tarzı 
    vardır: "Nun" tazim ve ululuk gösteren nun olması itibariyle, nimeti verenin 
    büyüklüğü nimetin büyüklüğünü gösterir. Çoğul nunu olarak yorumlandığı takdirde 
    de mânâ şu olur: Bu açma ve yarma işini yaparken doğrudan doğruya yalnız yapıvermedim. 
    Meleklerimi de çalıştırdım. Sen o melekleri önünde ve etrafında görüyordun 
    ki kalbin kuvvet bulsun da peygamberlik görevini o kalp kuvveti ile eda edesin. 
    Bu durumda Cin Sûresi'ndeki "Gaybını kimseye açmaz. Ancak seçtiği bir elçi 
    olursa başka. Çünkü onun önünden ve ardından gözetleyiciler salar. Bilsin 
    diye ki, onlar Rab'lerinin elçilik görevlerini hakkıyla duyurmuşlardır. Allah, 
    onların yanındakileri kuşatmıştır." (Cin, 72/26-28) mânâsına da işaret olur. 
    
  2. "Senden 
    yükünü indirmedik mi?" 
  VAD', mutlak 
    koymak mânâsına olduğu gibi aşağılatmak, indirmek, düşürmek mânâlarına da 
    gelir. Burada yükü indirmek mânâsınadır ki bütün bütün düşürmek veya hafifletmekten 
    daha genel olabilir. Zira vizir, ağır yük demektir. Günah ve vebal mânâsı 
    da bundandır.
   3. "O senin 
    sırtını ezen yükü". Bu, yük ve günah mânâsına gelen "vizr" in sıfatıdır. 
  İNKÂD, nikd 
    yahut nekid yapmaktır. Nıkd; yıkıtınya, bozuntuya ve yürüyüş ve sefer nedeniyle 
    zayıf ve güçsüz olmuş deveye denildiği gibi, bir şeyin bozulurken, üzülürken, 
    ezilirken, koparken ve bir yük yıkılmaya yüz tutmuş bir durumdayken çıkardığı 
    sese; sepilenerek boyanmış ve cilalanmış deri, ağaç ve arabanın gıcırtısı; 
    eklem yerlerinin, kemiklerin çıtırtısı, kuşların çığırtısı ve bir şişenin 
    ağzı sorulurken çıkan mıcırtısı gibi seslere de nıkd ve nekid, böyle ses çıkarmaya 
    da inkad denilir. Buna göre "inkad-ı zahr": yükün sırta ağır basarak kemiklerini 
    çatırdatması veya üzüp zayıf düşürmesi, bitkin ve güçsüz etmesi demek olur. 
    Ki bizim "belini kütletti", "kemiklerini birbirine geçirdi" tabirlerimiz gibi 
    ağırlık ve zorluğu anlatmada mesel olmuştur. Burada maksat, peygambere önce 
    dayanılması ağır gelmiş olan zorlukların böyle ağır bir yüke benzetilerek 
    anlatılmasıdır.
   Bazıları, 
    "nıkd" deve gibi zayıflamak mânâsından, çokları da ses çıkarmak mânâsından 
    kemikleri gıcırdatmak, çatırdatmak mânâsına düşünmüşlerdir. İbnü Cerir demiştir 
    ki: "Sırtına ağır bastı da ona gevşeklik verdi, gevşetti." demektir. Bu, Araplar'ın 
    şu sözündendir ki, deve seferden döndükte sefer onu zayıflatmış, etini gidermiş 
    olduğu zaman o deveye, "bu, seferin yorup bitkin düşürdüğü devedir" mânâsına 
    "bu, nıkdu seferdir" derler. Râzî ve diğerleri de demişlerdir ki: "Dilciler 
    şöyle der: Bunun aslı şudur: Sırta yük ağır bastığı zaman onun bir nakidi, 
    yani hafif bir sesi işitilir. Nakid; deve üzerine konan sepetlerin, deve palanlarının, 
    kaburgaların, yük ağır bastığı zaman devenin çıkardığı sestir. 
