108-KEVSER Suresi Tefsiri: 
    
  Muhakkak biz 
    ( Sûresi'ne bkz.) "Sana Kevser'i verdik." Hitap, Resulullah'adır. "I'tâ"da 
    malumdur ki, atıyye vermek, iyilik yapmaktır. Yani ey Muhammed, emin ol ki 
    biz, Hak Rabb'ın yüksek şanımızla sana özel lütuf ve ihsan olarak kevser verdik 
    kevser. 
  KEVSER: Asıl 
    lugatta çokluk demek olan "kesret"ten cevher gibi fev'al vezninde vasıf veya 
    bir isim olup Râzî'nin ve Ebu Hayyan'ın ifadeleri vechile çokluğu ifrat derecede 
    olan, yani çok pek çok, gayet çok şey demektir. Oğlu seferden gelen bir Arab'a 
    "Oğlun ne ile geldi?" denildiğinde, "kevserle geldi" dediğini ve bunun çok 
    şeyle geldi demek olduğunu naklederler. "Kamus"ta da şöyle der: Kevser, "herşeyin 
    çoğu," "birbirine sarılıp burulmuş olan çok toz", İslâm ve peygamberlik, Taif'te 
    bir mektebin adı, saykal vezninde kevser gibi,"hayyir mi'tâ" yani çok hayırlı, 
    çok vergili adam, seyyid yani efendi adam ve nehir mânâsınadır, cennette özel 
    bir nehir adıdır ki cennetin bütün ırmakları ondan şubelere ayrılır. Kevser 
    Sûresi bunu içerir. Şu halde kelimenin yalnız türevine göre lugattaki esas 
    mânâsı düşünülür, verildiği ve ihsan edildiği haber verilen şeyin de hayırlı, 
    güzel bir şey olması lazım geleceği, özellikle verenin Allah Teâlâ olması 
    ve bunun verilmesi büyük şanla beyan buyurulması Allah kelâmında Kevser adıyla 
    anılmasından da bunun hakikaten Allah Teâlâ katında sabit, yani ebedî ve sonsuz 
    bir çokluk ifade ettiği de düşünülürse bundan ilk anlaşılacak açık mefhum 
    "hayr-ı kesir" yani çok, pek çok hayır demek olacağında şüphe edilmez. Ancak 
    bunun aslı itibarıyla ne olduğuna ve din dilinde daha hususi bir mânâsı olup 
    olmadığına gelince, bu hususta tefsircilerin türlü açıklamalarına rastlanır 
    ki, "Tahrir"de yirmi altı görüşe kadar sayılmıştır. Bunlar içinde en çok bilinenlerden 
    bir kaçını olsun söylememiz gerekir: 
  BİRİNCİSİ: 
    Birçok tefsirlerde selef ve halefe meşhur ve yaygın olan mânâ, Kevser, cennette 
    bir nehirin özel ismi olmasıdır. Zira yukarıda da geçtiği üzere bu mânâ Hz. 
    Peygamber'den sahih olarak rivayet edilmiştir. "Kevser, Rabbimin cennette 
    bana verdiği bir nehir." Bazı rivayetlerde bir havuzdur ki, çok hayır (hayr-ı 
    kesir) ondadır. Ümmetim kıyamet günü varıp ondan içecekler, kapları yıldızlar 
    sayısıncadır. İçlerinden kul olur titreme ile çekilir atılır: Ey Rabbim, o 
    benim ümmetimdendir, derim. "Bilmezsin senin ardından o neler yaptı?" buyurulur, 
    meâlinde olan hadiste "çok hayır" kavramı da açıklığa kavuşturularak cennette 
    bir nehir veya havuz olduğu bilhassa beyan edilmiştir. İmam Ahmed b. Hanbel, 
    Buhârî, Müslim, İbnü Mâce, Nesaî, İbnü Cerir ve daha diğerleri bu nehirin 
    tarifi hakkında: Kenarları boş inci kubbeleri, içinden ezfer miski çıkar, 
    sütten daha beyaz, baldan daha tatlı, genişliği ve uzunluğu doğu ve batı arası 
    kadar, derinliği yetmişbin yıllık, ondan içen bir daha susamaz, ondan abdest 
    alan ebediyen perişan olmaz, benim ahdi (anlaşma)mi bozan, benim Ehl-i beytimi 
    öldüren ondan içmez." gibi vasıflara Enes'ten, Hz. Aişe'den, İbnü Ömer'den, 
    İbnü Abbas'tan müteaddit hadisler rivayet etmişlerdir. Bir çok hadislerde 
    de havuz varid olduğu malumdur. Bundan dolayı ikisinden maksat bir midir? 
    Havuz nehrin kaynağı veya denize kavuşan kısmı gibi midir? Yoksa ayrı mıdır, 
    diye bahsedilmiştir. Meşhur havuz, mahşerdedir. Bazıları, mizandan ve sırattan 
    öncedir demişler, bazıları da onlardan sonra cennetin kapısına yakın ve Muhammed 
    ümmetinden cennet ehli aralarındaki hakları helallaşmak için hapsolunacakları 
    yerde olduğunu söylemişlerdir. Alûsî der ki: Buna göre havuz, değiştirilecek 
    arzda demek olur. Kadı Zekeriyya, Peygamber (s.a.v.) hazretlerinin biri sırattan 
    önce, biri de sırattan sonra olmak üzere iki havuzu olup, ikisine de Kevser 
    denildiğini nakletmekle beraber doğrusu havuzun sırattan sonra ve Kevser'in 
    cennette olduğunu ve onun munsabb (denize karışan kısım)ı olduğu için havuza 
    da Kevser denilmiş olduğunu söylemiştir. Ve yine Alûsî'nin beyanına göre denilmiştir 
    ki: Bu havuz mânâsına Kevser, Peygamberimiz'in zikrolunan nehir gibi özelliklerinden 
    değildir. Belki diğer peygamberlerin de havuzları vardır. 
  Ümmetlerinin 
    müminleri ona geleceklerdir. Nitekim Tirmizî hadisinde: "Her peygamberin bir 
    havuzu vardır ve hep onlar hangisinin geleni daha çok diye öğünürler ve ben 
    muhakkak onların en çok geleni olacağımı umarım." buyurmuştur ki, hadis, Tirmizî'nin 
    dediği gibi hasen garibdir. Onun için bu havuzlara iman ve itikat vacip değildir. 
    Fakat Peygamber (s.a.v.)in havuzuna dair olan hadisler tevatüre yakın derecede 
    meşhur olduğu için Ehl-i Sünnet katında ona iman vacib olduğu Akaid kitaplarında 
    zikredilmiştir. Bununla beraber Mutezile'den ona imanın vacib olmadığını söyleyenler 
    vardır. Şüphesiz ki bu sûre gereğince Resulullah'a Kevser'in verilmiş olduğuna 
    imanın ittifakla vacib olduğunda söz yoksa da, onun bir nehir veya havuz olmasına 
    inanmak sahih olmakla beraber vacibtir denemez. Zira daha başka görüşler de 
    vardır. Şöyle ki:
   İKİNCİSİ: 
    İkrime'den rivayet edildiği üzere peygamberliğin şerefidir. Zira peygamberlik, 
    iki cihanın hayırlarını hem dünya, hem din saadetini gerektiren genel başkanlığı 
    içeren ve bundan dolayı başlangıç itibarıyla rahmanî lütuf, hem de sonuç itibarıyla 
    rahimî lütfu içine alan hayr-ı kesir (çok hayır)dir. "Hikmet verilen kimseye 
    çok hayır verilmiştir." (Bakara, 2/269) diye "çok hayır" olduğu beyan buyurulan 
    hikmetin en yüksek derecesidir. Razî'nin açıkladığı vechile peygamberlik rütbesi 
    uluhiyetten sonra ikinci mertebedir. Onun için "Kim Peygamber'e itaat ederse, 
    Allah'a itaat etmiştir." (Nisa, 4/80) buyurulmuştur, imanın bir esası olmuştur 
    ve Allah'ı bilme esasının dalı gibidir. Zira peygamberlikte marifet için önce 
    Allah Teâlâ'nın zatına, ilmine, kudretine, hikmetine dair bilgiler edinmek 
    gerekir. Peygamberlikte bilgi (marifet) hasıl olunca da ondan semi (duyma) 
    , basar (görme) ve bazılarının görüşüne göre sıfat-ı haberiyye ve vicdaniyye 
    (haberî ve vicdanî sıfat) gibi diğer sıfatlara bilgi edinilmiş olur. Gerçi 
    peygamberlik diğer peygamberlere de verilmiştir. Fakat peygamberlerin sonuncusu 
    olan Peygamberimiz'in bu yüksek menkıbeden hazzı ve nasibi hepsinden çoktur. 
    O hepsinden önce zikredilmiş, hepsinden sonra gönderilmiştir. Bütün insanlara 
    ve cinlere gönderilmiştir, bütün peygamberlerden önce haşrolunacak, dinine 
    nesih varid olmayacaktır. Onun büyük ahlakı ve faziletleri sayılamayacak derecededir. 
    Râzî burada bilinen diğer peygamberlerin mucizeleriyle onun mucizeleri arasında 
    özet olarak bir karşılaştırma yaptıktan sonra demiştir ki, Allah Teâlâ onu 
    seçtiği kullarından önce getirip "Biz peygamberlerden ahidlerini almıştık, 
    senden, Nuh'dan..." (Ahzab, 33/7) buyurmuş ve ona böyle bir peygamberlik vermiş 
    olduğu için caizdir ki o peygamberliğe Kevser ismini vererek "biz sana Kevser'i 
    verdik" buyurmuştur. 
  Şu halde Kevser'i 
    Peygamber'in çok faziletleri, büyük ahlâkı, her hayırı içine alan Kur'ân, 
    tevhid, İslâm, ilim ve hikmet diye tefsir eden görüşler de bütün Muhammed 
    (s.a.v.)'in mucizelerine işareti içeren peygamberlik ve Muhammedî risaletin 
    gereklerinde dahil olur. Bunların her birinin de "çok hayır" olduğunda şüphe 
    olmadığı gibi, Kevser bunların ayrı ayrı her birine de bir şer'i isim olmuştur. 
    Muhammedî risaletin özelliklerinden olan "Mahmud makamı"nı da bu arada zikretmek 
    gerekir. Nitekim bir takım tefsirciler de bunu söylemişlerdir. Önceki sûrede 
    dini yalanlayanlara karşılık olarak düşünülünce Kevser'den bütün mucizeleriyle 
    âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliği olur. Bunların 
    her biri cennet nehirlerinin kaynağı olan bir nehirin akış feyzi ile temsil 
    de olunabilir. Bundan başka: 
  ÜÇÜNCÜSÜ: 
    Ümmetin âlimleridir. Hakikaten ilmen ve ahlaken peygamberlerin varisleri olan 
    âlimler, çok hayırdır. O vahy kaynağından feyz alarak Resullah'ın zikrini 
    yaşatmak, dininin eserlerini, şeriat ve ahlâkının bilgilerini yaymak için 
    ümmete hayır ve fazilet öğretmek itibarıyla cennette rıdvan kaynağından akan 
    Kevser nehrine benzerler. Peygamberler, Allah'ı bilme esaslarında birlik olup 
    da şeriatte (dinin amelî hükümlerinde) farklı olarak halkın kurtuluşu için 
    ilâhî rahmetin yayıcıları olduğu gibi, ümmetin bilginleri de kalbleri hak 
    tevhidi ve vicdanları Muhammedî ahlâk üzere rıdvan neşesiyle Muhammedî şeriatın 
    esaslarında birlik, ahval ve zamana göre füru ve dallarında farklı olarak 
    halka rahmet neşrederler. Yine Râzî der ki: "Bunda fazilet iki vechiledir: 
    Birisi; rivayet olunduğu üzere kıyamet günü her peygamber getirilir. Ümmeti 
    de ardınca gelir. Nice peygamberin beraberinde bir iki kişi gelir. Bu ümmetin 
    âlimlerinden her bir âlim de getirilir. Birçoğunun ardınca binlerce kişi de 
    gelerek hepsi Resulullah'ın yanında toplanırlar. Öyle ki bazı âlimlerin tabileri 
    diğer peygamberlerden birinin tabilerinden çok olur. İkincisi: Âlimler, vahyden 
    alınmış olan naslara uymalarından dolayı isabet etmişlerdir. Kitabı korunmuş 
    ve mazbut olan bu ümmetin âlimleri bütün himmet ve gayretlerini sarfedip meşakkatler 
    çekerek yaptıkları istinbat ve içtihadda da isabet etmişlerdir. Bazıları hata 
    etmiş olsalar bile onlar dahi başlangıçta, iyi niyetle hakkı arayıp gayretlerini 
    sarfettiklerinden dolayı sevap kazanmışlardır." İsabet eden on sevaba nail 
    olursa, gayret edip de hata edenin bir sevaba nail olacağı bir hadis-i şerifte 
    beyan olunmuştur. Fakat hakkı aramayıp da içtihad adına arzu ve isteklerine 
    tabi olanların ilim haysiyetiyle hareket etmemiş olduklarından dolayı, bu 
    hayır ve faziletten hariç heva ehli olduklarını ise hatırlatmaya lüzum yoktur. 
