110-NASR: 
    
  "geldiği zaman." 
    Tahakkuk ifade eden bir zaman zarfı olduğu için fiil-i maziye gelir, şart 
    mânâsına delalet ettiği için de mazinin mânâsını geleceğe çevirerek şartın 
    gelecekte gerçekleşeceğini ifade eder. Burada şartı, ile ona atfedilen fiilinin 
    toplamıdır, cevabı da ve matufudur. nın bu vechile tahakkuk ifade etmesinden 
    dolayı burada kendisinden öncesinin de düşünülmesiyle şu mânâ hasıl olur:
   "Ey Muhammed, 
    seni gönderen, senin tek mabudun olan Allah'ın yardımı ile fetih gelecek, 
    hem sen insanların Allah'ın dinine fevc fevc (dalga dalga) girmeye başladıklarını 
    göreceksin. Çünkü "Allah, "Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz." diye 
    yazmıştır." (Mücadele, 58/21); "Elbette biz elçilerimize ve inananlara hem 
    dünya hayatında, hem de şahitlerin (şahitliğe) duracakları günde yardım ederiz." 
    (Mümin, 40/51), "Eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz, (Allah da)size 
    yardım eder." (Muhammed, 47/7) buyurulmuştur. Sen Allah'ın Resulü olduğun 
    ve önceki sûre mânâsı üzere tevhid ve ihlas ile Allah'a ibadet ve kulluk edip 
    sırf onun dinine sarıldığın, bu şekilde mücahede ederek ona yardım ettiğinden 
    dolayı bunlar kesin olarak olacak, işte bunlar gerçekleştiği zaman "Rabbini 
    öğerek tesbit et"... 
  Allah'ın yardımı. 
    Düşmanlara karşı galip ve muzaffer kılacak olan vaad edilen yardımı, "Allah'tan 
    yardım ve yakın bir fetih... Müminleri müjdele!" (Saff, 61/13) buyurulan yardımı, 
    ve fetih. Zemahşerî der ki: "Nasr" ile " feth" arasında ne fark vardır ki 
    ona atfedilmiş? dersen, derim ki: "Nasr", iğase ve düşman üzerine üstün kılmaktır. 
    "Fetih" de memleketlerin fethidir ve mânâ Resulullah'ın Arab'a ve Kureyş'e 
    zaferi ve Mekke'nin fethidir. Allah'ın müminlere nusreti ve şirk beldelerinin 
    onlarca fethi emridir de denilmiştir." Râzî tefsirinde de der ki: "Nasr, istenilenin 
    tahsiline yardımdır, fetih de onunla ilgili olan istenilen şeyin meydana getirilmesidir. 
    Nusret, fetihe sebeptir, onun için atfedilmiştir." 
  İkinci bir 
    vecih: Nusret dinin kemali, fetih dünyaya ait istektir ki, tamamı nimettir. 
    Bunun benzeri "Bugün size, dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." 
    (Maide, 5/3) âyetidir.
   Üçüncü bir 
    vecih: Nusret, dünyada istediğine ulaşmak, fetih de "Ve (cennetin) kapıları 
    açıldı." (Zümer, 39/73) buyurulduğu üzere cennete ait olmaktadır. Görüşlerin 
    en açığı; yardımın, Kureyş'e veya bütün Arab'a üstün gelme, fethin de Mekke 
    fethi olmasıdır. İbnü Abbas'tan nakledilen de Mekke'nin fethidir ki ona "fethu'l-futuh" 
    (fetihlerin fethi) denilir. Nitekim buna başlangıç olan Hudeybiye antlaşmasına 
    da "feth-i mübin" denilmişti. Şu halde asıl mânâ sade Kureyş'e veya Arab'a 
    karşı yardımın ve Mekke fethinin hususiyetleri üzerine değil, bunlar, ilerde 
    bunların üzerine kurulacak fetihlerin anahtarı, İslâm'a fetihlerin kapılarının 
    açılışı demek olması hasebiyle ve üstünlük ve fethin gelmesi, gelecek bütün 
    fetihlerin gelmeye başlaması mânâsına raci olduğundan dolayı bir çok tefsirciler 
    bu nasrı ve fethi cinse yüklemişlerdir ki, bu mânâ Kevser'in verilmesinde 
    beyan olunan mânâ gibi olarak "Bugün dininizi size, olgunlaştırdım, size nimetimi 
    tamamladım." (Maide, 5/3) buyurulan güne işaret olmuş olur. Veda Haccı'nda 
    da teşrik günlerinde Mina'da indiği rivayetine göre bu mânâ daha yakın olur. 
    Ancak bu takdirde daki gelecek mânâsı fiilinde değil, rü'yet (görme)in bazı 
    kısmı itibarıyla düşünülmek gerekir. Bu açıklamadan sonra şu sonucu da gelebiliriz 
    ki, fetihten maksat yalnız memleket fethinden ibaret olmayıp, daha çok kalblerin 
    iman ve İslâm'a fethi demek olur. Mekke fethi üzerine en çok terettüp eden 
    fetihler, İslâm dininin derhal yayılıvermiş olması ve yirmi seneden beri Kureyş 
    kâfirlerinin karşı koymalarından dolayı hakkın kabulüne kapalı duran kalplerin 
    Mekke ve Taif fethinden sonra akın akın İslâm'a açılıvermiş bulunmasıdır. 
