114-NAS: 
    
  İnsanların 
    Rabbine. Bütün insanların kendilerine ve işlerine sahip, terbiye edici sahibine, 
    yani halk ve emriyle insanlar yaratan ve sanat ve kudretiyle o ğâsık, kara 
    topraktan o duygusuz, karanlık maddeden tan gibi parlayan duygulu insanlar 
    yetiştiren, onlara yaramaz şeyleri atıp yarar şeyleri süze süze akıtarak lütuf 
    ve terbiyesiyle tavırdan tavıra, halden hâle kemâle erdirerek büyüte büyüte 
    akıl ve iz'an verip insanlık gereklerini, insanlık vazifelerini duyurarak 
    bütün yaratıklar içinde seçkin bir halde kendi cinsiyle birlikte, toplum hâlinde 
    yaşayacak hâle getiren ve getirmekte bulunan ve bu şekilde onlara terbiye 
    fikriyle rububiyet anlayışını öğreterek kendi varlığını sezdirip hak ve hayır 
    uğrunda çalışmak yolunu gösteren Mevlâsına,
   2. O insanların 
    meliki (hükümdarı)ne. Yani o terbiye ile yetiştirilen, akıl melekeleri, insanlık 
    güçleri gelişmeye başlayan, insanların hepsini hükmü altında tutarak bütün 
    melekelerini ve güçlerini hayır nizam ile olgunluklarının gayesine doğru faaliyete 
    sevketmek üzere mertebelerine, ilim ve hikmetinin gereğine göre emir ve yasak 
    ile idare eden hükümdarına, daha açıkçası nisbî mânâ ile Rab ve melik değil, 
    "Mülkün sahibi, sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın, 
    dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın. Hayır senin elindedir." (Âl-i 
    İmrân, 3/26) âyetinin mefhumunca dilediğine mülk verip şah yapan, dilediğini 
    de padişah iken indirip atan, dilediğini aziz, dilediğini zelil etmek kudretine 
    hâiz olan devamlı mülk ile tam Rab'lık kendisine mahsus bulunan melikler meliki, 
    padişahlar padişahı, hükümdarlar hükümdarına, 
  3. yani İnsanların 
    ilâhına, o insanların hak mabuduna, yani aklı, melekeleri tamamlanmış, hakkı 
    haksızdan, hakikati hayâlden, güzeli çirkinden, hayrı şerden, bâkî zevki fânî 
    zevkten, kastedilen gayeyi vasıtadan, nankörlüğü şükürden fark ve ayırdedecek 
    vicdanları hak bilgi ile aydınlanmış, bulundukları âlemin ve kendi nefislerinin 
    mahiyetini öğrenmiş, varlıklarının hikmetini, nereden gelip nereye gittiklerini, 
    bütün cihanın zevkinden, bu kâr ve zarar kavgasından kazancın ne olduğunu, 
    o sevgilerin, saygıların, o ümitlerin, arzuların, o hâcetlerin dileklerin 
    nereye bağlanacağını, gülen yüzlerin neye güldüğünü, dökülen dillerin neye 
    döküldüğünü, ağlayan gözlerin neye ağladığını, çırpınan kalplerin ne ile tatmin 
    edileceğini; bundan dolayı nelerden kaçınıp nelere koşmak, neye gönül verip 
    neye dayanmak, neye sığınmak, neye tapmak lazım geldiğini anlamış; vücudda 
    tecelli eden, zâhir (açıktan) ve bâtın (gizli olan görünmeyen)dan vicdanları 
    saran, gayba ve şuhûd (görünen)a hâkim olan Hakk'ın cemâlindeki celâlin, celâlindeki 
    cemâlin ebedî zevkini duyarak her işinde ihlâs ve ihsan ile ona yüz tutmuş, 
    uğrunda can vermeyi canına minnet bilerek hüküm ve rızasına kendini teslim 
    etmiş selîm kalp sahibi ergin insanların, maksatlarına gaye edinerek ibâdet 
    edegeldikleri, akıllı ve reşit olmuş bütün insanların, kurtulmaları için imân 
    ve ibâdet ile sorumlu bulundukları hak Tanrı'ya, hâsılı; yaratma ve emir, 
    var etme ve yok etme, yaşatma ve öldürme, sevap ve ceza ile bütün tasarrufa 
    tam kudret ve mükemmel bir ihtiyaçsızlık ile celâl ve ikramda tek olmayı gerektiren 
    ilâhlık ancak kendisinin hakkı olan o Ehad (tek), Samed olan Allah'a sığınırım. 
    
  "Rab" ismi, 
    rabbü'd-dâr (ev sahibi), rabbü'l-mâl (mal sahibi) gibi izafet (tamlama) ile 
    kullanıldığı zaman Allah'dan başkasına da söylenebilir. "Melik" isminin de 
    ondan daha özel olmakla beraber Allah'tan başkasına söylendiği bilinmektedir. 
    Fakat ilâhlık asla şirk kabul etmediği, "Allah'tan başka ilâh yok." olduğu 
    için ilâh ismi şer'an ve hakikaten Allah'a mahsustur. Şu halde Rab daha genel, 
    melik daha özel, ilâh daha da özeldir. Burada ise maksadın, Allah Teâlâ olduğunun 
    iyice anlaşılması için Rabbi'n-nâs, Melik'in-nâs da İlâhi'n-nâs ile beyân 
    buyurulmuştur. Gerçi bunların Rabbe sıfat veya bedel olması da caiz görülebilirse 
    de Zemahşerî ve diğer kritikçiler beyân atfı olmalarını tercih etmişlerdir. 
    Fakat burada önce şunu düşünmek gerekir: Allah Teâlâ yalnız insanların değil, 
    her şeyin Rabbi ve bütün âlem onun Rablığı, Melikliği, İlâhlığı nizamı altında 
    dizili olduğu halde burada niçin "Rab" ismi önce insanlara izafetle tahsis 
    buyurulup da sonra "İnsanların hükümdarı, insanların ilâhı" diye açıklamaya 
    lüzum görülmüş ve niçin (nâs) üç defa tekrar edilmiştir? Bunun nüktesi: 
  1- Kur'ân'ın 
    iniş hikmeti insanların terbiyesi, insanları doğru yola hidâyet ve irşad olduğu 
    için bunu başında olduğu gibi sonunda da bilhassa hatırlatmak ile insan rûhunun 
    terbiyesine Allah'ın yardımının artması hususunu anlatmak ve bu şekilde Kur'ân'ın 
    sonundan başına dönüp baktırmaktır. "Sığınırım de!" emirleri Fatiha Sûresi'nin 
    "Bize doğru yolu göster." (Fatiha, 1/6) duâsına son cevap olarak doğrudan 
    doğruya bir sığındırma ve koruma irşâdı olduğu için Bakara Sûresi'nin başındaki 
    "Müttakîler (Allah'tan gereğince korkanlar) için yol göstericidir." (Bakara, 
    2/2) âyetinin mânâsının bir ölçüsü olduğu gibi, "İnsanların Rabbi" buyurulması 
    "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, 
    (Allah'ın azabından) korunasınız." (Bakara, 2/21) hitabını hatırlatarak sonu 
    başa bağlamıştır. Hatim indirmede başa dönülerek "hâll-i mürtehil" yapılması 
    da bu nükte ile uyumludur. 
  2- Ebu's-Suud'un 
    beyân ettiği üzere bunda "iâzeye şâyân bir istiâze minhâcına" yani korumaya 
    lâyık bir sığınış yoluna irşâd vardır. Çünkü Rabbine sığınanın, fertlerinden 
    bir fert bulunduğu insan cinsi içinde terbiyesi, köleliği, kulluğu ile Rabbine 
    intisab edişi ve tevessülü, rahmet ve acımanın artmasının sebeplerindendir. 