  Birincisinde 
    zahr (sırt)'ın mef'ul (tümleç) olması açık denilebilirse de ikincide açık 
    değildir. Çünkü bu mânâca "inkad", seslendirmek değil, seslenmek mânâsına 
    lazım (geçişsiz) olduğundan ses sırtın değil, yükün sesi olmak gerekir. Bundan 
    dolayı bunu sebebine dayandırmak kabilinden mecaza yorumlamışlar, seslenmeğe 
    sebep olacak derecede ağır basmak mânâsına "yani onu ses çıkarmaya sevketti 
    ve ona ağır geldi" diye tefsir etmişlerdir ki, bunun da aslı yani, "o yükle 
    sırtın gıcırdamış, bel kemiklerin çatırdamış" demek olur. Bunun için biz de 
    iki yöne de ihtimali olmak üzere, "sırtını zayıf düşürmüş olan o ağır yükü 
    senden indirdi, attı" meâlinde ifade ettik. Fakat burada 'ya böyle müteaddi 
    (geçişli) mânâsı verilmek için çalışılmasına benim gönlüm pek razı olmuyor. 
    Bu ses Resulullah (s.a.v.)'ın sırtına değil, sırtındaki o ağır yüke, ağırlığa 
    ait olmalı. Murat da Resulullah (s.a.v.)'ın, arkasındaki o ağır yükün gıcırtısından, 
    verdiği eziyetten çok etkilenmiş olduğunun beyanı olmalıdır, demek istiyorum. 
    Bu mânâyı anlatmak için de mef'ulü bih (düz tümleç) değil "sırtında" mânâsında 
    mef'ulü fih (zarf tümleci) olmalıdır. Gerçi Nahiv'de mekan zarfından "fî"nin 
    kaldırılması pek caiz değil ise de altı yön zarfında, canip ve cihette, haric 
    ve dahil gibi kelimelerde istisna edilerek caiz olduğu bilinmektedir. Sırt 
    mânâsına gelen "Zahr" kelimesi de altı yön zarfından "arka" mânâsıyla düşünüldüğünde 
    "fî"nin düşürülmesi caiz olmak gerekir. Bu mânâ "mecazi isnad" tan daha yakın 
    ve daha güzeldir. Şöyle demek olur: Sırtında gıcırdamakta, bu şekilde sana 
    eza vermekte olan o ağırlığı, o ağır yükü senden attık, indirdik. 
  Bazı tefsirciler 
    burada "vizr"i, "Onlar günahlarını sırtlarında taşıyorlar."(En'âm, 6/31) âyetinde 
    olduğu gibi "ağır günah" mânâsına yorumlayarak, bunun kaldırılmasını, bu surette 
    "Allah, senin günahından geçmişini ve geleceğini bağışlayacak." (Fetih, 48/2) 
    gibi günahı bağışlamak mânâsına anlamışlardır. Fakat bu âyette geçen "zenb" 
    tabiri, peygamberlerden meydana gelmesi caiz olabilen zelle (küçük hata, ayak 
    sürçmesi) ve en uygun olanı yapmamak gibi küçük günahları da içine alabilirse 
    de, ağırlık mânâsına gelen vizr'in küçük günahlar için kullanılması uygun 
    olmayacağı gibi, ağırlığı bilhassa "o senin sırtını ezen yükü" diye önemle 
    büyütülmüş olan vizr'in küçük günah mahiyetinde küçük kusurdan ibaretmiş gibi 
    anlaşılması da hiç uygun görünmez. Gerçi bunun bu ağırlığı aslında büyük günah 
    olmasından değil, ahlakı yüce olan peygamber (s.a.v.)'in en küçük bir günahtan 
    bile şiddetle etkilenip üzülmesi nedeniyle olduğu güzel bir yorum olabilirse 
    de zahirin aksi olmaktan kurtulmaz. Onun için bunun günah mânâsına değil, 
    ağır yük mânâsıyla, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i peygamberlikten önce veya başlangıcında 
    son derece üzen ve dayanılması ağır gelen bir takım zorluklar demek olması 
    daha doğrudur ve çoklarının tercihi de budur. Bu zorluklar, bu ağırlıklar 
    hakkında tefsirlerde başlıca şunlar sayılmıştır: 
  1. Yukarıda 
    da geçtiği üzere peygamberlikten önce cahiliyye âlemi içindeki şaşkınlık halinin 
    ağırlığı. Zira başlangıçta sırf olgun aklı ile bakan; bir taraftan kavminin 
    şirk ve cehalet içindeki hallerinin fenalığı, bir taraftan da kendisini yokluktan 
    varlık âlemine getiren ve yetim iken barındırıp yetiştiren, hayat, akıl ve 
    güzel huylarla nimetler veren yüce Allah'ın, üzerindeki nimetlerini görmüş 
    ve bunların büyüklüğüne karşı Rabb'ine nasıl ve ne yolda itaat ve hizmet edeceğini 
    de bilememiş olduğudan dolayı vicdanında büyük acılar duymuştu. Peygamberlik 
    gelince bu şaşkınlık yok olmuş, bunun gereği olan yük üzerinden atılmıştır. 