    Onun için Isâm demiştir ki: "Allah'ın dinine dalga dalga girdikleri"ne münasip 
    olan, fethin müminlere din kapısının açılması mânâsına yorumlanması da kalbe 
    çarpan mânâlardandır." Yukarılarda da geçtiği üzere Mekke'nin fethi hicretin 
    sekizinci senesi Ramazan'ında olmuştu. Resulullah'ın emrinde Muhacirler ve 
    Ensar ve diğer müminlerden on bin kişilik muntazam bir ordu vardı. İki bin 
    kişi de sonradan katılmıştır. Peygamber'imiz (s.a.v.) Mekke'de onbeşgün kaldı, 
    ilk girdiği zaman Kâbe'nin kapısında durup: "Allah'tan başka ilâh yoktur, 
    tekdir; kuluna (Muhammed'e) yardım etti, (müşrik) toplulukları da yalnız başına 
    yenilgiye uğrattı." demişti. Sonra da: "Ey Mekke'liler! Şimdi ben size ne 
    yapacağım, dersiniz? buyurdu. Hayır yapacaksın, kerîm bir kardeş ve kerîm 
    bir kardeş oğlu, dediler. Haydi gidiniz sizler serbestsiniz "gidiniz, siz 
    serbestsiniz" buyurdu. Bu şekilde onları âzad etti, onun için onlara "serbestler" 
    denildi. O zamana kadar İslâm'a girenler birer ikişer giriyorlardı. Buhârî, 
    Amr b. Seleme'den şöyle nakletmiştir: Demiştir ki: Fetih olunca her kavim, 
    İslâm ile Resulullah'a koştu, bütün kabileler İslâm'a gelmek için Mekke'nin 
    fethini gözetiyorlardı ve onu kavmi ile bırakın, eğer onlara üstün gelirse 
    o peygamberdir diyorlardı. Hasen'den de: Resulullah (s.a.v.) Mekke'yi fethedince 
    Araplar: "Allah Teâlâ Mekkelileri Fil ashabından korumuşken, o madem ki onlara 
    karşı üstün geldi, o halde sizin ona eliniz erişmez." dediler ve bölük bölük 
    Allah'ın dinine girdiler." Bunlardan anlaşılır ki fetihten maksad, çoğunluğun 
    dediği gibi Mekke'nin fethi olmakla beraber, o yalnız düşman bir şehrin fethinden 
    ibaret değil, Kâbe'nin fethi olduğundan aynı zamanda kalblerin Allah dinine, 
    İslâm kapısının bütün insanlığa açılışı ve bu şekilde fetihlerin fethi olmuştur. 
    Derhal bütün Arabistan'a ve oradan bütün cihana yayılan İslâm'ın maddî ve 
    manevî fetihleri Kâbe kapısının açılmasıyla başlamıştır. 
  2. Şu da buna 
    işaret işaret eder: Ve insanları gördün. Yukarıda söylendiği üzere bu , ye 
    atfedilmiş olarak toplamının başına dahil olduğundan, hepsi birden bir vakit 
    ve bir şart olmak üzere düşünülmek gerekir. Razî'nin dediği gibi âyetin zahirinden 
    açıkça anlaşılan Arap'tan başkasını da içermek üzere bütün insanlardır. Fakat 
    bu genelleme başlangıçta Arap'tan başladığı cihetle ilk önce Arab'a sarfedilmiş 
    olmak gerekir. Onun için tefsircilerin pek çoğu, Arap demişlerdir. Asıl maksad 
    da hakiki istiğrak (içerme) ile insanın her ferdini değil, genel örf ile insanlık 
    âleminin girmeye başladığını görmek veya bilmektir. "Ben, cinleri ve insanları 
    ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyat, 51/56) buyurulduğu üzere 
    insanlık hilkatinden ve akıldan kastedilen Allah'ı tanıyıp ibadet etmek olduğu 
    cihetle hakkı tanımayanların "Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapık." 
    (A'raf, 7/179) hükmünde olduklarına da işaret olabilir. Rü'yet (görmek)ten 
    açıkça anlaşılan da gözle görmektir. İki mef'ulünü geçişli hale koyan ef'al-i 
    kulûbdan olarak "ilim" mânâsına olmak da muhtemeldir, denilmiştir. Yani Allah'ın 
    mevcut olan yardımı ve fetih geldiği ve sen insanları gördüğün veya dış tesiriyle 
    anlayıp bildiğin zaman ki giriyorlar. Rü'yet gözle olduğuna göre "nas" (insanlar) 
    mef'ul, bu cümle "nas"dan haldir. "Giriyorken" demek olur. Rü'yet kalp ile 
    olduğuna göre de onun ikinci mefulüdür. "İnsanları giriyor gördüğün zaman" 
    demek olur. "Girdiler" buyurulmayıp "giriyorlar" buyurulması da hepsinin girmeleri 
    tamam olmuş olmayıp, girmeye başladıklarına ve peyderpey gireceklerine işaret 
    eder. İşte bu ölçü iledir ki "nas" (insanlar), Arap'tan başkasını da içine 
    alır ve gelecekteki girmeler de bu hale katılmış olacağı anlaşılır. Yani giriyorlar 
    ve girecekler. 
  Allah'ın dinine. 
    Yani hak İslâm milletine ki, Allah katında din odur. Ondan başka din isteyenin 
    dini kabul olunmaz. "Muhakkak Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19), 
    "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki (o din) ondan kabul edilmeyecek 
    ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır." (Al-i İmran, 3/85) buyurulmuştur. 
    Allah'a isteyerek teslim olup da boyun eğmeyen, nihayet istemeyerek teslim 
    olmaya mecbur olur, ona döndürülür. "Göklerde ve yerde olanların hepsi, ister 
    istemez, O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir." (Al-i 
    İmran, 3/83) bunu göstermektedir. Öyle giriyorlar ki, fevc fevc (dalga dalga), 
    alaylarıyla toplum toplum. Bu da "nas"a raci olan 'nin zamirinden haldir. 
    Rağıb der ki: "Fevc, süratle geçen topluluktur, mutlak cemaat mânâsına da 
    gelir". Şu halde her iki mânâ itibariyle bizim alay tabirimize benzemektedir. 
    Burada mutlak cemaat (toplum) mânâsına olmakla beraber "efvacen" diye çoğul 
    yapılması haysiyetiyle de fevca fevc, alay alay demek olacağından dolayı bu 
    girişin peyderpey gelen bir geçit resmi manzarası ifade etmiş olacağından 
    gaflet olunmamak gerekir. Bu manzara ise "O (hak)dini, bütün dinlere üstün 
    kılsın." (Fetih, 48/28) âyetindeki vaadi gereğince, bu hak dinin bütün dinlere 
    üstünlüğünün ortaya çıkma manzarasıdır ki, bu, Mekke'nin fethi ile Resulullah'ın 
    vefatı arasında başlamıştır. 
  Ebu Ömer b. 
    Abdü'l-Berr demiştir ki: "Resulullah'ın vefatında Araplar'da kâfir kalmamıştı. 
    Mekke'nin fethini müteakip Huneyn ve Taif muharebelerinden sonra hepsi İslâm'a 
    girmişti. Kimi kendi gelmiş, kimi de fevc fevc elçilerini ve temsilci heyetlerini 
    göndermişlerdi. İbnü Atıyye de demiştir ki: Bunun "kâfir kalmamıştı" demesinden 
    maksat -Allah daha iyi bilir puta tapıcı Arap kalmamıştı, demek olmalıdır. 