    Ve Allah Teâlâ'nın bunu böyle emir buyurması bu şekilde korumaya kesin vaadde 
    bulunduğuna delâlet eden kerem delillerindendir. Bir de burada sığınılan şer, 
    özellikle nizamlara düşmanlığı ile bilinen şeytanın şerridir. Bundan korunmak 
    için insanların ona karşı Allah'ın terbiyesi altında, hükümranlığı içinde, 
    kulluk safında dizilmelerini Kur'ân'la savunmaktır. "Benim halis kullarım 
    üzerinde senin saltanatın yoktur." (Hıcr, 15/42) yüksek sözünün mânâsı üzere 
    şeytanın nüfûz ve saldırısından korunacaklarına bir işaret de vardır. Bir 
    insan ferdinin böyle "İnsanların Rabbine, insanların hükümdarına, insanların 
    ilâhına sığınırım." diye mertebeden mertebeye en gelişmiş toplum nizamı içinde 
    sığınması, "Ey Rabbim, ey hükümdarım, ey ilâhım, beni terbiye edip yetiştiren 
    sen, benim bütün varlığımı veren ve bütün muradlarımı verecek olan, kendisine 
    en yüksek sevgi ve saygı ile ibadet ve kulluk etmek borcum ve en üstün görevim 
    bulunan mabudum, tanrım, tek sığınacağım, penahım sensin, ben ancak sana sığınırım 
    ve sığınıyorum." demek mânâsında olmakla beraber, öyle demekten daha belâgatlıdır. 
    Çünkü insanlık mertebelerinin en yüksek saffı bulunan ilâhîler saffında, ehlullah 
    (Allah ehli) cemaati içinde bir mevki alacak şekilde korunmak üzere Rablığın 
    en yüksek ve en küllî (genel) tecellisi demek olan ilâhlık hüküm ve yardımına 
    toptan sığınmak hem kudret ve rahmetin kapsamını itiraf ile hamd ve senânın 
    yüksekliği, hem de cimrilikten, kendini beğenmişlikten sakınarak hemcinslerine 
    erişmiş olan nimetleri kendine erişmiş sayacak kadar şükran hissi ile hayırlı 
    olmayı içermek itibarıyla elbette ferdî olarak sığınmaktan daha belâğatlıdır. 
    Onun için cemaatle olan ibâdet ve duânın fazileti daha yüksektir. Beydâvî 
    gibi bazı tefsirciler "İnsanların Rabbi" diye tahsis etmenin nüktesi, burada 
    sığınılan vesvese şerrinin insan ruhlarına mahsus bir şer olduğunu söylemekle 
    yetinmişlerse de yeterli değildir.
   "Nâs" kelimesinin 
    tekrar edilip de "Onların hükümdârı ve onların ilâhı" diye zamir ile yetinilmemesinin 
    sebebine gelince: Keşşâf sahibi bunun beyan atfı olmasının gereğine yorarak 
    demiştir ki: "Çünkü beyan atfı, beyan içindir. Şu halde gizleme (zamir getirme) 
    değil, açık isim getirme yeri olmuştur." Razî bununla beraber bir de, şöyle 
    der: "Bu tekrar, insanların şerefini artırmayı gerektirir. Çünkü Allah Teâlâ 
    kendisini insanların Rabbi, insanların Meliki, insanların ilâhı olmasıyla 
    tanıtıyor demektir. Eğer insanlar yaratılmışların en şereflisi olmasaydı, 
    elbette kitabının bitiminde kendisini insanların Rabbi, Meliki ve İlâhı diye 
    tarif etmez, kitabını bu tarif ile bitirmezdi." 
  Bu açıklamaya 
    göre (en-Nâs), üçünde de aynı mânâda olarak sırf beyan ve takrir ile insanlığın 
    şerefini artırmak için tekrar olunmuştur, demek olur ki, Ebu's-Suud da bunu 
    tercih etmiştir. Alûsî de: "Bir şeyin marife (belirli) olarak tekrar edilmesi 
    halinde ikinci, evvelin aynı olması" çoğunluk kâidesinden dolayı bunu tercih 
    etmiş ise de, fâsılanın fâsılasız olarak aynen tekrarı hilâfı (tersi) açık 
    olma ve beyân atfı da nâsa değil, Rabb'e ait bulunmak hasebiyle her birinde 
    muzafun ileyhin muzafa (tamlayanın tamlanana) göre başkaca bir mânâ beyan 
    etmiş olması daha doğru ve daha faydalıdır. Anılan kaidenin çoğunluğu da tersine 
    karine (ip ucu) bulunmamakla kayıtlı olduğu malumdur. Onun için bunu daha 
    çok uzatanlar burada tekrar olmayıp, bu nüktelerden başka bir de insan nefislerinin 
    derecelerine ve yükselmedeki mertebelerine bir tenbih dahi olduğunu söylemişlerdir. 
    
  İbnü Sina 
    ve bazı ârifler demişlerdir ki: Zira insan nefsi asıl fıtratında Allah'ı bilmek 
    ve Allah'ı sevmekle süslenmeye kâbiliyetlidir, fakat ilk önceleri bu bilgilerden 
    boş olur. Nitekim "Allah sizi annelerinizin karnından çıkardığı zaman hiçbir 
    şey bilmiyordunuz." (Nahl, 16/78) buyurulmuştur. Buna maddî akıl (akl-ı heyûlâî) 
    mertebesi denilir. Sonra ikinci mertebede onda evveliyyât (başlangıçlar) ve 
    bedîhiyyat (apaçık şeyler) denilen ilk ilimler hâsıl olur ki, bunlarla fikrî 
    mechulleri arayıp bilmeye ulaşılır. Buna, akıl bi'l-meleke (meleke ile akıl) 
    mertebesi denilir. Sonra da işin sonunda o fikrî meçhuller kuvveden fiile 
    (his hâlinden, iş hâline) çıkarılır ki, buna da akıl bi'l-fiil (fiil ile akıl) 
    mertebesi denilir. İşte "İnsanların Rabbine sığınırım, de!", insanî nefis 
    mertebelerinden ilk mertebeye işârettir ki, bu onun gerek bedihî (apaçık) 
    ve gerek kesbî (çalışmakla elde edilen) bütün ilimlerden uzak bulunduğu hâlidir. 
    Nefis bu mertebede, onu terbiye edecek ve o apaçık bilgilerle süsleyecek terbiyeciye 
    muhtaçtır. Sonra o apaçık bilgilerin meydana geldiği ikinci mertebede onlardan 
    fikrî ilimlere geçme melekesi meydana gelir ki "İnsanların hükümdarı" bu mertebeye 
    işaret eder. Sonra da üçüncü mertebede fikrî ilimlerin düşünce ve tasarıdan, 
    fiile çıkmasıyla nefsin tam kemâli hâsıl olur ki "İnsanların ilâhı" da bu 
    mertebeye işaret eder. Demek ki burada "nâs" kelimesinin üç defa zikri, aynı 
    mânâda tekrar olmayıp, her birinde insana ait nefsin bir mertebesine işaret 
    olunarak Hak Sübhânehu ve Teâlâ kendisini insanlığın her mertebesinde tecelli 
    eden hüküm ve tasarrufuna göre birer isim ile isim vererek tanıtmıştır. 
  Razî, Felâk 
    Sûresi'nde bunu nakletmekle beraber, burada bu farkı şöyle özetler: "Evvela 
    Rabb'i zikr ile başlamıştır. O, tedbir ve ıslah ile tasarruf edendir. Bu ise 
    Hak Teâlâ'nın insana olan ilk nimetlerindendir. Ta onu terbiye ederek, yetiştirip 
    ona akıl verinceye kadar ki, o zaman insan kendisinin kul ve Rabbinin melik 
    olduğuna delili anlar. Onun için ikincide "melik" zikredilmiştir. Sonra da 
    ona ibadet gerek ve üzerine vacip olduğunu ve mabûdunun o ibadete layık bulunduğunu 
    anlayınca onun ilâh olduğunu tanır. Bir de kulun Rabbinden ilk tanıdığı, O'nun, 
    katındaki açık ve gizli nimetlerden ihsan eden lütuf sahibi olmasıdır. Bu 
    Rabdır, sonra onun bu sıfatlarına bilgiden, celâletini ve halka muhtaç olmadığını 
    marifete intikâl eder, o zaman onun hükümdar olduğunu bilir. Çünkü hükümdar, 
    başkası kendisine muhtaç, kendisi başkasından zengin olandır. Sonra kul O'nu 
    böyle tanıyınca O'nun yükseklik ve yücelikte vasfedenlerin vasfı üzerinde 
    bulunduğunu ve O'nun yükseklik ve azametinde akılların şaşkın ve hayrette 
    kaldığını anlar. Ve o zaman O'nu tapılacak tek ilâh olarak tanır." 
