107-MA'UN Suresi Tefsiri: 
    
  Gördün mü? 
    Hitap yine Allah'ın Resulüne ve dolayısıyla genel olarak hitaba kabiliyeti 
    olanların her birinedir. Soru, teaccüb (şaşma) suretiyle hazırlama içindir. 
    Alemde açlık ve tokluk, korku ve emniyet gibi birbirini takip etmekte olan 
    acı ve tatlı halleri görüp duran, ilaf ve anlaşma ile yardımlaşma ve toplum 
    içinde yaşamak ihtiyacında bulunan insanlar içinde Hak Teâlâ'nın ceza ve mükafatını 
    inkâr edenlerin, dine inanmayanların bulunması şaşılacak bir şey olduğuna 
    tenbih ederek onların ruh halleriyle benliklerini tanıtmak ve öylelerin huylarındaki 
    düşkünlüklerden müminleri sakındırmak için dikkat nazarını celbetmektir. Yani 
    Ey Muhammed, Kureyş içinde küfredenlerin neler yaptıklarını görerek anladın, 
    tanıdın a: o dini yalanlayanı.
   Burada da 
    "din", en mutlak ve en esaslı menfuhumu olan ceza mânâsınadır. (Tin Sûresi'ne 
    bkz.) Yani insanların yaptığı iyilik veya kötülük karşılığında Hak Teâlâ'nın 
    iyiliğe güzel sevap ile mükâfat, kötülüğe kötü azarlama ile ceza vereceğini, 
    diğer tabirle herkesin bir olup da "Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa 
    onu görür ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür." (Zilzal, 99/7-8) 
    ölçüsünce ettiklerini bulmaları Allah Teâlâ'nın inanılması, uyulması ve teslim 
    olunup gereğince amel edilmesi lazım gelen kesin bir hükmü, bir Hak dini olduğunu 
    tasdik etmeyip de dinin aslı yoktur, o yalandır der, cezaya inanmaz olan kimseyi 
    gördün ya... Mukatil'den bunun As b. Vail Sehmî hakkında nazil olduğu rivayet 
    edilmiş, ki kıyameti inkâr eder, çirkin işler yaparmış. 
  Süddî'den 
    Velid b. Muğire hakkında nazil olduğu rivayet edilmiş, Mâverdî de Ebu Cehil 
    hakkında nazil olduğunu nakletmiş, rivayet edilmiştir ki: Ebu Cehil bir yetimin 
    vasisi bulunuyordu. Bir gün o yetim çırıl çıplak ona gelmiş, kendi malından 
    bir şey istemişti. Ebu Cehil onu itivermiş ve aldırmamış idi. Kureyş'in büyükleri 
    de çocuğa: "Muhammed'e git de sana şefaat ediversin." demişler, alay etmek 
    istemişler. Öksüz onların maksatlarını bilmediği için Resulullah'a gelip yardımcı 
    olmasını istemişti. Peygamberimiz (s.a.v) hiçbir muhtacı reddetmek adeti olmadığı 
    için kalkmış, onunla beraber Ebu Cehil'in yanına gitmişti. Ebu Cehil "buyurun" 
    deyip merhaba etmiş ve öksüzün malını vermişti. Kureyş'liler bunun üzerine 
    Ebu Cehil'e serzeniş etmişler, "sen de sapıttın, Muhammed gibi Sabileştin" 
    demişler. "Hayır" demiş, "sapıtmadım velakin onun sağında solunda birer harbe 
    gördüm, vermezsem vuracak diye korktum". İbnü Abbas'tan bir rivayette de hem 
    cimri, hem mürai bir münafık hakkında nazil oldu denilmiştir. Demek ki bu 
    sûre bunların birisi veya hepsi sebebiyle nazil olmuştur. Fakat hükmü onlara 
    mahsus değil, öylelerin hepsini içine alır. 