    Bununla beraber bu mânâ da ilim ve hikmet mânâsı altında düşünülebilir. 
  DÖRDÜNCÜSÜ: 
    Tabilerinin ve toplumunun, ümmetinin çokluğudur. Allah Teâlâ ona o kadar çok 
    hayırlı Ashab ve ümmet ihsan buyurmuştur ki Vakıa Sûresi'nde geçtiği üzere 
    cennet ehlinin yarısından fazlası onun ümmetinden olacağı sahih hadislerle 
    vaad olunmuş ve müjdelenmiştir. Râzî'nin zikrettiği vechile şu meâlde rivayet 
    olunan bir hadis-i şerif ile de istidlal edilmiştir. Peygamber efendimiz buyurmuştur 
    ki: "Ben İbrahim halilullah'ın duası ve İsa'nın müjdelediğiyim. Kıyamet günü 
    şefaatı kabul edilenim. O vakit ben bütün peygamberlerle beraber bulunurken 
    bize insanlardan bir ümmet ortaya çıkacak. Hepimiz onlara gözlerimizi dikeceğiz. 
    Her peygamber onların kendi ümmeti olmasını arzu edecek. Göreceğiz ki abdest 
    eserinden alınları ve elleri, ayakları parlıyor, ( "abdestin eserinden parlak 
    olarak nişanlanmışlar.") görünce ben diyeceğim ki Kâbe'nin Rabbi hakkı için 
    bunlar benim ümmetim, derken onlar hesapsız olarak cennete girecekler. Sonra 
    bize öncekilerin iki katı kadar diğer bir ümmet daha ortaya çıkacak. Yine 
    gözlerimizi dikeceğiz. Her peygamber onların kendi ümmeti olmasını arzu edecek. 
    Göreceğiz ki abdest eserinden alınları, elleri, ayakları parlıyor. Ben yine 
    Kabe'nin Rabbi hakkı için bunlar benim ümmetim diyeceğim. Onlar da hesapsız 
    olarak cennete girecekler. Sonra bize o yükseltilenlerin üç katı yükseltilecek. 
    Yine gözlerimizi dikeceğiz, deyip birincilerde ve ikincilerde anlattığı gibi 
    söyledikten sonra Resulullah buyurmuştur ki: "İnsanlardan hiç kimse girmeden 
    önce benim ümmetimden üç fırka muhakkak ve muhakkak cennete girecektir". Peygamberimiz 
    "Nikahlanınız, üreyiniz, çoğalınız, çünkü kıyamet günü ben sizinle (diğer) 
    ümmetlere iftihar edeceğim, hatta bir düşük ile bile." buyurmuş olduğu hadis 
    de malumdur. "Sukut" (düşük) gibi henüz sorumluluk sınırına ermemiş olanlarla 
    bile öğünecek olan Peygamber'in öyle çok kalabalık olan ümmetin çokluğuyla 
    ne kadar sevineceğini düşünmeli, bunun da pek büyük bir nimet olması hasebiyle 
    bunu hatırlatmak hususunda da "Şüphesiz biz sana Kevser'i verdik." buyurulması 
    da elbette güzeldir. Ve bu mânâda âlimler de dahil olur. 
  BEŞİNCİSİ: 
    Hz. Peygamber'in evlatlarının çokluğudur. Bu sûrenin inişi Peygamber (s.a.v.)in 
    oğlunun ölümü üzerine ona "ebter" diye edepsizlik etmeye kalkışan düşmanlarını 
    red için olması sebebiyle bilhassa bu mânâ ile müjdeleme dahi pek uygundur. 
    Yani düşmanlarının zannettiği gibi senin oğullarının -hikmet sebebiyle ölmesiyle 
    neslin kesilecek değil. Bilakis sana zaman geçmesiyle kesilip tükenmeyecek 
    çok, pek çok nesil vereceğiz, demek olur ki, gerçekten de öyle olmuştur. Bununla 
    beraber bu mânâyı üçüncü âyetten anlamak daha açık olur. Bunlardan başka daha 
    bazı nimetler ve faziletler zikrolunmuştur. Fakat bütün bu mânâlar söylenmekle 
    beraber tefsircilerin çoğu "çok hayır" mânâsında ısrar etmişlerdir. Çünkü 
    asıl lügat itibarıyla anlaşılan en geniş mânâ odur. Diğerlerine Kevser denilmesi, 
    hep bu "çok hayır" mânâsı itibarıyladır. Bunda dünyaya ve ahirete mahsus tasavvur 
    olunabilen ve henüz tasavvur olunamayan her "çok hayır" da dahil olabilir. 
    İbnü Cerir ve İbnü Asakir bunu Mücahid'den rivayet etmiş oldukları gibi, Said 
    b. Cübeyr'den, İbnü Abbas'tan meşhur olan da budur. Buhârî, İbnü Cerir ve 
    Hakim, Ebu Bişr tarikıyle Said b. Cübeyr'den, İbnü Abbas (r.a.)'dan şöyle 
    rivayet etmişlerdir: Kevser, Allah Teâlâ'nın ona, yani Resulüne vermiş olduğu 
    hayırdır, dedi. Ebu Bişr, ben Said'e: "Birçok kimseler, o cennette bir nehirdir 
    diyorlar", dedim. "Cennetteki nehir, Allah Teâlâ'nın ona ihsan buyurduğu hayırdandır." 
    cevabını verdi." diye izah etmiştir. Bu cevap aynen İbnü Abbas'ın kendisinden 
    de nakledilmiştir. 
  Şimdi burada 
    şöyle bir soru hatıra gelebilir: Kevser'in cennette bir nehir olduğu hakkındaki 
    hadisler sahih ve hatta selef ve halefte tevatüre yakın bir dederecede meşhur 
    ve yaygın iken, doğrudan doğruya Resulullah'tan sabit olan bu tefsire karşı 
    diğer mânâ ve ihtimallerden bahsetmek nasıl caiz olur? Bunca tefsirciler böyle 
    farklı görüşlere nasıl sahip olurlar? 
  Buna cevap, 
    "çok hayır" kavramının kesinlik ve kapsamıyla beraber hadislerin bir misal 
    ile tefsir olması ihtimalidir. Şöyle ki hadisin birinde "onda çok hayır vardır" 
    denilmesinden de anlaşıldığı üzere "çok hayır" mânâsı lafzın esaslı mefhumu 
    olduğu ve âyette kelimesinin başındaki "lâm"ı ahde hamlolunduğu takdirde de 
    bu mefhumun sübutunda tereddüde yer olmadığı gibi hadislerin de mutlak olan 
    vermeyi yalnız ahirete tahsis etme mânâsına olmayıp, Kevser'in yalnız akıl 
    ile bilinmesi kabil olmayan ve ancak görmek ve peygamber haberiyle bilinebilecek 
    olan en mühim bir misali ile tefsiri kabilinden olması muhtemel bulunduğu 
    ve bundan dolayı mefhumu tefsir ederken Kur'ân'ın açık olan mutlaklık ve kapsamını 
    da koruyarak tefsir etmek her şüpheden uzak olacağı cihetle tefsirciler zikrolunan 
    ve yalnız Peygamber tarafından ayrıca beyan ile bilinebilecek olan nehir ve 
    havuz hadisleriyle beraber lafzın makul olan bütün ihtimallerini de düşündürmek 
    ve tefekkür ettirmek üzere "çok hayır" mefhumu üzerine diğer birçok misallerini 
    de tefsir siyakında zikretmeyi vazife bilmişler ve söylenen görüşlerin hepsi 
    de âyetin mazmununda dahil ve diğer deliller ve karineler (ip uçları) ile 
    de teyid edilmiş bulunduğu için bu konuda birbirini hata ve sapıklığa dahi 
    nisbet etmemişler, ancak rivayet itibarıyla zahir (açık) olan hadisler dolayısıyla 
    "çok hayır"ın kaynağı olan cennette bir belli nehir diye mi, yoksa dirayet 
    bakımından zahir olup bir çok misallerle izah edilebilecek olan mutlaka "çok 
    hayır" mânâsı ile mi tefsir etmek daha sahih ve daha evla (faziletli) olacağında 
    ihtilaf etmişlerdir. Nitekim İbnü Abbas'ın da nehir hadisini söylemekle beraber 
    Said b. Cübeyr'den rivayet olunduğu vechile o da "çok hayır"dandır, demiş 
    olması, nehir tefsirini misal ile tefsir kabul etmiş olduklarını gösterir. 
    Onun için bütün tefsirlerin sonucu iki vecih üzerinde özetlenebilir: Birisi 
    cennette bir nehir ki, "çok hayır" ondadır. Birisi de mutlaka "çok hayır". 
    Bundan dolayıdır ki Rağıb "Müfredat"ında bu iki mânâyı tesbit ederek şöyle 
    der: o cennette bir nehirdir ki, cennetin nehirleri onun kollarıdır, denildi. 
    Bir de o , o "çok hayır"dır ki Allah Teâlâ onu peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) 
    hazretlerine vermiştir, denildi. Cömert adama da Kevser denilir ve bir şey 
    son derece çoğaldığı zaman da "Bu şey, son derece çoğaldı." denilir. 
