83-MUTAFFİFİN: 
    
  Sûresi, Mekke'de 
    son inen sûredir. Hz. Peygamber (s.a.v) Medine'ye geldiği zaman Medine'lilerin 
    ölçekleri kötü olduğundan dolayı düzeltilmesi için Medine'de ilk inen sûre 
    olduğu da rivayet edilmiştir. Medine'ye varmadan önce Mekke ile Medine arasında 
    indiği de söylenmiştir ki, o da Mekke'de inmiş demektir. 
  Âyetleri : 
    İttifakla otuzaltı, 
  Kelimeleri 
    : Yüzdoksan dokuz, 
  Harfleri : 
    Yediyüzotuzdur. 
  Fâsılası : 
    ve  harfleridir. 
  Meâl-i Şerifi 
    
  1- Eksik ölçüp 
    tartanların vay haline! 
  2- Onlar insanlardan 
    kendilerine bir şey aldıkları zaman tam ölçerler. 
  3- Kendileri 
    başkalarına bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik ölçer ve tartarlar. 
    
  4- Onlar tekrar 
    diriltileceklerini zannetmiyorlar mı? 
  5- Büyük bir 
    gün için.
   6- Öyle bir 
    gün ki, insanlar o gün Rabblerinin huzurunda divan duracaklar. 
  7- Hayır hayır, 
    kötülerin yazısı muhakkak Siccin'dedir. 
  8- Bildin 
    mi sen, Siccin nedir? 
  9- Yazılmış 
    bir kitaptır o. 
  10- Vay haline 
    yalanlayanların o gün! 
  11- Onlar 
    ceza gününü yalanlayanlardır. 
  12- Onu ancak 
    sınırı aşan ve günaha düşkün olanlar yalanlar. 
  13- Ona âyetlerimiz 
    okunduğu zaman, "eskilerin masalları" der. 
  14- Hayır 
    hayır, öyle değil. Aksine onların kazandığı günahlar kalplerinin üzerine pas 
    olmuştur. 
  15- Hayır 
    hayır, doğrusu onlar o gün Rablerini görmekten mahrumdurlar. 
  16- Sonra 
    onlar muhakkak cehenneme girecekler. 
  17- Sonra 
    da onlara: "İşte bu, yalanlayıp durduğunuz şeydir" denilecek. 
  18- Hayır 
    hayır, iyilerin yazısı muhakkak Illiyyîn'dedir. 
  19- Bildin 
    mi sen, Illiyyîn nedir? 
  20- Yazılmış 
    bir kitaptır o. 
  21- Allah'a 
    yaklaştırılmış melekler ona tanık olurlar. 
  22- Haberiniz 
    olsun ki, iyiler nimet içindedir. 
  23- Tahtlar 
    üzerinde etrafa bakarlar. 
  24- Yüzlerinde 
    nimet ve mutluluğun sevincini görürsün. 
  25- Onlara 
    damgalı saf bir içki sunulur. 
  26- Onun sonu 
    misktir. İşte ona imrensin artık imrenenler.
   27- Karışımı 
    Tesnim'dendir (En üstün cennet şarabındandır). 
  28- Allah'a 
    yakın olanların içecekleri bir kaynaktır o. 
  29- Doğrusu 
    o suç işleyenler inananlara gülüyorlardı. 
  30- Onlara 
    uğradıkları vakit birbirlerine göz kırpıyorlardı. 
  31- Evlerine 
    döndükleri zaman zevklenerek dönüyorlardı. 
  32- Müminleri 
    gördükleri vakit; "işte bunlar sapıklar" diyorlardı. 
  33- Oysa onlar 
    müminler üzerine bekçi olarak gönderilmemişlerdi. 
  34- İşte bugün 
    de inananlar kâfirlere gülecek. 
  35- Koltuklar 
    üzerinde etrafa bakacaklar. 
  36- Nasıl, 
    kâfirler yaptıklarının cezasını buldular mı? 
  Ölçü ve tartıda 
    hile yapanların vay haline. 
  Çoğunlukla 
    "vay haline" demekle yetindiğimiz "veyl" kelimesi hakkında daha önceki sûrelerde 
    ve bu arada "Mürselât" Sûresi'nde de söz geçmişti. Bununla beraber bizdeki 
    "vay" tabiri Araplar'ın "veyh" kelimesi karşılığı olduğundan "veyl"in şiddetini 
    pek duyurmadığı gibi, özel bir isim olması hakkındaki rivayete bir delaleti 
    de olmuyor. Bu itibarla "veyl ona" ve "vaveyla" tabirleri dilimizde yaygın 
    şekilde kullanılmış bulunduğu için burada olduğu gibi meâlde bazan aynen almak 
    faydalı olacağından başka, 'in de sûrenin bir ismi olması nedeniyle bu iki 
    kelimenin aynen söylenmesi zorunlu demektir. 
  VEYL, başlıca 
    şu mânâlarda tefsir olunmuştur: Şiddetli kötülük, hüzün ve helak, elem verici 
    azap, cehennemde bir vadi adı. 
  İmam Ahmed 
    ve Tirmizî Ebu Saîd'den şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu 
    ki: "Veyl, cehennemde bir vadidir ki kâfir onun dibine varmadan önce onda 
    kırk yıl yukardan aşağı düşer." 
  İbnü Hibban 
    ve Hakim'in Sahih'lerinde: "Veyl, iki dağ arasında bir vadidir ki, kâfir..." 
    
  İbnü Ebi Hatim 
    de Abdullah'tan; "Cehennem'de irinden bir vadidir." diye rivayet etmiştir. 
    
  Ragıb'ın "Müfredat"ında, 
    Asmeî demiştir ki: Veyl, bir kubuh, yani bir çirkinliktir. Bazan hasret çekme 
    için de kullanılır. Veyl Cehennem'de bir vadidir diyenler, lügat itibariyle 
    bu kelimenin mânâsı budur demek istememiş, ancak hakkında yüce Allah'ın "veyl" 
    buyurduğu kimseler o ateşten bir yere yerleşmeyi hak etmiş, orası da onlar 
    için sabit olmuştur demek istemişlerdir. 
  Alûsî der 
    ki: "Ona "veyl" denilmesi, cehennemin bilinen mânâda kullanılması gibi olduğu 
    açıktır. Bunun nasıl bir isimlendirme olduğuna bakılsın." 
  Bizce açık 
    olan budur ki, cehennemin bildiğimiz mânâda kullanılması tevatür yoluyla şer'i 
    bir kullanım olmakla beraber bu örf lügatine de girmiştir. Fakat "veyl"in 
    izah edilen mânâ ile Cehennem'de bir vadi ismi olması şer'î bir isimlendirme 
    olmakla beraber mütevatir olmadığı gibi lügat yönünden de örf haline gelmeyen 
    bir mecaz olur. Bu izahtan anlaşılır ki "vay haline" demekle "veyl ona" demeyi 
    tam olarak Türkçe'ye çevirmiş olamıyoruz. Ancak lügat kaynağına bir dereceye 
    kadar işaret etmiş oluyoruz. 
  MUTAFFİFİN, 
    "Mutaffif" kelimesinin çoğuludur. Bunun, "alırken dolgun, verirken eksik ölçenler" 
    demek olduğu, önünde açıklayıcı sıfat olarak gelen iki âyet ile anlatılmıştır. 