    Şu belli bir şeydir ki, bir yükün ağırlığı vermiş olduğu eziyet ve sıkıntı 
    ile uygun olduğu gibi, bir günahın ağırlığı da neticesindeki azabın şiddetine 
    göredir. Bu açıdan gerek yük, gerek günah ağırlığı gerçekte ruha ait olan 
    bir elem ve azap ağırlığı olmakta birleştiği için; yük bir günah, günah da 
    bir yük gibi düşünülerek ikisi de bir ağırlık kavramıyla "vizir" mânâsında 
    birleştirilir. Gönülde duyulan gam ve eleme vizir denilmesi bundandır. Ancak 
    yük, elemi yok olarak sonunda bir ecir ve haz olması itibarıyla elemi daha 
    sonra görülecek olan günahtan ayrılır. Onun için "vizr" olmaktan çıkar, nimet 
    olur. Büyük bir kâr için nice ağır yükler, acı kederler bir nimet aşkıyla 
    karşılanarak yolu bulununca haz ve sevinç içinde kolaylıkla çekilir. Oysa 
    günah, kendisi bir zevk olsa bile neticesi elem olduğundan bunun aksine olur. 
    Bir de nimet esas itibariyle herkes için övülen bir şeydir. Fakat alçak ve 
    aşağılık kimseler bir hizmet karşılığında olmayarak emek vermeden nimet yiyip 
    durmaktan ar duymaz, utanmaz da buldukça şımarır. Değerli, onurlu kimse ise, 
    gördüğü lütfa karşı hizmet edememiş veya o nimeti yerine sarfedememiş olmaktan 
    sıkılır, eziyet duyar ve bir hizmet yolu bulmaksızın o nimete kavuşmuş olup 
    durmak kendisine ağır gelir. "Onda hiç kimsenin alacak bir nimeti yoktur."(Leyl, 
    92/19) vasfına uygun olmak ister. O sırada o nimeti veren bir tür hizmet yapmasını 
    isteyince o hizmet ağır bile olsa onu yerine getirmeyi canına minnet bilerek 
    o ağırlık kendisine hafif görünür. İşte peygamberlik gelince Hz. Muhammed 
    (s.a.v)'den o hayret ve şaşkınlık gitmiş bulunduğu gibi o ilmin ve bu değerli 
    ahlâkın hükmüyle o gam ve tasa kendisinden kalkmış ve o zorluklar kolaylığa 
    dönüşmüştür.