  Önceki sûrede 
    geçtiği gibi dini yalanlayanlara tam karşılık olmak üzere Allah Teâlâ'nın 
    hisler, akıllar ötesinde gayb hazinelerinden cereyan eden nice gizli cemal 
    ve celal eserleri muhakkak olduğuna iman eden, sırf din neşesiyle, gizli bir 
    zevk ile düşünülünce hadis-i şeriflerin temsil ve tasviri gibi cennette bir 
    nehir olması daha derin ve daha zevkli, daha mânâlıdır. Bununla ebedi kudsi 
    bütün hayır gayelerinin rıdvan kaynağından sonsuz feyiz cereyaniyle gizli 
    tecellileri Muhammedî hakikatte ortaya çıkacağı misalî şekilde anlaşılacağından 
    başka, o nehirin kendisine Mirac'da gösterildiği ve onun üzerine Sidre-i Münteha 
    yükseltilerek büyük eser gösterildiği, yani "Onunla arasındaki mesafe, iki 
    yay kadar, yahut daha az kaldı." (Necm, 53/9) sırrı tecelli ettiği de bu hadislerde 
    haber verilmiş olduğundan bu mânâda "Sidre'yi kaplayan kaplamıştı, (Muhammed'in) 
    gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı. Andolsun, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü 
    gördü." (Necm, 53/16-17-18) ifadeleriyle bilhassa Mirac'a da işaret edilmiş 
    olur. O halde buna mukaddime ve vesile olarak verilmiş olan diğer ilâhî lütuflara 
    delalet etmesi ise öncelikle sabit olacağı ve onlar lügavi mânâ ile açıkça 
    da anlaşılabileceği cihetle Resulullah özellikle anılan nehiri haber vermekle 
    yetinmiş demektir. Lakin yalnız gizli bir zevk ile değil de herkes için daha 
    açık olmak üzere aklî bir zevk ve nazarla düşünüldüğü şekilde yine hadis-i 
    şerifin işaret ettiği vechile mutlaka "çok hayır" mefhumuyla tefsir etmek 
    daha açık ve kapsamlı ve herkesin tefekkür edebilmesi itibarıyla daha faydalı 
    olduğu da açıktır. Bu şekilde İslâm dini "Kime hikmet verildiyse, çok hayır 
    verilmiştir." (Bakara, 2/269) buyurulan hikmet, "(Ey Muhammed), biz seni ancak 
    âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21/107) buyurulan Muhammedî nübüvvet 
    ve risalet, özellikle Kur'ân, Kur'ân'ın içerdiği bütün hayır ve faziletler, 
    bu cümleden olarak Kur'ân sûrelerinde "Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama 
    ulaştırır." (İsra, 17/79), "Muhakkak ki O'nun sana olan lütfu büyüktür." (İsra, 
    17/87), "Ve sen, büyük ahlâk üzerindesin." (Kalem, 68/4), "Rabbin sana verecek 
    ve sen razı olacaksın." (Duhâ, 93/5) gibi âyetlerde Resulullah'a bahşettiği 
    ve vaad ettiği beyan olunan dünya ve ahirete ait bütün ihsanlar ve ilâhî feyizler, 
    şeriatinin baki olması, ümmetinin âlimleri, hayır tabileri ve ümmetinin, nesil 
    ve evladının çokluğu, Mirac'da mazhar olduğu mevhibeler, nihayet şefaatı, 
    cennetteki özel nehri... hep "çok hayır" mânâsında dahil misal ve tasdik olunan 
    husus olarak düşünülür ve açıklanır. 
  Böyle biri 
    mefhum, biri daha çok tasdik olunanı ifade eden bu iki tefsir ile Kevser kelimesi 
    şeriat dilinde vasıflıktan isimliğe naklolunarak İslâm dini ve Muhammedî nübüvvetin 
    dünyaya ve ahirete ait ilâhî feyizlerin ismi olmuştur.
   Tevbe Sûresi'nde 
    "Dünya hayatının geçimi, ahiretin yanında pek azdır." (Tevbe, 9/38) buyurulduğu 
    üzere malumdur ki dünyevî hayat metaı, ahirete göre az, pek az bir şeydir, 
    çünkü fanidir, geçicidir, sonludur. Allah Teâlâ'nın Kevser buyurduğu lütuf 
    ise çok, pek çok demek olduğu için geçici dünya lütuf ve servetinden ibaret 
    olmayıp, ahirette ve Allah katında çok, ebedi olarak kesilmez, tükenmez "Kesintisiz 
    vergi." (Hud, 11/108) olduğu gerek Kevser lafzının mânâsı ve gerek Duhâ Sûresi'nde 
    geçen "Muhakkak ahiret sana dünyadan daha hayırlıdır." (Duhâ, 93/4) hükmünün 
    gereği olarak anlaşılmak lazım geleceği gibi sûrenin sonunda da bunun asla 
    kesilmeyeceği ayrıca savunulmuştur. Ve işte "Kevser"in bilhassa cennette bir 
    nehir olduğunu Resulullah'ın beyanı da dünyaya ait cihetlere önem vermeyip 
    asıl ahiretle ilgili bu yönü açıkça tefsir olmuştur. Şu halde Duhâ Sûresi'nde 
    "Rabbin sana verecek, sen de razı olacaksın." (Duhâ, 93/5) diye gelecek zaman 
    kipiyle vaad buyurulmuş olan ihsan, burada daha kuvvetli ve daha çok olmak 
    üzere "biz sana Kevser'i verdik" diye mazi (geçmiş zaman) kipi ve Kevser lafzıyla 
    ifade buyurulmuştur. bu ise onun dünyada iken tahakkuk etmiş emr-i vaki olduğuna 
    işaret eder. O halde en çok ve en mühim kısmı ahirette tahakkuk edecek olan 
    bu lütfun böyle ifade edilmiş olmasının nüktesini düşünmek gerekir. Zira bu 
    "verdik" fiili ya ihbar, ya inşâdır. İhbar olduğuna göre geçmişte verilmiş 
    bir lütfu haber vermiş olur. Hibe ve temlik ahidlerinde olduğu gibi bir inşâ 
    ifade ettiğine göre de şimdiki halde bir lütfu gerektirmiş ve inşâ etmiş olur. 
    Usûl-i Fıkıh'ta malum olduğu üzere bu gibi ahitlerde kullanılan mâzi (geçmiş 
    zaman) kipleri lugat itibarıyle ibaresiyle ihbara konulmuş olmakla beraber, 
    şer'an de iktizasıyla inşâya delalet eylediklerinden dolayı doğrusu burada 
    ihbar ile beraber inşâ dahi vardır. Fakat i'tanın, temlikin geçmişte veya 
    halde tahakkuk etmiş olmasından, verilenin bitmesi ve durması lazım geleceği 
    zannedilmemeli, i'tanın taalluk ettiği şey kendi mahiyetine göre düşünülmelidir. 
    Gerçi teberrular, almakla tamam olur, kaidesine göre vermenin tamam olması 
    verilenin tamamen ortaya çıkarılarak teslimine dayanır ise de, ahiret nimetleri 
    sonsuz olduğu için Kevser'in gelecekteki bütün cereyaniyle hal-i hazırda tamamının 
    ortaya çıkarılarak teslimi ihtimalden hariçtir. Bundan dolayı tefsirciler 
    burada mazi ile tabirin nüktesinde bir kaç vecih söylemişlerdir: 
  1- Bazıları, 
    gelecekte vukuun tahakkukuna binaen mazi ile tabir olunduğunu söylemişlerdir. 
    Bu, "Rabbin sana verecek, sen de razı olacaksın." (Duhâ, 93/5) gibi gelecekte 
    bir vaadin tahakkukunu ifade ederse de geçmişte veya halde bir inşa ifade 
    etmeyeceği için zahirin tersidir. 
  2- Denilmiştir 
    ki bunda i'tâ (verme)nın büyüklüğüne ve icrası geri bırakılmayıp yürürlükte 
    olan emir olduğuna işaret edilmiştir. Bunu şu iki vecih izah eder.
  3- Zaman mânâsı 
    kastedilmeyerek bu i'tânın ezelde takdir edilmiş bir ilâhî hüküm olduğunu 
    ve Allah Teâlâ'nın zenginleştirme ve başarıya ulaştırma yahut fakirleştirme 
    ve güçlüğe düşürme ile hüküm ve takdiri sonradan olmayıp ezeli bulunduğuna 
    işarettir. 
  ... 4- Bir 
    şeyin aslını, kaynağını, sebeplerini ve illetini vermek ve onun bütün gelecekteki 
    füru ve neticeleri, fazlalıkları ve meyveleri ile tamamını vermektir. Nitekim 
    bir bahçeyi hibe ve teslim onun senelerce meydana gelecek hasılatının da temlikini 
    tamam etmiş olacağı gibi, bir evin anahtarını teslim de o evi teslim demektir. 
    Bu vechile dünyevî hayırların sebeplerini bahşetmek, dünya hayırlarını bahşetmek 
    olacağı gibi, dünyada ahirete ait hayırların sebeplerini bahşetmek de ahiret 
    hayırlarını bahşetmek olur. İşte Kevser'i bahşetmek böyle önce ve sonra sır 
    ve gayb âleminde bulunan çok hayrı bütün kaynakları ile bahşetmektir. O, Muhammedî 
    hakikatı ezelde takdir olunarak ihsan emri ile verilmiş, bu sûrenin nüzulü 
    esnasında bilfiil verilmiş bulunan Rabbanî mevhibeleri ile de ilerde ona terettübü 
    takdir edilmiş olan ilâhî feyizlerin sebeplerinin verilmiş olması bakımından 
    gelecekte cereyan edecek olanların hepsi de halde temsil ettirilerek verilmiş, 
    ezelî takdir hükmünce ilerisinin kesilmeyeceği de taahhüt olunmuştur. Kevser'i 
    cennet nehirlerinin kaynağı olan bir nehir diye tarif de bunu anlatır. Çünkü 
    Kur'ân'da cennetin nimetlerinin cereyanı "Onlar için altlarından ırmaklar 
    akan, içinde ebedî kalacakları cennetler var." (Maide, 5/119) diye nehirlerle 
    anlatıldığı gibi, Muhammed Sûresi'nde de müttakilere vaad olunan cennet naiminin 
    cereyanları ve zevk-u lezzetleri "Muttakilere vaad olunan cennetin durumu 
    şudur: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, 
    içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır..." 
    (Muhammed, 47/15) âyetinde bozulmaz su nehirleri, tadı değişmez süt nehirleri, 
    içenlere lezzet veren şarap nehirleri, süzme bal nehirleri ile temsil olunduğu 
    malumdur. Onun için Kevser'in cennette Peygamber'e verilmiş bir nehir olarak 
    kendisine Mirac'da gösterildiğinin beyan olunması ve sütten daha beyaz, baldan 
    daha tatlı ve tiynetinden ezher miski (kokusu) çıkar ÉÊ}gibi vasıflarla tarif 
    ve vasfedilmesi ve ümmetinin kıyamet günü ona çıkıp içeçeklerinin haber verilmesi 
    de gösterir ki, o süt ve bal cennet ırmaklarının temsilidir. Ve Kevser onların 
    hepsinden hoş ve üstün olarak Peygamber'e özgü kaynak olup, müttakilere vaad 
    olunan cennet ırmaklarının ondan kaynaklanacağı Muhammed Sûresi âyeti üslûbu 
    üzere ve ona işaret olarak bir beyan olduğundan gaflet edilmemek gerekir. 
    Şu halde önceki sûrelerden sonra Mâûn sûresini takip eden bu sûrede mazi (geçmiş 
    zaman) siga (kipi)sıyla "biz sana Kevser'i verdik" buyurulmasında ezelden 
    bir ihbar, halde bir inşa (talep), sonsuz gelecek için de bir taahhüt mahiyetinde 
    Resulullah'a ve ümmetine Muhammedî hakikat özelliğinden olmak üzere müjdeleme 
    üstüne müjdeleme olarak şu mânâlar var demektir: Ey Muhammed! Biz âlemlerin 
    Rabbi seni vucuda getirmezden önce sana bütün saadetin sebeplerini, hayır 
    menbalarını yegane lütuf ve ihsan olarak takdir ve tebrik edip önceden verdik. 