    Mutaffif'in tam karşılığı olarak Türkçe'de özel bir kelime bulamadım. Bu nedenle 
    bunun türeyişinden biraz söz etmek uygun olacaktır: 
  Mutaffif, 
    belli ki "tatfif" kökünden ism-i fâildir. Tatfif de ölçeği eksik ölçmektir. 
    Razî şöyle der: 
  Bunun türetilişi 
    hususunda iki görüş vardır. 
  BİRİNCİSİ, 
    bir şeyin "taffı, kıyısı ve kenarıdır. Bir kap veya derede bulunan bir şey 
    derenin kıyısına kadar varıp da tam dolmazsa denir. Buna onun tafâfı, tufâfı 
    ve tafefi denir. Onun için ölçeği fena ölçüp de tam yapmayana mutaffif denilir 
    ki, ancak kabın tafâf'ına kadar doldurur demek olur. Fakat "Kâmûs"tan anlaşıldığına 
    göre; taff, tafef, tafâf ve tufâf bir ölçeği veya kabı tam dolduran şeye veya 
    dolusu silindikten sonra içinde kalana veya ölçeğin başına denir. Bundan tatfif, 
    tafâfı eksiltmek, yani eksik ölçü ile vermek veya eksik ölçmektir ki fiilin 
    yapısı olumsuzluk için olur. 
  İKİNCİSİ, 
    pek az bir şeye "tafîf" denilir. Ölçeği eksik ölçene mutaffif denilmesi, ölçekte 
    veya tartıda biraz bir şey çaldığı içindir. 
  Demek ki tatfif, 
    ölçüde veya tartıda biraz bir şey çalmaktır. Bu kelime müteaddî (geçişli) 
    bir mânâ veya bu işi yapan bunu âdet haline getirmiş olması itibariyle çokluk 
    ifade etmek için kullanılmıştır. Bu izah şekli âyetteki tefsire daha uygundur. 
    Zira âyette mutaffifler şöyle nitelenip tanıtılıyor: 
  2. O kimseler 
    ki kendilerine ölçtükleri vakit insanların aleyhine olarak tam ölçerler, dolgun 
    ölçerler. 
  Burada ifadeden 
    açıkça görünen "insanlardan ölçtüklerinde" denilmesiydi. Buyrulması, kendi 
    çıkarlarına olarak insanların zararına haddi aşmak suretiyle ölçtüklerine 
    işaret içindir. Yani başkalarından satın alma yoluyla veya başka bir sebeple 
    bir şey alıp da alacaklarını kendileri ölçtükleri zaman insanların aleyhine 
    olarak bol ölçerler. Dolgun bir şekilde, yani tamam almak isterler ve hatta 
    basa basa almak için baskı altına alıcı bir şekilde hareket ederler. 
  3. İnsanlara 
    ölçtükeri veya tarttıkları vakit ise eksiltirler, eksik ölçek veya tartı ile 
    ölçerler veya ölçüşte tartışta eksik yapar, onlara ziyan ettirirler. 
  İşte Veyl'i 
    hak edişlerinin sebebi, bu şekilde tartma ve ölçmeyi alışkanlık haline getirmiş 
    olmalarıdır. 
  Böylece az 
    bir şeyi çalanlar veyli hak ederse, çok çalanların kaç katlı veyli hak edecekeri 
    düşünülmeli. Razî şöyle der: Bedevinin biri Abdülmelik b. Mervan'a şöyle demişti: 
    "Yüce Allah'ın dediğini işittin". Bedevi bununla şunu kastetmişti: Mutaffif, 
    azıcık bir şey almakla ona büyük bir tehdit yöneltildi. Sen ise çoğu alıyorsun, 
    müslümanların mallarını ölçüsüz tartısız alıyorsun. O halde, sen kendine ne 
    yapılacağını zannediyorsun?"
   Burada vezn'in 
    yani tartmanın da söylenmesi, öncekinde yalnız "keyl"in yani ölçmenin zikredilmesinin 
    tahsis için değil, onun zikriyle yetinilmek kabilinden olduğunu ve bu hilenin 
    keyl ve vezin dahil her türlü ölçme işinde olabileceğini anlatmak içindir. 
    Rahmân ve Hadid sûrelerinde de geçtiği üzere göklerin ve yerin ayakta duruşu 
    bir ölçü ve denge iledir. Bütün hakların ölçeği de terazidir. Onun için bir 
    yerde hak ve adâletin yerleşmesi için ilk gerekli olan şey ölçünün herkes 
    için eşit bir şekilde doğru ve dürüst olmasıdır. Bunun doğru olması için iki 
    temel direk gereklidir. Birisi, ölçünün bizzat kendisinin tam olması, eksik 
    veya fazla, yanlış alet kullanılmaması, birisi de ölçmenin tam ve doğru olmasıdır. 
    Ölçmenin doğru olması ise her şeyden evvel hak ve adalet fikriyle ruh doğruluğunun 
    neticesidir. Ölçüyü, ölçeği ve tartıyı doğrultacak olan da odur. Kalp ve vicdanlarında 
    insaf ve doğrulukla hak fikir ve imanı beslemeyenler doğru âletle dahi ölçerken 
    hile yapmaktan kaçınmazlar. İnsanlar başkalarının haklarını da kendi hakları 
    gibi tutarak düzgün bir ölçüyle ölçme duygusunu taşımadıkça hile yapmaktan 
    kurtulmazlar. Düşünme ölçüsü bozuk olan kimseler aynı bir olayı kendileri 
    için düşünürken başka, diğerleri için düşünürken de başka türlü değerlendirirler. 
    Mesela, kendinin azıcık birşeyi kaybolmasını bir elem saydıkları halde başkasının 
    az bir şeyi kaybolmasına önem vermez veya bundan bir lezzet duyarlar ki bu 
    hal ruh ölçeğinde, fikir ölçüsünde bir hiledir. Asıl bu ruh halidir ki insanı 
    ölçü ve tartıda hileye sevkeder. Bu ruh halini taşıyanlara ne kadar doğru 
    ölçü ve terazi verilse onlar yine fırsat bulup güçleri yettikçe onu kötüye 
    kullanmaktan çekinmezler. Bunların hepsi "mutaffifin" ünvanı altına girer 
    ve "veyl"i hak ederler. Bundan dolayı burada hukukun düzenlenmesi ve iyilik 
    ve hayrın yerleştirilmesi için önce ölçü ve tartının düzeltilmesi gerektiği 
    gösterilmek üzere herşeyden önce ölçü ve tartıda bu tür hile yapma alışkanlığının 
    veyl'i hak ettirdiği haber verilmiş ve bunun asıl sebebinin hak ve ahiret 
    düşüncesini ihmal ettiren inanç bozukluğu olduğu, düzeltilmesi için de öncelikle 
    ahirete îman ile sorumluluk duygu ve uyanıklığı duyurulmak üzere buyrulmuştur 
    ki: 
  4. Zannetmezler 
    mi onlar?. O hileyi yapanlar? İman etmiyorlarsa bir zan da mı beslemezler? 
    Ki hepsi büyük bir gün için yeniden diriltilecekler. Yani ölçü ve tartıda 
    yapılan böyle bir hilenin sorumluluk ve cezası öyle ağır ve o veyl'in uygulanacağı 
    gün öyle büyük bir gündür ki insanın, onun kesin olan vukuuna inanıp kesin 
    inanç taşıması şöyle dursun bir zan beslese bile o hileye cüret etmemesi gerekir.