    Çünkü Beni Tağlib hıristiyanları Resulullah'ın hayatında henüz İslâm'a girmiş 
    olmayıp, cizye vermeyi kabul etmişlerdi. O halde maksad, Mekke'liler, Taif'liler, 
    Yemen'liler, Havazin'liler ve diğer puta tapıcılar olmuş olur". İkrime ve 
    Mukatil'den bir rivayette de "nas"dan maksat, Yemen'lilerdir, denilmiş, onlardan 
    yediyüz kişi elçi olarak gelmiş, İslâm'ı kabul etmişlerdi. Bu münasebetle 
    "İman Yemen'lidir, hikmet de Yemen'lidir" yani Yemen tarafına mensubdur, hadisi 
    de bilinmektedir. Mekke'nin fethiyle onu takiben Huneyn muharebesi ve Taif 
    muhasarasından başka bir harp olmaksızın, ondan sonra Peygamber'in vefatına 
    kadar iki sene içerisinde bütün Arabistan'ın her tarafından akın akın, fevc 
    fevc heyetler gelerek İslâm'a girmişler, Necranlılar ve Beni Tağlib gibi henüz 
    doğrudan doğruya İslâm'ı kabul etmemiş bulunanlar da İslâm zimmet ve tâbiyyetini 
    kabul etmişler ve İslâm milleti içine girmişlerdi. Bu surette dıştaki devletlere 
    karşı da İslâm davet ve fetihlerinin kapısı açılmış bulunuyordu ki, hep bunlar 
    "O (Hak dini) bütün dinlere üstün kılsın." (Fetih, 48/28) vaadinin ortaya 
    çıkmaya başlamış olması idi ve bu günler "Bugün dininizi size olgunlaştırdım, 
    size nimetimi tamamladım." (Maide, 5/3) buyurulmuş günler idi. Bununla Resulullah'ın 
    peygamberlik ve tebliğ görevi sona ermiş ve bundan sonrası ümmetin üzerine 
    düşen diğer vazifeler olmuş oluyordu. Bundan dolayı buyuruluyor ki, işte muhakkak 
    olacak olan bu olaylar olduğu, yani vaad edilen o yardım ve fetih geldiği 
    ve sen insanların böyle fevc fevc Allah'ın dinine girmeye başladıklarını gördüğün 
    zaman,
   3. artık 
    hamd ile Rabb'ine tesbih et. Seni yardım ve özel terbiyesi ile yetiştirip 
    hüda ve hak dini ile göndererek "O (Hak dini) bütün dinlere üstün kılın." 
    (Fetih, 48/28) vaadini yerine getirmek üzere o hamd ve tazime değer başarılara 
    erdiren, sana Kevser'i verip düşmanlarını güdük kılan Rabbinin büyük lütuf 
    ve ihsanına kavuşmaktan dolayı ona layık her türlü övgü ve yüceltmeler ile 
    hamd ederek, onun noksan olan sıfatlardan uzak zatını her vechile, yani zatında, 
    sıfatında, fiillerinde, isimlerinde şanına yaraşmayan eksiklik şaibelerinden 
    tenzih ve kutsamaya daha çok devam et. Demek ki, bütün bunların: Yardım, fetih 
    ve dini yaymanın neticesi, hikmetin gayesi tesbih ve şükürdür. "Onların orada 
    duası: "Allah'ım sen her türlü eksiklikten uzaksın", birbirlerine sağlık dilekleri: 
    "Selam", dualarının sonu da: "Âlemlerin Rabb'i Allah'a hamdolsun" sözleridir." 
    (Yunus, 10/10) buyurulduğu üzere Cennet ehlinin Cennet'te baştan sona duaları 
    tesbih ve Allah'a hamd etmektir. "Biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis 
    ediyoruz." (Bakara, 2/30) mânâsınca meleklerin işi de odur. Hatta her şey 
    kendi özelliğine göre yaratıcısına hamd ile tesbih ettiğine göre hamd ile 
    tesbih bütün yaratılışın gayesi demektir. "O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir 
    şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız." (İsra, 17/44) âyeti 
    İsra Sûresi'nde geçmişti ki tesbih esasen balığın suda, kuşun ve atın havada, 
    yıldızların yörüngelerinde hızla geçişleri gibi süratle geçmek, yani hızla 
    yüzmek mânâsına "sibahat"dan tef'il babında olduğu için çok yüzdürmek mânâsının 
    gereği olarak çok uzaklaştırmak veya paklıkta, temizlikte çok ileri götürmek 
    mânâsından alınarak tenzihte meşhur olmuştur. Ragıb der ki: Tesbih, Allah'ı 
    Teâlâyı tenzihtir, bunun aslı da Allah'a ibadette süratle gidiştir, ib'ad 
    "Allah onu ırak etsin" gibi şer hakkında kullanıldığı gibi, tesbih de hayır 
    işe tahsis edilmiştir ve tesbih, gerek söz, gerek fiil, gerek niyet ibadetin 
    hepsine de ıtlak olunur. "Eğer tesbih edenlerden olmasaydı." (Sâffat, 37/143) 
    "namaz kılanlardan" diye tefsir edilmiştir. Bununla beraber en uygun olan 
    üçünü de içermesidir.> Demek, hamdin özel bir ifadesi olduğu gibi, demek de 
    tesbihin bir özel ismi olduğundan dolayı "Kamus"ta zikredildiği üzere tesbih, 
    "sübhanallah" demek mânâsına da gelir ve yerine göre demek taaccüb (şaşmak) 
    yerinde de söylenir. Eğer taaccüb (şaşma) fevkalade bir güzellik münasebetiyle 
    istihsan (güzel görme) yerinde ise yaratanı bu güzel sanatıyla tenzih mânâsında 
    olur. Eğer bir münasebetsizliğe şaşmak suretiyle istihcan (kötü ve çirkin 
    bulma) yerinde ise yüce yaratıcıyı ondan tenzih ederim, mânâsında olur. "Sübhan" 
    kelimesinin Esma-i Hüsna (Allah'ın güzel isimlerin)dan olarak Allah'ın zatına 
    ıtlak olunduğu da zikrolunmuştur. "Ebu'l-Baka Külliyyâtı"nda da şöyle söylenmiştir: 
    "Kur'ân'da tezekkî, İslâm mânâsına olduğu gibi, tesbih de hep salâttır. Bununla 
    birlikte Kur'ân'da tesbih, çeşitli vecihlerle tenzih mânâsına da gelmektedir. 