  2. Fâ, sebebiye 
    veya mahzuf şartın cevabı olarak kendinden sonrasının kendinden öncesine terettüp 
    etmesini ifade eder. mübteda, mevsûlü haberdir. Müsnedin marife olunanı da 
    kasr ifade eder. Yani "gördünse bilirsin ya, görmedinse de bil! İşte cezaya 
    inanmadığından dolayı öyle dinsiz imansız olan kimselerdir ki yetimi iter, 
    öksüzü zayıf gördüğü ve Allah'tan korkmadığı için insaf ve merhamet etmiyerek 
    kakar kakıştırır, kahir ve hakaretle kovar azarlar 
  3. Ve miskin, 
    bîçare yoksulun yiyeceğine dair teşvikte ve isteklendirmede bulunmaz. Kendisi 
    doyurmadığı gibi, gerek kendi akrabalarından ve gerek diğer vakit ve durumu 
    müsait olanlardan diğer kimselerin bakıp gözetmesi, doyurması için de kayırmaz, 
    bir yardımda, tavsiyede, teşvikte bulunmaz, çaresizlerin halini düşünmez, 
    fakirlere bakılmasına taraftar olmaz.
   Burada "taâm"dan 
    murad it'âm olduğu için "ıt'âmûl'l-miskin" (yoksulları doyurmak) daha açık 
    olacakken "taâm" denilmesi nüktelidir. Bunda aç olan bir yoksulun, kudreti 
    olanlar tarafından verilecek taâma (yemeğe) mülkü imiş gibi dinen bir hakkı 
    taalluk ettiğine işaret vardır ki "Onların mallarında dilenci ve yoksul için 
    bir hak vardır." (Zâriyat, 51/19) âyetinin mânâsıdır. Bu şekilde hak etmenin 
    şiddetine tenbih ve başa kakmaktan men edilmiş demektir. Yani öyle bir çaresizi 
    doyuran kimse, onun kendi hakkı olan bir yiyeceği vermiş, borcunu ödemiş gibidir. 
    "Azarlayıp kovmak ve teşvik etmemek" fiilleri, devamlılık ifade eden muzari 
    olmak hasebiyle, bu âyetlerin yukarıya bağlanmasından çıkan mânânın neticesi 
    şu olur: Toplum halinde ülfet ve anlaşma içinde yaşamak ihtiyacında bulunan 
    ve Allah'ın yardımıyla açlıktan kurtulmuş ve korkudan emniyete erdirilmiş 
    olan insanların Allah'a ibadet ve kulluk etmeleri ve bu kulluğu yapmak için 
    de öksüzlere, kimsesizlere bakmak, açlara, biçarelere yemek yedirip derman 
    aramak için yardımlaşmaları Hak dinin gereği olan bir vazifeleri olduğu ve 
    güçleri yeterken bunu yapmayanların Allah katında cezaya çarpılacakları muhakkak 
    iken, bunun zıddına öksüzü itip kakarak hakkını yemek ve yanıbaşındaki yoksul 
    çaresizin en lüzumlu ihtiyacı olan yiyeceği hakkında bir delalatte ve teşvikte 
    bile bulunmayacak kadar acımasızlık ve merhametsizlik etmek insanlık hesabına 
    şaşılmak ve teessüf olunmak lazım gelen pek acı bir züll, bir düşkünlük olmakla 
    beraber böyle öksüzü kakmak ve fakirlere bakmamak gibi insafsızlıklar, dine 
    yalan diyen kimselerin yapageldikleri âdeti, huyu demektir. Her ne kadar bir 
    insanın dine inanmaması şaşılacak bir şey olsa da inanmadıktan sonra o fena 
    huylar ona tabii gibi olacağı için pek şaşılmaz. Asıl şaşılacak taraf, dindar 
    görünenlerin bedenen ve malen vazife ve ibadetlerinden gafleti ve mürailik 
    edip de cüz'î bir yardımdan sakınacak derecede cimrilik etmeleridir.
   4. Onun için 
    buyuruluyor ki fakat yazıklar olsun o namaz kılanlara. Yani vay hallerine, 
    yazıklar olsun o cehennemin veyl denilen ve kan, irin akan deresine düşecek 
    olan namaz kılanlara, daha doğrusu namaz kılıyor, mümin görünenlere. 