  Beydâvî de 
    bunu şöyle ifade etmiştir: Bu yüksek nazımda o Rabb'in sığınmaya layık, sığındırmaya 
    kâdir ve O'na karşı koymanın mümkün olmadığına delâlet etmekle beraber, yaratıcısını 
    tanımak için yönelen düşünce ehlinin mertebelerine de işaret vardır. Çünkü 
    o, ilk bakışta kendi üzerinde gördüğü açık ve gizli nimetlerden, kendisinin 
    bir Rabbi olduğunu bilir. Sonra bakışta derinleşir, nihayet gerçekleşir ki, 
    o Hak Teâlâ he rşeyden zengin ve her şeyin zatı O'nun ve emrinin masrafları 
    O'ndandır, O hak hükümdardır. Sonra bununla istidlâl eder ki, ibadete layık 
    olan ancak O'dur, başka yoktur. Bir de bunda sıfatın ihtilafını, zatın ihtilâfı 
    yerine indirmekle alışılmış istiâze vecihlerinin hepsi toplanmış olur. Yani 
    âdet, mühim bir belaya duçâr olan kimse işini önce ana-babası gibi ulusuna 
    ve terbiyecisine sunar, onların defetmeye güçleri yetmezse hükümdarına, sultanına 
    çıkarır. O da derdini gideremezse onu hükümdarların hükümdarı ve her şikayet 
    ve sığınmanın son mercii olan Hak Teâlâ'ya şikayet eder. Bu âdet üzere burada 
    Allah'a hem Rablık sıfatıyla, hem meliklik sıfatıyla, hem ilâhlık sıfatıyla 
    sığınmak vecihleri toplanmıştır ki, bunda sığınılan âfetin büyüklüğüne de 
    işâret vardır." 
  Bazıları tekrar 
    olmadığını anlatmak için daha sade olarak şöyle demişlerdir: İlk "nâs", cenin 
    ve çocuklar gibi terbiyeye muhtaç olanlar; ikincisi siyasete muhtaç olan gençler 
    ve orta yaşlılar; üçüncüsü sırf Allah'a yönelmiş olan ibâdet ediciler ve yetkinlerdir. 
    
  Görülüyor 
    ki üç "nâs" arasında bu gösterilen farkların hepsi de mühim ve dikkate şâyândır. 
    Bazısı daha felsefî, bazısı daha edebî, bazısı da sade olmakla beraber hepsi 
    de birbirine yakındır. Dil nokta-i nazarından bunların karinesi (ip ucu) de 
    muzaf olan Rab, Melik ve İlâh isimlerinin mefhum ve ilişiği olanlardaki umum 
    ve husus farkıdır. Rab ismi terbiyeden olduğu, terbiye hakkı da sahip olmaya 
    dayandığı için akıl sahibi olanları da olmayanları da ilgilendirdiği için 
    daha geneldir. Bu karine (ipucu) ile "insanların Rabbi"nde "'nâs"ın akıllı, 
    akılsız bütün insan cinsini içine alması gerekir. "Melik" ismi ise "mîm"in 
    ötresiyle mülk veya melekûttan olduğu, bu da "mîm"in esresiyle "milk"ten daha 
    özel olarak akıllıların tümü üzerinde siyâset ile tedbir ve işlerin idaresi 
    mânâsından geldiği, "melekût" da bunun mübalâğası bulunduğu için "melik", 
    "rab"dan daha özeldir. Nitekim Ragıb der ki: "Mim"in ötresiyle mülk, toplum 
    üzerinde emir ve yasak ile tasarruftur ve akıllılar üzerinde siyasete tahsis 
    edilmiştir. Onun için "İnsanların hükümdarı" denilir de, "Varlıkların hükümdarı" 
    denilmez. Şu halde "melik'in-nâs"daki "nâs" bütün insan cinsi içinden aklı 
    eren insanlar olması lazım gelir. En derin sevgi, en yüksek hürmet ile ibadete 
    lâyık olmayı ifade eden ilâhlık, hak tanrılık ise en mükemmel sıfat olduğundan 
    bunun muzaf olduğu üçüncü "nâs"ın da akıl ve vicdan, iman ve iz'an, ahlâk 
    ve irfan, insaf fikri, güzel amel gibi insanlık melekelerinde az çok bir kemâl, 
    bir erginlik, bir yetkinlik bulunan insanlar olması akla gelir. 
  Şu halde birinci 
    "nâs"ın, rablık hükmünce hepsinden daha genel olarak henüz ilk terbiyeye muhtaç 
    ve aklî melekesi oluşmamış cenin ve çocuklar gibiler de dahil olmak üzere 
    "istiğrak lâmı" ile bütün insan cinsini içine almış olması açıktır. Yani terbiye 
    edilip yetiştirilmiş, büyütülmüş insanlar da hariç olmaz. Çünkü meliklik ve 
    ilâhlık hükmünü de içine alan Rablık hükmü onlarda fiilen sabittir. Gerek 
    başlangıcında, gerek sonunda hiç bir insan ondan âzade ve ihtiyaçsız değildir. 
    Şu kadar ki bunda ilk mertebe de dahil bulunduğundan yükselme mertebelerindeki 
    farkı ortaya çıkarmak isteyenler, bilhassa onu anlatmayı mühim görmüşlerdir. 