   5. Zannetmezler 
    mi onlar?. O hileyi yapanlar? İman etmiyorlarsa bir zan da mı beslemezler? 
    Ki hepsi büyük bir gün için yeniden diriltilecekler. Yani ölçü ve tartıda 
    yapılan böyle bir hilenin sorumluluk ve cezası öyle ağır ve o veyl'in uygulanacağı 
    gün öyle büyük bir gündür ki insanın, onun kesin olan vukuuna inanıp kesin 
    inanç taşıması şöyle dursun bir zan beslese bile o hileye cüret etmemesi gerekir.
   6. Yani insanların, 
    âlemlerin Rabb'inin huzurunda duracakları gün. Ki o gün herkes kabirlerinden 
    uyanıp kalkarak Allah'ın huzuruna çıkacak, onun huzurunda yargılanmak için 
    durup haklı haksızdan hakkını alacaktır. 
  7. Hayır hayır. 
    Bu, ölçü ve tartıda hileden ve öldükten sonra dirilip huzura çıkmaya inanmama 
    gafletinden vaz geçirmek, tevbe ettirmek için bir engellemedir. "Hayır hayır, 
    yapmayın, sakının." demektir. 
  Bunun sebep 
    ve hikmeti anlatılmak için de illet gösterme makamında şöyle buyruluyor: 
  Çünkü kötülerin 
    yazısı muhakkak ki Siccin'dedir. Yani öyle yaparsanız kötü kişi olursunuz. 
    Kötüler ise Siccin denilen sicilde kayıtlıdır. Onların yazısı, nüfus kayıtları, 
    amel defterleri, o huzura çıkma günü kendilerine verilecek hüküm ve ceza belgesi 
    "Siccin" denilen yerde yazılıdır. Yahut "Siccin'de" diye buyrultuludur. 
  "Kâmûs"ta 
    Siccin'in, hapis mânâsından "devamlı", "şiddetli", "kötülerin kitabının konulduğu 
    yer", "cehennemde bir dere" mânâlarına ve ayrıca "açık ve ortada" ve "dibinin 
    çevresine çukur kazılmış hurma ağacı" mânâlarına geldiği ve "devamlı şey" 
    mânâsına "şiddetli vuruş" mânâsına ve "açık açık geldi" mânâsına denildiği 
    yazılıdır.
   Bu "Siccin" 
    kelimesinin lügat yönüyle asıl mânâsı ve isim veya sıfat olarak türemiş olması 
    hakkında değişik sözler söylenmiştir. Görünen şekliyle "secn" veya "secc" 
    kökünden olma ihtimali vardır. Zindan demek olan "sicn" maddesinden zindana 
    koymak demek olan "secn" mastarından olduğuna göre sikkîn ve siccil gibi fi'îl 
    kalıbında zindanın mübalağa ismi veya seccân yahut mescûn gibi bir sıfat olabilir. 
    
  Sıvamak ve 
    balçık gibi cıvık ve bulaşık olmak mânâsına secc maddesinden "gıslîn" gibi 
    "fi'lîn" kalıbında olabilir. Fakat lügatte secc maddesinden böyle bir isim 
    veya sıfat adı geçmez. 
  Ebu Hayyan 
    "Bahr"da şöyle özetlemiştir: Çoğunluğun dediğine göre siccin, secn maddesinden 
    "fi'îl" kalıbında bir kelimedir. Sikkîn gibi. Yahut hapsedici bir mevkide 
    demektir. Mübalağa mânâsı ifade eden kalıpta gelmiştir. Bu durumda siccin, 
    korunmuş yerin sıfatıdır. Mekan olduğu takdirde siccîn kelimesinde büyük görüş 
    ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Biz onları anlatmıyoruz. Burada açık olan siccin'in 
    bir kitap olmasıdır. Onun için "mühürlenmiş kitap" ondan bedel yapılmıştır. 
    İkrime demiştir ki: Siccîn, hüsran ve horlanmadan ibarettir. Bu Araplar'ın 
    gözden düşen bir kimseye,"filan kimse düşüklüğe erdi" demesine benzer. Bazı 
    lügatçiler de: "Siccîn"in sonundaki nun "lâm"dan bedeldir. Aslı siccil'dendir 
    demişlerdir. Bu görüşlerin özeti: Siccin'in nunu ya kelimenin aslındandır, 
    yahut lâm'dan bedeldir. Nun kelimenin aslından olduğu takdirde türeyişi "sicin"dendir. 
    
  Demek ki nunu 
    zaid olarak "secc" kökünden türetildiği söylenmemiştir. Zemahşerî, Hatim gibi 
    sıfattan çevrilmiş bir özel isim olduğunu ve marifelik (belirlilik)ten başka 
    sebeb olmadığı için tenvin aldığını söylemiş ve demiş ki: Yüce Allah, kötülerin 
    kitabının siccin'de olduğunu haber verdi, Siccin'i de "mühürlü kitap" diye 
    tefsir etti. Şu halde onların yazısı mühürlü kitaptadır, denilmiş gibi olur. 
    Bunun mânâsı nedir? dersen, derim ki: Siccin, toplayıcı bir kitaptır. O, kötü 
    şeylerin yazılıp toplandığı divandır. Yüce Allah onda insan ve cin şeytanlarının, 
    kâfirlerin ve fasıkların amellerini toplayıp yazdırmıştır. O mühürlü, örtülü, 
    yazısı açık yahut alametli bir kitaptır ki, her kim görse onda hayır olmadığını 
    bilir. Dolayısıyla mânâ: "Kötülerin amellerinden yazılanlar, o divanda tesbit 
    edilmiştir" demek olur. Buna hapsetmek ve sıkıştırmak demek olan "Secin" den 
    "fi'îl" kalıbında "siccîn" ismi verilmiştir. Çünkü o, cehennemde hapsedilip 
    sıkıştırılmaya sebeptir. Yahut çünkü o, "yedinci yerin altındadır" diye rivayet 
    olunduğu gibi İblis ve onun neslinin meskeni olan karanlık ıssız bir mekana 
    atılmıştır. Horlanmak ve hakir görülmek için ve kovulmuş şeytanlar şahit olsun 
    diye atılmıştır. Nitekim hayırların yazıldığı divan olan İlliyyun'a da Allah'a 
    yaklaştırılmış melekler şahit olurlar.
   Demek ki 
    siccin, sâcin yani sıkıştıran, hapseden mânâsına olduğu gibi, mescun yani 
    sıkıştırılmış ve atılmış mânâsına da olabilir. Zemahşerî'nin "atılmış" diye 
    ifade ettiği mânânın, secc maddesinden olması da mümkündür. 
  Burada Şeyh 
    Abduh şöyle bir tetkikte bulunmuş ve demiştir ki: Siccîn lâfzının lugatte 
    kullanılışından ve burada iyilerinin yazısının bulunduğu İlliyyun'a karşılık 
    olarak söylenmesinden anlaşılır ki, illiyyunda yükselme mânâsı bulunduğu gibi 
    bunda da alçalma mânâsı vardır. Lügatlerden bahseden bazı kitaplarda gördüm 
    ki vahl, yani balçık, İnyubiyye (eski Habeş) lügatinde, Arapça'da bulunmayan 
    "çe" harfi ve vavın harekesinin uzatmasıyla "Sençûn= Sençöne" diye isimlendirilir. 