   2. Peygamerliğin 
    gelmesiyle yol görünmüş, şaşkınlık halindeki önceki zorluklar sıyrılmış ise 
    de bu kez de daha büyük bir endişe ve korku Resulullah (s.a.v.)'ın omuzlarına 
    yüklenmiş bulunuyordu. O da peygamberlik görevinin hakkıyla alınıp yerine 
    getirilmesindeki büyük zorluk ve sorumluluk endişesi ve girişeceği cihadda 
    başarı derecesini ve kusur ettiği durumda Hak ve halk karşısındaki tehlikesini 
    düşünmek meselesi idi ki, buna "A'ba-i risalet" yani, peygamberlik yükleri 
    ismi verilir. Zira, "Allah'tan kulları içinde ancak âlimler hakkıyla korkar." 
    (Fâtır, 35/28) mânâsı gereğince ilim artıp Allah daha çok tanınınca Allah 
    korkusu da artıyor, önce iyi bilinmeyen nice ahiret endişeleri yüz gösteriyordu. 
    Önce Cibril'le yaptığı ilk konuşmada bütün güç ve takatini saran "Son derece 
    kuvvetli, çetin kuvvetlere sahip"(Necm, 53/5-6) bir heybet ve gücün kendisini 
    sarması ve kuşatması içinde titremiş kalmıştı. Buna derece derece alıştıktan 
    sonra da etraftan kâfirlerin o zamana kadar görülmeyen eziyet, sıkıntı ve 
    türlü dedikodularla düşmanlık ve kötülüklerini görmeye başlamış, henüz "Allah 
    seni insanlardan koruyacaktır." (Mâide, 5/67) vaad ve duyurusunu almamış, 
    "Ve her halde ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır. İlerde Rabb'in sana 
    verecek de sen razı olacaksın."(Duhâ, 93/4-5) vaad ve müjdesine muhatap olmamış 
    ve henüz ayrıntılı direktifler almamıştı. Bir müddet için dinlendirilmek üzere 
    vahye ara verilip kesilmesinden dolayı duyduğu yalnızlık ve başına gelenlerden 
    dolayı düşmanlardan duyduğu sevinç ifade eden sözler nedeniyle de çok tasalanmıştı. 
    Bu suretle kendisini yalnız dünya elemleri değil, Rabb'ine karşı bir günah 
    işlemiş olmak endişesiyle ahiretle ilgili tasalar da sarmış, işte bunlar onun 
    sırtına basan ve belini kıracak gibi kemiklerini çatırdatıp yüreğini sızlatan 
    bir vizir yani bir ağır yük gibi boynuna yüklenmişti. Yüce Allah vahyin kesilmeksizin 
    ard arda devam etmesi ve Ve'd-Duha'nın indirilmesiyle bunların bir kısmını 
    büsbütün üzerinden atmış, bir kısmını da alıştırmak, kendine ve ahirete olan 
    keşf ve bilgilerini artırmak suretiyle hafifletmiş, ondan sonra dünyayı gözüne 
    sinek kadar göstermeyecek, "Dünyanın Allah katında bir sivrisineğin kanadı 
    kadar değer yoktur." dedirtecek derecede kalbine ferahlık ve nefsine ilâhî 
    bir kuvvet vermiş, 
  Kur'ân'ın 
    feyziyle dünya ve ahiret nam ve şanını, zikir ve şerefini yükseltmeye başlamış 
    idi. Onun için buyruluyor ki: 
  4. Yine senin 
    için zikrini, nam ve şanını yükseltmedik mi?.
   Bazılarına 
    verilen ve netice itibariyle haklarında bir felaket olan şöhretler gibi aleyhe 
    değil, sırf lehine olarak yükselttik mânâsı ifade edilmek için yine "zikir"den 
    önce getirilerek tekrar açık açık söylenmiştir. 