    Tesbihten tenzih ve yalnız zikir kastedildiğinde harf-i cer ile teaddi etmez 
    (geçişli olmaz), denilmez. Fiil, yani salâta makrûn (yakınlaştırılmış) tenzih 
    kastedildiği zaman ise bu kasda tenbih için harf-i cer ile müteaddî (geçişli) 
    olur. Bir de tesbih, taat ve ibadet ile, takdis (kutsama) de bilgiler ve inançlarla 
    olur. Tesbih layık olmayanı reddetmek; takdis, layık olanı isbattır. , mânâsınadır." 
    Yani burada ile geçişli olmuş değildir. Tesbihin hamd ile bir araya getirilmesi 
    emredilmiştir. Razî der ki: "Hak Teâlâ'nın sıfatları selb (inkâr) ve îcâb 
    (kabul etme), nefy (red) ve isbatta düşünülür. Sülûb (negatifler) ise îcâbât 
    (pozitifler)dan öne alınmıştır. Tesbih, vâcibü'l-vücûd olan Allah'ın selbî 
    sıfatlarına işarettir ki, bunlar celâl sıfatlarıdır. Tahmid de sıfat-ı sübûtiyyeye 
    işarettir ki, bunlar da ikrâm sıfatlarıdır." 
  Şu halde tesbih 
    ile hamdin bir araya getirilmesi celâl ve ikrâm sahibi olan Allah'ın ismi 
    hükmünce celâl ve ikram sıfatlarının isbatı ve açıklanması demek olur. Yine 
    tefsircilerin naklettikleri vechile Resulullah (s.a.v.)'a tesbihten sorulduğunda 
    buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ'yı her ârızadan, şâibeden tenzihtir." Bu ise 
    gerek zâtî sıfatlarında ve gerek fiilî sıfatlarında nefy (red) veya isbatı 
    caiz ve layık olmayacak her noksanlıktan uzak demek olur. Şu halde tesbih, 
    Allah Teâlâ'nın zatında, sıfatında, fiillerinde, isimlerinde nezahet ve paklığını 
    ifade eder. Bu da olaylar ve mümkün olan şeylerin şanından olan çirkinliklere, 
    eksikliklere ve Allah'ın kemâline aykırı olan hallere karşı fiil sıfatından 
    olan kızma ve celâl sıfatının tecellisini ve zatında hiçbir noksan kabul etmeyen 
    cemâl sıfatının, en yüksek güzelliğin bütün paklığıyla tahakkukunu gerektirir. 
    Bundan dolayıdır ki "Gök gürültüsü, övgüsüyle; melekler de korkusundan O'nu 
    (Allah'ı) tesbih ederler." (Ra'd, 13/13) ilâhî kavli tesbihin celâl sıfatı 
    ile ilgisini açık olarak ifade etmektedir. O halde tesbihin hakikati, hamdin 
    hakikati gibi doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın kendisine mahsus olan ve Subbûh, 
    Kuddüs, Hamîd şerefli isimlerinin gereği bulunan fiildir. Yaratılmışlara ait 
    olan tesbih ise her birinin fıtrî verilerine mümkün olabilen özel yetenekleri 
    oranında gerek fiilen ve gerek sözlü olarak ve gerek itikâdî bakımdan onun 
    açıklanma ve ilanı için ilâhî emre uymaktan ibarettir. Bundan dolayıdır ki 
    tesbih söz, fiil, niyet ve itikadı içermek üzere ve özellikle namaz mânâsına 
    ve "sübhaneke" ve "sübhânallah" gibi tenzihi ifade eden zikirler ile övme 
    mânâlarına gelmektedir. Onun için burada tefsircilerin çoğu mutlak tenzih 
    ile, bazıları da namaz ile, diğer bazıları da "sübhanallah" demekle tefsir 
    etmişler, bazıları da "Bunu bizim hizmetimize veren (Allah)in şânı yücedir." 
    (Zuhruf, 43/13) gibi tesbihi taaccüb olarak bu başarının hayrete değer bir 
    şekilde büyüklüğünü kutlamak için olduğunu anlatmışlardır. Ebu's-Suud bu vecihleri 
    şöyle özetlemiştir: "Rabbine hamdederek "sübhanallah" de, yahut kimsenin kalbine 
    gelmeyecek vechile sana o hayrete şâyân üstünlük ve başarıları kolaylaştırdığından 
    dolayı onun o güzel, o mükemmel sanatına hamd ederek taaccüb et (şaşırıp kal), 
    yahut çok nimet vermesinden dolayı çok ibadet ve sena olmak üzere onu tesbih 
    ve hamd ederek zikret. Yahut nimetine hamd ederek onun için namaz kıl, Kâbe'nin 
    kapısını açtığı zaman Resulullah (s.a.v)'ın sekiz rekat kuşluk namazı kılmış 
    olduğu rivayet edilmiştir. Yahut vaadini yerine getirdiğinden dolayı hamd 
    ederek onu zalimlerin söylediklerinden tenzih et, yahut ikram sıfatlarına 
    hamd ederek celâl sıfatlarıyla senâ et!"
   Resulullah'ın, 
    birçok âyetlerde geçtiği üzere, daha önceden de tesbih ve hamd ile emrolunduğu 
    ve bundan dolayı fetihten önce dahi tesbih ve hamd etmekte bulunduğu malum 
    olduğu için buradaki emrin devam veya fazlalaştırma veya diğer bir nükte ile 
    özel bir mânâ ifade etmesi gerekeceğinden, anılan vecihlerle tefsirciler bunu 
    anlatmak istemişlerdir. Şu muhakkaktır ki, Allah Teâlâ'nın celâl ve ikram 
    tecelliyatı hiçbir an kesilmediğinden dolayı her zaman ona tesbih ve hamd 
    vazifedir. Hamd, Fâtiha'da açıklandığı üzere yalnız ulaşılmayan nimetten dolayı 
    değil, ulaşılan nimetten dolayı da olur. Ve o zaman hamd, şükür mânâsında 
    olur. Şu halde celâl ve ikram tecellileri arttığı oranda da tesbih ve hamdin 
    artması gerekir. Zira nimet ve ikrama erince, ihsan edeni ve celâl sıfatını 
    unutmak ve celâl eseri karşısında cemâl ve ikram tecellilerini unutmak hüsrana 
    götüren cahillik ve küfür huylarındandır. Yardım ve fetihte ise bir taraftan 
    celâlin ortaya çıkarılması, bir taraftan da ikram ile vaade vefa vardır. Şu 
    halde bunların tahakkukuyla tesbih ve hamd vazifesinin ifası kastedilmiştir. 