  5. Ki onlar 
    namazlarından sehiv etmişlerdir, yanılmışlardır. Dinin direği ve kulların 
    derli toplu kalb ile Hakk'ın huzuruna durarak bir yükselişi, Allah'a kavuşmaya 
    bir çeşit vasıl oluşu demek olan ve şu halde onun zikriyle yardım ve inayetinden 
    fert ve toplum olarak medet ve hidayet alarak onun rızasına, doğru yoldan 
    yaklaşmak üzere emrine göre kulluk vazifelerini ihlas ile yapmak için şevk 
    ve uyanıklık almak gereken namazlarından gaflet ile yanılmaktadırlar. Dikkate 
    şayandır ki namazlarında sehiv değil, namazlarından sehiv ile azarlama yapılmıştır. 
    Çünkü bazan namaz içinde sehvetmek, yanılmak insanlık gereği çekinilmesi kabil 
    olmayan arızalardandır. Ondan dolayı Ata b. Dinar'dan rivayet edildiği üzere 
    denilmiştir ki, hamdolsun Allah'a, namazda yanılma ile azarlamamış "namazlarında 
    yanılanlar" buyurmamış, "namazlarından yanılmışlar" buyurmuştur. 
  Namazdan yanılmanın 
    mânâsında da tefsircilerin bir hayli açıklamaları vardır: Başlıca namazın 
    öneminde gaflet edip onu gereği gibi ciddi bir vazife olarak yapmamaktır ki, 
    kılınıp kılınmadığına aldırmamak, vaktine dikkat etmemek, geçip geçmediğine 
    aldırış etmeyip vaktinden geri bırakmak, terk etmekten üzülmemek, kıldığı 
    vakit de Allah için halis niyyet ile kılmayıp, dünyaya ait bir takım maksatlar, 
    gayeler için münafıkça bir şekilde kılmak, açıkta, el yanında kılarsa gizlide 
    kılmamak, kıldıklarını da Hakk'ın huzurunda hayatın ruhanî ve cismanî bütün 
    değişimlerini temessül ettirecek bir kulluk ve tazim olarak değil de Hz. Mevlânâ'nın 
    dediği gibi, "baş yerde kuyruk havada" yahut Türkçe bir deyimle söylendiği 
    gibi "iki yatış, bir kıntış bakış"tan ibaret bir gösteriş veya bir eğlenti 
    halinde yapmak şekillerine şamil olur. Söz musalli (namaz kılan) denilenlerde 
    olduğu için büsbütün namazı terketmek bu konudan hariç olmak gerektir. Bu 
    konuda İbnü Cerir rivayet ettiği iki haberle de delil getirmiştir. Birisi 
    Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.)'dan: Demiştir ki Peygamber (s.a.v.) hazretlerine 
    'den sordum. "Onlar, namazı vaktinden geriye bırakanlardır." buyurdu. Birisi 
    de: Ebu Berzele el-Eslemî (r.a)'den: Demiştir ki: İş bu âyeti nazil olduğu 
    zaman Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Allahü Ekber, bu sizin için herbirinize 
    bütün dünya kadar bağış verilmekten daha hayırlıdır. Onlar o kimselerdir ki 
    namaz kılarsa namazın bir hayrı olacağını ummaz, terk ederse Rabb'inden korkmaz." 
    
  Bunda sözün 
    gelişine göre kıldıkları bir kaç vakit namazdan dolayı gururlanıp yanılıp 
    da dini ondan ibaretmiş gibi diğer ibadet ve kulluk vazifelerini yapmıyanlar 
    da dahil olur. Zira birçok defalar geçtiği üzere dinin ruhu Allah'ın emrine 
    ihlas ile tazim ve bütün hareket ve kuvveti, ceza ve mükâfatı ondan, bilerek, 
    onun adına yarattıklarına şefkat esasında toplanır. Onun için Kur'ân'da imandan 
    sonra salih amellerin esası olmak üzere namaz ve zekat beraber zikrolunagelmiştir. 