    Maksadları ilkel insanlara tahsis değildir. Gerçi "nâs" deyiminin bazan âdi 
    insanlar mânâsına hakaret etmek için kullanıldığı da biliniyor ise de, bu 
    mânâ "nâs" mânâsındaki genellikten doğmuş olduğu gibi Rab isminin izafeti 
    de bir şeref ifade ettiğinden dolayı burada hakaret etme kastına zıt olacağından, 
    bunun gereği olan genellemeyi özelleştirmeye karine (ipucu) yoktur. "Lâm"ın 
    istiğraka yorulması lazım gelir. Yoksa Rablığı, meliklik ve ilâhlık ile beyâna 
    vecih kalmaz, arada zıtlık olurdu. Hatta tekrarı tercih edenler bundan dolayı 
    tercih etmişlerdir. Ancak atf-ı beyânda asıl maksad mânâyı beyan etmek değil, 
    tasdik olunanı ve müsemmâ (isimlenen)yı beyândır. Ebu Hafs Ömer, denildiği 
    zaman, Ebu Hafs ile Ömer arasında beyân, mefhumu değil, müsemmâ (isimlenen)yı 
    beyandır. Ve onun için Ebu Hayyan beyan atfında meşhur olan, sıfat ile değil, 
    camid isimle olmaktır, diye Keşşâf'a ilişmiştir. Âlûsî de buradakilerin camid 
    isim hükmünde olduğu beyâniyle ona cevap vermiştir ki, maksadı isimleri burada 
    vasıflık durumundan dolayı değil, Allah'ın isimlerinden olmak üzere sırf isim 
    yerinde olarak beyân atfı olduklarını söylemek olacaktır. O halde ikinci "nâs", 
    birincinin büsbütün aynı olması gerekmeyeceği gibi, büsbütün başka olması 
    da gerekmez. Şu kadar ki burada kastedilen mânâya geçmek için vasıflık mânâsıyla 
    izafetin beyanda âleti düşünmek gibi tasavvuruna ihtiyaç bulunduğu da inkâr 
    edilemez. Şu halde maksad "nâs"ı beyân değil, Rab mefhumunu da beyân değil, 
    Rabbin zatını daha özel olan sıfat veya isimleriyle beyân olduğundan dolayı 
    her birinde "nâs"ın ona göre düşünülmesi daha açık olur. Bu şekilde ikinci 
    "nâs"da "lâm"ı ahd ile örfî istiğraka yormaya bir karine (ipucu) bulunmuş 
    olacağından bu, birinciden daha özel olarak terbiye olunan insanlar içinden 
    yetişmeye, aklî melekeleri ve insanî güçleri gelişmeye başlamış, her birinde 
    isteyerek gayret ve çalışma yetkisi meydana gelmiş, bundan dolayı hayır nizamını 
    bozacak şekilde birbirleriyle çekişme ve toplanma yeteneği yüz göstermiş olup 
    da yaratılışlarının hikmeti olan menfaatleri hak ve adalet dairesinde telif 
    ve çekişmeleri ortadan kaldırarak ve her biri ehliyet ve yeteneğine göre gayret 
    göstermekle sorumlu tutularak toplum halinde yardımlaşmak üzere yaşayabilmeleri 
    için siyâsete ve "bilfiil akıl" denilen fikir ve idrâk ile sevk ve idâre, 
    muhafaza ve korumaya muhtaç bütün akıllı, ergin insanlar toplumu olmak lazım 
    gelir ki, küçük büyük, gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün insan cinsi üzerinde 
    Rablığı geçerli olan tek Rab ve böyle bütün akıllı ergin insanlar üzerinde 
    mülkü, melekûtu hakim ve dâim tek hükümdar şüphesiz ki ne insanlar içinden, 
    ne de yaratıklardan birisi olması mümkün olmaz. Bu, en yüksek, en gelişmiş 
    insanların ibadet ve ubûdiyet ile kulluğu kendilerine en mukaddes görev bildikleri, 
    muhabbet ve rızasını en yüksek maksat edindikleri ve bu şevk ile onun sevgili 
    kul ve esirleri safında dizilmeyi canlarına minnet saydıkları tek mabûd, o, 
    gönülleri doyulmaz ebedî vuslat aşkıyla titreten, güzellik edenlerde daha 
    yüksek güzellik neşesini uyandırarak her an kendisine doğru sıdk ve mücahede 
    ile yaklaşma aşkını heyecanlandıran, her temiz sevgide bir güzellik ânı; nefesleri 
    tıkayan, yürekleri çatlatan, akılları dehşete düşüren ve sersemleştiren her 
    acı korkuda bir celâl cilvesi gösteren ilâhlık saltanatı şeriksiz olarak kendisine 
    mahsus bulunan Hak Teâlâ olabilir. Ve onun için "İnsanların ilâhı" diye beyan 
    buyurulmuştur. O halde bu üçüncü "nâs" akıllı insanlar içinden peygamberler, 
    sıddîklar, şehidler, salihler ve Allah'ın birliğine iman edip de onlara uyan 
    ve onlara arkadaş olmak, onlarla haşrolunmak isteyen hâlis mümin erkek ve 
    kadınlar, müslüman erkek ve kadınlar gibi kâmil insanlar, yani Fâtiha Sûresi'nde 
    "Kendilerine nimet verdiğin, gazab edilmemiş ve sapmamışların yoluna." (Fâtiha, 
    1/6-7) ve Bakara Sûresi'nin başında "Ahirete kesinlikle iman ederler. İşte 
    onlar,Rablerinden 
    bir hidâyet üzeredirler ve umduklarına erenler işte onlardır." (Bakara, 2/4-5) 
    buyurulan insanlar olması gerekir. Hakikaten sığındırılıp korunmaları vaad 
    olunanlar da bunlardır. Bununla beraber insanların Rablık, mülk, ilâhlık hükümleri 
    altında birer âyette üç tavır ile tekrar etmesi "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz 
    ki, siz ölüler idiniz, sizi o diriltti, yine öldürecek, yine diriltecek, sonra 
    O'na döndürüleceksiniz." (Bakara, 2/28), "De ki: Allah sizi yaşatıyor, sonra 
    sizi öldürüyor. Sonra sizi, kıyamet gününe topla(yıp getir)ecektir ki, onda 
    şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Câsiye, 45/26) gibi âyetlerde 
    hatırlatılan yaşatma ve öldürme mertebeleri ile âhiret günü tavırlarını da 
    hatırlatmaktan hâli değildir. Bu bakımdan şöyle demek olur: İnsanlar ölüler 
    iken, yani hayatsız yer, cansız madde, ölü toprak iken onları, Rablık hükmüyle 
    hayat verip insan yapan nâsın Rabb'ine, sonra o hayattaki insanları Melik'lik 
    hükmüyle idare ederken siyaset edip öldüren insanların hükümdarına, sonra 
    da o öldürdüğü insanları ilâhlık hükmüyle ebedî ahiret hayatıyla yeniden diriltip 
    toplayarak cezalarını vermek üzere ilâhî huzuruna döndürecek olan, yani kudreti 
    bu kadar büyük ve akıllıların hayırlısı olan insanların ilâhına sığınırım 
    de. Ona böyle sığınmak ise, sonunda muhakkak olan zoraki döndürmeden önce 
    her emrine hazır olmak üzere isteğe bağlı dönüş demek olan tevbe ve hak yola 
    dönüş ile "Kul(um) bana nafile (ibadet)ler ile yaklaşmaya devam eder. Ta ki 
    ben onun kulağı, gözü ve kalbi oluncaya kadar." kudsî hadisi gereğince yaklaşarak 
    "Allah'da bâkî olmak"ta karar azmi olmuş olur ki, bu da "Ancak sana ibadet 
    eder ve ancak senden yardım isteriz." (Fâtiha, 1/5) anlaşmasının fiilî sonucu 
    demek olan kurtuluş ve büyük zaferdir. Ne mutlu buna eren kullara! 
  Şimdi görülüyor 
    ki, önceki sûrede sığınılan "müsteâzünbih" (kendisine sığınılan) ancak bir 
    sıfat ile zikrolunmuştu, "Felâkın Rabbi." Halbuki istiâze olunan (sığınılan) 
    âfet, "mâhalâk" (yarattığın)ın şerri üç çeşit âfet sayılmıştı: Ğâsık, neffâsat, 
    hâsid. Bu sûrede ise sığınılan "Rabbi'n-nâs, meliki'n-nâs, ilâhi'n-nâs" üç 
    sıfatla zikrolunuyor, kendisinden sığınılan ise bir şerdir. Demek ki bu şer, 
    bu âfet önceki âfetlerin hepsinden büyük, hepsinden tehlikelidir. Ve bundan 
    korunmayı insan hayatının bütün safhalarında ve özellikle son deminde en özel 
    maksad olarak bilmek lazım gelir. Demek ki sığınmak için senâ (övme) dahi 
    istenilen matlûbun kadrine göre olması icap eder. İnsana dışından gelen âfâkî 
    (nesnel, objektif) şerler ne kadar büyük zarar ve fenalık olursa olsun, ona 
    ne kadar acı, elem ve ıztırap verirse versin onda insanın kendi düşüncesinden, 
    inancından, iradesinden, kazanmasından bir sebep olma bulunmadıkça, o şey 
    onun hakikatına nüfuz etmez, ruhunu kirletmez, Allah katında sorumlu kılmaz, 
    hakikatte onun hesabına bir şer sayılmaz. Bilakis o yüzden elem ve zahmet 
    çektiği için ecir ve sevap bile alır. Çünkü o, onun yaptığı bir şey değildir. 
    Onun sorumluluğu yapana aittir. Halbuki insanın kendinden gelen veya az çok 
    meyil ve irâdesine yaklaştırılarak kendine yaptırtılan şer, kendi şerridir. 
    O, ondan sorumludur, ruhunu kirletmiş, kendi kendine düşmanlık etmiş olur. 
    İnsan nefsinin en büyük âfeti işte böyle kendi içinden gelen fenalık, içindeki 
    bozukluk, imânsızlık, iradesizlik, himmetsizlik, yanlış anlayış, yanlış düşünüş, 
    fena temayül, aldanış, basiretsizlik, kararsızlık, hâsılı bir kelime ile şüphecilik, 
    vesveseciliktir. 