    En yüksek paklık ile en yüksek hamd ve şükür zevki asıl o zamandır. Ve asıl 
    o zamandır ki kalbin daha yüksek bir ferağat ve temizlikle Hak Teâlâ'nın celâl 
    ve cemâl neş'esini duyarak ona yönelmesi lazımdır. Nitekim "Boşaldığın zaman 
    uğraş (ibadetle meşgul ol) yorul. Ve Rabbine rağbet et." (İnşirah, 94/7-8) 
    buyurmuştu. Ve onun için cennet ehlinin bütün davası da tesbih ve hamddir. 
    İşte "Allah'ı hamd ile tesbih ederim." diye zikre devamda bu zevk ve neşe 
    ile Hakk'ın cemâline olan o şevk ve rağbetin ilan ve izharı ve ruhun tam bütünüyle 
    ona dönmesi demek olduğu gibi, ta peygamberliğin başlangıcında "Pislikten 
    (Allah'a eş tutmak, puta tapmak gibi şeylerden) kaçın." (Müddessir, 74/5) 
    buyurulmuş olan putların bu fetih ve zafer üzerine kırılması ve açıkta kapalıda 
    şirk eserlerinin, ahlâkının ve âdetlerinin silinmesi için temizlik yapılması 
    da tesbih ve tenzihin gereğidir. Bundan dolayı burada "tesbih et" emri, Allah 
    Teâlâ'yı zikir ve tenzihin çoğaltılmasını ifade ederken zahir ve bâtının temizlenmesi 
    emrini de ifade etmiş olur. Fakat biraz önce hatırlatıldığı üzere tesbih ve 
    tahmidin hakikati yine Allah'a mahsus olduğu için her kim olursa olsun dünyada 
    hiçbir yaratığın onu bütün kemaliyle yerine getirmesi kabil olmaz, kul, masum 
    olsa da münezzeh, sübhan olamaz. Her ne kadar, büyük ahlâk olan ilâhî ahlâk 
    ile ahlâklansa, "Onunla arasındaki mesafe iki yay kadar, yahut daha az." (Necm, 
    53/9) kalsa da Yaratıcı Teâlâ'nın "Zatına benzer hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 
    42/11) olan zât-ı sübhânisine oranla mahlûkun kusur ve noksanı mahiyetinin 
    gereğidir. Onun bütün kemâli "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım 
    bekleriz." (Fatiha, 1/5) anlaşmasıyla Allah Teâlâ'nın yardım ve inayetinden 
    aldığı imdat feyzine bağlıdır. Her hususta yardım ve fetih ondandır. Nitekim 
    Resulullah "Ben sana senâyı sayıp tüketemem, sen kendini senâ ettiğin gibisin." 
    demiştir. "Sana hakkıyla ibadet edemedik." diye varid olmuştur.> Bu kusuru 
    örtecek, bu eksikliği tamamlayacak olan da ancak Allah Teâlâ'nın mağfiretidir. 
    O da isteyene vaad edilmiş olduğundan buna işaret olarak da buyuruluyor ki: 
    Ve ona istiğfar et. Muhammed Sûresi'nde "Bil ki, Allah'tan başka tanrı yoktur. 
    (Ey Muhammed), kendi günahın, inanan erkeklerin ve inanan kadınların günahı 
    için (Allah'tan) mağfiret dile." (Muhammed, 47/19) buyurulduğu üzere gerek 
    kendin ve gerek ümmetin için mağfiretimi dile, ki "Allah senin günahından, 
    geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın." (Fetih, 48/2) hükmü zâhir olarak (gerçekleşerek) 
    bütün temizlikle Rabbine dönesin. Çünkü O muhakkak tevbeleri çok kabul edici 
    bulunuyor. Tevbe ile kendine dönenleri kabul ile affedegelmiştir. Şu halde 
    istiğfar ve tevbe edenler kabulünü ümit etsinler. Kelamın zahiri denilmek 
    iken buyurulması nüktelidir. Tesbihin hamde yakınlaşması gibi, bununla istiğfarın 
    tam faydası, tevbeye yakınlaşması halinde olacağına bir tenbih vardır. İstiğfar, 
    yahut "Ya Rabbi bana mağfiret et, bize mağfiret buyur, mağfiretini niyaz ederim" 
    gibi dua ve niyaz ile mağfiret istemektir. Tevbe ise yukarılarda açıklandığı 
    üzere günaha nedamet ve bir daha yapmamak üzere azim ile dönüştür. İnsan, 
    başkalarının günahları için de istiğfar edebilir. Kur'ân'da "Rabbimiz, hesabın 
    görüleceği gün, beni, anamı babamı ve müminleri bağışla." (İbrahim, 14/41) 
    gibi bunun pek güzel misalleri vardır. Onun için burada da "ondan mağfiret 
    dile" emri, Peygamber'in sadece kendisi için olması lazım gelmeyip ümmeti 
    için de olur. Ve hatta daha çok ümmeti için denilmiştir. 
  Fakat kimse 
    başkasının adına tevbe edemez. Bununla beraber istiğfar, tevbeyi de içine 
    alabilir. Alûsî'nin naklettiği vechile İbnü Receb demiştir ki: Yalnız istiğfar, 
    duada mağfiret isteğiyle beraber tevbedir, "Allah'tan mağfiret diliyor ve 
    O'na tevbe ediyorum." gibi tevbeyi de zikrederek istiğfar ise, sadece mağfiret 
    talebiyle duadır. Bir de demiştir ki, yalnız istiğfar, geçmiş günaha nedametle 
    ve onun şerrinden korunmayı dua ile talep ve gelecek günahın şerrinden de 
    onu yapmamaya azm ile korunmayı talebdir. Ve işte "Israr ile sağîra (küçük 
    günah) yoktur, istiğfar ile de kebîre (büyük günah) yoktur." gibi varid olan 
    hadislerde ısrarı yasaklayan ve soyut olarak zikredilen istiğfardan kastedilen 
    böyle nedamet ve azm ile tevbeyi içermiş olan istiğfardır. Eğer geçmiş günaha 
    nedamet yoksa, o sadece duadır, nedamete yaklaşmış ise tevbedir."