    Böyle iken dindar geçinen birtakım kimseler vardır ki, namaz kılar görünürler 
    de sadece onunla bütün dini vazifelerini ifa edivermişler gibi farzederek 
    yanılırlar. Zekat gibi diğer vazifelere önem vermez kaçınırlar. Allah için 
    istemekten hoşlanırlar da, Allah için ufak bir şey vermekten, Allah'ın kullarına 
    yardım etmekten ve Allah'ın emirlerinin îfası için lazım gelen masraflara 
    güçleri yettiği kadar iştirak etmekten çekinirler. Halbuki böylelerle mescidler 
    tamir edilmez. Çünkü Tevbe Sûresi'nde buyurulduğu üzere "Allah'ın mescitlerini, 
    ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve Allah'tan 
    başka kimseden korkmayan kimseler onarırlar." (Tevbe, 9/18). Ve "Muhakkak 
    namaz kötü ve iğrenç şeylerden vazgeçirir. Allah'ı anmak, elbette en büyük 
    ibadettir." (Ankebut, 29/45) buyurulduğu üzere namaz çirkin ve kötü şeylerden 
    vazgeçirir olduğu ve böyle Allah'ın zikri olan namaz en büyük vaiz olmak lazım 
    geldiği halde onun yasaklamaları ve öğütleri sayesinde kötülük ve çirkinliklerden 
    vazgeçmeyen, iyilik ve kulluk görevlerini düşünmeyen, Allah için yardım borçlarını 
    vermekten bile sakınan kimseler de namazın mânâsından, yasaklama ve öğüdünden 
    gaflet ederek namazlarından yanılmış olurlar. Bununla beraber bu âyetin mânâsı 
    şu iki âyet ile de izah olunuyor: 
  6. Onlar ki 
    mürâîlik ederler, gösteriş yaparlar. Her ne amel yapsalar Allah için yapmazlar 
    da halka gösteriş için ve herkesin göreceği yerde yaparlar. 
  7. Ve mâûnu 
    menederler. Zekâtı vermezler, yahut kimsenin esirgemeyeceği ödünç gibi cüz'î 
    bir yardımlığı bile sakınır, kimseye bir damla birşey vermek, istemezler. 
    Öyle cimri, öyle pinti olurlar. Böyle olanların zekat vermeyecekleri ise öncelikle 
    anlaşılır. 
  İşte böyle 
    namaz kılar, dindar görünüp de namazlarından yanılan, mürâîlik, gösteriş yapıp 
    da ufak bir yardımdan bile kaçınan kimselerin bu halleri, dinsizin dini yalanlamasından 
    değil ise de yetimi kakıştırmasından, fakirlere yardım etmemesinden daha çok 
    şaşmaya değer, yazıklar olsun onlara! 
  Görülüyor 
    ki Fil Sûresi'nden sonra Kureyş Sûresi bu Mâûn Sûresi ile açıklanarak buradan 
    "veyl" (yazıklar olsun) kelimesi ile lafız bakımından ve "yardımlığı sakınırlar" 
    ile de mânâ yönünden Hümeze Sûresi'nin "İnsanları diliyle çekiştiren, kaş 
    ve gözüyle işaretler yapıp alay eden her fesat kişinin vay haline! O ki mal 
    yığdı, onu saydı durdu. Malının, kendisini ebedi yaşatacağını sanır." (Hümeze, 
    104/1-3) mefhumuna bağlandıktan ve Fil Sûresi'nde "Görmedin mi?", burada "gördün 
    mü?" hitaplarıyla Peygamber'e "Görmedin mi?" "Gördün ya" diye birer belağatlı 
    uyarma ile tenbih buyurulduktan sonra bunun arkasından Asr Sûresi gibi yukarıki 
    bütün sûrelerin semeresini üç âyette özetleyen ve Kur'ân'ın en veciz sûresi 
    ve bilhassa Duhâ Sûresi'nden beri gelen sûrelerin mefhumu üzerinde hepsinin 
    tamamlayıcısı olan Kevser Sûresi'yle de Muhammed Aleyhisselam'ın şanı, özetin 
    özeti olarak tebliğ edilecek ve anlatılacaktır.