    Seni bu yüksek fıtratla vücuda getirip yetiştirdikten, sen okumazken "oku" 
    emriyle temiz sayfaları okuttuktan ve sen hak ruhuyla onların hakkını ifa 
    ve şükrünü eda etmek üzere din ve kulluk ile hayır işlemeğe başladıktan sonra 
    onlara terettüp ettireceğimiz ve o menbalardan akıtmasını ezelden takdir ve 
    taahhüt ettiğimiz dünyaya ve ahirete ait sonuçlar ve semereler, ecir ve sevaplar, 
    hayır ve bereketler de şimdiden senin olmuştur. Yalanlayanların yalanlamalarına 
    rağmen sana o yüksek yaratılışı, nimetlerimizin doğru yolu olan dini "Onu 
    (İslâm'ı) bütün dinlerin üstüne çıkarsın." (Sâf, 61/9) her dine üstün olacak 
    olan hak tevhid dinini, "Muhakkak Allah katında din İslâm'dır." (Al-i İmran, 
    3/19) olan İslâm'ı , "Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir." (Bakara, 
    2/269) buyurulan hikmeti, "Âlemlere rahmet." (Enbiya, 21/107) olan risalet 
    (peygamberlik)i, insanların ve cinlerin bir dengini getiremeyeceği hüda, nur, 
    Kitab-ı Mübin (açık kitab) olan "Muhakkak ki onu biz muhafaza edeceğiz." (Hıcr, 
    15/9) âyeti gereğince muhafası taahhüd buyurulan Kur'ân'ı onun içermiş olduğu 
    müjde ve tehdidi ile rahmet ve rıdvanı, büyük ahlâkı, velhasıl evvel ve âhiri 
    (önceyi ve sonrayı) hamdolan Muhammedî hakikate takdir ve tahsis edilen pek 
    çok faziletleri ve çok delilleri bahşetmekle sana dünya ve ahiretin "çok hayrı" 
    ve cennet nehirlerinin kaynağı olan Kevser verilmiş bulunuyor. Bir ihsan ki 
    hem en hoş, hem gayet çok, veren vericisi de bütün âlemlerin Rahmân, Rahîm 
    Rabb'i, seni Mirac'a çıkaran, sana "Senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır, 
    Rabb'ın sana verecek, sen de razı olacaksın." (Duha, 93/4-5) buyuran "Biz 
    senin göğsünü açmadık mı?" (İnşirah, 94/1) buyuran, "Oku, Rabb'in en büyük 
    kerem sahibidir." (Alâk, 96/3) buyuran, sana Kadir gecesini veren ve daha 
    sen dünyaya gelirken Beyt'i (Kabe'yi) yıkmak üzere gelmiş Fil sahiplerini 
    o şaşılacak durumda defeden ve perişan edip seni yetiştiren şanı yüce Rabbin. 
    Emin ol ki senin hayır ve feyzin, bereketin kesilmek ihtimali yoktur. Ardınca 
    Peygamberlerin varisleri olan âlimler, hayırlı ümmet, hayırlı nesil ve evlat 
    gibi pek çok Ashab ve tabiler gelecek. Onlar da senden feyz alarak ahirette, 
    o "Makam-ı mahmud" (öğülmüş makam)da senin emrinde liva-i hamd (hamd sancağı) 
    altında o Kevser'in bütün lezzetlerden daha tatlı, daha hoş olan kesilmez, 
    tükenmez akıntısından nimetlenip ve lezzetlenecekler. 
  2. Onun için 
    şimdi bu Kevser ihsanının şükrünü eda etmek üzere haydi namaz kıl. "Fâ", sebep 
    bildirmekle önündeki emirlerin kendinden öncekilere ilgisini ifade etmek içindir. 
    Çünkü lütuf, önemi oranında şükür ve taatı, şükür "Şükrederseniz, muhakkak 
    size arttırırım." (İbrahim,14/7) hükmünce artmayı haketmeyi gerektirdiği için 
    Kevser ihsanı bu emirlerin en mükemmel şekilde ifasını icab ettirir. 
  Kevser kavramı 
    Kur'ân'da zikredilen hayırların hepsini içermek itibariyle de bu terettüp 
    yukarda geçen sûrelerin hepsine ve en sonunda Mâûn Sûresi'ne bir özet halinde 
    terettübü dahi içine alır. Şu halde şöyle demek olur: Hal böyle olduğundan, 
    yani sana o Kevser'i bahşettiğimizden dolayı o nisbette çok şükretmek üzere 
    ibadet ve hayır ile meşgul ol da o "İbadet etsinler." (Kureyş, 106/3) emrini 
    dinlemeyenlerin, dini yalanlayanların ve namazlarından yanılanların zıddına 
    olarak evvela namaz kıl, namaza devam et. Çünkü namaz, kalben ve lisanen ve 
    bütün bedenin uzuvları ile yapılan şükrün kısımlarını içine alan ve tazimin 
    en yükseği demek olan ibadetin başı, dinin direği, gönüllerin Allah'a bir 
    çeşit konuşması olarak hayatın bütün cereyaniyle Allah'ın büyüklüğünü, celal 
    ve cemaliyle kudret ve lütuflarının yüceliğini duymak ve ona göre Allah'ın 
    hakkına ve kulların haklarına ilişkin müşkülleri yenmek üzere "Ey inananlar, 
    sabır ve namazla (Allah'dan) yardım isteyin." (Bakara, 2/153) âyeti gereğince 
    Allah'tan yardım ile ruha kuvvet almaktır. Onun içindir ki bunu bilenler namazdan 
    aldıkları zevk ve huzuru dünyada hiç bir şeyde bulamazlar. "İyi bilin ki Allah'ı 
    anmakla kalbler yatışır." (Ra'd, 13/28), "Allah'ı anmak, elbette en büyük 
    (ibadet)tür." (Ankebut, 29/45) buyurulmuştur ve onun içindir ki Resulullah 
    "Namaz benim gözümün nuru kılınmıştır." demiştir. Namazı böyle bir zevk ile 
    kılmak ise kalbi her kötü niyetten uzak tutarak, ibadet ancak Allah'ın hakkı 
    bulunduğunu ve Allah'tan başkasına açıktan veya gizliden tanrılık hissesi 
    verip de gönlü ona takarak ibadet ve kulluk etmenin o hakka tecavüz ve Allah'ın 
    hür yarattığı, Allah'tan başka kimsenin sırrına vakıf olamayacağı insanlık 
    vicdanını fanilere kendi eliyle teslim edip de acıklı azaba sokmak "büyük 
    zulüm" olan şirk olduğunu bilmek ve bundan dolayı her işinde Allah'ın rızasına 
    yaklaşmak için gönlünü yalnız onu yaratan, o gaybların bilicisi olan, ne kahr 
    ve gazabına, ne de lütuflarına ve ihsanlarına nihayet olmayan celâl sahibi 
    Allah'a teslim ederek Hakk'a kavuşmanın vahdet zevkini vicdan selameti ile 
    duymaya dayanmaktadır ki, Kevser'in bir mânâsı olan ve "Muhakkak ki Allah 
    katında din İslâm'dır." (Al-i İmran, 3/19) buyurulan İslâm'ın asıl mânâsı 
    da bu ihlas ile tevhiddir. Namazı böyle ihlas ile Allah'a yüz tutarak yalnız 
    şükür ve tazim ile Allah'a yaklaşmak için kılmayanlar, şirk, riya (gösteriş) 
    karıştıranlar, Allah'ın hakkını vermek istemeyenler, önceki sûrede geçtiği 
    üzere namazlarından yanılmış olurlar. Ondan dolayı namazın ve bütün ibadetlerin 
    ruhu demek olan bu nokta bilhassa açıklanarak buyuruluyor ki: Rabbin için 
    kıl. "Lâm" 'de olduğu gibi istihkak (hak etmek) veya ihtisas (tahsis etmek) 
    içindir. Yalnız Rabbinin hakkı olarak, bilhassa Rabbine yüz tutarak tevhid 
    ve ihlas ile kıl, demek olur. Başta azamet nun'u ve mütekellim (birinci şahıs) 
    zamiriyle buyurulmuşken burada denilmeyip yine Peygamber'e hitap olan zamire 
    muzaf Rab özel ismiyle özellikle rububiyet açıklanarak diye zamirden zahire 
    dönmekte de bir çok nükteler vardır. Bu evvela mütekellim (birinci şahıs) 
    zamirini izah ile vericinin birliğini beyandır. İkinci olarak, emrin haysiyetini 
    beyandır. Yani emir, Rab olmanın hakkı ve malikiyet (sahip olmak)le bütün 
    terbiyenin gereği olduğunu ifade eder. Bu emir sadece verilmiş olan ihsandan 
    dolayı değil, Rabbine kulluk ve bağlılıkla terbiyenin hükmü gereği olarak 
    ilerde daha çok kemal gayesine yürüyen özel bir nispetle yalnız ibadet ve 
    kulluk için sıdk u sadakatle ifa olunmayı ve böylece her hususta Rabb'in rızasını 
    arayarak ona layık olan her hayrı, özel emir olmadan bile yapmaya âmade bulunmayı 
    gerektirir. Çünkü Allah'a yaklaşmanın kemali yalnız farzlarla değil, daha 
    çok nafileler iledir. 
  Üçüncü olarak, 
    bu izafet muhatab hakkında ahdile bilinen bir özel nisbeti ve bir özel rububiyeti 
    ve muhatabın kulluk vasfını ifade eder ki, bunda da ayrıca bir saygıyı açıklama 
    ve özel bir şeref ile işin en mükemmel şekilde ifasına bir sevk ve teşvik 
    vardır. 
  İşte namazın 
    bütün bu düşüncelerle sırf Rab'lık hakkı olarak Allah için halis niyet ile 
    kılınmasının gereğini anlatmak üzere "namaz kıl" emri hak etme veya ihtisas 
    lam'ıyla "Rabbin için" kaydıyla kaydedilmiştir. Bundan dolayı bunun sonucunu 
    diye ifade etmişlerdir ki şöyle demek olur: O halde sen, o müşriklerin, yalanlayıcıların, 
    gösterişcilerin tersine olarak o seni yetiştiren, sana o Kevser'i veren ve 
    her emrine sahip olup özellikle kendisine özel şeref ile daha çok yüceltecek 
    olan kerim Rabbinin rızası için ona ihlaslı olarak kullukla meşgul ol, onun 
    için ihlas ile namaz kıl. Ve kurban kes. Namaz kılmakla beraber kurban da 
    kes, mâûnu men edenlerin tersine fedakârlık ederek kıymetli, canlı mallardan, 
    özellikle deve gibi iri bedenlerden sırf Rabb'inin adına hayır için kesiver 
    de "Sıkıntı içinde bulunan fakire de yedirin." (Hacc, 22/28) "Kanaat eden 
    (fakir)e de, isteyen (fakir)e de yedirin." (Hacc, 22/26) buyurulduğu üzere 
    muhtaçlara yedir, fiilî olarak tahdis-i nimet (nimeti söylemek) ile Rabb'inin 
    kerem ve lütfunu duyur, bayram yap. Bu "kurban kes" emri, "namaz kıl" emri 
    üzerine atfedildiği için "Rabbin için" kaydı burada da geçerlidir. "Rabbin 
    için namaz kıl", "Rabbin için kurban kes" meâlindedir. İkisinin de Allah için 
    halis niyet ile yapılmasını emreder. Allah için olmayan namaz, namaz olmayacağı 
    gibi, Allah için kesilmeyen de kurban olmaz. Kurban olmak şöyle dursun, Allah'ın 
    ismi anılmayan ve bilerek terk olunan veya Allah'tan başkasının ismi çağırılarak 
    kesilenler "Allah'tan başkası adına boğazlanan." (Maide, 5/3) olduğu için 
    kesilmiş bile olmaz, ölmüş hayvan gibi yenmesi haram olur. (Maide Sûresi'ne 
    bkz.) "Vav" da çoğul için olduğundan takib veya gecikmeden eam (daha umumî) 
    olarak bu iki emrin ihlas ile mutlaka cem'ini ifade eder. Baştaki "fâ"nın 
    terettüp ifade etmesi, nehirin de şükür olarak ihsana terettübünü gerektirirse 
    de salattan sonra gelmesine engel olmadığı cihetle hemen onu takip etmesi 
    de gerekmez. Öyle olsaydı buyurulurdu. Bununla beraber mümkün oluğu kadar 
    çabuklaştırılmasında müstehab olmasından da hali olmaz. Bir kurban günü bilindiğine 
    göre de ona sarfedilmiş olması akla gelir. Sözün akışı da, "vâv"ın mutlak 
    cem' mânâsı üzerinde bu iki emrin toplanmasıyledir. Hem namaz kılmak, hem 
    kurban kesmek. İhlas ile namaz, şükrün kalbî, lisânî, bedenî her çeşidini 
    içine almakla beraber malî ibadeti içermiş olmadığından sadece namazla yetinilmeyip, 
    onunla beraber mâlî fedakarlıkla kurban keserek hayır yapmak dahi emrolunmuş 
    ve bu şekilde Saffat Sûresi'nde geçtiği üzere Hz. İbrahim'in sünneti olarak 
    cereyan edegelen Kurban Bayramı'na da işaret buyurulmuştur. Şunu da unutmamak 
    lazım gelir ki, kurban kesmek, zekat ve fıtır sadakası (fitre) vermekten daha 
    fazla bir fedakârlık ifade eden bir ibadettir. Onun için bunda da kudret şart 
    olmakla beraber, 
  Zekat kadar 
    kudret-i müyessire (yüksek mertebe kudret) de şart değildir. 