    Balçıkta alçalma mânâsı bulunduğu ise gizli değildir. Olabilir ki bu lafız, 
    Yemen Arapları'nın kullandığı kelimelerdendir. Çünkü bunlar Habeş halkı ile 
    çok karıştığı için, bunlarda eski Habeş lafızları çoktur. Bunu da balçığa 
    yakın bir mânâda kullanmış olabilirler. O halde, "kötülerin yazısı ondadır, 
    yani balçığa yakın adi şeyde yazılıdır" denilmek uzak bir mânâ olmaz. 
  Yahut onların 
    amelleri, pisliklerinden dolayı onunla yazılmış gibi tasvir ve temsil olunmuştur. 
    Bu suretle balçığın ve ona yakın şeyin "kitâb-ı merkum" (mühürlü kitap) olmasının 
    mânâsı da, o ameller onunla yazıldıktan sonra o çirkin mürekkep mühürlü bir 
    kitap olmuştur demek olur.
   Abduh, "kötülerin 
    amellerinin pisliğini tasvir için "siccin" kelimesinde balçığa yakın adi bir 
    mânâ bulmak üzere Habeş'in İnyubiyye lügatindeki "sençüne"ye kadar dolaşmak 
    uzak olmaz" demiş ise de bunun uzak bir zoraki mânâ olduğu açıktır. Gerçi 
    tefsirciler Kur'ân'da bazan Habeş lügatine uygun düşen lafızlar bulunduğundan 
    bahsederler. Fakat Abduh, Yemen'de böyle bir kullanımın bulunduğunu nakil 
    ve tesbit etmemiş, "olabilir" diye bir ihtimal ortaya koyarak pek dolambaçlı 
    bir fikir yürütmüştür. Siccin lafzının "sençune" ile ilgisi de yakın değildir. 
    Hem yabancı bir kelime olsaydı özel isim yapılınca tenvin almaması gerekirdi. 
    Soyut bir ihtimal üzere yürünecek olunca bu zorlanmaya ne gerek vardı. Çünkü 
    Abduh'un düşündüğü mânâ Arapça olan "secc" maddesinden çıkardı. Siccîn'in, 
    secc kökünden türetilmiş "fi'lîn" kalıbında bir kelime olmasını düşünmek daha 
    yakın bir ihtimal olurdu. Maksat günah ve kötülüklerin iğrençliğini anlatarak 
    ondan tiksindirmek olduğuna göre bu ihtimal gerçi etkili bir mânâ olurdu. 
    Fakat nakiller bunu nazar-ı itibara almamış ve "Sicin" maddesinden "fi'îl" 
    kalıbında bir kelime olmasını doğru bulmakla daha ince düşünmüştür.
   Netice olarak 
    Siccin, maddesi itibarıyla bir zindan, veya zindancı veya zindanda hapsedilmiş 
    mânâlarını ifade eden bir kelime olmakla, kötülerin yazısına zarf yapılmasına 
    en yakışan mânâda bir "zindan sicili" veya "sicil zindanı" olmasıdır. "Onların 
    defterleri zindancıdadır" yani, "çok şiddetli bir zindancıya teslim olunur" 
    mânâsına da gelebilir. 
  Bunun sade 
    akıl yoluyla bilinir şeylerden olmadığını anlatan şu tefsir, bir zindancı 
    sicilinde olması mânâsında açıktır:
   8. Sana ne 
    bildirdi? Yani bildin mi? Akıl yoluyla bilemedin değil mi? Nedir siccin?. 
    Yahut hayret mânâsı ifade ettiğine göre: "Ne siccin!", "ne yaman siccin!" 
    
  9. Rakamlı 
    ve mühürlü bir kitap. 
  Bazıları bunun, 
    siccin'den bedel olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda, bununla sorunun cevabı 
    verilmemiş; "Siccin nedir? Kitab-ı merkum nedir?" gibi soru tekrar edilmiş, 
    Siccin'in neden ibaret olduğu açıkça tefsir edilmemiş olur. Çünkü bu şekilde 
    "kitab-ı merkum" siccin'in tamamından bedel olmaktan ziyade, siccinde olduğu 
    söylenen yazı mânâsına yorumlanarak "bedel-i iştima" olur. Oysa yukarılarda 
    anlatıldığı üzere Kur'ân'ın üslubunda geçmiş zaman sigası (kipi)yla yani "bildin 
    mi sen?" denildiği zaman bu sorunun cevabı hep bildirilmiştir. Onun için bunun 
    bedel değil, "O bir mühürlü kitaptır." şeklinde soruya cevap olarak Siccin'in 
    tefsiri olması daha doğrudur. 
  MERKUM, yazılmış 
    veya rakamlanmış demektir. Rakm ve terkim; yazı yazmak ve yazıya nokta ve 
    hareke koyarak açıklık getirmek ve işaret koymak mânâlarına gelir. Bu üçüncü 
    mânâ hepsine esas gibidir. Matematik işareti olan rakam da bundan alınmıştır. 
    
  Burada beş 
    mânâ verilmiştir: 
  Birincisi; 
    "beyyinü'l-kitâbe", yani açık, tam ve sağlam yazılı, yanlış ihtimali yok. 
    
  İkincisi; 
    işaretli, yani "gereğince cehenneme" diye buyrultu işareti yazılmış. 
  Üçüncüsü, 
    tüccarın kumaşına koyduğu gibi işaretli, kayıtlı. 
  Dördüncüsü; 
    mahkeme ve benzeri şeylerin belge ve defterlerinde olduğu gibi mühürlü, damgalı, 
    ünvanlı ve resmileştirilmiş. 
  Beşincisi; 
    kumaşın rakmesi, yani desen ve nakışları gibi çizilmiş ve sabitleştirilmiş 
    silinmez bir kitap. "İstif edilmiş balçıktan yapılmış ve Rabbinin katında 
    damgalanmış."(Hud, 11/82, 83) âyetinin ifade ettiği gibi "sırasıyla tertip 
    edilmiş, rakamına göre icra mevkiine konur, rakamlı bir kitap" mânâsına gelme 
    ihtimali de vardır. 
  Bunların hepsi 
    şu mânâda birleşmiş olur: Şüphe ve kuşkudan uzak, bozma ve yakıştırmadan kurtulmuş, 
    her görenin anlayacağı şekilde kendilerine verilecek olan kitapları, yazıları 
    böyle sağlam bir sicilde yazılıdır. Hiç şaşmadan icra edilecektir. 
  İbnü Cerir 
    Tefsiri'nde "Siccîn"hakkında iki hadis rivayet edilmiştir. Birisi Ebu Hureyre 
    hadisidir. Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Felak, cehennemde örtülü bir kuyudur. 
    Amma Siccin açıktır." 
  İkinci hadis 
    Berâ'dan rivayet edilmiştir. Bu hadis, Siccin'in "en aşağıda bulunan yer" 
    olması hakkındadır. "Cehennem Arz'ın en aşağısındadır." denildiğine göre, 
    bunlar arasında bir çelişki yok ise de İbnü Cerir Berâ hadisini tercih ederek 
    siccin'in en aşağıda bulunan yer şeklindeki tefsirini kabul etmiştir. Bu hadisin 
    meâli şudur: Berâ (r.a)'dan rivayet edilmiştir. Resulullah (s.a.v) günahkârın 
    nefsinin göğe çıkarılmasını anlatarak buyurdu ki: Onu çıkarırlar. Onunla hangi 
    melek topluluğuna uğrasalar, melekler: "Bu pis ruh nedir?" derler. Onun dünyada 
    anıldığı isimlerden en çirkini ile "fülan" derler. Nihayet dünya semasına 
    varırlar, açılmasını isterler ona açılmaz. Sonra Resulullah (s.a.v): "Onlara 
    göklerin kapıları elbette açılmaz. Ve deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar 
    onlar cennete giremezler."(A'râf, 7/40) âyetini okudu. Yüce Allah buyurur 
    ki: "Onun kitabını arzın en altında yazın. En alt yerde, siccinde." 