   Bunun özeti, 
    şer'an istiğfara vaad edilmiş ve tertip edilmiş olan hükümler, tevbe mânâsında 
    olan istiğfardadır. Mutlak olarak istiğfar denildiği zaman o kastedilir. Tevbe, 
    nedamet mânâsı bulunmayan ve günahtan pişman olmaksızın sadece onun af ve 
    mağfiretini istemekten ibaret kalan istiğfar, sadece bir duadır, makbul olmamak 
    gerektir. Çünkü hem günaha pişmanlık duymamak, hem de onun mağfiretini istemek 
    Allah'a karşı edepsizliktir. Ancak bu, kişinin kendi günahı hakkındadır.
   Bir de bu 
    âyette intibak sanatı olduğu söylenmiştir. Asıl kelam: "Ona istiğfar et, çünkü 
    o bir mağfiret edicidir ve tevbe et, çünkü o bir tevbeleri kabul edicidir" 
    demek olup, her birinden birinin hazfiyle diğerine işaret edilmiştir. 
  Sûrenin başında 
    da işaret olunduğu üzere İmam Ahmed b. Hanbel'in "Müsned"inde ve "Sahih-i 
    Müslim"de ve daha başkalarında Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir ki, Resulullah 
    (s.a.v.) son zamanlarında sözünü çok söyler olmuştu ve sorulduğunda: "Rabbim 
    bana ümmetimde bir alamet göreceğimi haber verdi ve onu gördüğüm zaman hamd 
    ile tesbih ve istiğfar etmemi emir buyurdu." demişti. "Keşşaf Tefsiri"nde 
    der ki: "Tesbih emriyle beraber istiğfar emri dinin kıvamı olan emir ile emri 
    olgunlaştırmak içindir. Yani dinin kıvamı itaat ile günahlardan korunmak arasını 
    toplamadadır. Bir de Resulullah'ın masum olmasıyla beraber bu emir ümmetine 
    lütuf olması içindir. Bir de istiğfar, Allah için tevazudan ve nefsin hazmindendir. 
    Ve ondan dolayı nefsinde bir ibadettir. Peygamber (s.a.v.) hazretlerinin: 
    "Ben gece ve gündüz yüz kere istiğfar ederim." dediği de sahih rivayetler 
    cümlesindendir." A
  lûsî der ki: 
    "Kul her ne kadar çok çalışsa da, Mabud'un celaline layık olanı, gereği gibi 
    yerine getirmede kusurdan uzak olamayacağına işaret için birçok taatlardan 
    sonra istiğfar da meşru kılınmıştır. Onun için zikretmişlerdir ki, farz namazı 
    kılan kimse için akabinde üç defa istiğfar etmesi, teheccüd kılanın seher 
    vakitleri dilediği kadar istiğfar etmesi ve hacının hacdan sonra istiğfar 
    etmesi meşru kılınmıştır. "Seherlerde istiğfar ediciler." (Âl-i İmran, 3/17), 
    "Sonra insanların akın akın döndüğü yerden siz de akın edin ve Allah'tan mağfiret 
    dileyin, şüphesiz Allah bağışlayan, esirgeyendir." (Bakara, 2/199). Aynı şekilde 
    abdestin sonunda ve her toplantının bitiminde istiğfarın meşru olduğu da rivayet 
    olunmuştur. Resulullah herhangi bir toplantıdan kalkarken de derdi. Bu şekilde 
    istiğfar emrinden, anlaşıldığı nakledilen vefat haberine bir remiz var demektir. 
    Meşhuru da bu işaret, dinin emrinin kemal bulmasıyla davet görevinin tamama 
    yaklaşmış olduğuna delaletten anlaşılmıştır." 
  "O, Resulünü 
    hidayet ve hak din ile gönderdi ki, o (İslâm dini)nu bütün dinlerin üstüne 
    çıkarsın." (Saf, 61/9) âyetleri Resulullah'ın peygamber olarak gönderilmesi, 
    Hak dininin bütün dinlere karşı hikmetinin açıklanması için olduğunu anlattığı 
    ve "Onlara (yapacağımızı) söylediğimiz (azab)in bir kısmını sana göstersek 
    de veya (bunu sana göstermeden) seni (dünyadan) alsak da (ne farkeder?). Nihayet 
    bize dönecekler." (Yunus, 10/46) gibi âyetlerde de kâfirlere karşı yapılmış 
    olan tehditlerin bir kısmını Peygamber'in, vefatından önce dünyada göreceğine 
    işaret buyurulduğu gibi, bu sûrede de yardım ve fethin geleceği ve halkın 
    alay alay hak dine girmeye başladıklarını Resulullah'ın muhakkak göreceği 
    vaad olunarak bu görüş tahakkuk ettiği zaman tesbih ve hamd ile istiğfarın 
    emrolunması ve sonra buna talil (sebep gösterme) makamında Tevvâb (tevbeleri 
    çok kabul eden) şerefli ismiyle son verilmesi, tesbih ve hamd ehl-i cennetin 
    ilerden beri davasının gayesi olduğunun malum bulunması ve mağfirette örtmek, 
    tevvabda dönüşü kabul etmek mânâlarının da esas olması düşünülünce muhakkak 
    bir kerîm vaad ile onu kesin şekilde yerine getirmeyi ifade eden bu ta'lîk 
    (belli bir zamana bırakma)ın birçok nüktelere delalet eden faydalarının neticesi; 
    o vakit gelince, vaadin tamam olup peygamberlik görevinin sona ererek "dön" 
    emrinin tahakkuk edeceğini ve böylece o alametler görülünce vaadin doğruluğunu 
    ve hakkındaki yardım ve ilâhî tecellilerin kudsiyet ve yüceliğini görmüş, 
    Kevser'in oluş zevkini müşahede etmiş olan Muhammedî zatının o başarılı neşesiyle 
    tatmin olmuş ve seçilmiş, lekesiz olarak bu fani âlemden, bu imtihan yeri 
    ve günahların savaş alanı olan bu dünyadan çekilip pak ruh ve temiz sır ile 
    hakka'l-yakîn Allah'ın likasına kavuşmak üzere tesbih, hamd ve en çok ümmeti 
    için istiğfar ederek "Biz Allah'a aidiz ve muhakkak O'na dönücüleriz." (Bakara, 
    2/156) âyetinin hükmüne hazır ve âmâde bulunması gereğine işaret olduğu sezilir 
    ki, bunda "Benim dinim benim içindir." (Kâfirûn, 109/6) mefhûmundaki ihlas 
    ve müjdelemenin de bir izah ve ifası vardır. Rivayet olunmuştur ki bu sûre 
    nazil olduğunda Resulullah (s.a.v.) bir hutbe okuyup şöyle buyurmuştu: "Bir 
    kul, Allah onu dünya ile kendine kavuşması arasında muhayyer (seçmeli) kıldı, 
    o Allah'a kavuşmasını seçti." Bunun ne demek olduğunu Ebu bekir (r.a.) anlamıştı 
    da: Canlarımız ve mallarımız, atalarımız ve evlatlarımızla sana feda olalım, 
    demişti. Yine rivayet olunmuştur ki: Resulullah bunu ashabına okuduğu zaman 
    sevinmişler, fakat Hz. Abbas (r.a.) ağlamıştı. Resulullah (s.a.v.): "Neye 
    ağlıyorsun amca?" buyurdu. "Sana vefatın haber veriliyor." dedi, "Evet dediğin 
    gibi" buyurdu.Hz. Ömer'in ve İbnü Abbas'ın bunu anlayışları da yukarıda anlatılmıştır. 