  Lafızdan zahir 
    olduğu gibi yukarıki sûre de delalet eder ki bu "salli= namaz kıl" emri, namaz 
    demek olan salattandır, tasliye (salevatı şerife okumak)den ve sadece dua 
    mânâsından değildir. Bu namazdan murad hangi namaz olduğu hakkında bir kaç 
    görüş vardır: 
  1- Ebu Müslim, 
    salat-ı mektube, yani farz namazlar olmasını tercih etmiştir. İbnü Cerir ve 
    İbnü Münzir bunu İbnü Abbas'tan da rivayet etmişlerdir. Emrin vücub (farz) 
    ifade etmesi bunda zahir gibi görünürse, bu bir emirden bütün farz namazlarının 
    vücubunu yani farz oluşunu anlamak zahir (açık) değildir. Onların farz oluşu 
    bu emirle değil "Muhakkak namaz, müminlere vakitli olarak farz kılınmıştır." 
    (Nisa, 4/103). "Güneş'in (ufukta aşağı) kaymasından gecenin kararmasına (yatsı 
    vaktine) kadar namaz kıl." (İsra, 17/78) gibi diğer bir çok emirler ve âyetlerle 
    sabittir. Bundan önce de Resulullah (s.a.v.) namaz kılıyordu. Onun için bu 
    mânâyı anlatmak istiyen tefsirciler bunu "namaz kıl" gibi "namaza devam et" 
    diye tefsir etmişlerdir ki, vücub namazın kendisine değil, devamına yönelmiş 
    olur. Devam da esasen emredilmiş olduğundan bu emir bir te'kitten ibaret kalmış 
    bulunur ki, bu da zahirin tersi demektir. Meğer ki bu sûre de Mirac'da nazil 
    olmuş bulunsun da o zaman beş vakit namaz farz kılınırken bu emir de verilmiş 
    bulunsun. 
  2- Farzları 
    da, nafileleri de içine alan namaz cinsi denilmiştir. Çokları bunu tercih 
    etmişlerdir. Bu mânâ da yalnız emrin müstehaba yüklenmesiyle anlaşılmaz. Bunun 
    durumu şöyle düşünülebilir: Emir vücub ifade ediyorsa da, burada hükmün asıl 
    durağı "Rabbin için" kaydı olduğundan vücubun asıl ilgilisi namaz ve kurbanın 
    kendileri değil de Allah için olmaları kaydıdır. Bu ise şöyle demek olur: 
    Gerek farz ve gerek nafile kılacağın namazları halis niyet ile Allah için 
    kıl. Mutlaka namaz cinsinden hangisi olursa olsun yalnız Allah için olarak, 
    bilhassa niyet ile kılınması şarttır, farzdır. Yoksa namaz olmaz, Kurban da 
    böyledir. Kurban kesmek farz olmasa bile, kesilince Allah için kesilmesi farz 
    olur. Bu şekilde de namazın ve kurbanın kendisinin vücubu meselesi bu âyetten 
    başka delillere ait olmuş olur. Bu mânâyı tercih etmek isteyen tefsircilerin 
    de buna "Namazını ve kurbanını yalnız Allah için yap, müşriklerin ve mürâîlerin 
    tersine olarak sen ancak Rabbine tahsis et". Çünkü müşrikler putlara tapar 
    ve putlar için Kurban keserlerdi. Riyakârlar da halka gösteriş için kılarlar. 
    Bu mânânın esas itibariyle doğru olduğunda, yani den bu mânâ anlaşıldığında 
    şüphe olarak Allah için namazla beraber kurbanın ve kurbanla beraber bulunan 
    bir namazın da Peygamber'e vacip oluşu akla geliyor. Yani emrin vacib oluşu 
    yalnız "lirabbike" kaydına değil, o kayıt ile şartlanmış olarak kayıt altına 
    alınana da yönelmiş olacağı açıktır. Mâûnu men edenlere karşı olması ve onun 
    arkasından zikredilmesi de bir ipucudur. Bu ise bütün namazların Allah için 
    kılınması gereğini anlatmakla beraber., bilhassa bir şükür namazı ile bir 
    kurbanın vücubunu da ifade eder. Onun için: 
  3- Bir kısım 
    tefsirciler de demişlerdir ki, bu namazdan maksad Bayram namazı, nahirden 
    maksad da dahaya yani kurban bayramında kesilen kurbanların boğazlanmasıdır. 
    
  4- Mücahid, 
    Ata ve İkrime'den rivayet edildiği üzere bir kısım tefsirciler de bu namazdan 
    maksat Bayram sabahı Müzdelife'de kılınan sabah namazı, nahirden maksad da 
    Mina'da kesilen kurbanlar olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu sûrenin nüzulü 
    Mekkî olduğuna göre bu iki mânânın tahsisi de müşküldür. Zira Mekke'de iken 
    Bayram namazı kılındığı malum değildir. Bunun Bayram namazı olduğunu söyleyenler 
    Medenî olmasına meyletmişlerdir. Hatta Said b. Cübeyr'den bu âyetin Hudeybiye'de 
    indiğine ve Resulullah'ın Adhâ hutbesini okuyup iki rekat namaz kıldıktan 
    sonra kurbanları kestiğine dair bir rivayet de vardır. Ve bununla namazın 
    kurbanı kesmeden önce kılınmasının vacip olduğuna delil getirenler de olmuştur. 
    İki defa nüzule kail olanlar da buna dayanmak istemişlerdir. Bu şekilde Kevser 
    "Biz sana apaçık bir fetih verdik." (Fetih, 48/1) mânâsı üzere Hudeybiye anlaşmasından 
    bir işareti de içine almış olur. Fakat Mekkîliğin şöhreti karşısında bu rivayetin 
    de sıhhati tesbit edilememiştir. Mekke'de iken Haccın farz oluşu dahi sabit 
    olmadığından dördüncü görüşteki tahsis de şüphelidir. 
  Şu halde bütün 
    bu görüşlerin tümüne göre en doğrusu şu sonuca gelmek olur: Burada evvela 
    Kevser kendisine verilen Hz. Peygamber'in özelliği bahis konusudur. Bu âyetle 
    sabit olan vücub, Peygamber'e özgüdür, onun özelliğindendir. Bunun bilhassa 
    bir şükür ve sevinç namazı ve inkâr edenlere rağmen Rabbanî bir lütfu açıklamakla 
    nimeti anmak için halka ve özellikle muhtaç olanlara Allah rızası için bir 
    ziyafet ve ikram olmak üzere Kurban kesmek ile beraber olan bir namaz olmasına 
    göre Bayram namazlarına ve özellikle hacda bulunmayanlar hakkında Kurban Bayramı 
    namazına esas olan bir namaz olmak üzere daha Mekke'de iken Peygamber'e vacib 
    kılınmış olması gerekir ki, buna da en yakışan Kuşluk namazı olmasıdır. Gerçekte 
    Resulullah'a beş vakit namazdan fazla olarak Teheccüd ve Duha namazlarının 
    da yazılı namazlardan olarak vacib olduğu malumdur. "Kurban kes" emriyle de 
    bunun hacc günleri olan nahir günleriyle daha çok bir ilgisi bulunduğu anlaşılır. 
    Bu şekilde bunda farz namazlara devam ve hatta nafileye de teşvik mânâsı bulunmakla 
    beraber, şükür ve ibadet için sade onlarla yetinilmemesi ve hatta yalnız namaz 
    cinsi gibi bedenî ibadetlerle de kalınmayıp Kurban kesmek suretiyle malî fedakârlıklarda 
    da bulunulması ve böyle bütün ibadetlerin "De ki: "Benim namazım, ibadetim, 
    hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabb'i Allah içindir. Onun ortağı yoktur. 
    Bana böyle emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim." (En'am, 6/162-163) mânâsı 
    üzere sadece Allah için yapılması hak İslâm dininin, Kevser atıyyesinin gereği 
    olduğuna delalet de açıktır. Onun için Resulullah Mekke'de iken de bu minval 
    üzere hareket etmiş, beş vakit namazlardan başka daha diğer namazlar kılmaya 
    devam etmiş, bu cümleden olarak Vitir ve Duha namazlarına da kendi hakkında 
    farz olarak devam etmiş, hac farz değil iken de nahir günlerinde ve onun dışında 
    kurbanlar da kesmiştir. Ve demek ki Kurban'ı keserken kuşluk veya bilhassa 
    bir şükür namazı da kılmıştır.
   Sonra da 
    Medine'de ümmet için Zilhicce'nin onuncu nahir günü Kurban Bayramı namazı 
    ve Kurban meşru kılınmıştır. Fakat ümmet için bu namaz ve Kurban'ın sübut 
    ve takriri doğrudan doğruya bu âyet ile değil, Medine'de Peygamber'in emir 
    ve sünnetiyle vaki olmuştur. Gerçi Peygamber'e uymanın vacib oluşundan dolayı 
    ona olan "kurban kes" emriyle ümmetin nisaba malik (şer'an zengin) olanlarına 
    da kurban kesmenin vacib oluşuna istidlâl olunabilir. Ve Medine'de nüzulüne 
    kani olanlar bu fikre sahip olmuşlarsa da "Usul-i Fıkıh"da beyan olunduğu 
    üzere Peygamber'in özelliklerinden olan fiillerde ona uymanın vücubu sabit 
    olmaz. Onun için burada şu hadis-i şerif ile de o istidlale cevap verilmiştir: 
    "Üç şey benim üzerime yazıldı (yani farz kılındı), sizin üzerinize yazılmadı: 
    Duha namazı, Udhıyye kurbanı, Vitir namazı." Demek ki Peygamber'e farz olduğu 
    halde ümmete farz olmayan şeyler vardır. Buradaki "namaz kıl", "kurban kes" 
    emirleri de böyle demektir. Bunlar ümmet hakkında başkaca bir emir veya yasaklama 
    bulunmadıkça, olsa olsa Peygamber'in sünneti olarak meşru olur. umuma delalet 
    eder surette zanni bazı delillerin gelmesiyle de şüpheli delil ile sabit mânâsına 
    vacib de olabilir. Nitekim Vitir bu mânâ ile vacip veya ameli farzdır denilir. 