  İbnü Cerir 
    bundan dolayı Siccin'in en alt yer olduğunu söylemiş ise de bu hadiste "siccin, 
    en alt yerdir" denilmemiş, "en alt yerdedir" denilmiş. Şu halde en alt yer, 
    "kitab-ı merkum" diye tanıtılan siccinin kendisi değil, yeridir. Siccin en 
    aşağı yerin en aşağısındadır. Dolayısıyla hadis ile âyet arasında bir çelişki 
    yoktur. Zemahşerî de "yedinci kat yerden atılmış" demekle buna işaret etmiştir. 
    Bazı rivayetlerde en alt yerin altının, İblis'in bulunduğu sınır olduğu haber 
    verilmiştir. Demek ki kötülerin ruhu ve yazısı oradadır. 
  10. "O gün 
    yalanlayanların vay haline". Bu, arada söylenen başlangıç cümlesi, o mühürlü 
    kitabın etkili hükmünü açıklama bâbında Siccin'in şiddetini, günah ve kötülüğün 
    esasını, kabirden kalkıp Allah'ın huzuruna gelme gününün dehşetini hatırlatmaktadır. 
    Bunu bazıları doğrudan doğruya "O gün insanlar âlemlerin Rabbi için kalkacaklar." 
    âyetine bağlayıp bu aradakileri ara cümlesi saymış ise de "merkum" kelimesine 
    bağlanması daha üsluplu olur. Yani, "kitap mühürlü ve işaretli olur da ne 
    olur?" denilirse, "vay haline, o gün yalanlayanların!" 
  O gün o dirilme 
    ve kalkma günüdür. Burada "füccâr" yerine "mükezzibin" denilmesi de fücurun 
    aslında yalanlama ve inkâr demek olduğuna işarettir. O kitabın hükmü de o 
    gün o yalanlayıcılar hakkında veyl'dir. Vay haline o gün yalan diyenlerin, 
    bu haberlere inanmayanların, yani 
  11. O ceza 
    gününe inanmayıp da açıktan açığa veya dolayısıyla yalanlayanların, 
  12. oysa o 
    günü başkası yalanlamaz ancak her bir haddi aşan, (günahkâr, yani hep haddini 
    aşkın, günaha düşkün) kimseler yalanlar". Şehvetlerine düşkün, keyiflerince 
    hareket ederek sonunu düşünmeyip Allah'ın ve kullarının haklarına tecavüz 
    etmeye alışmış olduklarından dolayı cezaya ve ceza gününe inanmak hoşlarına 
    gitmediği, ona inanmak keyiflerini kaçıracağı için ancak onlar "o ceza gününün 
    aslı yoktur" derler. 
  13. Kendisine 
    karşı âyetlerimiz okunurken, evvelkilerin uydurmaları dedi. Bu şahsın, bazıları 
    Velid b. Muğire, bazıları da Nadr b. Haris olduğunu söylemişlerdir. (En'âm, 
    6/25. âyetin tefsirine bkz.) 
  14. Kendisine 
    karşı âyetlerimiz okunurken, evvelkilerin uydurmaları dedi. Bu şahsın, bazıları 
    Velid b. Muğire, bazıları da Nadr b. Haris olduğunu söylemişlerdir. (En'âm, 
    6/25. âyetin tefsirine bkz.)
  15. Hayır 
    hayır. Bu okunan âyetler evvelkilerin uydurmaları değildir. Fakat, öyle diyenlerin 
    kazançları, elde edip durdukları ve kâr sandıkları günahlar kalplerinin üzerine 
    pas bağlamıştır. O kalpler, o günahları alışkanlık haline getire getire, pas 
    tutmuş aynalar gibi körlenmiş, kararmıştır da artık duymaz ve göstermez olmuşlardır. 
    İşte onların öyle demelerinin ve yalanlamalarının sebebi budur. 
  İmam Ahmed, 
    Tirmizî ve Hakim ikisi de sahih diyerek ve Nesâi, İbnü Mâce, İbnü Hibban ve 
    daha başkaları Ebu Hureyre'den Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu 
    rivayet etmişlerdir: "Kul bir günah işlediği vakit kalbinde siyah bir nokta, 
    bir leke yapar. Eğer tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilerse kalbi yine parlar. 
    Döner tekrar yaparsa, o leke artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur'ân'da 
    yüce Allah'ın zikrettiği "rân" budur. "Hayır hayır, fakat onların kazandıkları 
    kalpleri üzerinde pas tutmuştur". (Bakara Sûresindeki "Allah onların kalplerini 
    mühür basmıştır." (Bakara, 2/7) âyetinin tefsirine bkz.) 
  RANE, reyn 
    kökündendir. Reyn ve rüyün, bir şeyin üzerini pas basıp her tarafının paslanmasıdır. 
    Bundan kalbe günah ve sıkıntı basmak mânâsına da kullanılır olmuştur ki Kur'ân'da 
    kalp mühürlenmek mânâsına hatm ve tab' tabirleri de kullanılmıştır. Burada 
    okunurken lâm râ'ya idgam olunmamak için Hafs rivayetinde lâm'da hafif bir 
    sekte yapılarak okunur ki reyn'in mânâsındaki tutukluğa açık bir işaret olmuş 
    olur. Hayır hayır. Bu, öyle pas yapan, kalp körleten kazançlardan sakındırma 
    ifade eder. Sebebi de çünkü onların, o yalanlayanların, o kalkış günü hak 
    Rab'leriyle muhakkak aralarında bir perde olur, yani örtü ve perde arkasında 
    kalır, onu görmekten men edilir ve yoksun bırakılırlar. Artık kurtuluş bulmalarına 
    imkan ve ihtimal kalmaz. 
  16. Sonra 
    onlar muhakkak cehennem ateşine yaslanacaklardır. 
  17. Sonra 
    denilecektir: Bu, işte o sizin yalan, masal diye yalanlayıp durduğunuz. 
  18. "Hayır 
    hayır".
   Bu KELLA, 
    ta yukarıdaki âyetinde geçen kellâ'ya benzer olarak ölçü ve tartıda hile yapmaktan 
    ve yalanlamaktan bir daha sakındırmak sûretiyle iyilik ve hayra sevketmek 
    üzere kabirlerden kalkıp Allah'ın huzuruna çıkma gününün diğer bir yüzünü 
    hatırlatmaktadır. Yani öyle hile yapmayın, o öldükten sonra dirilme ve kalkma 
    gününü yalanlayan kötülerden olmayın, tevbe edip hayır ve iyilik yapmaya çalışın. 
    Sebebi çünkü iyilerin, hayır ehli doğruların kitabı muhakkak ki İlliyyin'dedir.
   İLLİYYİN, 
    bu kelime hakkında lügatçilerin ve tefsircilerin sözleri vardır. 