    
  Nasr (yardım), 
    fetih ve rüyet (görmek) bu üç şarta tesbih ve hamd, istiğfar, bu üç emrin 
    gereğiyle ilgili nükteleri beyan ederken "Razî tefsiri"nde der ki: "Hak yakınlarının 
    seyrinde iki yol vardır. Kimisi "hiçbir şey görmedim, illa ondan sonra Allah'ı 
    gördüm" demiştir. Kimisi de "hiçbir şey görmedim, illa ondan önce Allah'ı 
    gördüm" demiştir. Şüphe yok ki bu tarîk daha mükemmeldir. (Bak: Âl-i İmran, 
    3/190; Yunus, 10/31; Fussilet, 41/53) Zira yüksek hikmetler itibarıyla eseri 
    meydana getirenden esere inmek, eserden eseri yapana çıkmaktan derece itibarıyla 
    daha yüksektir. Rivayet erbabının fikirlerine de nur kaynağı vâcibü'l-vücûd, 
    zulmet kaynağı mümkinü'l-vücûd olduğundan vâcibü'l-vücûdda istiğrak daha şereflidir. 
    Hem asıl ile tabi olana istidlal, tabi olanla asla istidlalden daha kuvvetlidir. 
    Bu anlaşıldıktan sonra bu âyet de işte bu iki tarîkın en şereflisi olan tarîka 
    delalet etmektedir. Zira yaratıcı ile meşgul olmak, nefis ile meşgul olmaktan 
    önce getirilerek önce Yaratan'a ait iki emir; tesbih ve hamd zikredilmiş, 
    sonra da üçüncü mertebede istiğfar zikredilmiştir ki hem Yaratan'a, hem de 
    halka dönüş olan karışık bir durumdur. Tesbih, celâl sıfatı olan selbî sıfatlara, 
    tahmid de ikram sıfatı olan sübutî sıfatlara delalet ettiğinden dolayı celâli 
    düşünmek, ikramı düşünmekten öne alınmak için tesbih, hamdden önce getirilmiş, 
    sonra da Yaratan'dan halka inme yoluyla istiğfar zikredilmiştir. Çünkü bunda 
    nefsin kusurunu ve hakkın zenginliğini görmek ve nefs için en güzel ve en 
    mükemmel olanı istemek vardır. Malumdur ki, Allah'tan başkasının mütalaasıyla 
    meşgul olduğu nisbette Allah Teâlâ'nın celâlini mütalaadan mahrum olur, istiğfarın 
    tesbih ve tahmidden sonraya bırakılması bu inceliğe işaret eder." Lâkin şunu 
    da unutmamak gerekir ki, burada halka olan bu nüzul halkta kalmak için değil, 
    halktan yaratıcıya en mükemmel şekilde rücû (dönme) ve onun mağfiretiyle cemalinin 
    lütfuna gark olmak üzere huzur-ı ehadiyyetine kabul için olduğuna tenbih olarak 
    sonu Tevvâb (tevbeleri çok kabul eden) şerefli ismiyle bitirilmiştir. Bunda 
    zikredilen iki yolun ikisini de içine almış olmak üzere halka nüzulünden sonra 
    yine Yaratan'a dönmek ve baştan sona tevhid ile ahirete ve sonsuzluğa karar 
    vardır. "O, ilktir, sondur." (Hadid, 57/3), "Ve sonunda Rabbine varılacaktır." 
    (Necm, 53/42), "Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz." (Bakara, 2/156). 
    
  Kevser kendisine 
    verilmiş olan Fahr-i âlem (s.a.v.) nihayet böyle yardım görmüş ve zafere ermiş 
    olarak kendisine fetih kapıları açıldığı ve halkın alay alay, akın akın Allah'ın 
    dinine girmeye başladıklarını gördüğü ve bu şekilde din tekamül ederek peygamberlik 
    görevi sona erip gereğince dünyada hükümleri icra etmek üzere bütün dünya 
    maddî ve manevî bakımdan kendisine teveccüh etmiş bulunduğu sırada "İnsana 
    çalışmasından başka bir şey yoktur. Çalışması da yakında görülecektir. Sonra 
    ona karşılığı tam olarak verilecektir. Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır." 
    (Necm, 53/39-42) hükmünce iki mükâfatın tecellisi karşısında bulunuyordu. 
    Birisi: Zafer ve fethin gereği olarak dünya saltanatı ve ganimetinin teveccühü. 
    Birisi de, onu kazandıran Allah'ın dininin gereği olarak o fani dünya arzu 
    ve hevesine meyl ve iltifat etmeyip, Allah'ın lütuf ve yardımıyla sırf Allah 
    için yapılmış olan o çalışma ve mücahedenin ecrini hiçbir dünyaya ait garazla 
    kirletmeyerek "Elbette senin sonun (ahiretin), ilkinden (dünyandan) daha hayırlıdır." 