    Bayram namazı ve kurban da böyledir. "Hidaye" ve diğer fıkıh kitaplarında 
    kurbana dair şu hadislerle de istidlal edilmiştir. İmam Ahmed ve İbnü Mâce'nin 
    rivayetleri üzere "Maldan bir genişlik bulup da Kurban kesmeyen bizim camimize 
    yaklaşmasın." Bir de peygamberimizin şu emri vardır: "Udhıyye Kurbanı'nı kesiniz, 
    çünkü o babanız İbrahim aleyhisselamın sünnetidir." Tirmizî'de: "Kurban vacib 
    midir?" diye bir adam İbnü Ömer (r.a.)'den sordu, İbnü Ömer "Resulullah (s.a.v.) 
    udhıye kurbanı kesti, müslümanlar da kesti." dedi. Adam yine sorusunu tekrar 
    etti, o da: "Anlamıyor musun" "Resulullah (s.a.v.) udhiye kurbanını kesti, 
    müslümanlar da kesti, dedi." Tirmizî der ki: "Bu hadis hasendir, sahihtir, 
    bugün ilim ehli katında amel bunun üzerinedir. Kurban vacib değil (yani farz 
    değil), lakin Resulullah'ın sünnetlerinden bir sünnettir." Yine Tirmizî'de 
    İbnü Ömer'den: "Resulullah Medine'de on sene ikamet etti, hep udhiye kurbanı 
    kesiyordu". Beva b. Âzib'den: Resulullah (s.a.v.) bir kurban günü bize hutbede 
    buyurdu ki: Hiç biriniz namaz kılıncaya kadar kurban kesmesin. Bunun üzerine 
    dayım kalktı: Ey Allah'ın Resulü! Bugün et günü, bunda mekruh var mı, ben 
    ehlimi ve hanemin ehlini ve komşularını doyurmak için kurbanımı acele kesmiştim? 
    dedi. "Öyle ise bir daha kes." buyurdu. Ey Allah'ın Resulü, yanımda bir süt 
    oğlağı var, iki et koyunundan daha hayırlıdır, onu keseyim mi? dedi. "Evet, 
    o senin iki kurbanının hayırlısıdır, senden sonra bir ceze (çebiş) dahi yetmez." 
    buyurdu. Bu konuda Cabir'den, Cündeb'den, Enes'ten, Üveymir b. Eş'ar'dan, 
    İbnü Ömer'den ve Ebu Zeyd Ensarî'den dahi rivayetler vardır. Bu hadis, hasendir. 
    Sahihtir, pekçok ehl-i ilim katında amel bunun üzerinedir: Mısır'da, yani 
    cuma ve bayram namazları kılınan kasabada imam, Bayram namazını kılıncaya 
    kadar Kurban kesilmemelidir. Bazı ilim ehli de Bayram namazı kılınmayan köy 
    ahalisi için sabahın doğuşunda (güneşin doğuşunda) kesmeye ruhsat olduğunu 
    söylemiştir ki, İbnü Mübarek'in görüşüdür. Bütün ilim ehli, keçinin bir yaşını 
    doldurmayan çebişi yeterli olmaz. Fakat koyunun ceze i (bir yaşını doldurmayanı) 
    yeterlidir, demişlerdir ve koyunun cezei (toklu) altı yedi ayda olabilir. 
    Bunlar gösteriyor ki Kurban Bayramı namazından sonra kurban kesmek Resulullah'ın 
    fiil ve emriyle sabit olmuştur. Ona farz olmakla beraber ümmeti için farz 
    kılınmamış, onun terketmediği ve Bayram namazından önce kesilmesini yeterli 
    görterdiği bir sünneti olarak kararlaşmıştır. Böyle bir sünnet ise dinde alâmetlerden 
    olarak yürünen yol olmuş mânâsına bir sünnettir ki, farza yakındır. Bu gibilere 
    kesin farz mânâsına vacib denilmezse de terkinde "mescidimize yaklaşmasın" 
    gibi tehdit şüphesi bulunduğu takdirde Hanefi fıkhında malum olduğu üzere 
    şüpheli delil ile sabit mânâsına vacib de denilir ki, "farz benzeri" demektir. 
    Onun için İmam-ı Azam'dan zahiri rivayette vacibdir. Diğerlerinin "vacip değil" 
    demeleri ise, "farz değil" mânâsınadır. Bununla beraber vacib veya sünnet 
    olan kurbanlar udhıyyeye tahsis edilmiş de değildir. Adaklar, hac, kurbanlar, 
    Kâbe'de kesilen kurbanlardan olan kurbanların bir kısmı vacib olacağı gibi, 
    hac ve adak dışında şükür ve sadaka için akika ve diğerleri gibi sünnet ve 
    mendub olarak tatavvu' ve nafile kabilinden de kurbanlar kesilir ki geniş 
    bilgi fıkıh kitaplarında aranmalıdır. 
  Burada "kurban 
    kes" emrinin esas mânâsına gelelim: Bu belli ki "nahır"dan türemedir. "Nahır" 
    kelimesi de isim ve masdar olarak kullanılır. İsim olan nahır, göğsün boyun 
    tarafına gelen boğaz çukuruna doğru gerdanlık yerine denir. Masdar olan nahır 
    ise, Rağıb ve diğer dilcilerin beyanına göre aslında nahre isabet ettirmek 
    yani vurmak veya dokunmak veya boğaz çukuruna bıçak sokmak suretiyle nahre 
    rastlamak demektir. Deve başlangıçta oradan kesildiği için onda galip olmuştur. 
    Bundan mutlaka zebhetmek, boğazlamak mânâsına da kullanılmıştır. İntihar da 
    bundan alınmıştır. Maide Sûresi'nde geçtiği üzere malumdur ki, zebh, lebbe 
    denilen çene altından kesmekle de olur. "Kurban kes" emri de bu masdar olan 
    nahırdendir. Zahir olan da boğazlamak mânâsına nahirdendir. Nahr ve zebh, 
    mutlaka kurban için olmak lazım gelmeyip, soyut olarak etini yemek veya satmak 
    için de olabilirse de Zilhicce'nin onuncu günü olan Kurban bayramının üç gününe 
    de Kurban kesmek mânâsına nahır günleri denilmek yaygın olduğu gibi, burada 
    kelâmın sevki (söz gelişi) şükür ve ibadet mânâsı üzerinde olduğu için de 
    kurban mânâsı açıktır. Bundan dolayı, "namaz kıl, kurban kes de Kurban bayramı 
    yap" mânâsına da olabilir. Fakat "venhar" (kurban kes) emrinin mef'ulü zikredilmemiş, 
    neyin kurban edileceği tayin olunmamıştır. Bu cihet, mücmeldir. Bu, şöyle 
    demek olabilir: "Nahr denilen ibadeti de yap, yahut Rabbine kurban için boğazlanmak 
    şanından olanları boğazla. Yahut Kurban bayramı yap. Bunun hepsi de Allah 
    için kurban kesmek mânâsına nahr fiilinde özetlenir. Demek ki bunda mef'ulün 
    cinsini tayin kastedilmeyerek, yahut genellemeye işaret olunarak Allah için 
    hayır olmak üzere boğazlanmak şanından olan önemi haiz herhangi bir kurban 
    kanı akıtmakla fiilin kendisinin meydana gelmesi istenmiştir. Araplar'ın örfünde 
    nahır deve kesmekte çok kullanıldığı ve Hacc Sûresi'nde "Biz kurbanlık develeri 
    de size Allah'ın (dininin) işaretlerinden yaptık. Onlarda sizin için hayır 
    vardır. Onlar, ön ayaklarını sıra halinde yere basmış durumda iken üzerlerine 
    Allah'ın ismini anın (da kesin). Yanları yere düş(üp canları çık)ınca da onlardan 
    yiyin, kanaat eden (fakir)e de, isteyen (fakir)e de yedirin. Allah o(kocaman 
    hayva)nları size boyun eğdirdi ki, şükredesiniz." (Hacc, 22/36) âyetinde de 
    "büdün" (develer) zikredildiği için pekçok tefsirci burada nahrın boğazlamak 
    mânâsına olduğunu göstermek için "develeri kes" diye takdir ve tefsir etmişlerdir. 
    Maksad kurbanı deveye tahsis etmek değil, en çok bilineniyle en büyüğünü işaret 
    olarak, "develeri, deve gibi iri gövdeli, önemli kurbanlıkları kes" demek 
    olduğunu anlatmaktır. Ebu Hayyan "Bahr" de der ki: "Nahrdan murad hady (Kâbe'ye 
    sevkedilen deve), nüsük (kurban), dahâyâ (kuşluk kurbanlıkları) nahridir. 
    Çoğunluk böyle demiştir. O vakit cihad yoktu, onun için namaz ve kurban, bu 
    ikisiyle emrolunmuştur."> Alûsî de çoğunluğun kurbanlıkların kesilmesi murad 
    olması üzerinde olduğunu söylemiştir. Hepsinin de maksadı nahrın kurban kesmek 
    mânâsına olduğunu anlatmaktır. Yoksa murad, yalnız deve kesmekten ibaret olduğunu 
    söylemek değildir. Usul-i Fıkıh deyimiyle söyleyecek olursak, nahr boğazlamak 
    mânâsında zahirdir. Fakat mef'ulü hakkında mücmeldir. Ne gibi hayvanların 
    bu kurban için kesilebileceği diğer delillerle beyana muhtaçdır. En'am Sûresi'nde 
    "Sekiz çift (hayvan)." (En'âm, 6/143) buyurulan koyun, keçi, deve, sığır, 
    erkek ve dişi hayvanların sekizinin de büyüklerinden Bayram kurbanı kesilebileceği 
    Fıkıh'ta açıklandığı üzere Peygamber'in sünneti ile beyan olunmuştur. Nahr, 
    devede daha çok bilinmekle beraber diğerlerinin de nahr şanındandır. Bu itibarla 
    nahr, zebh (boğazlama) mânâsına olmakla beraber, kurbanın büyüklüğüne ve şu 
    hale göre gövdeli, kıymetli en yüksek cinsinden en mükemmel şekilde kesilmesine 
    itina, bir de hacc ve kurban bayramı gününün adı olmak münasebetiyle nahr 
    gününe işaret için devede galip olan nahr lafzıyle ifade olunmuş demek olur. 
    Koyun hakkında "onun eti şifadır" hadis delaletiyle koyun eti daha şifalı 
    olduğu için daha iyidir. Sayıca değilse de nitelikçe en yükseğidir ve kurbanın 
    en esaslı, en genel esasıdır. "Kurbanlığın en hayırlısı koçtur." diye bir 
    hadis de vardır. Hadis ve Fıkıh kitaplarında kaydedildiği üzere Resulullah'ın, 
    kurbanda boynuzlu güzel iki koçu diyerek ve ayağını boyunlarına koyarak kendi 
    eliyle kestiği meşhurdur: Cabir (r.a.)'den rivayet edildiği üzere de demiştir 
    ki: "Peygamber (s.a.v.) ile beraber namaazgâhta Kurban namazında hazır bulundum. 
    Hutbesini bitirince minberden indi, bir koçu vardı, Resulullah onu "Bismillahi 
    vallahu ekber, bu benden ve ümmetimin kurban kesemeyenlerinden" diyerek kendi 
    eliyle kesti." Deve ve sığır cinsi hayvanların yedi kişiye kurban olabileceği 
    de beyan buyurulmuştur. Bir kişi keserse elbette daha büyük hayır ve sevap 
    olur. Ancak bunların da yavruları yetmez. Hac ve Kurban bayramı kurbanlarından 
    başka gerek nezir yani adak ve gerek adamadan sırf nafile olarak tasadduk 
    ve şükür için kesilecek diğer kurbanlar ise eti yenir her hayvandan ve her 
    zaman kesilebilir. Şu halde mutlak kurban, deve kesmeye münhasır olmadığı 
    gibi, Kurban bayramı ve hacca ait kurbanlar ve keffaret kurbanları da deveye 
    mahsus olmadığından "kurban kes" emri de deveye mahsus değil, kurban günü 
    deyiminde olduğu gibi, kurban kesmek mânâsına olmak uygundur. Bunu "nahr-i 
    büdün" (deve kesmek) ile tefsir edenlerin maksadı da develere tahsis için 
    değil, boğazlamak mânâsını anlatmak ve kurbanların bedenlilerine itinayı işaret 
    etmek için olduğundan dolayı Ebu Hayyan ve Alûsî de çoğunluğun ve ekseriyetin 
    görüşünü o şekilde özetlemişlerdir. Ancak Alûsî'nin beyanında Kurban bayramında 
    kesmeye hasretme zahirdir. "Üç şey benim üzerime farz kılınd" hadisine uygun 
    düşen de budur. 