  ZİKİR, burada 
    "Andolsun size bir kitap indirdik ki onda sizin şerefiniz vardır."(Enbiyâ, 
    21/10) âyetinde olduğu gibi şeref ve şan mânâsınadır. Bununla beraber Kur'ân 
    ve fikir mânâsına da işaret olabilir. Resulullah (s.a.v.)'ın nam ve şanının 
    yüksekliği Bakara Suresi'nin âyetinde geçen "Kimini de birçok derecelerle 
    daha yükseklere çıkarmıştır." (Bakara, 2/253) mânâsı üzere bütün nebi ve Resuller 
    içinde derecelerle yüksekliğidir ki bunun özeti nam ve şanının Allah'ın namını 
    takip etmesi, Allah anıldıkça onun da anılmasıdır. Ebu Ya'la'nın, İbnü Cerir'in, 
    İbnü Münzir'in, İbnü Ebi Hatim'in, İbnü Hibban'ın ve İbnü Merduye'nin ve "Delail"de 
    Ebu Nuaym"ın Ebu Said el-Hudri (r.a.)'den rivayet edildiğini tesbit ettikleri 
    bir hadiste Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Cebrail (a.s) bana geldi 
    ve dedi ki: Rabb'ım ve Rabb'ın şöyle buyuruyor: "Bilir misin, senin zikrini 
    nasıl yükselttim?" "Yüce Allah en iyisini bilir" dedim. Dedi ki: "Ben anıldıkça 
    sen de benimle beraber anılacaksın." Bu ise nam ve şan yüksekliğinin en büyük 
    mertebesini açıklamaktadır. "Allah" denilince Resulü beraber anılır. denilince 
    beraberinde denilir. "Allah'a itaat edin, peygamberine itaat edin."(Nisâ, 
    4/59), "Kim peygambere itaat ederse kuşkusuz Allah'a da itaat etmiş olur."(Nisâ, 
    4/80), "şahit olarak Allah yeter. Muhammed Allah'ı Resulüdür."(Fetih, 48/28-29) 
    buyurulmuştur. Bu nam ve şan, bu Allah'la beraber zikredilip anılmak ise her 
    yüksekliğin üstündedir. Nitekim Hz. Hassan'ın şu beyti de bu yüksekliğe işarettir:
   "O parlak 
    alınlı ki üzerinde peygamberlik mührü vardır. Allah'tan şehadet edilmiştir, 
    parıldar ve şahit olur. Allah o peygamberin ismini kendi ismine katmıştır: 
    Beş vakitte müezzin 'şehadet ederim' dediği zaman." "Muhakkak ki Allah ve 
    melekleri peygambere salat eder (şeref ve şanını yüceltir)ler. Ey iman edenler! 
    Siz de ona salat ve selam getirin." (Ahzab, 33/56) 
  5. Demek ki, 
    "zorlukla beraber bir kolaylık vardır". "Fâ", fasiha olarak kendisinden önceki 
    kısımdan sonraki kısma şahit getirme ve inceleme ile onu dallara ayırma tarzında; 
    yahut sebeb bildiren fa olarak öncekini illet olarak göstermek suretiyle ta'diye 
    şeklinde ilerisi için vaaddir. Bu vaadin gerçek olduğunu bildirir. Vaadin 
    ne olduğu sözün akışından anlaşılmaktadır. 'deki elif-lam, fa'nın fasiha olması 
    durumunda görünüşte "ahd" içinde olmak lazım gelirse de cüzden külle (parçadan 
    bütüne) geçiş ile gerçekte vaadi ifade için istiğraka işarettir. Yllet için 
    olması durumunda ise kübra (büyük önerme) demek olduğu için dorudan doğruya 
    istiğraktır. Demek ki mânâ şu olur: O göğsü açma ve yarma, yükü kaldırma, 
    adını yüceltme madem ki oldu, demek ki o senin çektiğin zorlukla beraber büyük 
    bir kolaylık varmış, o halde daha da vardır. Yahut, çünkü her zorlukla beraber 
    bir kolaylık vardır. Ondan dolayı seni kolaylığa erdirdik, yine de erdiririz. 
    
  Meşhur olduğu 
    üzere burada "beraber", "sonra" mânâsınadır. Yakınlık, beraber olmaya benzetilerek 
    ifade olunmuştur. Çünkü o göğsü açma ve yükü kaldırma, yükün sırtı ezmesinden 
    sonra olmuştur. Kısacası, bu böyle olduğu gibi ilerisi için de böyledir. "Allah, 
    bir güçlüğün arkasından bir kolaylık yaratacaktır."(Talak, 65/7) Bir iş darlık 
    halinde genişler. 