  Lügatçilerden 
    Ebu'-feth b. Cinnî şöyle der: Bu kelime, ulüvv kökünden fi'îl kalıbında "illiyy"in 
    çoğuludur. Aslı illiyyûndur. Zeccac da şöyle der: Bu ismin irabı çoğul irabı 
    gibidir. Çünkü lafzı çoğul kalıbı üzeredir. Kınnesr'den kınnesrîn gibidir. 
    
  Tefsircilere 
    gelince, tefsirlerde buna yedinci gök denilmiş, göğün üstünde Arş'ın sağ ayağı 
    denilmiş, Sidre-i münteha denilmiş. Ferra, "yüksekten yükseğe nihayetsiz" 
    demiş; 
  Zeccâc da, 
    "yerlerin en yükseği" demiştir. Bazıları, "yüce Allah'ın ululuk ve yücelikle 
    donattığı yüce mertebeler", diğer bazıları da, "meleklerin amel defterlerinin 
    bulunduğu yer" demişlerdir ki, çokları Kur'ân'ın biraz sonra gelecek olan 
    bu kelime ile ilgili yaptığı tanıtımı görünüşte buna uygun bularak, kötülüklerin 
    yazıldığı divan olan Siccin'in tam zıddı, Allah'a yaklaştırılmış, meleklerin 
    şahit oldukları yer olan, hayırlı işlerin yazıldığı divanın ismi olduğunu 
    söylemişlerdir. Zira bunu tefsir için buyruluyor ki: 
  19. Bildin 
    mi sen, İlliyyun nedir? Yahut, "ne illiyyun!", "Ne yaman İlliyyun!" 
  20. yazılmış, 
    mühürlenmiş bir kitap. Burada da yukarıdaki gibi düşünülsün. Yani tam ve güzel 
    yazılmış, yahut Allah tarafından özel işaretle imzalanmış. 
  21. Öyleki 
    Ona Allah'a yaklaştırılmış melekler şahit olurlar. Allah ile aralarında perde 
    olanlar değil, Allah'a yaklaştırılmış olanlar ona şahit olur, onlar görür, 
    onlar okurlar. Yahut yazılışına, korunuşuna, okunuşuna Allah'a yaklaştırılmış 
    melekler hazır olur ve mânâsına onlar şahitlik ederler. Ederler de ne olur? 
    
  22. Kuşkusuz 
    iyiler bir nimet içindedirler. Kötülerin Cehennem'e yaslanacakları gün iyiler 
    nimet içinde bulunacaklar. 
  23. Divanlar 
    üzerinde etrafa bakacaklar. Cennet'in diledikleri manzaralarına diledikleri 
    gibi bakacaklar. Düşmanları olan cehennem ehlinin hallerine de bakacaklardır 
    ki, bu mânâ sûrenin sonunda ayrıca anlatılacaktır. 
  24. bakarlarken 
    o nimetin parıltısını, o nimet ve mutluluk neşesinin parlaklığını yüzlerinde 
    tanırsın, yani her gören tanır. Neşeli ve mutlu oldukları, iyi kullar oldukları 
    yüzlerinden belli olur. 
  25. Onlara 
    saf bir içecekten içirilir. 
  RAHİYK, hiç 
    karışığı olmayan saf şarap, en eskisi, en hoşu da denilmiş ve hepsinin yakın 
    mânâlar olduğu söylenmiştir. "Kamus" müterciminin ifadesine göre, horoz gözü 
    gibi berrak olana denir ki buna "bâde-i nâb" yani, "hâlis, duru şarap" denilir, 
    "Ruhak" da denilir. Burada "neşesi ve lezzeti çok, sersemlik ve baş ağrıtma 
    özelliği yok, Sâffât Sûresi'nde geçtiği üzere, "Bembeyaz, içenlere lezzet 
    verir. Onda zararlı bir sonuç da yok."(Sâffat, 37/46-47) diye nitelenen "beyaz 
    şarap" şeklinde tefsir edilmiştir. Nitekim Mukâtil, "beyaz şarap" demekle 
    buna işaret etmiştir. Muhammed Sûresi'nde "Takva sahiplerine vaad edilen cennetin 
    durumu şudur: Orada bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, 
    içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar, sâfi süzme baldan ırmaklar vardır."(Muhammed, 
    47/15) âyetinde nitelenen dört tür cennet ırmağından biri de içenlere sırf 
    lezzet olan şarap ırmakları olduğu anlatılırken bunlardan muradın, neşe ve 
    lezzetin mükemmelliğini anlatmak için temsili bir ifade olduğu da baştaki 
    tabiri ile anlatılmış idi. Onun için bu gibi yerlerde o mânâdan gâfil olmamak 
    gerekir. (Buna dair İnsan Sûresi'nde "Kuşkusuz iyiler, dolgun bir kadehten 
    içerler."(İnsan, 76/5) âyetinin tefsirinde söz geçmişti. Oraya bkz.)
   Hatîb, tefsirinde 
    şöyle der: Burada "rahîk", "İçenlere lezzet veren şaraptan nehirler." (Muhammed, 
    47/15) buyrulan şarap ırmaklarından başka özel bir şarap olduğu için şöyle 
    niteleniyor: ki mühürlü, ancak içecek olanların yanında açılır. Kapları miskten 
    mühürle kapanmış, gayet temiz ve nefis. 
  26. Diğer 
    bir mânâ ile, içiminde bir sona erişi güzel bir nihayet olan bir şarap ki 
    sonu misk; bitimi, kesimi misk; içildiği zaman sonu bir misk kokar. İçilirken 
    tat alma lezzetinin mükemmelliğini gidermemek için misk kokusu içimin sonunda 
    duyulmaya başlar. Bu hal hem o kokunun, hem de o içkinin hoş niteliklerinden 
    birini teşkil eder. İçildiği zaman sonsuz sefasından dolayı gerek içenlerde 
    ve gerek bulunduğu kapta bir keder, bir tortu bırakmaz, yalnız bir misk kokusu 
    bırakır. 
  Bir de "hıtâm," 
    "hâtem" gibi mühür mânâsına geldiğinden "onun hıtâmı misktir" demek, mührü 
    misktir demek olabilir. Kırâetlerin bazısında ve okunması da bu mânâyı destekler. 
    Bununla beraber bir şeyin mührü onun sonu, nihayeti demek olduğundan kabına 
    ve içimine göre yine zikredilen iki mânâ geçerlidir. Bu durumda da misk kokusu 
    ondan ayrılmayan şeylerden olup, daha çok sonunda ortaya çıkar demek olur. 
    Kesimi ve sonunun böyle misk olması nihayetinde bir vuslat neşesinin bulunacağını 
    da koklatmış olur ki yüzlerde parıldayan o nimet parlaklığı bu neşenin bir 
    görüntüsüdür. İşte iyilere böyle sonu misk olan özel bir şarap sunulur. 
  İşte ancak 
    onda. Bu cümle, o saf şarabın nitelikleri arasında geçen bir ara cümlesidir. 
