109-KAFİRUN:
   Sûresi takip 
    edecektir
  Kâfirûn Sûresi 
    
  Mekke Döneminde 
    İndi 
  Âyet Sayısı: 
    6 
  Sûresi ve 
    bundan hikaye itibarıyla Sûresi>ve dilimizde bilinmiş olduğu üzere Sûresi 
    denilen bu sûre de Mekkî'dir. Dânî, ittifakla demiş. "Bahru'l-Muhit"de ise: 
    "Çoğunluğun görüşüne göre Mekkî'dir." Katade'den, "Medenî olduğu da rivayet 
    edilmiştir" diyor. Katade'den bunun zıddı da nakledilmiş, ancak İbnü Merduye, 
    İbnü Zübeyr'den Medenî olduğunu rivayet etmiş, bu sebeple Alûsî, Dânî'nin 
    "ittifakla" demesine, "yerinde değildir" diye ilişmiş ise de Medenî rivayeti, 
    garib demek olacağından, sahihi ittifakla Mekkî demek olur. İbnü Ebi Hatim'in 
    Zürare b. Ebi Evfa'dan rivayet ettiği vechile bu sûreye "Mukaşkışa" dahi denilir 
    ki, uyuz ve çiçek hastalığı gibi hastalıklardan iyileştirmek demek olan "kaşkaşe"den 
    türemiş olup şirk ve nifak fak dertlerinden uzak kılan mânâsına "müberrie" 
    demektir. "Kaşkaşe" Türkçe'de def etmek, kovalamak mânâsına kışkışlamak ile 
    de terceme olunsa yakışmaz değildir. 
  "Cemalu'l-Kurrâ"da 
    zikredildiği üzere buna "İbadet Sûresi" de denilmiş olduğu gibi, "İhlas Sûresi" 
    de denir. Ondan dolayı Sûresi ile ikisine "İhlaseyn" (İki İhlas) tabir olunur. 
    Nitekim Resulullah'ın sabah ve akşam namazlarının sünnetlerinde ve okuduğunu 
    İbnü Ömer'den ve Hz. Aişe'den rivayet edilen hadislerde "İhlaseyn" denildiği 
    de görülür. 
  Âyetleri : 
    İhtilafsız altıdır.
   Fâsılası 
    : harfleridir.
   Bu sûre Kevser'in 
    içine aldığı ihlas ile ibadet emrinin ilanını emreden, aynı zamanda Peygamber'e 
    buğzeden ebter (güdük)lerin küfürlerine karşı da bir cevap mevkiinde olarak 
    onun mânâsını bir açıklama gibidir. İmam-ı Ahmed'in ve "Evsat"da Taberanî'nin 
    rivayet ettikleri bir hadiste, Zeyd b. Harise'nin kardeşi Cebele b. Harise, 
    Resulullah'a: "Bana uykum sırasında okuyacağım bir şey öğret." dediği zaman 
    bu sûreyi okumasını emir buyurmuştur. Bezzar ve İbnü Merduye, Habab'e emrettiğini 
    de rivayet eylemişler. Beyhaki de "Şuab"da: "Enes'e de uykusu sırasında okuması 
    emrolunduğunu" rivayet etmiştir. Ebu Ya'lâ ve Taberanî şu hadisi de merfu 
    olarak rivayet etmişlerdir: "Sizi, Allah Teâlâ'ya şirk koşmaktan koruyacak 
    bir kelime anlatayım mı size? Uykunuz sırasında Sûres'ini okursunuz." Deylemî 
    de Abdullah b. Cerad'dan şöyle rivayet etmiştir: "Resulullah buyurdu ki: Münafık 
    kuşluk namazı kılmaz ve okumaz." Taberanî "Evsat"da İbnü Ömer'den ve "Sağîr"da 
    Sa'd b. Ebi Vakkas'tan rivayet etmiştir ki: "Bu sûre Kur'ân'ın dörtte birine 
    denktir." Bunun izahında bir hayli söz söylenmiş ise de en basiti şöyle anlamaktır: 
    Kur'ân'ın mânâsı bir bakışa göre şu şekilde özetlenebilir: İbadetler, muameleler, 
    ahiret hükümleri ve kıssalar. Bu sûre ise ibadetin ruhu olan tevhid ve ihlas 
    ilanını emredici olduğu için dörtte birine denk demek olur. 
  Nüzul sebebi: 
    Ebu Hayyan der ki: Bunun inme sebeplerinden olarak şöyle zikretmiştir: "Peygamber 
    (s.a.v.)'e kâfirler: "Bırak bu tuttuğun davayı biz sana istediğin kadar mal, 
    servet verelim, kızlarımızdan dilediğinle evlendirelim ve seni üzerimize melik 
    yapalım, eğer bunu yapmazsan gel bizim ilâhlarımıza tap, biz de senin ilâhına 
    tapalım, müşterek olalım, hayır hangisinde ise ona hepimiz de ulaşmış oluruz" 
    demişlerdi. Bir de onun en çok buğzedeni Kureyş'ten olduğu ve bir sene kendilerinin 
    tanrılarına ibadet etmesini ve kendilerinin de bir sene onun tanrısına ibadet 
    edeceklerini söylemiş olduklarından dolayı onlardan uzaklaşmak ve o teklifin 
    asla olacak şey olmadığını haber vermek için Allah Teâlâ bu sûreyi indirdi." 
    
  İbnü Hişam 
    "Siyer"inde der ki: "Bana gelende: Resulullah (s.a.v.) Kâbe'yi tavaf ediyorken 
    Esved b. Muttalib b. Esed b. Abdi'l-Uzza ve Velid b. Muğire ve Ümeyye b. Halef 
    ve As b. Vâil es-Sehmî önüne gerildiler, bunlar kavimleri içinde yaşlı kimselerdi. 