  Çoğunluk görüşünün 
    karşıtına gelince: İbnü Ebi Hatim'in rivayetine göre Ebu'l-Ahvas "kurban kes" 
    emrinin göğsünü kıbleye döndür mânâsına kıbleye dönme ile emir olduğunu söylemiştir. 
    Ferra da bu görüşe sahip olmuş ve tevilinde şöyle demiştir: "İniş yerleri 
    karşı karşıya olur" tabirinde olduğu vechile karşı karşıya dönmek mânâsına 
    gelir. Şu beyit de bu mânâdandır: 
  "Ey Ebu Hakem! 
    Sen Mücanid'in amcası ve mütenahir, yani nahır nahire, göğüs göğüse karşılıklı 
    dere ahalisinin, Mekke ahalisinin efendisi misin?" 
  el-Ebtahu'l-mütanahır, 
    göğüs göğüse karşılıklı dere demektir. Bu mânâdan "nahr" kıbleye dönme mânâsını 
    ifade edebilir. Gerçekte tenahur lügatta intihar etmek ve boğazlamak mânâsına 
    geldiği gibi, göğse isabet ettirmek, göğüs göğüse karşılamak mânâsından mecaz 
    olarak evlerin ve dere kenarlarının karşılaşması gibi mutlaka tekabül (karşı 
    karşıya olma) mânâsına da gelebilirse de bilinen mânâyı bırakıp da mecaz üstüne 
    mecaz olarak kıbleye dönme mânâsını anlamaya kalkışmak doğru olmaz, nahrin 
    de tanahur mânâsına geldiği kabul edilecek olunca bundan göğüs göğüse cihadı, 
    mücahedeyi anlamak daha çok yakışırdı. Âyetin inişinin Medenî olduğunu söyleyenlere 
    göre bunda bir proplem olmayacağı gibi Mekke'de de ileriye ait bir emir olabilirdi. 
    Mutlak emir, fevri (hemen yapılmayı) gerektirmeyeceği gibi, kurban hakkında 
    da geçtiği vechile vav da geri kalmaya engel olmazdı. 
  Bunlardan 
    başka İbnü Ebi Hatim, Hakim, İbnü Merduye ve "Sünen"de Beyhakî Hz. Ali (k.v.)'den 
    şöyle bir rivayette bulunmuşlardır. Demiş ki: Bu Sûresi nâzil olduğunda Resulullah: 
    "Rabbimin bana emrettiği bu kurbanlık nedir?" diye Cibril Aleyhisselam'a sordu. 
    O dedi: Kurbanlık değil, lakin namaz için tekbir aldığında tekbir alırken 
    ve rüku ederken ellerini kaldırmanı sana emrediyor. Çünkü o bizim namazımız, 
    yedi semadaki meleklerin namazıdır. Ve her şeyin bir zineti vardır, namazın 
    zineti de her tekbirde iki elini kaldırmaktır." Fakat Suyûtî bunun senedine 
    zayıf demiş, İbnü Kesir, "bu hadis ciddi olarak münkerdir" demiş; İbnü Cevzi 
    de "Mevzuat"dan saymıştır. 
  İbnü Cerir 
    bir de Ebu Ca'fer hazretlerinden, iftitah tekbirinde el kaldırmak" demiş olduğunu 
    nakletmiş. Buhari "Tarih"inde ve Darekutnî "İfrat"da yine Hz. Ali'den, "Namazda 
    sağ elini sol bileğinin üzerine koy da, sonra ikisini göğsüne koy." demiş 
    olduğunu rivayet etmişler. Ebu'ş-Şeyh ve "Sünen"de Beyhakî Enes'ten merfu 
    olarak ve bazıları İbnü Abbas'tan da böyle rivayet etmişler ise de bunların 
    da sıhhati sabit olamamıştır. Suyûtî Hz. Ali'den ikinci hadisi, İbnü Ebi Hatim'in 
    ve Hakim'in lâbe'sebih (zararsız) olan bir senedle rivayet ettiklerini söylemiş, 
    Dahhak ile Süleyman Teymî'de namazdan sonra duada ellerini göğsüne kaldır 
    demiş oldukları da nakledilmiştir. Bunlar kurban kesmeye iktidarı olmayanlar 
    hakkında veya namazın adabıyla ilgili bazı rivayetler olabilirse de nahrin 
    malum ve meşhur olan "Kurban kesmek" mânâsını bırakıp, âyeti bunlarla tevile 
    kalkışmak ve bu şekilde "kurban kes" emrini de "namaz kıl" emrine sokmaya 
    çalışmak asla doğru olmaz. Bunların hepsi nihayet namaza ait şeylerdir. Sadece 
    bununla sûre, namaz kılmayanlara ve riyakarlık edenlere karşı ihlas ile namaz 
    faziletini emretmiş olursa da maunu menetmelerine karşılık Allah için halka 
    yardım olan bir hayır ve kerem, lütuf ve faziletini ihtiva etmiş olmaz. Bu 
    Kevser ihsanına ulaşma şerefinin esas şükrüyle münasip olmaz. Nahrin kurban 
    kesmekte bilindiği ve Kur'ân'ın üslubunda namaz emirlerinden sonra çoğunlukla 
    zekat ve infak etme âyetleri zikrolunageldiği ve müşriklerin dualarını ve 
    kurbanlarını putlar ve tağutlar adına yaptıkları da düşünülünce, bu emrin 
    onların tersine namazdan başka Allah için kurban keserek zekâttan da fazla 
    bir fedakarlıkla kıymetli mallara kıyıp Allah'ın kullarına hayır ve yardımda 
    bulunmak Kevser atıyyesine şükretmek üzere beden ve mal olarak ibadet ve hayır 
    ile meşgul olmayı emretmiş olması en açık ve en esaslı mânâ olduğunda tereddüt 
    edilmez. Bu esas tasbit edildikten sonra, bundan mümkün ve muhtemel olabilen 
    diğer bir takım işaretler daha anlamakta ise sevk ve irfan için yasak koyma 
    yoktur. Bu vecihle iş bu "Rabbin için namaz kıl ve kurban kes" âyeti, En'âm 
    Sûresi'nin sonundaki "De ki: "Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep 
    âlemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve 
    ben müslümanların ilkiyim." (En'âm, 6/162-163) âyetindeki emri ve Duhâ Sûresi'nin 
    sonundaki "Ve Rabbinin nimetini anlat." (Duhâ, 93/11) emrinin Kevser hediyesine 
    şükran olmak üzere fiilî bir izahını ifade eder. Bundan dolayı biz de meâlde 
    Kurban kesmek tabiriyle ifadeyi "boğazla" demekten daha uygun bulduk. Ki tefsirinin 
    özeti şu olur: Sana o Kevser'i verdiğimizden dolayı haydi sen Rabbinin lütfuna 
    hem kalben, hem dilinle, hem bütün azalarınla bedenen ve malen her vechile 
    şükretmek üzere Rabbin için ihlas ile namaz kıl, namaz kılmakla beraber kurban 
    da kes. Ona böyle tevhid ve ihlas ile fedakarane ibadet ve kulluk et ve çok 
    hayır işleyerek nimeti an, Rabbinin sana olan ihsanı kesilmek ihtimali yoktur. 
    
  3. Doğrusu 
    senin şani'in, sana şeneânı olan, buğz, kin tutan, hınç besleyen her kim olursa 
    olsun odur ancak ebter. Güdük, ardı arkası kesilecek, nesli ve nesebi, iyi 
    adı, sanı kalmayacak odur, sen değilsin ey Muhammed! Senin ardınca gelecek 
    hayırlı neslin de, evladın gibi tabilerin ve Ensarın, sevgili ümmetin de çoğalacak. 
    Dinin, kitabın, güzel adın, sanın, feyiz ve lütfun baki kalacak. Ahirette 
    de beyana sığmaz, kesilmez, tükenmez ecre ereceksin. Böyle Kevser'e, çok hayıra 
    buğzedenin, onu sevmeyenin hayırsız kalacağında ise şüphe yoktur. 
  ŞÂNİ', işaret 
    ettiğimiz "Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın." 
    (Maide, 5/8) âyetinde geçtiği üzere buğz ve düşmanlık etmek için kin tutmak 
    mânâsına "şeneân"den ism-i fail olarak mübğız, buğzeden demektir. Anlaşılıyor 
    ki murad, buğzedip geçmiş olan değil, buğzunda devam ve ısrar edendir. Yani 
    zaman ve hudus mânâsı değil, devam ve sübut mânâsı kastedilmiştir. Onun için 
    izafet (tamlama)i, lafzıyye değil maneviyyedir. Şu halde sonradan tevbe edip 
    imana gelenler bu hükümden hariç kalır. 
  "Ebter", ayıp 
    şeylerden olduğu için, ef'âl-i tafdil değil, sıfat-ı müşebbehedir. Müennesi 
    "betra" gelir. Kesiklik mânâsına "betir"den türemiştir. Şu halde esas mânâsı 
    kesik demek ise de, örfte kuyruk kesilmesinde yaygın olmuştur. Onun için kuyruğu 
    kesik hayvana ebter denildiği gibi, kuyruğu kesik küçük ayın gibi yazılan 
    hemzeye ayn-ı betra tabir olunur ki, Türkçe'de müzekkerine de, müennesine 
    de "güdük" denilir. Kuyruk arkada olmak hasebiyle sonunda arkası olmayan, 
    yani zürriyeti olmayan, kendinden sonra eseri kalmayan kimselere veya sonu 
    gelmeyen, sonunda hayır olmayan işe de istiare suretiyle ebter denilmiştir. 
    "Önemli olan her hangi bir iş Allah'ın ismiyle başlanmazsa o iş ebterdir." 
    hadisinde ebter, sonu gelmez, sonunda hayır olmaz, eksik, güdük kalır demektir. 
    Çünkü "O'nun yüzü (zatı)ndan başka herşey helak olacaktır." (Kasas, 28/88) 
    âyeti gereğince Allah'tan başka herşey yok olacaktır. Daha sonra ebter, hakir 
    ve zelil mânâsına da gelir. Burada gerek zamir-i fasl ve gerek mübteda olsun 
    "el-Ebter" müsnedi marife (belirli) olduğu için cümle, tahsis ifade ettiğinden 
    dolayı ebterlik mânâsını Peygamber'den tamamen red ile ona buğzedene tahsis 
    ettiği cihetle ebter kelimesinden anlaşılması muhtemel olabilen mânâların, 
    noksanların hepsini Kevser'in sahibi olan Resulullah'dan nefyile ona her buğzedene 
    isbat etmek suretiyle nüzul sebebinde zikrolunduğu üzere ebter diyen şahsın 
    muhakkak ebterliğini haber vermiş olmakla başta zürriyetsizlik mânâsı olmak 
    üzere muhtemel olan her mânâ bu tahsiste dahil olmak gerekir ki, bu şöyle 
    demek olur: Ey Muhammed! Sana kesilmek ihtimali olmayan Kevser verilmiş olduğu 
    için sende hiç bir vechile, hiç bir mânâ ile ebterlik, güdüklük ihtimali yoktur. 