  6. "Evet, 
    zorlukla beraber bir kolaylık var". Bu da evvelkini vurgulamakla beraber yeni 
    bir başlangıç ile vaadden vaade genelleme halinde bir vurgudur. Bunda 'in 
    istiğrak için olması gerekir. Fakat önceki istiğrak için olduğuna göre bu 
    ona işaretle ahd için olur ve şöyle demek olur: Evet, o her zorlukla beraber 
    bir kolaylık vardır. Yani o zorluğa göğüs gerilip aşılırsa o kolaylığa erilir. 
    Çünkü kolaylığın var olmasından herkesin de mutlaka ona ermesi lazım gelmez. 
    O kolaylığa inanıp, o zorluğa ehemmiyet vermeyip de Allah'yn izniyle sabır 
    göstererek dayanan ona erer. Nitekim "Ve'l-Leyli" Sûresi'nde "Kim malını Allah 
    yolunda verir ve takva yolunu tutar ve en güzeli de tasdik ederse, biz onu 
    en kolay yola muvaffak kılacağız."(Leyl, 92/5-7) buyurulmuştur. Şu halde bundan 
    sonra da bir zorluğa tesadüf edersen onu da başka bir kolaylığın izleyeceğini 
    veya beraberinde bir kolaylık bulunduğunu bil, bu vaadi tasdik et de o zorluktan 
    yılma. Onu da gönül hoşluğuyla karşıla. Burada "beraber" "sonra" mânâsınadır. 
    Zira zorluk ve kolaylyk zıt şeylerden olduğu için bir arada bulunmaları caiz 
    olmaz. Bir yere peşpeşe ve ard arda gelirler. Şu kadar ki bir yere varmaları 
    itibarıyla beraber imi? gibi de düşünülebilirler. Yani bir yönden zor görünen 
    bir şeyde diğer yönden bir kolaylık vardır. O şeyi, bu kolay yönünü bularak 
    yapabilen kolaylığına erer. Her zorluğu bir kolaylığın izleyeceğine inanmak 
    da o zorluğun yalnız sonunda değil, beraberinde de bulunan bir kolaylık yönüdür. 
    Bu itibarla "en güzel"i tasdik eden ve ona göre çalışan müminler için her 
    zorlukta iki kolaylık var demektir ki, bunun birine dünya kolaylığı, diğerine 
    ahiret kolaylığı demek uygun olur. 
  Rivayet olunmuştur 
    ki, Resulullah (s.a.v) bu âyet inince ferahlık ve neşe içinde gülerek çıkmış, 
    "bir zorluk iki kolaylığı yenemez", "Zorlukla beraber bir kolaylık vardır, 
    zorlukla beraber bir kolaylık vardır." diyordu. Bu mânâ çoğunlukla zorluk 
    mânâsına gelen "usr" kelimesinin belirli, kolaylık mânâsına gelen "yüsr" kelimesinin 
    belirsiz olmasıyla izah edilmiştir ki bu izah, ikinci usr kelimesindeki "lâm"ın 
    ahit mânâsında olması düşüncesine dayanır. Bununla beraber bu daha çok bu 
    âyetlerin üstündeki ve altındaki "fâ"larla öncesi ve sonrasıyla olan irtibat 
    ve bağlılıktan anlaşılmaktadır. Ahd ise, önceki "usr" kelimesinde açık veya 
    dolaylı olarak anlaşılan genelliğin ahdi olmalıdır. Her zorlukla beraber kolaylığın 
    bulunabilmesini de açıkladığımız gibi tartışmasız olarak anlamak mümkündür. 
    Yani kolaylığın var olması, onun herkes için meydana gelmesini gerektirmez. 
    Mesela, "kâfire ölüm ve cehennemde ne kolaylık var?" gibi bir soru sorulamaz. 
    Sorulsa, "cennet vardı ama o iman etmedi" diye cevap verilir. 