    "Ey Muhammed! Gel, biz senin taptığına tapalım, sen de bizim taptığımıza tap, 
    biz ve sen (bu) işde müşterek olalım. Eğer senin taptığın bizimkinden hayırlı 
    ise biz ondan nasibimizi almış oluruz ve eğer bizim taptıklarımız seninkinden 
    hayırlı ise sen de nasibini almış olursun." dediler. Allah Teâlâ'da onlar 
    hakkında sûresini tamamen indirdi." İbnü Cerir ve İbnü Ebi Hatim ve "Mesahif"de 
    İbnü Enbârî, Ebu'l-Buhturî'nin mevlası Said b. Meyna'dan öyle rivayet de eylemişlerdir. 
    Tefsircilerin çoğunlukla zikrettikleri şu şekillerdir: 
  Kureyş'in 
    ileri gelenlerinden bir takım, Resulullah'a, sen gel bizim dinimize tabi ol, 
    biz de senin dinine tabi olalım, bir sene sen bizim tanrılarımıza ibadet edersin, 
    bir sene de biz senin mabuduna ibadet ederiz, dediler. Resulullah: "Allah 
    korusun, Allah'a başkasını ortak koşmaktan." dedi. Onlar, o halde bizim tanrılarımızın 
    bazısına el sürüver de seni tasdik edelim ve tanrına ibadet edelim, dediler. 
    Bu sebeple bu sûre nazil oldu. Resulullah sabahleyin Mescid-i Haram'a gitti, 
    Kureyş'ten dolgun bir heyet vardı. Başları üzerine dikildi de bu sûreyi okudu, 
    onlar da ümitlerini kestiler." 
  İbnü Cerir'in 
    ve Razî'nin kaydettikleri vechile "De ki: "Allah'tan başkasına kulluk etmemi 
    mi bana emrediyorsunuz ey cahiller?" (Zümer, 39/64) âyeti de bu sebeple nazil 
    olmuştu. Onda Allah'dan başkasına tapmayı emrettiklerinden dolayı cahillikleri 
    ile azarlayarak "ey cahiller" diye hitap etmesi emredilmişti. Bundan da daha 
    ağır olarak "ey kâfirler" diye hitap emrediliyor ve bu vechile gerekçesi beyan 
    olunarak onların dininden uzaklaşma ve hak tevhid dini ile din edinilmenin 
    lüzumu tebliğ buyuruluyor. Şöyle ki: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  1- De ki: 
    Ey kâfirler
   2- Sizin 
    taptıklarınıza ben tapmam. 
  3- Siz de 
    benim taptığıma tapıcılar değilsiniz. 
  4- Ben asla 
    sizin taptıklarınıza tapacak değilim. 
  5- Siz de 
    benim taptığıma tapacak değilsiniz. 
  6- Sizin dininiz 
    size, benim dinim banadır.
   De ki: Ey 
    kâfirler!" Bu nidaya "de" emriyle başlanmasında Razî kırk kadar nükte saymıştır, 
    tafsili uzun gider. En birincisi Hz. Peygamber'in kendi tarafından değil, 
    Allah Teâlâ'dan açık emir ile bilhassa tebliğ ve ilan edilmek üzere peygamberlik 
    görevi olarak söylenildiğini ilk baştan anlatmaktır. Zira Fahr-i Âlem (s.a.v.) 
    işlerinde yumuşaklıkla ve mülayim olmakla emrolunmuştu. Ona "Allah'ın rahmeti 
    sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, 
    çevrenden dağılır giderlerdi." (Al-i İmran, 3/159 buyurulmuş, "(Ey Muhammed), 
    biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21/107) buyurulmuştu. 
    Allah'a daveti de en güzel yolda olmak üzere "(Ey Muhammed), sen hikmetle, 
    güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et." 
    (Nahl, 16/125) diye emrolunmuştu. Bununla beraber "Ey elçi, Rabbinden sana 
    indirileni duyur, eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun." 
    (Maide, 5/67) hitabıyla da kendisine her indirileni tebliğ etmesi, etmezse 
    peygamberlik görevini yerine getirmemiş olacağı da emredilmiştir. Burada ise 
    muhataplarına "ey kâfirler" diye en ağır vasfile nida edeceği, çünkü beyan 
    ve tebliğ olunacak hak hükmü hakiki sebebi onların değişmeyecek olan kâfirlik 
    sıfatları olduğundan dolayı burada bu sıfatın açıkça söylenmesi lazım geldiği 
    için bu ağır hitap o yumuşak ve mülayim olma emirlerine nasıl layık olur? 
    diye bir itiraza mahal bırakmamak ve hakkın beyanı için bunu açıklamak gerektiği 
    başlangıçta anlatılmak üzere: "Bunu ben kendiliğimden söylemiyorum, emredilmiş 
    olarak söylüyorum." demiş olmak için evvela "de" emri açıklanmıştır. Ve bunun 
    Kevser Sûresi'nden sonraya konulmuş olmasıyla da hem bu emrin "Rabbin için 
    namaz kıl ve kurban kes." (Kevser, 108/2) gibi Kevser ihsanına tertip edilmiş 
    emirlerden olduğuna hem de Peygamber'e öyle buğz ve düşmanlık beslemekte ısrarlı 
    olanların güdüklükleri, hayırdan mahrum oluşları gibi kâfirlikleri de ayrılmaz 
    sabit vasıfları ve onlara böyle nida kendilerinin yeğledikleri gerekleri olmuş 
    bulunduğuna da bir siyak (söz gelimi) işareti yapılmış ve bu şekilde inme 
    sebebi olan ve kabulüne ihtimal olmayan birbirine zıt, yapılmaz teklifleri 
    yani putlarına tapılmak şartıyla Allah'a ibadet edeceklerini ileri sürmeleri 
    de ısrarlı oldukları o buğz ve kinin bir neticesi olduğuna dahi işaret olunmuştur. 