    Sana oğlunun vefatından dolayı ebter diyerek buğz ve söğenin kendisi her mânâsıyle 
    ebterdir. Çünkü sana öyle buğzedenlerin hepsi hakikatte mutlaka ebterdir. 
    Onlarda mutlak ebterlik mânâsı vardır. İşte yukarda beyan olunan tefsirin 
    içeriği tahsisin bu mânâsından anlaşılmaktadır. Bu şekilde bunda bir taraftan 
    Kevser'in kesilmek ihtimali olmayan bir "çok hayır" olduğu açıklanmış oluyor, 
    bir taraftan da onun sahibine buğzedenlerin genellikle ebterliği kübra (çok 
    büyük) makamında bir illet ve delil suretinde haber verilmekle ebter diyen 
    kâfirin ebterliğini de özellikle haber vermiş bulunuyor ki, buna Bedi' ilminde 
    "mezheb-i kelami" (kelami mezheb) denilir. Bundan dolayı bazıları bunun As 
    b. Vail veya Ebu Cehil veya Kureyş'ten bir topluluk veya Kab b. Eşref, her 
    hangisi ise nüzul sebebi olan sözü geçen şahsa veya şahıslara mahsus olduğuna 
    kani olmuşlarsa da müştak (türemiş) üzere hüküm, müştakkın minh (kendisinden 
    türeyen)in illiyetini ifade edeceğinden şâni' (buğz eden) vasfiyle ifadesi 
    zahiren âmm (genel) olduğuna işaret eder. Gerçekte Resulullah'a buğzetmiş 
    olanlar hep ebter olmuşlardır. Ya maddi bakımdan nesil ve nesebiîveya manevî 
    bakımdan hayır ve zikri kesilmiş, nihayet düşük ve zelil olarak kötü isim 
    olup gitmişlerdir. Zürriyeti, eseri bulunanların da evlatlarından, eserlerinden 
    hayır ve faydaları kalmamıştır. Çünkü onların neslinden iyilik ile İslâm'a 
    girmiş olanlardan kâfir atalarının dua ve istiğfar ve diğer şekilde faydalanmaları 
    kesilmiş, aralarında masumluk kalmamıştır. Bu evlatlar hep Peygamber'in ümmeti 
    ve tabileri, manevî evladı olmuşlar. "Akraba bile olsalar, cehennemin halkı 
    oldukları belli olduktan sonra (Allah'a) ortak koşanlar için mağfiret dilemek 
    ne Peygamber'in, ne de insanların yapacağı bir iş değildir." (Tevbe, 9/113) 
    hükmüne tabi kalmışlardır. İyiliği, imanı olmayanların ise zaten hayrı yoktur, 
    onlar hayru'l-halef (hayırlı evlat) olmazlar. Dua bile etseler "Kâfirlerin 
    duası, böyle boşa gitmektedir." (Ra'd, 13/14) hükmünce hep dalalet içinde 
    boşa gider, ölümden sonra eserlerinin de Allah katında ahiret için kendilerine 
    hiç bir hayır ve faydası olmaz, o büyük azaptan kurtarmaz. "Onlar öyle kimselerdir 
    ki, ahirette onlar için yalnız ateş vardır ve yaptıklarının hepsi orada boşa 
    çıkmıştır, amelleri hep batıl olmuştur." (Hud, 11/16);
   "Kendilerinden 
    azap hafifletilmez, onların yüzlerine de bakılmaz." (Bakara, 2/162) Bununla 
    beraber şundan da gaflet edilmemek gerekir ki, Peygamber'e şenean ile buğz 
    ve düşmanlık, ona iman etmekten ibaret olan küfürden daha özel, daha şiddetli 
    bir küfürdür. Bunun fiilen ortaya çıkarılması, ona fiilen harp ilanı olacağı 
    gibi, sözlü olarak açıklanması da, o mânâda olarak, sövme ve küfretme olur. 
    Bunun ise Hak şeriatta hakkı harp ve öldürmedir. Peygamber'e sırf dininden 
    dolayı düşmanlık ederek ebter (güdük) veya "münbetir sanevber" (kesik çam) 
    diye buğz ve küfürünü açıklayan şani' (buğz edici) de ona şöyle sövmekle küfretmiş 
    olduğundan "kurban kes" emrinden sonra tahkik ile beraber illiyet de ifade 
    eden ile talil siyakında "Muhakkak ki sanabuğzeden ebterin kendisidir." buyurulmasında 
    ona öyle sövenlerin önünde olmazsa sonunda kesilmeye hak kazanmış olduklarına 
    işaret ve hatta sonlarında bir hayırları kalmayıp büsbütün çirkin adlı olacaklarını 
    hatırlatmak, Resulullah'ın ise onların zıddına olarak hayır ve feyzinin, eserlerinin 
    ve faziletinin kesilmeyeceğini haber verme vardır. Bundan dolayı Resulullah'ın 
    keder etmeyip de Rabb'inin lütfuna şükretmek üzere ibadet ve kulluk ile meşgul 
    olarak namaz kılıp kurban kesmesi ve böyle hayır için fedakarlıkla Allah'ın 
    nimetini söylemesi emrolunmuştur. Ona ebter (güdük) diyen buğuzcu, onun erkek 
    evladının vefatını bahane etmiş olduğundan dolayı burada Peygamber'in neslinin 
    de kesilmeyeceği ilk önce anlaşılması gereken bir mânâ olduğu için, bundan 
    kız evladı ve onların evladı ve evladının evladı da zincirleme olarak evladdan, 
    torunlardan, zürriyetten olduğuna istidlal edilmiştir, bu da doğrudur. Bununla 
    beraber Resulullah'ın müteaddid erkek evladı da olmuşken, bunların uzun yaşamayıp 
    da onun neslinin yalnız kız evladından çoğalmış olmasının da elbet bir mânâsı 
    ve hikmeti olması gerekir. Bu da peygamberlerin sonuncusu olması ile izah 
    edilmiştir. Onun ruhanî kuvveti gibi cismanî kuvvetinin de feyiz ve kemali 
    açıklanmak üzere kendisine hem oğul, hem kız nesiller de verilmiş, fakat peygamberlik 
    şerefi kendisiyle bitirildiği ve bundan dolayı onun dini, kitabı kıyamete 
    kadar bâkî olup kendisinden sonra peygamber gönderilmeyeceği cihetle oğullarının 
    baki kalmaları halinde peygamberliğe mazhar edilmeleri bu hikmete uygun olmayacağı 
    gibi, nübüvvetsiz olarak bekaları da tam mânâsıyla hayırlı evlat olmalarına 
    engel ve şanlarına eksiklik olacağından, onların masum olarak vefatları hem 
    kendi haklarında, hem de Resulullah hakkında daha hayırlı, daha kudsi olmuştur. 
    
  Bundan başka 
    peygamberliğinin genelliği, dininin yayılması ve ümmetinin çoğalması açısından 
    bunun ümmet hakkında da hayır olduğunda ve bu şekilde de Resulullah'ın ümmetine 
    örnek olması kendisinin ecir ve feyzini daha yükseltmiş bulunduğunda da tereddüde 
    yer yoktur. Zira oğullarının kendisinden sonra baki kalmaları takdirinde peygamberliğe 
    mazhar edilmeyince hiç olmazsa imamet velayetine varis kılınmaları yakışırdı. 
    Bu ise imamet velayetini ehliyetten çok neseb verasetine hasretmek olacağından, 
    bu inhisar da Muhammedî nübüvvetin genelliğine "Dinini, bütün dinlerin üstüne 
    çıkarması için." (Saf, 61/9) hikmetiyle gönderilen hidayet ve hak dininin 
    gayesine, "Allah yanında en üstün olanınız, en çok korunanınızdır." (Hucurat, 
    49/13); "Allah, size emanetleri ehline vermenizi emrediyor." (Nisa, 4/58); 
    "Sizi yeryüzünde halifeler yapan odur." (Fatır, 35/39); "O, hanginizin daha 
    güzel iş yapacağınızı denemek için." (Mülk, 67/2), "Hayır işlerine koşun, 
    hepinizin dönüşü Allah'adır." (Maide, 5/48) gibi üstünlük ve fazilet esaslarıyla 
    bütün âlemde zuhur ve yayılması hikmetlerine aykırı bulunurdu. Bu tahsis kastedilmeyince 
    de bu yüzden ümmet için fitneye zahiri bir sebep olurdu. Kadınlarda ise Peygamberlik 
    ve imamlık kazıyye (önerme)si esas itibarıyla varid olmadığı için kızları 
    hakkında bu mahzurlar varid olmaz. Bundan dolayı Resulullah'ın neslini kız 
    evladından ilerletip de erkek evladının fazla yaşamamasının açık olan makul 
    hikmet ve mânâsı bu iki sebepte özetlenebilir: Kendisinden sonra peygamberlik 
    olmaması, imamet ve velayetin de nesebî verasete tahsis edilmemesi. Yoksa 
    cahiliye Araplarının zannettiği gibi oğulların vefatıyla zürriyetin büsbütün 
    kesileceği ve kız evladının evladı, evlad ve zürriyetinden sayılmayacağı için 
    değildir. Ve belli ki bu son âyet gaybla ilgili ihbarı da içermektedir. 
  İşte Muhammed 
    Aleyhisselam'ın şanını Kevser'le anlatan ve her yönden şükür ve hamdetmekle 
    namaz kılıp kurban keserek Bayram yapılmaya layık müjdeleri ihtiva eden bu 
    yüksek sûre, vecizliğiyle beraber böyle birçok latifeleri ve hikmetleri içine 
    almaktadır. Razî tefsirinde bunun Duhâ Sûresi'nden beri gelen sûrelere olan 
    münasebetiyle daha birçok işaret ve latifelerini pek güzel beyan etmiş ve 
    açıklamış ve bu cümleden olarak demiştir ki:
   "Bu sûrenin 
    latifelerinden biri de şudur: Allah yoluna giden salihler için üç derece vardır. 
    En yükseği: Bütün kalbleri ve ruhları ile Allah Teâlâ'nın nur-i celaline garkolmalarıdır. 
    İkincisi: Bedenen de taat ve ibadetlerle meşgul olmalarıdır. Üçüncüsü: Nefsi, 
    özel lezzetler ve acil şehvetlere dökülmekten menetmek makamında olmalarıdır. 
    İşte "biz sana Kevser'i verdik", önceki makama işarettir ki, o da kudsî ruhun 
    diğer beşerî ruhlardan gerek sayıca ve gerek nitelikçe kendini göstermiş olmasıdır. 
    Sayıca kendini gösterişi: Çünkü başlangıçları pek çoktur. Nitelikçe kendini 
    gösterişi de, o başlangıçlardan neticelere geçmekte diğer ruhlardan çok daha 
    süratli olmasıdır. "Rabbin için namaz kıl" ikinci mertebeye işaret; "Kurban 
    kes" de üçüncü mertebeye işarettir. Çünkü nefsi peşin lezzetlerden men etmek 
    kurban kesmek ve boğazlamak mecrasına akıcıdır. Sonra da "muhakkak sana buğzeden, 
    güdüğün kendisidir" buyurulmuştur. Bunun mânâsı da şudur: Seni şu özellikler 
    ile acil şehvetlere davet eden nefis yok mu, o fanidir, baki kalan güzellikler 
    ise Rabb'ın katında daha hayırlıdır. "Baki kalacak olan güzel işler Rabbinin 
    katında sevapça da daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır." (Kehf, 18/46) 
    o ise ebediyen baki olan rûhanî saadetler, Rabbanî marifetlerdir." 
  Bu sûrenin 
    içine aldığı emirlerin en mühim yönü "Rabbin için" kaydının ifade ettiği tevhid 
    ve ihlas olduğu için, bunu, ayrıca açıkça ilan ve açıklama hususunda.