  "Mecruhu sanma 
    cerh-i mücerreddir öldüren, 
  Âfât-ı bâtıniyyedir 
    aslı musîbetin" 
  "Yaralıyı, 
    yalnız yaranın öldürdüğünü sanma. 
  Musîbetin 
    aslı, bâtınî âfetlerdir."
   4. Onun için 
    Kur'an'ın başında şüpheyi bertaraf etmekle, imân ve âhireti bilmek korunmanın, 
    kurtuluşun ilk şartı olarak tesbit edildiği gibi, sonunda da her şerre sürükleyen 
    sinsî vesvesenin şerrinden sığınma emrolunarak buyuruluyor ki: ye müteallıktır. 
    O hannâs vesvesecinin şerrinden, yani geri geri çekilip sinen, sinip sinip 
    aldatmak, Hak yolundan geriletip fenalığa sürüklemek için döne döne vesvese 
    vermek âdeti olan o dönek, o sinsi, o geriletici vesvese kaynağının şerrinden 
    sığınırım. 
  Esasen vesvese 
    mânâsına masdar ismi veya muzaaf rubâînin masdarı bu vezinde de geldiğine 
    göre masdar olmakla beraber çok vesveseci, müvesvis mânâsına mübalağa için 
    sıfat ve isim olarak kullanılmıştır ki, aynı vesvese kesilmiş vesvese kaynağı 
    demek gibidir. "Lâm" ile "el-vesvâs", şeytanın bir ismi olmuştur. Çünkü Keşşâf'ın 
    dediği gibi bütün meşgûliyeti, sanatı ve daima üzerine düştüğü hep vesvese 
    ve azdırmadır. Öyle vesvese vermekle bilinen odur. Bahru'l-Muhit'de Ebu Hayyan 
    der ki: "el-Vesvâs, şeytanın ismi demişlerdir, bununla beraber vesvas şehvetlerin 
    fısıldadığı vesveseye de denilir ki yasaklanmış olan nefsin arzularıdır." 
    
  Vesvese nedir? 
    Keşşâf'ın ve Ragıb'ın da söyledikleri vechile vesvese esasen fis, hiş demek, 
    yavaş fısıltı yapmak, fiskos etmek gibi gizli sese, gizli fısıltıya denilir. 
    Zinet eşyası hışıltısına "vesvâsü'l-huliy" denilmesi bundandır. Kamus'un kaydettiği 
    vechile avcının ve köpeklerin yavaşça seslerine vesvese ve vesvâs denilmesi 
    de bundandır. Bundan hâtırâ-i redîeye, yani nefsin veya şeytanın kalbe koyduğu 
    hayırsız, faydasız, alçak hatıra ve dağdağaya vesvese denilmek meşhur olmuştur, 
    dilimizde bilinen de budur. "Nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz." (Kâf, 
    50/16) âyeti nefsin vesvesesi hakkında, "Şeytan ona (Âdem'e) fısıldadı." (Tâhâ, 
    20/120) âyeti de şeytanın vesvesesi hakkındadır. 
   a gelince: 
    "Hunûs"tan mübalâğalı ism-i fâil veya o vezinde ism-i mensub olarak vesvâsın 
    sıfatıdır. Çok hunûs edici, hunûs âdeti olan demektir. Küvvirat Sûresi'nde 
    "Gündüzleri kaybolup geceleri ortaya çıkan bütün yıldızlara." (Küvvirat, 81/15-16) 
    âyetinde de geçmiş olan hunûs, lugatta lazım (geçişsiz) fiil olarak teahhur 
    ve rücû yani gerilemek ve geri dönmek, sıkılıp büzülmek, sinip kaybolmak ve 
    görünmez olmak mânâlarıyla ilgili olduğu gibi, müteaddî (geçişli) fiil olarak 
    geriletmek, munkabız etmek, sindirip kaybetmek mânâlarına gelir. Tefsirciler 
    çoğunlukla lâzım fiilden geç kalma ve inkıbaz ile sinmek mânâsını esas tutarak 
    tefsir etmişlerdir ki, bundan "hannâs" geri çekilerek veya büzülüp sinerek 
    fırsat bulunca dönmek âdeti olan demek oluyor. Onun için biz bunu sinsi diye 
    tercüme etmeyi uygun bulduk. Keşşâf'ta: "Hunûsa mensup, âdeti hunûs yani geri 
    kalmak olandır. Çünkü Sâid b. Cübeyr'den rivayet olunmuştur ki, insan Rabbini 
    zikrettiği zaman şeytan hunûs eder, geri kaçar, gaflet edince de döner vesveseye 
    başlar." der. Ragıb da der ki: "Hannâs, hunûs eden, yani Allah anıldığı zaman 
    geri kalan şeytandır." Bunlara göre "Vesvâs-i hannâs" şeytan demek olmuş oluyor 
    ki, tefsircilerin çoğu da bunu söylemişlerdir. Sûrenin sonunda bu şeytan 
   6. "cinlerden 
    ve insanlardan" diye genelleştirilerek beyân olunacağına göre bu da yeterlidir. 
    Bununla beraber Ebu Hayyan bunun nefse de şümûlünü ve tam sinsilik mânâsını 
    göstererek Bahir'de demiştir ki: "el-Hannâs, "İzi üzere geri dönen, zaman 
    zaman gizlenendir." Ve bu vasıf, şeytanda yerleşmiştir. Kul Allah Teâlâ'yı 
    zikrettiği zaman şeytan geriler, çekinir. Şehvetlere gelince: Bu da imân ile 
    ve meleğin ilhamiyle, hayâ ile siner, çekinir. Şu halde bu iki mânâ "vesvas"ta 
    mevcuttur, da "Şeytanlardan ve insanların nefislerinden" demek olur. Yahut 
    vesvâs ile murad, şeytan ve kötü yakınlardan yaldızcı, kışkırtan, da o "vesvâs"ı 
    beyan olur. "Hunûs" müteaddi (geçişli) olabileceğine göre de "hannâs", geriletici 
    veya sindirici demek olur. Şeytan ve şehvetler hakkında bu da doğrudur. Çünkü 
    bunlar vesveseleriyle insanı geriletir, insanlık rûhunu hak yolunda ilerlemekten 
    alıkoyar. Akıl ve fikrini çelerek sabır ve metanetini, azim ve irâdesini kırarak 
    imân ve şeksiz ilimden, güzel ameller için mücahededen çekindirir, sırf hayvanî, 
    fanî zevklere ve yanlış yollarla türlü hilelere, aldatışlara sevkederek geriletir, 
    aşağılatarak ve soysuzlaştırarak fânî hayatta çürütüp bitirmek ister. Allah 
    anıldıkça, hak korkusu göründükçe geriler, siner, fırsat buldukça döner, yüz 
    buldukça şımarır, musallat oldukça olur, musallat olduğunu da düğümlere üfleye 
    üfleye vehimler ve hayâller içinde sindire sindire alçaltır ve adı kötüye 
    çıkmış eder bırakır. Bu mânâ itibarıyla da yine sinsi diye tercemesi uygun 
    olur. 
  İbnü Sinâ 
    demiş ki: Vesvâs, vesvese veren düşüncedir. Bu da hayvansal nefsi kullanmaya 
    geçişi, sonra da hareketi aksine oluşu cihetiyle hayâl gücüdür. Zira nefsin 
    asıl vechesi ayırıcı prensipleredir. Hayal edici güç onu madde ve ilişkileriyle 
    meşgul olmaya doğru tuttuğu zaman o güç, hunûs etmiş, yani tersine hareket 
    etmiş olur. Bazıları da demiştir ki, kuruntu gücüdür. Çünkü o başlangıçlarda 
    akla uygun gelir. Fakat iş sonuca gelince çekinir, vesvese vermeye, şüpheye 
    düşürmeye başlar. 