    Onun için büyük tefsirciler demişlerdir ki burada böyle "ey kâfirler!" diye 
    nida genel olarak kâfir olanlara değil, ebedî olarak imana gelmeyeceklerini 
    Allah Teâlânın bildiği bir takım kimselere mahsustur. Çünkü kâfirler içinde 
    de, Kitap ehlinde olduğu vechile, Allah'ı mabud tanıyanlar bulunduğu gibi, 
    sonra imana gelip ibadet edenler ve edecekler de bulunduğu için, onlara karşı: 
    "Siz Allah'a ne şimdi, ne de ilerde ibadet edecek değilsiniz." denilmeyeceği 
    açıktır. O halde önce genelleyip sonraki âyetlerle tahsis etmektense başlangıçta 
    "lâm-ı ahid" (ahid lâm) ile nüzul sebebine işaret olarak "ey o kâfirler" diye 
    özele hamletmek daha güzel olur ki, bu özellik de hakka kızgın olup da imana 
    gelmeyecekleri Allah'ın ilminde malum bulunması itibarıyla olan sabit sıfatları 
    olmuş oluyor. Bu ise nüzul sebebi olanların yalnız şahıslarına değil, değişmesi 
    ihtimali kalmamış olan küfürlerinden dolayı olduğu için maksadın aslı küfürden 
    uzaklaşma olarak bu nida öylelerinin hepsine delalet bakımından içerirse de 
    herhangi bir kimsenin veya kavmin ilerde imana gelip gelmeyeceğini Allah'tan 
    başkası bilemeyeceği için bu hitabın dıştan fiilî olarak tatbiki Kureyş içinde 
    nüzul sebebi olanlara bağlı kalmış demek olur. Yoksa "de ki, ey kâfirler" 
    diye emrolunduğundan dolayı henüz geleceği hakkında bilgimiz olmayan şahıs 
    veya toplum her hangi bir kâfire "ey kâfir" yahut "ey kâfirler" diye hakaret 
    ve buğzederek hitap etmek lazım veya caiz olur sanılmamalıdır. Bu emrin, belirli 
    şahıslara karşı fiiliyatta tatbiki nüzul sebebine bağlı demek olduğundan dolayı 
    bütün kâfirler hakkında güzel mücadele ile davet ve yoluyla mücahede ve benzeri 
    diğer gibi muamelata ilişik genel hükümlere muhalefeti de yoktur. Bunu müslüman 
    yalnız küfürden, şirkten, nifaktan ve Allah'ın bildiği o kabil kâfirlerden 
    kalben uzaklaşarak iman ve ibadetinde tevhid ve ihlas ile dinine sarılmak 
    için olur, zamanına ve icabına göre bunu defetmek yerinde okumak da güzel 
    mücadele ve hikmet olur. Onun için bu sûrenin genel olarak cereyan eden ve 
    baki olan hükmü, küfür ve nifaktan uzak olmak için gizli, açık her halde okumaktır. 
    Fakat taarruz için değil, uzaklaşmak için okumak ve sadece bir tarihî hatıra 
    olarak değil, kendi nefsine nasihat olarak dinine ihlas ve inancını kuvvetlendirmek 
    için tilavettir. Hadis-i Nebevî'de şirkten kurtaracak bir kelime olmak üzere 
    uyku sırasında okunmasının tavsiye buyurulması da bu hükmü ve hikmeti ifade 
    eder. Bunun böyle olması ise mücahedeye, ibadet ve dinin tafsilatına dair 
    olan genel hükümlerine ilişkin görevler ile meşgul olmaya engel de olmaz. 
    Hasılı bununla bütün kâfirlere bir saldırı emrolunmamış olduğu gibi, güzel 
    mücadeleden ve mücahededen men olunmuş da değildir. Şu halde bunun içinde 
    ki hükümlerde, genel hükümlere göre nasıh ve mensuh tasavvuruna lüzum yoktur. 
    Ancak nüzul sebebi olan ve Kureyş içinden asla imana gelmeyecekleri haber 
    verilmiş bulunan o kâfirlere mahsus olarak "sizin dininiz size; benim dinim 
    banadır" denilmiş olduktan sonra bilahere Medine'den onlarla harbedilmesinde 
    ve Mekke'nin fetholunup putların iptal olunmasında ve Berâ Sûresi'nin inmesiyle 
    bütün müşriklerin Mescid-i Haram'a yaklaştırılmamasında ve nihayet bütün Arabistan'da 
    İslâm'dan başka dinlerin yasaklanmasında o hususi kâfirlere "sizin dininiz 
    sizin içindir" diye verilmiş bulunan izin hükmünü nesih var mıdır, yok mudur? 
    bu bahis konusu olmuştur. Eğer bu sade bir red veya sonunda cezalarının ağırlığı 
    ile korkutmak (inzar) değil de, iki tarafın dinlerinde serbestlikleri esası 
    üzerine bir antlaşma teklifi niteliğinde ise onlar kabul etmiş ve gereğine 
    uymuş bulundukları takdirde sonradan onlara harp ilanını emreden hükümler 
    bu özel anlaşmayı neshetmiş (hükmünü kaldırmış) olurdu. Aynı şekilde bu onlara 
    verilmiş mutlak bir müsaadeden ibaret olsaydı yine neshedilmiş bulunurdu. 
    Halbuki mutlak bir izinden ibaret olmayıp "benim dinim, banadır" ile karşılıklı 
    olduğu açıktır. Karşılıklı olarak bir anlaşma teklifi olması ihtimaline göre 
    ise onlar bu teklifi kabul etmemişler, Peygamber'in dinî serbestliğini istememişler, 
    küfürde o derece ileri gitmişlerdir. Kabul ettikleri farzedilse bile asla 
    riayet etmeyip bozdukları ve hatta öldürülmesine bile teşebbüs ettikleri malum 
    ve kesindir. O halde onlarca asla kabul edilmemiş veya bozulmuş bulunan bir 
    anlaşmanın, bir hükmü farz olunamaz ki neshine ihtiyaç olsun. Ne izin, ne 
    de anlaşma teklifi olmayıp, beyan olunacağı üzere sırf red veya inzar (korkutma) 
    olduğu takdirde ise neshe lüzum olmayacağı açıktır. Şu halde Alûsî'nin de 
    hatırlattığı gibi bu sûre her yönden muhkemdir. Bunda nesh olunmuş bir hüküm 
    yoktur. Bununla birlikte sonundaki "sizin dininiz sizedir" fıkrasının, seyf 
    âyetleri (cihada izin veren âyetler) ile mensuh olduğunu söyleyenler de olmuştur. 