  Usr kelimesinin 
    başındaki "lâm"ın umumilik ifade ettiğine ve imanın şart olduğuna şu olay 
    da delil olur: İmam Malik Muvatta'da Zeyd b. Eslem'den rivayet etmiştir ki, 
    Ebu Ubeyde Hz. Ömer b. Hattab (r.a.)'a yazmış, Rumlar'ın çokluğunu ve onlardan 
    korktuğunu, endişe duyduğunu anlatmıştı. Hz. Ömer (r.a.) de ona: "Şu muhakkak 
    ki mümin bir kalbe herhangi bir sıkıntı inerse yüce Allah ona bunun arkasından 
    bir rahatlık verir ve bir zorluk iki kolaylığı yenemez." diye yazmıştır. "Mümin 
    bir kalbe" denilmekle imanın gereği olan gönül huzuru ve sabra da işaret vardır. 
    Onun için, sızlanan müminin ahiret sevabını kaybetmesi de bu genel mânâ ile 
    çelişki teşkil etmez. Bununla beraber hepsinde de hükmün genelliği yine Allah'ın 
    dilemesi kaydına bağlıdır. Muvaffakiyet ondandır. Onun için bu hüküm ve vaadi 
    hem ileriye genellemek ve dallara ayırmak, hem de Allah'ın lütfuna dayandırmak 
    akışı içerisinde buyuruluyor ki: 
  7. O halde 
    boşaldığın vakit, yani her zorluğa bir kolaylık vurgulanarak vaad edilmiş 
    olduğu için bir görevi, bir ibadeti bitirip bir zorluktan bir kolaylığa geçtiğin, 
    biraz dinlendiğin, mesela aldığın vahyi yerine ulaştırdığın, farzlarını yerine 
    getirdiğin vakit yine yorul, iş bitti diye rahata düşüp kalma da yine zahmeti 
    tercih edip diğer bir ibadet için kalk, çalış, yorul; farz bittiyse nafileye 
    geç, namaz bittiyse duaya geç ki, kolaylık da artsın, şükürde devam etmiş 
    olasın. Bilindiği gibi "nasab", yorgunluktur. Kolaylık tembelliğe sevketmemeli, 
    çalışmaya teşvik edici olmalıdır ki onun peşinden de bir kolaylık gelerek, 
    artma ve ilerleme durumu hasıl olsun. 
  8. Rabbini 
    mef'ul (tümlec)ün fiilden önce getirilmesi "ancak" ve "sadece" mânâlarını 
    ifade etmek içindir. Yani ancak Rabb'ini iste ve arzula, her ne umarsan ondan 
    um. Onun dığındaki sebep ve illetlerde veya gayelerde duraklayıp kalma, başka 
    maksada bağlanma da bütün çalışmalarında ancak ona yönel, durmadan ona doğru 
    yürü, ona doğru, bütün lütuf ve nimet onundur. Onun için sade nimete ve esere 
    rağbet ile kalmamalı; nimetten, nimeti vereni görüp hep ona doğru yürümeli, 
    onun için çalışmalıdır. Son murat edilen odur. Bu sûreden şu kaideler çıkarılır: 
    "Yı sıkıştığı zaman genişler." ve "nimet külfete göredir." Başka bir deyişle: 
    "Külfet nimete uygundur." ve "Bir işten maksat ne ise hüküm ona göre verilir." 
    Allah için çalışan Allah'a erer. Bu şekilde bu iki sûre bilhassa Resulullah 
    (s.a.v.)'ın hal ve şanını anlatarak feyzini daha çok yaymayı ve genelleştirmeyi 
    ve neticede nimetten o nimeti verene geçerek ancak Allah'a rağbet etmesini 
    hatırlattıktan sonra en mükemmel ferdin halinden türün haline ve müminleri 
    bekleyen sonun da güzelliine geçilerek bu iki sûrenin bir bağlanışı olmak 
    ve ahiret hükmü ile dinin sabit olduğu anlatılmak üzere "Ve't-Tini" Sûresi 
    gelecektir.