  Âlûsî'nin 
    bunlara karşı, "Allah'ın kelâmını böyle tefsir etmek vesvâs-i hannâsın şerrinden 
    olduğu gizli değildir." demesi de yerinde olmamıştır. Zira kuruntu ve hayâl 
    atılınca vesvesenin yeri kalmaz. Allah'ın kelâmını, yarattığı tabiata bakarak, 
    âfakî (nesnel) ve enfüsî (öznel) alâmetlerini düşünüp ve inceleyerek anlamaya 
    çalışmak şeytanın vesvesesi değil, Kur'ân'ın bakma (nazar) ve tefekkür emirlerinin 
    gereği olduğunun da unutulmaması gerekir. Nitekim Beydâvî de vesvese vereni 
    vehim kuvveti gibi diyerek izah etmiştir. Bunu bir temsil değil, sadece düşündürmeye 
    yorup da vehmin ve hayâl vesveselerinin şerrini istiâze (sığınma)den hariç 
    bırakmak şeytanın en çok kullanmak istediği aracılarını ihmâl etmek demektir. 
    
  "Vesvâs"ın 
    vesvese veren kuvvet demek olduğunda ve vesvesenin hayâl etmek ve kuruntu 
    ile ilgili bulunduğunda vesveseye düşülmeye sebep yoktur. Ancak bunu tahsise 
    kalkışmayıp da şu ilâhî beyanın umûm ve şümûlü üzere anlamak elbette daha 
    doğrudur. Zira "Vesvâsü'l-hannâs" nedir, diye tereddüde düşülmemek için şöyle 
    beyan ve açıklama buyurulmuştur: O ki insanların sînelerinde vesvese verip 
    durur. Yani insanların içlerinde: gerek ferd olarak içlerinde, gönüllerinde 
    ve gerek toplum olarak içlerinde, aralarında, yahut Allah'ı unutanların göğüsleri, 
    bağırları içinde iç ve dış duyularından hatırlarına, gönüllerine türlü vesvese 
    sokar, sezilir sezilmez fiskos eder gibi yavaşçadan gıcıklayarak kötü telkinler 
    yapar, kötü kötü eğilimler, alçak alçak hisler uyandırır. Bu şekilde akıl 
    ve fikirlerini çeler, türlü fenalıklara düşürür. Allah yoluna gitmekten, insanlık 
    gayesine ermekten alıkor, nihayet din ve imandan çıkarır, ebedi helake sürükler. 
    O vesvâsi'l-hannâs işte böyle her şerrin başı olan vesveseyi gafil insanların 
    sînelerinde fısıldayıp duran sinsi etken her ne ise odur. 
  İbnü Sinâ 
    der ki: "Nefsin birinci bineği sînelerdir. Zira insana ait nefsin ilk ilgilendiği 
    kalbdir. Onun aracılığı ile diğer uzuvlara yayılır, onun için vesvesenin etkisi 
    ilk önce sînelerde olur." 
  Tefsirciler 
    diyorlar ki, burada mevsûlünün i'rabında üç vecih caizdir: Birincisi, sıfat 
    olarak mahallen mecrûr olmaktır ki, vesvâsın tefsir edici sıfatı (sıfat-ı 
    müfessiresi) demektir. İkincisi, onu tefsir için isti'nâf cümlesi olmak üzere 
    takdirinde haber olarak merfû olmaktır. Üçüncüsü, zem üzere mansup olmaktır. 
    Bu iki veche göre "el-Hannâs"da vakıf yapmak, vakf-ı hasen olur. Birincisine 
    göre ise Kevâşî tefsirinde, "vakıf caiz olmaz" demiş. Fakat Taybî buna: "Vakfın 
    caiz olmamasında şüphe (nazar) vardır, çünkü fâsıla vardır (âyet sonudur)." 
    diye ilişmiş. Keşf'te de demiştir ki, sıfat olunca hüsün (güzel olma), müsellem 
    değildir. Meğer Allahümme vakf-ı hasen bir özel fâsılada bu gibisine de şamil 
    olması hakkında bir veche göre olsun. Zira Kur'ân'ın her fâsılası güzeldir, 
    her âyetinde vakıf yapmanın da güzel olması lâzım gelir. Âyetlerde vakıf, 
    Rasulullah'ın sünnetidir, diye de bir rivayet vardır. Bu "en-Nâs"dan murad, 
    Allah'ı zikirden gaflet edenler, yani gaflet halinde olan insanlar olması 
    açıktır. Onun için bunun "nâsî" yani unutan mânâsına olmasını da caiz görmüşlerdir. 
    
  Cinlerden 
    ve insanlardan. Yani o vesvese veren gerek gizli cin taifesinden, cinnîlerden 
    olsun ve gerek malum insanlardan, insîler kısmından olsun o vesvasi'l-hannâs 
    ikisini de kapsamına alır. İkinci bir mânâ ile: Cinden de vesvese verir, insanlardan 
    da vesvese verir. Yani cinlerden, tabiat ötesi gizli yaratıklardan bahsederek 
    onlara ilişik ettirerek o cihetten de vesvese verir. İnsanlardan bahsederek, 
    onlara ilişik ettirerek o yönden de vesvese verir. İbnü Sinâ'nın anlayışına 
    göre cin istitar (gizlenme, örtünme)den, ins istinâstandır, gizli işler gizli 
    hisler, yeniden başlanılan işler açık hislerdir. Vesvese veren, kalbe vesveseyi 
    bunlardan verir. Üçüncü bir mânâ ile gerek cinden olan ve gerek insten olan 
    insanların sadır (sîne)ları içinde vesvese verir, bu şekilde cinni de azıtır, 
    insanı da azıtır. Dödüncü bir mânâ ile de, yani gizli, açık cin ve insanın 
    şerrinden. 
  Bu mânâların 
    vechi: Buradaki in mânâsı ve ilişkisidir. Bunda tefsirciler üç, dört vecih 
    zikretmişlerdir: 
  Birincisi: 
    "Min" beyâniyye olarak yü beyân olmasıdır ki, dolayısıyla "vesvâs"ın cinslerini 
    beyan olur. Yani o vesvese veren vesveseci şeytan iki türlüdür: Biri fizik 
    ötesi sahada gizli takımdan, cinnîler soyundan, biri de normal düzeyde açık 
    ilgi kurulan, bilinen insanlar soyundandır. Bu mânâ En'âm Sûresi'nde geçtiği 
    üzere "Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. 
    (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar." (En'âm, 
    6/112) âyeti mânâsına uygun olarak vesvâs (vesveseci)ın insan ve cin şeytanlarından 
    daha genel olduğunu ve hepsinin şerrinden Allah'a sığınmak lüzûmunu beyân 
    olur, en açık mânâ da budur. Ebu Zer (r.a.)'den rivayet edilmiştir ki, bir 
    adama: "Sen, insan şeytanından Allah'a sığındın mı?" demiştir. 
  İkincisi: 
    in ibtidâiyye olarak ye taallûk etmesidir ki, vesvese vereni değil, verdiği 
    vesvesenin başlangıcını, ilgilenme yönünü göstermiş olur. Kâh cinlerden vesveselendirir, 
    kâh insanlardan vesveselendirir, demek olur. Bu, yoruma göre cin, en genel 
    mânâsıyla melekleri de kapsamına almış olabilir. Gerçi melek, şer değil ve 
    vesvese vermezse de vesveseciler onlardan da bahsederek vesvese ve aldatmacada 
    bulunabilirler.
   Üçüncüsü: 
    deki "nâs"ı beyân olmasıdır ki, Ferrâ ve daha bir takım kimseler buna kâni 
    olmuşlar ve demişlerdi: "Nâs, cinne de denir. Nitekim Cin Sûresi'nde "Cinlerden 
    bir topluluk." (Cin, 72/1) ve "Cinlerden erkekler." (Cin, 72/6) denildiği 
    gibi Kelbî'den nakledildiği üzere "Cinlerden insanlar" dahi denilir. Bu şekilde 
    o vesveseci, cinden olan "nâs"a da, insten olan "nâs"a da vesvese verir demek 
    olur. 