    Demek olur ki bunlar, "kâfirler"in hepsine hitap olması ihtimalini "sizin 
    dininiz size, benim dinim banadır" âyetinin de kabul şartı gözetmeyerek mutlak 
    bir antlaşma ilanı olması ihtimalini dahi düşünmüşlerdir. Böyle bütün dünyaya 
    "ey kâfirler" diye nida edip de kabul şartını gözetmeksizin hepsine karşı 
    antlaşma ilanı ise Resulullah'ın gönderilişi ile uyuşması kabil değildir. 
    Ancak kabulleri şartıyledir ki bunun bir mânâsı olabilir. Kabul etmeyenler 
    veya kabul edip de bozanlar hakkında da söylediğimiz vechile neshe hacet kalmaz. 
    Fakat böyle genel bir anlaşmanın mevcut olmadığını bütün ihtimalleri dikkat 
    nazarına alarak anlatmış olmak için bunun başlangıçta bir antlaşma ilanı olduğu 
    soyut bir ihtimal olarak farzedildiği takdirde bile mensuh olmak lazım geleceğini 
    söylemişlerdir. Bu daha kestirme olduğu için yaygınlaşmıştır. Maksadın esası 
    öyle bir anlaşma hükmünün geçerli olmadığını bildirmek olmasına göre her iki 
    görüşte de netice bir demek olursa da, nesih tasavvuru bu sûrede sadece uzaklaşmadan 
    fazla olarak başlangıçta mutlak bir anlaşma hükmünün sabit olduğunu ve lüzumu 
    halinde cihada engel olmaya delalet eder bir kaydın varlığını farzetmeye dayanmaktadır. 
    Halbuki kabulsüz antlaşma hükmü düşünülemeyeceği gibi, böyle bir teklife, 
    genel olsun, özel olsun, "ey kâfirler" diye hitap ederek başlanmak da makul 
    olmaz. "De ki, ey kâfirler" emri, her şeyden önce bir mücahede telkin eder. 
    Bunun sonunda, "dininiz sizin olsun, hayır ve şer cezası, sorumluluğu size 
    aittir, sonra karışmam ha!" demek de bir izin verme değil, "İstediğinizi yapın." 
    (Fussilet, 41/40) kabilinden bir tehdit veya "Dinde zorlama yoktur." (Bakara, 
    2/256) esası üzere, bir defetmek ve reddetme ile uzak bulunma olduğu zahirdir. 
    O halde başlangıçta antlaşma sabit olmayınca netice bakımından nesih de varid 
    olmaz. Şu halde hitap, genel olsa da, özel olsa da bu sûrenin hiç bir âyetinde 
    nesih yoktur, hepsi muhkemdir. Yalnız önceden umuma hamledildiği takdirde 
    ikinci ve üçüncü âyetlerle tahsis gerekeceğine göre, bu sebeple izah olunduğu 
    üzere hususa yüklenmesi daha uygundur. Yani "ey o Allah'tan başkasına tapan 
    ve bundan böyle imana gelmeyecekleri Allah'a malum bulunan müşrik kâfirler!" 
    
  2. Tapmam. 
    Ne şimdi, ne ilerde gönül verip ibadet etmem, o nesnelere ki siz tapıyorsunuz. 
    Yani o tanrı yerine koyup durduğunuz ve benim de tapmamı istediğiniz o şeylere 
    ben ibadet ve kulluk etmem. Buna karşı onların, "biz Allah'a da ibadet ederiz" 
    diyebilmeleri ihtimalini defetmek ve murad, Allah'dan başkasına ibadet etmem 
    demek olduğu anlatılmak üzere onların ne şimdiki halde, ne de gelecekte Allah'a 
    ibadet etmeleri ihtimali kalmayacak derecede şirk ve küfür, tabiatları olmuş 
    kimseler olduğu şöyle açıklanıp haber veriliyor 
  3-4. ve siz 
    ibadet ediciler değilsiniz o mabuda ki ben ibadet ederim. Yani benim ibadet 
    edip durduğum mabudum Allah'a ibadet şanından olanlardan değilsiniz. Siz ona 
    tapmıyorsunuz da, tapmazsınız da. Zira bundan önceki sûrelerden anlaşıldığı 
    üzere ibadetin şartı ihlastır. Allah'ın birliğine iman etmeyince ona ibadet 
    edilmez. Allah'a ibadet eden ondan başka Tanrı tanımaz. Allah'a başkalarını 
    ortak koşarak veya Allah'tan başkasını Allah diye hayal ederek tapmak Allah'a 
    ibadet değil, onu tanımamaktır. Onun için müşrikler Allah'a kulluk ediyoruz 
    zannetseler bile, kulluk etmiş olmazlar, kendi hayal ve hevalarına taparlar. 
    Bundan dolayı "De ki: "Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz 
    ey cahiller." (Zümer, 39/64) buyurulmuştu. 
  5. ve siz 
    ibadet ediciler değilsiniz o mabuda ki ben ibadet ederim. Yani benim ibadet 
    edip durduğum mabudum Allah'a ibadet şanından olanlardan değilsiniz. Siz ona 
    tapmıyorsunuz da, tapmazsınız da. Zira bundan önceki sûrelerden anlaşıldığı 
    üzere ibadetin şartı ihlastır. Allah'ın birliğine iman etmeyince ona ibadet 
    edilmez. Allah'a ibadet eden ondan başka Tanrı tanımaz. Allah'a başkalarını 
    ortak koşarak veya Allah'tan başkasını Allah diye hayal ederek tapmak Allah'a 
    ibadet değil, onu tanımamaktır. Onun için müşrikler Allah'a kulluk ediyoruz 
    zannetseler bile, kulluk etmiş olmazlar, kendi hayal ve hevalarına taparlar. 
    Bundan dolayı "De ki: "Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz 
    ey cahiller." (Zümer, 39/64) buyurulmuştu. Aradaki bu fark daha çok açıklanmak 
    ve takviye olunmak üzere de buyuruluyor ki: Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza. 