    (Duhâ, 93/4) hükmünü tahakkuk ettirmek üzere bu başarıyla şükran için de pak, 
    temiz olarak Allah'a kavuşmak. Bir adı da Tevdi' Sûresi olan bu sûre işte 
    bu saatin girmesinde onun artık tesbih ve hamd ederek bundan böyle bu en mükemmel 
    dinin hükümlerinin icrasını ümmetine bırakmak ve mihnet ve fena âlemi olan 
    bu cisimler âlemine veda edip Rabbine kavuşmasına işaret ediyordu. Hz. Yusuf 
    mülk edinmekteki başarısının sonunda "Rabbim, sen bana mülkten bir nasip verdin 
    ve bana rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada 
    da, ahirette de benim yârim sensin! Beni müslüman olarak öldür ve beni iyilere 
    kat!" (Yusuf, 12/101) diye müslüman olarak alınıp salihlere katılmasını istediği 
    gibi, Resul-i Ekrem (s.a.v.) de hutbesinde: "Bir kulu Allah, dünya ile kendine 
    kavuşması arasında serbest bıraktı, o da Allah'a kavuşmayı seçti." diye işaret 
    ettiği vechile dünyayı bırakıp, Allah'a kavuşmayı tercih etti.
   Hicretin 
    onuncu senesi "Bugün size dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım 
    ve size din olarak İslâm'ı beğendim." (Maide, 5/3) âyetinin nazil olduğu Veda 
    Haccı'nı yaptıktan ve "Bakınız tebliğ ettim mi?, bakınız tebliğ ettim mi?" 
    diye söylediği meşhur Veda Hutbesi'ni bitirdikten sonra Medine'ye dönmüştü. 
    Hep hamd ile tesbih ediyordu. Bu arada son âyet olarak 
  "Şu günden 
    sakının ki, o gün (hepiniz) Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı 
    tam olarak verilecek ve onlara hiç haksızlık edilmeyecektir." (Bakara, 2/281) 
    âyeti nazil olmuştu. Derken onbirinci hicrî senesinin Safer ayının sonlarında 
    bir baş ağrısından rahatsızlanarak Rebîü'l-Evvel'in onikinci gününe kadar 
    devam eden bu rahatsızlığı esnasında dahi son üç günden başkasında Mescid-i 
    saadete çıkıp namazı kıldırmaktan kalmamıştı. Bu esnada bir gün Fadl b. Abbas 
    ve Ali b. Ebi Talha hazretlerinin ikisi arasında minbere çıkıp hamd ve senâ 
    ettikten sonra okumuş olduğu hutbesinde:
  "Ey insanlar! 
    Ben kimin sırtına bir değnek vurdumsa, işte sırtım, aynen bana vursun ve eğer 
    kimsenin ırzına sövmüşsem, işte ırzım aynını yapsın, ben kimsenin malını almışsam, 
    işte malım ondan alsın ve benim tarafımdan düşmanlık olur diye korkmasın, 
    o benim şanımdan değildir." dedi ve indi. Öğle namazını kıldıktan sonra yine 
    minbere döndü, önceki sözünü tekrar etti. Bunun üzerine üç dirhem iddia eden 
    bir kişiye derhal bedelini verdi. Sonra şöyle buyurdu: "Haberiniz olsun, dünya 
    mahcupluğu, ahiret mahcupluğundan ehvendir. Sonra Uhud ashabına dua etti ve 
    onlar için istiğfar eyledi. Sonra da yukarıda zikrolunduğu üzere: "Bir kul, 
    Allah onu dünya ile kendisine kavuşması arasında serbest bıraktı da, o Allah'a 
    kavuşmayı seçti." buyurdu. Hz. Ebu Bekir bunun üzerine ağlamıştı da "Sana 
    kendimizi, mallarımızı, babalarımızı ve evlatlarımızı feda ederiz!" demişti. 
    Sonra da Ensar'ı tavsiye buyurdu. Ancak üç gün mescide çıkamamıştı, ezan okununca: 
    "Ebu Bekir'e emredin insanlara namazı kıldırsın." buyurdu. Rebiü'l-Evvel'in 
    onikinci günü Pazartesi günü -ki doğduğu gündür- Hz. Aişe'den rivayet olunduğu 
    vechile önündeki bardağa mübarek elini batırıp su ile yüzünü meshediyor "Allahım 
    bana sekerâtına karşı yardım buyur." diye dua ediyordu. Kuşluk vakti idi, 
    derken ağırlaştı. Hz. Aişe kucağına almıştı, bu fani âleme gözünü yumdu, son 
    sözü "Hayır, refîkı'l-a'lâ" diye Rabbine özlemini arzetti, isteği olan Allah'ın 
    likâsına kavuştu (Bkz: Âl-i İmran, 3/144). 
  "Selâm, dualar 
    ve güzellikler Allah içindir. Selâm, Allah'ın rahmeti ve Allah'ın bereketleri 
    senin üzerine olsun ey Peygamber. Selâm (esenlik), bizim ve Allah'ın salih 
    kullarının üzerine olsun. Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka tanrı yoktur. 
    Ve yine şahitlik ederim ki Muhammed Allah'ın kulu ve peygamberidir." "Allahım, 
    İbrahim ve yakınlarına salat ve selâm ettiğin gibi, Muhammed ve yakınlarına 
    da salat ve selâm et." "Rabbim, beni ve soyumu namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz, 
    duamızı kabul eyle." "Rabbimiz, beni, babamı, anamı ve insanları, hesaba kalkılacağı 
    gün affeyle." "Allahım, bizi onun dini üzere yaşat, onun dini üzere öldür 
    ve onun bayrağı altında haşret." "Allahım sen sübhansın, sana hamd ediyorum, 
    beni affetmeni diliyorum ve sana tevbe ediyorum" "Bizim son duamız, "hamd 
    âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur" olsun."
   Bu başarıya, 
    bu güzel son buluşa, böyle tesbih ve hamd ile Allah'ın mağfiretine kavuşturan 
    Allah'ın dinine karşılık bu nimetin kadrini bilmeyip küfür ve inkârda ısrar 
    eden ve kendilerine "sizin dininiz sizedir" denilen ve tevbeye yanaşmayan 
    kâfirlerin kötü sonuçlarıyla cezaları da en açık bir misal ile gösterilmek 
    ve Peygamber'in vefatıyla İslâm'ın fetihlerine ve yayılmasına zarar gelmeyip, 
    ona düşmanlık edenlerin yine muratlarına eremeyecekleri anlatılmak üzere bunun 
    akabinde Hz. Peygamber'in amcası iken ona iman şerefine nail olmayıp küfür 
    ve düşmanlık edenlerle beraber olduğundan dolayı soyu ve nesebi, serveti ve 
    çalışmaları kendisine fayda vermemiş olan Ebu Leheb'in ebedî hüsranını anlatan 
    "Tebbet" Sûresi gelecektir.