  Keşşâf sahibi 
    der ki: "Ben, bunu doğru bulmam. Çünkü cinne cin denmesi kapalılıklarından, 
    gizliliklerinden dolayıdır. "Nâs" (insanlar)a nâs denilmesi de, beşer denilmesi 
    gibi, ortada oluşlarından dolayıdır ki, ibsâr (görmek) mânâsına olan înâstan 
    alınmıştır. "Nâs" deyiminin ikisine de söylendiği vâki, sahih ve sâbit olsa 
    bile, Kur'ân'ın fesâhatine ve yapmacıktan uzak olmasına uygun olmaz. Bu mânâyı 
    anlamak için ile "en-Nâsî" (unutan) kastedilmesi daha iyidir ki, "O çağırıcının 
    çağırdığı gün." (Kamer, 54/6) gibi "İnsanların akın akın döndüğü yerden." 
    (Bakara, 2/199) âyetinde kesrile okunduğu gibi olur. Sonra da bu nâsî, cin 
    ve ins ile beyan edilir. Çünkü insanlar ve cinler, Allah Teâlâ'nın hakkını 
    unutmakla vasıflanmış iki türdürler." Fakat bu da zahirin zıddı olmakla beraber, 
    bu şekilde "sadr"ın çoğulu olan sudûrun tekil olan nâsîye izafeti de zevke 
    pek uygun gelmez. Bu veche kâni olanların asıl maksadı burada ins ve insîyi 
    mutlak insandan daha özel olarak ona karşıt olan cinni de mutlak insan cinsi 
    ve mâhiyeti içerisinde düşünmek gerekir. Çünkü ins, mutlak insan mânâsına 
    geldiği gibi, insanın ilişki kurduğu dostu, yâri ve devamlı beraber olduğu 
    ahbâbı mânâsına da gelir. Buna karşılık olan da tanımadığı yabancısı, bilmediği 
    demek olur. Yine bu mânâya yakındır ki, insanın nefsi ve vücudu tarafına gelene 
    insî, öte tarafına vahşi tabir olunur. Mesela elin iç yüzü ve ayağın üstü 
    insî, elin dış tarafı ve ayağın tabanı vahşidir ve Anatomide bu mânâ meşhurdur. 
    Aynı şekilde cin, gece karanlığı ve örtünme mânâsından olarak duygulardan 
    gizli olan şeylere ve bütün ruhânîlere ve ruhanîlerden özellikle bir kısmına 
    derecelerine göre söylendiği gibi (En'am Sûresi, 6/128. âyetinde geçmişti 
    oraya bkz.), insanların toplandığı çok ve kalabalık toplumun en çok ve gür 
    yerine de, iç kısmını örttüğü için denildiği lügatta malûmdur. Şu halde da 
    "nâs", bilinen ve bilinmeyen bütün insanlar, daki "nâs" da daha özel mânâsıyle 
    insînin çoğulu enâsî, hafifletilmiş (muhaffef)i nâs, yani alışılmış insanlar 
    demek olur. Cinne de bunun karşılığı yabancı, gizli, tanınmadık, meçhul insanlar, 
    demek gibi olarak ikisi bütün insanları beyan etmiş olur. Vesvâs (vesveseci) 
    da, bütün insanlar cinsine vesvese veren, maddî manevî, uzak, yakın her ne 
    ise o demek olur. Bu mânâ da haddi zatında önemlidir ve lâfzın ihtimalli durumlarından 
    da olabilir. Ancak bunda cinnin mânâsını tahsis ile beraber, daha çok açıklamaya 
    ihtiyaç duyulan "vesvâs"ı bırakıp da açık olan "nâs"ı beyâna geçmek vardır 
    ki uygun değildir. Onun için bu üçüncü vecih, mânâ itibarıyla doğru olsa bile, 
    âyet metinden anlaşılması itibarıyla pek zayıf ve pek dolambaçlı olduğu için 
    ta'kıd (sözü anlaşılmaz hale sokmak)den uzak değildir. Bununla tefsir, Kur'ân'ın 
    fesâhatına uygun olmaz. Yalnız cin ve insin hâs (özel) bir mânâsını da anlatmak 
    için zikrolunmuştur. 
  Dördüncü bir 
    vecih de vesvâsı beyân veya harfi cerin tekrarı ve muzaf takdiriyle "Cinlerin 
    ve insanların şerrinden" mânâsında bedel olmaktır ki, bunun da sonucu birinci 
    vecih gibi olur. Bütün bu vecihler içinde en açığı birinci vecihtir. Bu suretle 
    "cinn" duyguların gerisinde olan tabiat ötesi sahayı, (nâs) da tabiî sahayı 
    beyan demektir. Vesvese mutlaka bunların birinden veya her ikisinden gelir. 
    
  İşte bütün 
    bunların şerrinden ve özellikle vesvesesinin şerrinden insanların Rabbi, insanların 
    Meliki, insanların ilâhı olan tek, ulu Allahu Zülcelâl'e sığınmak sonuç olarak 
    emredilmiş ve bu vechile sığınanların Allah'ın yarıdmına mazhar olmak suretiyle 
    korunarak güzel sonuca erecekleri vaad buyurulmuştur ki, bunun üzerine teşekkür 
    olarak "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." (Fâtiha, 1/2) diye 
    Fâtiha Sûresi'nden başlamak ne güzeldir!
   Bu yüce sûrenin 
    harfleri tekrarsız olarak (med harfleri dâhil) sayıldığında yirmi iki harftir. 
    Fâtiha Sûresi'nin harfleri de böyledir. Alûsî'nin nakline göre bunun, nüzûl 
    senelerine remz olduğunu söyleyenler olmuştur. Çünkü Kur'ân'ın yirmi iki senede 
    nazil olduğunu rivayet edenler de vardır. Lâkin meşhur olan yirmi üç senedir. 
    Şu halde yirmi iki seneden fazla olmakla beraber tam yirmi üç seneye de dolmamış 
    olduğunu söylemek hepsine uygun olur. Gerçi dile ait bir konumu, aklî veya 
    tabiî delaleti olmayarak sırf tesadüf kabilinden görünen bu gibi rastlantılara 
    hükümler gerektirecek kadar delil getirmeye müsait, ifadesi kastedilen bir 
    mânâyı murat etmek nazarıyla bakmak doğru olmaz ise de, hakikatte Allah'ın 
    ilmine göre tesadüf düşüncesi vârid olamayacağı ve her rastlantının dahi gerçekte 
    bir hikmet ve mânâsı bulunması gerekeceği düşünülürse, bu gibi rastlantıların 
    yerine göre sembolik bir mânâ ifadesinden hâli kalmayacağı da inkâr edilemez. 
    Bu sebeple bunları da işaretlerin lâtifeleri ve terkiblerin dayanakları kabilinden 
    olan zevke ait nüktelere katılmış remizler, işaretler halinde kaydetmek ve 
    mütalâa etmek faydadan uzak olmaz. Kur'ân'da bu kabilden de birçok incelikler 
    bulunduğu malûm, bununla birlikte müteşâbihât vâdisi demek olan bu gibi nüktelerden 
    muhkemlerin tersine mânâlar çıkarmaya kalkışmak, hurûfîlik sapıklık ve dalâletiyle 
    bâtınîlik karanlıklarına sürüklemek demek olacağı, bunun ise Kur'ân'ın zulmetten 
    nûra götüren açık beyânına ters düştüğü de şüphesiz olmakla beraber, muhkemlere 
    aykırı olmayarak sezilen, duyulan parıltılar, bakışlar, ince ince irfanları 
    zevkleri okşayan remizler, işaretler, sözden çok hâle ait olan ve ehlinden 
    başkasına örtüsünü açmayan güzellikler de ne kadar incelense o kadar faydalı, 
    o kadar lâtif olur. Meselâ Kur'ân'ın başı besmelenin (bâ)sı ile başladığı, 
    sonu da "nâs"ın "sîn"i ile son bulduğu düşünülünce, bunun "bes", yani yetişir, 
    kâfi, işte o kadar demek gibi olduğu, bunun da "Biz kitap (Kur'ân)da hiç bir 
    şeyi eksik bırakmamışızdır. Sonra (onlar), Rab'leri(nin huzuru)na toplanacaklardır." 