    Bundan sonraki niteliklerini açıklamaya geçmeden önce, tam bu misk kokusunun 
    duyulduğu anda ona imrendirecek süratle bu konuda yarışa teşvik için araya 
    sokulmuştur. "o", işaret ismi nimeti veya saf şarabı gösterebilirse de şarabın 
    nitelikleri arasında söylendiği için şarabı göstermesi nazma daha uygun; şarabın 
    sonuna işaret olması ise hem nazım hem mânâca daha uygundur. Zira saf şarabın 
    kemalini gösteren sonu, metinde en son zikredilmiş olmakla beraber gerçekleşme 
    hususu uzak olduğu için 'nin mânâsına daha uygun düşmektedir. Bu zarfın fiilden 
    önce getirilmesi ise "ancak onda.." mânâsını ifade etmek içindir. Yani dünya 
    şaraplarında, lezzetlerinde değil, o gün iyilere sunulacak olan bu sonu misk 
    kokulu saf şarapta, özellikle bu misk olan sonu elde etme hususunda yarışsın, 
    imrenme yarısına girsin. Şimdi birbirleriyle yarışanlar. Bu dünyada nefis 
    şeyler elde etme yarışı yapıp imrenecek olanlar. Çünkü bu misk olan sonuç, 
    bu sonsuz neşe öyle enfes, öyle yüksektir ki asıl yarışı yapılacak şey odur. 
    
  MÜNAFESE, 
    başkasında görülen bir olgunluğa imrenip ona yetişmek veya daha ileri gitmek 
    için nefislerin güzel şeylerde yarışması duygusudur ki nefsin şerefinden ve 
    gayesinin yüceliğinden kaynaklanır. Haset ile arasındaki fark açıktır. Haset 
    eden olgunluk ve kemale düşmandır. Haset ettiği kimsenin zarar görmesinden, 
    nimetinin yok olmasından memnun kalır. Burada sözü edilen yarışcı ise olgunluğa 
    aşıktır. O, karşısındakinin aşağı düşmesini değil, kendisinin daha ileri gitmesini 
    ister. Bunda yarışma ve müsabaka ise, "çalışanlar bunun için çalışsınlar."(Sâffat, 
    37/61) emri gereğince iyi işte yarış ile olur. 
  27. Bunun 
    karışımı da Tesnim'dendir. O saf şarap içileceği zaman, içine Tesnim'den de 
    katılır. Bununla karıştırılan o şarap sadesinden daha nefis olur. Çünkü Tesnim 
    daha yüksektir. 
  TESNİM, esasen 
    hörgüçleyerek yukarı çıkartmak, yükseltmek mânâsına mastar olup yükseklik 
    mânâsıyla cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismidir. İbnü Abbas'tan rivayet 
    edildiğine göre cennet içkilerinin en yükseğidir. Kelbi'den rivayet edildiğine 
    göre cennettekilere üst taraflarından gelir. Denilmiştir kî: Havada yükseltilmiş 
    olarak akıp kaplarına yeteri kadar dökülür. Onu yüksek olanlar içer, içenleri 
    yükseltir. 
  28. Nitekim 
    şöyle tefsir ediliyor: Bir pınar, bir çeşme ki o Tesnim Allah'a yaklaştırılmış 
    olanlar onunla içer yani aynen içerler, sade o Tesmini içer, içme işlerini 
    onunla yaparlar. Allah'a yaklaştırılmış kulların derecesinde olmayan diğer 
    iyi kullara, amel defterleri sağlarından verilen diğer kullara ise karıştırılarak 
    sunulur.
   Buradaki 
    'ya birkaç şekilde mânâ verilmiş ise de İbnü Abbas Hazretleri demiştir ki: 
    Cennettekilerin içtiği içkilerin en şereflisi ve en güzeli Tesnim'dir. Çünkü 
    Allah'a yaklaştırılmış kullar onu katıksız olarak içerler. Kitapları sağlarından 
    verilen iyi kullara ise içecekleri karıştırılarak sunulur.
   Demek ki 
    "karışımı Tesnim'dendir" âyeti kitapları sağ taraflarından verilen ebrâr (iyi, 
    itaatli kullar) hakkındadır. Bu âyeti de onlardan daha yüksek olan mukarrebûn 
    (Allah'a yaklaştırılmış kullar) hakkındadır. Âyetin bir yükselme ifade eden 
    akışından da Tesnim'in o mühürlü saf şaraptan daha üstün ve güzel olduğu anlaşılır. 
    Zira Vâkıa Sûresi'nde mükellefler (yükümlü kullar) üç sınıfa ayrılmış, "İmanda 
    en ileri geçenler de ileridedirler. İşte onlar Allah'a yaklaştırılmış olanlardır." 
    (Vâkıa, 56/10-11) buyrulmuş olduğundan mukarrebun, Hakk'ın huzurunda bütün 
    mertebelerin ilersinde bulunan birincilerdir. Yukarıdaki "Ona Allah'a yaklaştırılmış 
    olanlar şahit olur." âyetinden ve "İyi kulların yaptığı iyilikler, Allah'a 
    yaklaştırılmış kulların yaptığı kötülüklerdir." meşhur sözünden de anlaşıldığı 
    üzere ebrar (iyi kullar), mukarrebûnun daha altında olarak Vâkıa Sûresi'nde 
    anlatılan "kitapları sağından verilenler" demek olur. Onun için "Karışımı 
    Tesnim'dendir." bunların içtiği karışık şarabı; da sırf Tesnim'in, mukarreb 
    kulların şarabı olduğunu ifade etmiş olur. O nedenle buna şu mânâları vermişlerdir: 
    Sırf Tesnim'i Allah'a yaklaştırılmış kullar içer. Bu, onların şarabıdır. Yahut 
    onlar Tesnim ile kanar, onunla lezzet alırlar. Yahut "bâ" "mîn" mânâsına olarak 
    "ondan içerler, onunla karıştırarak o saf şarabı içerler" mânâsına olmak daha 
    açık gibi görünürse de bu durumda mukarrebûn ile ebrârın dereceleri ayırt 
    edilmemiş ve Tesnim'in niçin mukarreb kulların şarabı olduğu açıklığa kavuşmamış 
    olur. Yahut onun karışık olarak içilmesi daha mukarreblere özel olduğu, bu 
    surette de en önde olan mukarrebler derecesine varmıyan ebrar ondan içemeyecekleri 
    gibi, mukarreblerin de saf olarak değil, karışık olarak içebilecekleri söylenmiş 
    olur. Arada geçen ve yarışmayı emreden "yarışanlar ancak onda yarışsın" cümlesiyle 
    bunun bir münasebeti varsa da, "Bahr"de yazıldığı üzere İbnü Abbas gibi İbnü 
    Mesud'dan, Hasen'den, Ebu Sâlih'den dahi "Mukarrebler onu sade olarak içer 
    ve ebrara karıştırılarak sunulur." diye rivayet edilen mânâ daha uygundur. 
    Çoğunluğun görüşüne göre ebrar, kitapları sağlarından verilenler; mukarrebûn 
    ise, sabikun yani en önde olanlardır. Bununla beraber bazıları, "Bu âyette 
    ebrar ile mukarrebun bir mânâyadır. Cennette nimet içinde yüzecek olanlara 
    böyle denilmiştir." demişler ise de, burada da ebrar ile mukarrabun arasında 
    fark göremeyenler âyetin zevkine erememişler demektir. 