    Yani sade şimdi tapıyor olduklarınıza değil, Peygamber olarak gönderilmeden 
    önce geçmişte taptıklarınız da dahil olmak üzere hiç birine ibadet edici değilim; 
    ne taparım, ne de tapmışım. 
  Başlangıçta 
    muzarî sigasıyla burada mazî sigasıyla buyurulması, onların halde olduğu gibi, 
    geçmişteki tapmalarına da Peygamber'in iştirak etmemiş olduğuna işaret eder. 
    Bundan dolayı bazıları buradaki ism-i failinin mazi (geçmiş zaman) mânâsına 
    olduğunu söylemişlerdir. Geçmişte olsun, halde olsun, gelecekte olsun hiçbir 
    zaman onlara ibadet edici değilim, diye tamamını reddetmek daha kuvvetli olur. 
    Şu kadar ki ism-i failin mef'ul-i bihte ameli için hal veya gelecek zaman 
    (istikbal) mânâları şart olduğuna dayanarak burada mef'ul-i bih olan mevsul 
    "mâ"sında amil bulunan ism-i failinin mazi mânâsına olabilmesi tartışılmıştır. 
    Fakat bu itiraz nın masdariyye olması takdirinde varid olmaz. Çünkü o zaman 
    mef'ul-i mutlak olabilir. Bunda amel için ise hal ve istikbal (gelecek) mânâsı 
    şart değildir. O halde masdariyye olduğuna göre mânâ şu olur: "Ben sizin tapışınızı, 
    o şirk ibadetini hiçbir zaman yapıcı değilim." Yahut "o sizin benden istediğiniz 
    şirk ibadetinizi geçmişte dahi yapmadım ve hiç bir zaman yapacaklardan da 
    değilim. Öyle ne tapmışım, ne de taparım, sizin tapışınızı yapanlardan değilim." 
    Siz de benim ibadet etmekte olduğum mabuduma ibadet edicilerden değilsiniz. 
    Hiç bir zaman değilsiniz, etmediniz, etmiyorsunuz, edecek de değilsiniz. Yahut 
    siz de benim edeceğim tevhid ve ihlas ile ibadet etmediniz, etmiyorsunuz ve 
    etmezsiniz. Bu iki âyet ilk bakışta öncekilerin bir tekrarı gibi görünür. 
    Bunda tefsircilerin iki vechi vardır:
   Birisi başlıbaşına 
    tekid de takviye için tekrar edilmiş olmasıdır ki, üçüncü menfi (olumsuz) 
    cümle, ismiyye (isim cümlesi) olarak daha kuvvetli bir şekilde birinciyi, 
    dördüncü de ayniyle üçüncüyü mânâ itibarıyla te'kit eder denilmiştir. Ferra 
    bu fikre kanaat getirmiş ve demiştir ki: "Kur'ân Arap diliyle nazil olmuştur. 
    Tekit ve anlatmak için kelâmı tekrar etmek de onların âdetlerindendir. Kabul 
    eden "belâ, belâ" (evet evet) der; çekinen "lâ, lâ" (hayır hayır) der. "Hayır, 
    yakında bileceksiniz, yine hayır yakında bileceksiniz." (Tekâsür, 102/3-4) 
    yüksek sözü de bunun üzerinedir. Ve şu beyitleri söylemiştir: 
  Ve "Bende 
    onların yaptığı nice şeyler vardır. 
  Yükseltip 
    gerekli kıldıkları eller (nimetler) vardır. 
  Leylâ'nın 
    uzaklığı yüzünden sabahleyin kargalar bağırıyor.
   Onlar Leylâ'nın 
    ayrılığından -kimbilir- kaç defa bağırıyorlar? 
  Sen sormadın 
    mı Leylâ! Kinde topluluğuna, 
  Geri döndükleri 
    gün ki; nereye, nereye?" 
  Nazımda ve 
    nesirde bunun misalleri çoktur. Burada 
    tekidin faydası da o kâfirlerin ümitlerini kesmek ve ebedi olarak küfürde 
    kalacaklarını tesbit etmektir". Taybî de bunu tercih etmiştir. Lakin burada 
    atıf vardır. Halbuki cümlelerin tekidi den başka atfedici ile olmaz, diye 
    itiraz edilmiştir. Fakat caiz görenler "vâv"ı da ye kıyas etmişler demektir. 
    Lakin bu şekilde atfın en zahir şekli de bu dördüncü cümleyi üçüncüye atfettikten 
    sonra hepsini önceki iki cümlenin tamamına atfederek bu iki âyet toplamıyla 
    önceki iki âyet toplamını te'kit olmalıdır. Gerçi üçüncü birinciye, dördüncü 
    ikinciye atf ve tekit olmak lafız ve mânâ bakımından daha uygun gibi görünür 
    ve Ebu Hayyan'ın ifadesinin zahiri de bu ise de, bu şekilde tekit ile tekit 
    edilenin, atfedilen ile kendisine atfedilenin aralarını ecnebi (müteallakı 
    olmayan) ile fasıl (ayırım) Nahiv ilmince caiz olamaz. Şu halde bunda lugat 
    mânâsıyla bir tekit ve takviye zahir olsa da terim mânâsıyla tekit, zahir 
    değildir. Bu bir atıftır, atıf ise az çok bir başkalık ifade eder. Onun için 
    çoğunluk, bu âyetlerde mânâ bakımından tekrar olmadığını ve bundan dolayı 
    sadece tekit değil, her birinin bir te'sis (esas koyma) olduğunu açıklamışlardır. 
    Zira muzarî ve ism-i fail kiplerinin hal, gelecek, devam ettirme mânâlarına 
    göre birçok vecihlerle farkları olabileceği gibi, 'ların da mevsul veya mevsuf 
    yahut masdariyye olabilmeleri ihtimallerine göre çeşitli farkları düşünülür. 