    (En'âm, 6/38) muhkem mefhûmuna uygun olarak Kur'ân'ın başka bir kitaba, diğer 
    bir delile ihtiyaç bırakmayacak derecede din esaslarının hepsini içeren, yeterli 
    bir hidayet rehberi olduğuna bir remiz (sembol), yani "Kendilerine okunan 
    kitab (Kur'ân)ı sana indirmemiz onlara yetmedi mi? Şüphesiz inanan bir toplum 
    için bunda bir rahmet ve öğüt vardır." (Ankebût, 29/51) muhkem mânâsına da 
    işaret olması gibi anlayışlar, boş değil, hoştur. Nitekim şu Farsça beyit 
    de bu mânâda söylenmiştir: 
  "Evvel ü âhir-i 
    Kur'ân niye bâ, sîn geldi? 
  Yani rehber 
    iki âlemde bize Kur'ân bes." 
  Bunu, bizde 
    bilinen "Allah bes, bâki heves" 
    (Allah yeterlidir, geri kalan hevesdir.) sözünün mânâsıyla anlamak da Kur'ân'ın 
    baştan sona bütün maksatlarını kapsayıcı olmak itibarıyla daha derli toplu 
    olacağını hatırlatmak da şüphesiz ki faydalıdır. Bunda Tevbe Sûresi'nin sonundaki 
    "Eğer (inanmaktan) yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter! Ondan başka ilâh 
    yoktur. O'na dayandım. O, büyük Arş'ın sahibidir." (Tevbe, 9/129) ve Yâsin 
    Sûresi'nin sonundaki "Yücedir o (Allah) ki, herşeyin hükümranlığı O'nun elindedir 
    ve siz O'na döndürüleceksiniz." (Yâsin, 36/83) gibi âyetlere özellikle işaret 
    bulunmakla beraber, Fâtiha'daki yardım isteme ile hâtime (bitiş)deki sığınma 
    emirlerinin tevhid ve ihlâs gayesinde bir tatmini vardır ki, genelde istenilen 
    güzel bitiş (hüsni hâtime) de budur. Bununla beraber bu işâretleri, harflerin 
    sembolik mânâlarından çıkarmaya ihtiyaç da yoktur. Fâtiha ve Bakara Sûresi'nin 
    başı ile İhlas ve Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs sûreleri), bu üç sûrenin mânâ 
    ve mefhûnu düşünüldüğü zaman doğrudan doğruya mânâlar arasındaki tutarlılık 
    ve ilgi, sûrelerin baş ve sonları arasındaki birlik ahengi, fikrî ve beyânî 
    silsile de o nükteleri ilhâm etmeye yeterlidir. Bu ahenk ve uygunluk bize 
    Kur'ân sûrelerinin tertibinin de vahyile olduğu hakkındaki mezhebimizin kuvvet 
    ve isabetini gösterir. Onun için sırf remizlerinden fikre doğan mânâlar Allah'ın 
    muradı olduğuna hükmetmek doğru olmayacağı hakkında bilginlerin hatırlatmasını 
    unutmaması ve kastedileni karanlık yollarda aramayıp doğru yola sarılmak maksatların 
    başlıcası olduğunu dâima göz önünde tutmak lâzımdır. 
  Kıyamet günü 
    selâmete ermek için doğru yola hidayet, istenilen ilk maksad olduğu gibi, 
    o yolda insanlık mertebelerinin en yüksek kemâli olan bekâbillâh (Allah'da 
    bâki olma) saadetine kavuşmak için de gizli açık her türlü vesveseden, şüphe 
    ve zandan sakınarak tam bir bilgi ile Allah Teâlâ'nın Rablığına, hükümranlığına, 
    ilâhlığına sığınmak son gaye olduğunun hâtime (sonuç) olarak beyân buyurulmuş 
    olması şüpheden uzak olarak gösteriyor ki, insanlığın saadetinin gayesi kesin 
    bilgi ile ittika (Allah'tan gereğince korkma)dadır, hüsn-i hâtime (ömrün iyi 
    bir şekilde bitişi) onunladır, "Sonuç, (Allah'tan korkup günahtan) korunanlarındır." 
    (Â'raf, 7/128). İşte kendisinde şüphe bulunmayan bu en mükemmel kitap böyle 
    "Müttakîler için yol gösterici." (Bakara, 2/2) olarak indirilmiştir. Gereğince 
    amel edenler de hep o güzel âkıbete ermiştir. Gereğince amel etmek de Allah'ın 
    lütfu ve başarılı kılmasıyladır. Bize düşen "Ancak sana ibadet eder ve ancak 
    senden yardım isteriz." (Fâtiha, 1/5) anlaşmasıyla O'nu istemek, kesin bilgi 
    ve ihlâs ile O'na sığınmaktır. 
  Bu aciz kul 
    da hamd ve tesbih ile O'nun terbiyesinin lütfuna, mülkünün feyzine, ilâhî 
    yardımına, rahmet ve gufrânına sığınarak hem kendim, hem milletim, din kardeşlerim 
    hakkında vesveselerden uzak, selîm kalp ve doğru vicdan ile o güzel sonuca 
    muvaffak kılmasını diler ve on iki seneden beri gece ve günüz Hakk'ın aşkı 
    ile gözlerinden nokta nokta akan gözyaşı dökerek altmış senelik hayatımın 
    sayfalarına Allah'ın kelâmının meâl ve tefsirini yazmaya çalışan güçsüz kalemim 
    bu noktada "Allah bes, bâki heves" (Allah kâfidir, geri kalan hevestir.) diyerek 
    sonuca imza koymak isterken, Hakk'ın cömertlik sırrını bilmiş olmaktan bir 
    ân uzak kalmak istemeyen zayıf kalbim de bu yalvarıp yakarma ile söze son 
    verir: 
  Geldim likâna 
    ermek için iş bu menzile 
  Haşret erenlerinle 
    beni eyleyip kerem 
  Bir ân imiş 
    meâli kitab-ı vücudumun 
  Ömrüm şu tercemânım 
    olan satr-ı mürtesem 
  Levh-ı rızaya 
    yazdır ilâhi bu satırımı 
  Her dem nevâyı 
    hamdini kaydeylesin kalem. 
  "Sana kavuşmak 
    için bu menzile geldim. 
  Kerem eyleyip, 
    beni eren kullarınla haşret. 
  Vücudumun 
    kitabının meâli bir ân imiş. 
  Ömrüm, şu 
    tercemânım olan resmedilmiş satır. 
  İlâhî, bu 
    satırımı rıza levhasına yazdır. 
  Her ân kalem, 
    hamdinin sesini kaydetsin."
   "Ey Rabbim! 
    Bana bir hüküm ihsan et ve beni sâlihler zümresine kat. Ve sonrakilerde bana 
    bir sadakat dili (zikr-i cemil) tahsis eyle. Ve beni naîm cennetinin vârislerinden 
    kıl. Ey Rabbimiz! Bizlere eşlerimizden ve zürriyetlerimizden gözler süruru 
    ihsan buyur ve bizleri muttakilere önder kıl. Ey Rabbimiz! Bizleri ve bizden 
    önce iman ile geçen kardeşlerimizi affeyle ve iman edenlere karşı kalplerimizde 
    bir kin tutturma. Ey Rabbimiz! Şüphe yok ki sen şefkatlisin, merhametlisin. 
    Ey Rabbimiz! Hamd, evvel ve âhir sanadır. Sen Sübhan'sın ey Rab! Senin şanın 
    ne büyüktür! Bürhânın ne yücedir. Fâtiha senden, sonuç sanadır. Ey Allah'ım! 
    Muhammed (s.a.v.)'e ve onun yakınlarına salat ve selâm et. Nasıl İbrahim'e 
    ve onun onun yakınlarına salat ve selâm eyledinse. Sen övülmüşsün, pek yücesin. 
    Ey Allah'ım! Muhammed (s.a.v.)'i ve onun yakınlarını kutlu eyle, İbrahim ve 
    onun yakınlarını kutlu eylediğin gibi. Sen övülmüşsün, pek yücesin! Bizi, 
    kendilerine nimet verdiklerinle, gazab edilmemiş ve sapmamışlarla haşret! 
    Âmin".