  Razî, burada 
    İbnü Abbas'ın görüşünü naklettikten sonra şöyle demiştir: 
  Bana göre 
    bu, nehirlerin fazilette farklı olduğunu gösterir. Demek ki Tesnim, cennet 
    nehirlerinin en üstünü; mukarrebun da cennettekilerin en üstünüdür. Ruhânî 
    cennette Tesnim, Allah'ı tanıma ve onun yüce zatına bakma lezzetidir. Rahiyk 
    de varlıklar âlemini tetkik edip düşünmekle sevinip neşelenmektir. Mukarrebun 
    Tesnim'den başkasını içmezler, yani ancak Allah'ın zatına bakıp düşünmekle 
    meşgul olurlar. Kitapları sağlarından verilenlerin içkileri ise karışık olur. 
    Bakışları bazan Allah'a, bazan onun yaratıklarına olur.
   Alış-verişte 
    hile yapmaktan yasaklama ve öldükten sonra dirilme ve ceza gününe iman etmeye 
    davet akışı içinde suçlu olan kötüler ve Allah'la aralarında perde olanlar 
    ile itaat ve ihsan ehli olan ebrar ve mukarrebinin, ahirette birinin Siccin'de, 
    birinin İlliyin'de olan yazgılarını amellerine göre tartıp anlattıktan sonra 
    bunların dünya ve ahirette birbirlerine karşı olan bazı hallerini de anlatmak 
    üzere buyruluyor ki:
   29. Gerçekte 
    o suç işleyenler, yani o haddi aşmış olan günahkâr yalancılar İman edenlere 
    gülüyorlardı... 
  Mekke'de Ebu 
    Cehil, Velid b. Muğire, As b. Vail ve benzeri Kureyş müşrikleri, Ammâr, Süheyb, 
    Habbâb ve Bilal gibi fakir müminlerle alay ediyorlardı. Âyetin iniş sebebinin 
    bu olduğu rivayet edilmiştir. Abduh bunu şöyle ifade eder: Yüce Allah bu âleme 
    Hz. Muhammed (s.a.v)'i Peygamber olarak göndermek suretiyle rahmet buyurduğu 
    zaman kavmin ileri gelenleri ve tanınmış şahsiyetleri sapıklık içinde ve kaba 
    kuvvet görüşünde idi. Hak daveti gizli idi. Ona ancak Hz. Peygamber (s.a.v)'in 
    sesi yükseliyordu. Sonra da nefsanî arzuları kalplerinde olan, hak yolunu 
    silmemiş bulunan ve ona "Lebbeyk" deyip davetini kabul eden zayıflardan bazıları 
    da onu fısıldıyor, ümit ettiklerine gizlice söylüyor ve korktuklarına bağıramıyordu. 
    Bilindiği gibi kendisini güçlü ve kalabalık olmakla kuvvetli ve yüce sayanlar, 
    kendi huy ve mizaçlarına uymayan ve kuvvet ve sayıca kendisinden zayıf olduğu 
    halde onu tanımadığı bir şeye davet eden kimselere gülerler. İşte Ebu Cehil, 
    Velid b. Muğire, As b. Vail ve benzeri Kureyşlilerin hali de böyle idi. Bid'atin 
    yaygınlaştığı, fırkaların çoğaldığı ve batıl yollar içinde hakkın gizli kaldığı 
    ve dinin mânâsı bilinmez olduğu ve ibarelerinden, üsluplarından ruhu atılıp 
    içe uygun düşmeyen dışlar ve gönülden izlenip takip edilmeyen hareketler, 
    usül ve âdetler bırakıldığı ve şehvetler hakimiyeti ele geçirip insanlarda 
    yiyip içmek, zinet ve lüks, mevki ve lakaplarla ilgili şeylerin dışında amele 
    sevk ve teşvik edecek rağbet kalmadığı, gayret ve çabalar yalancı şereflere 
    takıldığı ve herkesin yapmadığı şeylerle övülmekten hoşlandığı ve kendilerinde 
    eksiklik olan kimseler bu eksikliklerini olgun kişilerin değerini düşürmek 
    suretiyle tamamlamak istedikleri zamanlarda da hep böyle olur. Hak sesi dinlemez, 
    Hakk'a çağıranlarla alay eder ve küçümserler. Bu âyet-i kerimenin nassı da 
    kendilerine uygun olur. 
  30. Ve onlara 
    uğradıklarında müminler o günahkârların veya o günahkârlar müminlerin yanlarından 
    geçtiklerinde günahkârlar birbirlerine gamzeleriyle, göz uçlarıyla işaret 
    ederlerdi. 
  31. Ve günahkârlar, 
    bulundukları yerlerden evlerine ailelerine döndükleri zaman da zevklenerek, 
    müminlere yaptıklarını birbirlerine söyleyip eğlenerek gülüşe gülüşe giderlerdi. 
    
  FEKİHİN, mizahlı 
    söz, latife mânâsına gelen "fükâhe"den türemiş olup "fekih" kelimesinin çoğuludur.
   32. Ve müminleri 
    (uzaktan, yakından herhangi bir yerde) gördüklerinde de o günahkâr suçlular 
    derlerdi: cidden bunlar ki bunlarla maksatları yalnız gördükleri değil genellikle 
    bütün müminlerdir. Kuşkusuz sapıklık içindeler, yolunu kaybetmiş şaşkın sapıklar, 
    yani göz önünde hazır dünya nimetine, dünya zevkine bakmıyorlar da aslı var 
    mı, yok mu belli olmayan ahiret sevabına inanarak akılsızlık ediyor, yanlış 
    yola gidiyorlar diye bütün müminlerin şaşkın ve sapık olduğuna hükmediyorlardı 
    ve bunu vurgulu ifadelerle kuvvetli kuvvetli söylüyorlardı. 
  33. Oysa böyle 
    diyen günahkâr suçlular o müminlerin üzerlerine Allah tarafından muhafız gönderilmemişlerdir. 
    Kendileri sonunu düşünmeyerek günah içinde yuvarlanırken onlara acıyorlarmış 
    gibi doğru veya sapık yolda olduklarına hakemlik ve tanıklık etmeye hakları 
    yoktu. 
  34. Bugün 
    de, yani o kâfirlerin inanmadıkları bu öldükten sonra dirilme, kalkış ve ceza 
    günü de iman edenler kâfirlere gülecekler. 
  35. O müminler 
    divanlar üzerinde bakacaklar, (o kâfirlerin, o kibir ve gururdan , o zevk 
    ve eğlenceden sonra cezalarını çekmek üzere cehenneme girdiklerini İlliyyun 
    sandalyelerinden, cennet koltuklarından seyrederek) gülecekler,
   36. Nasıl? 
    Kâfirlere ettiklerinin karşılığı verildi mi? Evet, hep ettiklerini buldular, 
    cezalarını çektiler. Müminlerin o gün kâfirlere gülmesi, kâfirlerin önce onlara 
    gülmelerinin karşılığıdır. 
  TESVİB ve 
    İSABE, sevap vermek demektir. Sevap da aslında "ceza" gibi, hayır veya şer 
    herhangi bir şeyin karşılığıdır. Daha sonra sevap, daha çok hayırda kullanılır 
    olmuştur. Nitekim dilimizde "ceza" da, yaygın olarak şerde kullanılmaktadır. 
    Burada tesvib, cezalandırmak mânâsınadır. Soru da, sorulan şeyin gerçekleştiğini 
    ifade için sorulan bir sorudur. Bunun sevab kelimesinin kullanılarak sorulması, 
    kâfirlerin alay ederek gülmelerine karşı bir alay ifade etmek üzere "Onları 
    elem verici bir azapla müjdele."(Âl-i İmran, 3/21) kabilinden de olur.