    Bunların şekli ve her birinin siyak (söz gelimi)a göre olan özelliği de düşünülünce 
    burada tekidden başka daha birçok vecihler hasıl olabileceğinden bu farkları 
    çeşitli şekillerde izah etmişlerdir. Çok olumsuz olan muzari ve ism-i fail 
    kiplerinin hal, gelecek zaman, geçmiş zaman mânâlarına göre zaman farklarını 
    gözetmişler, bazıları da önceki iki yı mevsul; sonraki iki yı de masdariyye 
    olmak üzere ayırım yapmışlar, bazıları da iki vechi toplamışlardır. Zaman 
    ayırımı yapanlar: Bir kısmı öncekilerin hal, ikincilerin gelecek zaman için 
    olmasını, bir kısmı da tersini tercih etmişlerdir. 
  Keşşaf şöyle 
    demiştir: "Mânâ: Ben, gelecekte benden istediğinizi, o ilâhlarınıza ibadeti 
    yapmam, siz de gelecekte o benim sizden istediğimi, benim ilâhıma ibadeti 
    yapacak değilsiniz ve ben sizin taptıklarınıza geçmişte bile asla tapmadım. 
    Yani cahiliyyede bile benden putlara ibadet geçmiş değildir. O halde o benden 
    İslâm'da nasıl ümit edilebilir! Siz de benim ibadet etmekte olduğum mabuduma 
    hiçbir vakit ibadet etmediniz." Ebu's-Suud da bunu tercih etmiştir. 
  Bu mânâda 
    "ben tapmayacağım" nefy-i istikbal (olumsuz gelecek), birinci "siz tapıcılar 
    değilsiniz" de öyle. lar mevsul olmakla beraber mabuddan ibaret değil, masdariyyede 
    olduğu gibi ibadetten ibaret; "ben ibadet edici değilim"de "vâv", haliyye 
    olmak muhtemel olarak nefy-i mazi (olumsuz geçmiş zaman), ikinci "siz ibadet 
    ediciler değilsiniz" bütün zamanları içine almak üzere nefy-i müstağrak demek 
    olur. Bu şekilde her cümlenin ayrı bir mânâ ifade etmesinin bir şekli nüzul 
    sebebine göre anlatılmıştır. 
  Buna iki şekilde 
    itiraz edilmiştir:
   Birisi: nın 
    hâle (şimdiki zamana) de, gelecek zamana da ihtimali varken, öncekilerin geleceğe 
    tahsisidir. Zira Ahfeş, Zeccâc ve diğerleri gibi bir kısım tefsirciler öncekileri 
    hale, ikincileri geleceğe yüklemişlerdir. Lakin maksad hasr (tahsis) olmayıp 
    nüzul sebebinde taleb istikbale ait olduğundan "ben tapmayacağım" nefy-i istikbalde 
    meşhur bulunduğundan dolayı ilk cevabın onu red ile başlaması, sonra daha 
    çok terakki için mazi ve zamanların hepsine kadar gidilmesi daha kuvvetli 
    olmuştur. 
  İkincisi: 
    Yukarıda işaret ettiğimiz üzere mazi mânâsında olan ism-i failin mef'ul-i 
    bih olan mevsul mâ'sında ameli meselesidir. Zira Kisâi bunu kabul etmişse 
    de, çoğunluk reddederler. Keşşaf Nahivce bunda Kisaî mezhebini benimsemiş 
    denilmek de uzak görünür. Bundan dolayı öncekilerin geleceğe, ikincilerin 
    hale hamletmesi daha uygun olacağını söylemişlerdir. Fakat üçüncüde mazi sigasıyla 
    "siz ibadet etmediniz" buyurulması, buradaki "abid"de mazi mânâsının da işaret 
    şekliyle olsun düşünülmesine bir karine (ip ucu) gibidir. Onun için hal ve 
    gelecek mânâsını ihmal etmek caiz olamayacağı gibi, mazi mânâsı da ihmal edilmemek 
    gerekir. O halde amel, ya bazılarının dediği gibi kendinden öncesine müşâkele 
    (şekilce bir olma) suretiyledir. Yahut "mâ", ibadet mânâsına hamledilmek itibarıyla 
    masdariyye gibi mef'ul-i mutlak yerinde olduğundan dolayıdır. Böyle olunca 
    da sonrakilerde ma-i masdariyye yapmak, olumsuzlukta, mazi, hal, istikbal 
    üçünü de içerecek vechile mutlak ism-i faile musallat etmek siyak-ı nefy (sözün 
    olumsuz gelmesi)de varid olan nekrenin genel istiğrak (kaplama) mânâsına daha 
    uygun ve tekitlerin hepsinden kuvvetli, gelişen bir te'sis (esas koyma) olduğu 
    gibi, netice için de ayrıca bir genişleme olur. Onun için biz de yukarıda 
    bu yolda izah ettik. 
  Görülüyor 
    ki burada ibadet fiilinin türlü tasrifleriyle birçok nüktelere işaret olunmuştur. 
    "Mâ"ların mânâlarına ve "vâv"ların bağlama şekillerine göre de bunların birbirleriyle 
    çarpışmasından o kadar çok tefsir şekilleri ortaya çıkıyor ki, tafsili şöyle 
    dursun, sayılması bile uzundur. Ancak şunu da söyleyelim ki fiilleri haldir. 
    Bunların gerek mevsul ve gerek masdariyet üzere tercümelerinde biz hal mânâsını 
    açık ve kısa olarak ifade edemiyoruz. Çünkü dilimizde fiili halden ve muzariden 
    sıla sigası yapmak yoktur. Biz yalnız "olduğu olacağı" gibi maziden ve istikbalden 
    sıla yapıyoruz. Mazi sılasını mazide ve halde müşterek kullanıyoruz. Onun 
    için tercümede bunları "taptığınız, taptığım" diye ifade etmiş bulunuyoruz. 
    Olsa olsa tapıyordunuz, tapıp durduğunuz, tapıyor bulunduğum" diyebileceğiz 
    ki, bunlar da hali mazi ile hikaye oluyor. Halbuki bütün bunlar, esas itibarıyla 
    mazi olan "sizin taptığınız" fiilinin mânâsıdır. Buna da "taptığınız" diyoruz. 
    Burada ise bu farkın önemi bulunduğundan tefsirde hatırlatmak lazımdır. Zira 
    muhataplar tarafından hem "tapmakta olduğunuz", hem "taptığınız" diye hem 
    hal, hem mazi siğaları tasrih edilmiş olduğu halde, Peygamber'e ait olanda 
    sadece "taptığım" diye hal fiili tasrih olunmuş, mazi kapalı geçilmiş olmasında 
    önemli bir nükte vardır ki, o da Peygamber'in uyulması gereken fiili, ibadeti 
    hal zamanındaki yani peygamberliğinden itibaren olan ibadeti olduğuna tenbihtir. 
    
  6. Madem ki 
    durum böyledir, sizin olsun dininiz. Bana gerekmez âdet edindiğiniz o küfür 
    ve şirk itikad ve ibadeti. Bütün sorumluluğu, hesabı, cezası, vebali ile sırf 
    size aittir, bana tecavüz edemez. Yani ben ondan tamamen uzağım. Şu halde 
    benden onun kabulünü asla ummayın. 
  Tefsircilerin 
    çoğunluğu demişlerdir ki, bu yukarıki "taptıklarınıza tapmam" sözüyle "taptıklarınıza 
    tapıcı değilim" sözünü sağlamlaştırmadır. Yani onların mânâsı olan kararı 
    tebliğdir. Bana da dinim. Tevhid ve ihlas ile Allah'a ibadet ve taattan ibaret 
    olan "O (Allah), Resulünü hidayet ve hak din ile gönderdi." (Feth, 48/28), 
    "Muhakkak ki Allah katında din İslâm'dır." (Al-i İmran, 3/19) buyurulan hak 
    İslâm dini de benimdir. Onun ecir ve sevabı, Kevser'i de ancak bana aittir. 
    Sizin ondan nasibiniz yoktur. nin aslı dir. Esre ile yetinilerek mütekellim 
    "yâ"sı hazfedilmiştir. Bu da "taptığıma tapıcı değilsiniz" sözünü tekittir. 
    Burada Fahreddin Razî, "tefsir"inde üç meseleden bahsetmiştir. 
  Birinci mesele: 
    İbnü Abbas demiştir ki: Allah'a küfrünüz sizin, ona tevhid ve ihlas da benim. 
    O halde onların küfürlerine izin verilmiş denilebilir mi? Hayır, çünkü Peygamber 
    (s.a.v.) küfürden men etmek için gönderilmiştir. Ona izin vermesi nasıl tasavvur 
    olunur! Kastedilen şu emirlerden biridir: Birincisi bundan kastedilen "İstediğinizi 
    yapın." (Fussilet, 40/40) gibi tehdittir. İkincisi 
    şöyle demek gibidir: Ben sizi hak ve kurtuluşa davet için gönderilmiş bir 
    Peygamber'im. Böyle iken kabul edip bana uymuyorsunuz, o halde bırakın da 
    beni şirke davet etmeye kalkışmayın. Üçüncüsü: Dininiz sizin olsun, eğer helak 
    olmak sizin için bir hayır ise ona sarılın, ben dinimi bırakmam. (Bu izah, 
    dinin bütün mânâlarını içine alarak en meşhur mânâsı olan ve esası mebde' 
    (başlangıç) ve mead (ahiret)le ilgili olan itikat (inanç) ve amele raci bulunan 
    millet (din) mânâsına göredir) Bu âyetin tefsirinde ikinci görüş: Din, hesabdır. 
    Sizin hesabınız size, benim hesabım banadır. Hiç birimizin amelinden diğerine 
    bir sorumluluk teveccüh etmez, demektir. Üçüncü görüş: Dinden maksad cezası, 
    üzerine gerekecek ceza veya sevaptır. Yani sizin dininizin cezası sizin, benim 
    dinimin cezası benimdir" de! Onlara dinlerinin cezası olan vebal ve ceza elverir; 
    sana da senin dininin mükâfatı olan tazim ve sevap yetişir. Dördüncü görüş 
    "Allah'ın dini(ni uygulama hususu)nda sizi onlara (zina eden kadın ve erkeğe) 
    karşı acıma duygusu tu(tup engelle)mesin." (Nur, 24/2) âyetinde din, belli 
    cezalar demek olan hadd (dînî ceza) olduğu gibi, burada da ceza mânâsınadır. 
    (Bu, ceza mânâsından ehastır, Türkçe'de kullandığımız ceza demektir). Şu halde 
    mânâ şu olur: Benim Rabbimden gelecek cezanız size, sizin putlarınızdan gelecek 
    ceza da bana aittir. Lakin sizin putlarınız bir şey yapamaz, ben onların cezasından 
    korkmam. Fakat göklerin ve yerin tek kahredicisi olan âlemlerin Rabbi'nin 
    cezasından sizin aklen dahi korkmanız lazım gelir. Beşinci görüş: Din, "Dini 
    yalnız Allah'a halis kılarak O'na dua edin." (Mümin, 40/14) âyetinde dua mânâsına 
    gelir. Yani sizin duanız, yalvarmanız sizin olsun, kâfirlerin duası ise dalalettedir, 
    boşunadır. "İşte kâfirlerin duası böyle boşa gitmektedir." (Ra'd, 13/14), 
    "O taptıklarınıza ne kadar dua etseniz, onlar sizin duanızı işitmez, faraza 
    işitseler bile istediğinizi veremezler." (Fatır, 35/14) Bu kadarla da kalmaz, 
    kıyamet günü size zarar da verirler. 
  "Kıyamet 
    günü de, sizin (onları Allah'a) ortak koşmanızı inkâr ederler. Bunu sana herşeyden 
    haberi olan (Allah) gibi hiç kimse haber veremez." (Fatır, 35/14) dir. Benim 
    Rabb'im ise herşeyden haberdardır, iman edenlerin dileklerini verir "İnanan 
    ve iyi işler yapanlar(ın duasını) kabul eder." (Şura, 42/26) buyuruyor; "Bana 
    dua edin, duanızı kabul edeyim." (Mümin, 40/60) buyuruyor "Bana dua edince, 
    dua edenin duasına karşılık veririm. O halde onlar da bana karşılık versinler, 
    bana inansınlar ki doğru yolu bulalar." (Bakara, 2/186) buyuruyor. Altıncı 
    görüş: Din, âdet mânâsına gelir. Mânâsı: Sizin geçmişlerinizden ve şeytanlardan 
    alınmış olan o şirk âdetiniz sizin olsun, benim melekler ve vahyile Rabbimden 
    aldığım âdetim de benim. Siz şeytanlara ve ateşe kavuşuncaya kadar âdetinizde 
    durun; ben de Rabbime, cennet ve rıdvanıma." 
  İkinci mesele: 
    Tahsis ifade eder, mânâsı: "sizin dininiz sizedir, sizden başkasına değil; 
    benim dinim de banadır, benden başkasına değil" demektir. Ve "İnsana, çalışmasından 
    başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39) ve "Hiç bir günahkâr, bakasının günah 
    yükünü taşımaz." (İsra, 17/5) âyetlerine işarettir. Bu da, baştaki "söyle" 
    emri düşüncesiyle şöyle demek olur: "Ben böyle vahy ve tebliğ ile yükümlüyüm, 
    sizler de benimseme ve kabul ile sorumlusunuz, ben mükellef olduğum görevimi 
    yaptım, teklifin üstesinden çıktım, sizin küfürde ısrarınızdan bana hiç bir 
    zarar gelmek ihtimali yoktur, bütün zarar size aittir". Ancak Râzî'nin bu 
    ifadesinde tahsisin tasvirinde selbi (inkâr) cihetleri, "sizden başkasına 
    değil", "benden başkasına değil" diye genelleme, dolayısıyla olmuştur. Sözün 
    sevkine göre izafet iki taraf arasında olduğu için tahsisler de "sizedir, 
    bana değil; banadır, size değil" diye önce iki taraf arasında tasvir olunmak 
    açıktır. Razî de buna yukarda geçen sözünün sonunda işaret etmiş demektir. 
    Ebu's-Suud bunu daha açık olarak şöyle tasvir etmiştir: Sizin dininiz ki Allah'a 
    ortak koşmaktan ibarettir, o sizin için tahsis edilmiştir. Sizin umduğunuz 
    gibi benim tarafıma geçmez, şu halde ona boşuna ümitlerinizi kuruntularınızı 
    takmayın, çünkü o münkün olmayan şeylerdendir. Benim dinim ki tevhiddir, o 
    da bana tahsis edilmiştir, sizin tarafınıza geçmez. Çünkü siz onu mümkün olmayana 
    bağladınız ki, o mümkün olmayan benim sizin tanrılarınıza ibadet veya onlara 
    sarılmamdır. Öyle yaparsan biz de senin tanrına ibadet ederiz, diye bana vaad 
    ettiğiniz de aynı şirk koşmaktır. Onların bir sene sen bizim tanrılarımıza 
    ibadet edersen, bir sene de biz senin ilâhına ibadet ederiz, demeleri de iki 
    tarafın iki ibadette ortaklıkları esasına dayanmış olduğu için, dayanılanın 
    önce getirilmesinden beklenen tahsisin "kasr-ı ifrat" olması gerekir. Bir 
    de "sizin dininiz size" tahsisi, "taptıklarınıza tapmam" sözünü; bu "dinim 
    banadır" tahsisi, "taptıklarınıza tapıcı değilim" sözünü tekit olması caizdir. 
    Şöyle demek olur: "Bana ancak benim dinimdir, sizin dininiz değil." Bu şekilde 
    dayananın, kendisine dayanılana tahsisi olmuş olur. 
  Üçüncü mesele: 
    Yine Râzî der ki: "İnsanların bir antlaşma sırasında bu âyet ile temsil edilmeleri 
    âdet olmuştur. Bu ise caiz değildir. Çünkü Kur'ân temsil olunmak için (yani 
    mesel halinde söylenmek için) değil, düşünülüp de gereğince amel olunmak için 
    indirilmiştir." 
  Âlûsî buna 
    temasla şöyle demiştir: Bunda iktibas (aktarma) kapısını örtmeye bir meyil 
    vardır. Halbuki sahih olan iktibas(aktarman)ın caiz oluşudur. Bu Peygamber 
    (s.a.v.) kelâmında, sahabe, imamlar ve tabiinin birçoklarının kelâmlarında 
    vaki olmuştur. Celaleddin Suyûtî'nin de adında yeterli bir risalesi vardır. 
    Fakat iktibasın caiz oluşu da her yerde değil, münasip ve hürmete aykırı olmayan 
    yer ve mânâlarda olabileceğini unutmamak lazım gelir. Râzî, Kur'ân temessül 
    (bir şekil ve surete girmek) için indirilmedi demekle, temessülü mutlak surette 
    reddetmiş görünüyorsa da düşünme ve amel kaydını esas tutmuş olduğuna göre 
    maksadının, düşüncesiz olan temessülü yasaklamak ve bundan dolayı bu âyeti 
    ile mütareke mevkiinde temessül, düşüncesizlik olacağı için caiz olamayacağını 
    söyleyerek bu âyette antlaşma mânâsı olmadığını haber vermek olduğu anlaşılır. 
    Nitekim Alûsî kendisi de antlaşma mânâsı olmamasını tercih ile âyetin muhkem 
    olduğunu açıklamış ve demiştir ki: "Evla (en uygun) olan mensuh olmayacak 
    bir mânâ ile tefsir olunmaktır, çünkü nesih zahirin zıddıdır. Zaruret olmadıkça 
    ona gidilmez." 
  Gerçekte Kadı 
    Beydâvî de şöyle demiştir: "Bunda ne küfre izin, ne de cihaddan menetmek yoktur 
    ki kıtal âyeti (harbe izin veren âyet) ile mensuh olsun, meğer -Allahümme- 
    antlaşma ile tefsir edildiği takdirde ola."ola. 
  Bu sûreyi, 
    geleceği üzere Nasr Sûresi'nin takip etmesi de bunun mensuh olması şöyle dursun, 
    nasr (yardım) ve fetih başlangıçlarından olan mücahede kabilinden olduğuna 
    işaret eder.