78-NEBE': 
    
  "Birbirlerine 
    hangi şeyi soruyorlar?" Bunun aslı, 'dır. Neyi hangi şeyi? demektir. Sözdeki 
    kapalılık konunun önemini göstermek içindir. "Hangi büyük meseleyi?" demek 
    olur." Ne için, neden dolayı birbirlerine soruyorlar?" demek olabileceğini 
    de söylemişlerdir. Her iki durumda da bunu birbirlerine soranların maksadı 
    gerek olumlu gerek olumsuz, gerek alay, gerek ciddi olsun her halde inanmayanların 
    dahi bundan önemli bir telaş duyduklarını ve meselenin aslında büyük bir mesele 
    olduğunu bildirir ki bu, şu cevap ile açıklığa kavuşturuluyor.
   2. "O büyük 
    haberden". 
  NEBE', önemli 
    haber, önemli olarak kabul edilmesi gerekli olan haber demektir. Başındaki 
    "lâm" ahd için olduğundan özellikle Peygamberlik haberi demek olur. "Büyük" 
    sıfatıyla nitelenmesi de aslında en büyük haber olduğunu gösterip açıklamaktadır. 
    Bu haber, Peygamber (s.a.v)'in gönderilmesi ve özellikle onun Kur'ân ve Peygamberlikle 
    bildirdiği kıyamet haberidir. O gün, herkesin iman ve amelinden sorulacağı 
    ahiret günü, öldükten sonra dirilme günüdür. 
  İmana gelmeyenler, 
    Hz. Muhammed (s.a.v)'in Peygamber olarak gönderilişi ile ilgili birbirlerine 
    soruyorlar: Bu haber ne? O,Allah 
    tarafından Allah'ın birliğine ve ahiret gününe inanmaya çağırmak için gönderilmiş 
    elçi mi imiş? Hele o kıyamet haberi nedir? Ölüler dirilecek, herkese yaptığından 
    sorulacakmış, öyle mi? diyorlar. Kimi "öyle" diyor, kimi "böyle şey mi olur?" 
    diyor. Kimi de "acaba!" diye tereddüt ediyordu. İşte burada bunlar anlatılıyor. 
    
  3. "Ki onlar 
    bu haberde ayrılığa düşmektedirler". Burada "o haberde" mef'ûlü (tümleci)nün 
    önce gelmesi mutlak (soyut) olarak önem için veya "sadece" mânâsını ifade 
    etmek için olabileceğine göre bunda iki mânâ vardır: Önemini göstermek için 
    olduğuna göre, kiminin inanarak, kiminin inkâr ederek, kiminin tereddüde düşerek 
    o haber hakkında ihtilaflarını ve bu ihtilafın bile onun önemini gösterdiğini 
    anlatır. "Sadece" mânâsını ifade etmek için öne alınmış olduğuna göre ise, 
    onların ihtilaf ve tartışmaları sadece o haber verilen şey hakkında olduğunu 
    beyan ile bu ihtilaftan, haberin bir nevi doğruluğu mânâsı çıkar ki, şöyle 
    demek olur: "Onlar onda ihtilaf ediyorlar ama, ihtilaf etmek bile, ilerde 
    bir fayda veya zarar gelebileceği düşüncesiyle olacağından dolayı, gelecekte 
    iyi veya kötü mutlaka bir sorumluluk günü geleceğini hissetmekten kaynaklanır 
    ve bütün kavgalar bundan kopar. Birbirlerine soru soranların, ihtilaf edenlerin 
    asıl farkları da o gün ortaya çıkar." 
  4. Onun için 
    "Hayır, öyle değil". Bu söz, onların ihtilaf ve inkârlarını red ve batıl inançlarının 
    doğru olmadığını bildirerek, verilen haberin kesin olduğunu gösterir. "İlerde 
    bilecekler". Yani ilerde gerçek ortaya çıkacak ve o haberin doğru olduğunu 
    görecekler. Vakti ve saati gelip aralarındaki ihtilafın çözüleceği, haklı 
    ile haksızın ayrılacağı gün bütün şüpheler ortadan kalkacaktır. 
  5. "Hayır 
    hayır, ilerde bilecekler." Bu, kendinden, önceki cümlenin mânâsını vurgulamaktadır... 
    
  6. "Biz yeryüzünü 
    kılmadık mı?" Bu âyetten âyetine kadar aradaki âyetler o haberin doğruluğunu, 
    evrende bulunan âyet ve delillerle isbat etmektedir. İnkârı mümkün olmayan 
    bu gerçekler düşünülünce, sonunda bir ayrılık, bir kesim ve hesap gününün 
    geleceğini inkâra yer kalmaz. "Bir döşek". 
  MİHAD, bir 
    beşik ve karyola gibi döşenmiş, hazırlanmış döşek demektir. Yeryüzü insanlar 
    için uzay boşluğu içinde böyle döşenmiş bir döşek gibidir. Önce bu döşek hazırlanmış, 
    insan bu döşekte doğmuştur. Bu döşekte yaşamakta, yine bu döşekte konaklamaktadır. 
    
  7. "Dağları 
    birer kazık yaptık." Bu da benzetme edatı söylenmemiş bir benzetmedir. Dağları 
    birer kazık gibi yaptık demektir.
   EVTAD, yere 
    veya duvara çakılan çivi ve kazık demek olan kelimesinin çoğuludur. Tekilin 
    de tâ harfini, vetdün, vetedün ve vetidün şeklinde üç türlü okumak caizdir. 
    Kazık ve çivi; sıkıştırma ve zorlama ile bağlama ve sabit tutma aracıdır. 
    Nitekim bizde de "çivi çakmak" bina yapmaktan kinaye olarak kullanıldığı gibi 
    "kazık kakmak" da bir yerde sabit durmak ve ikâmet etmekten kinaye olarak 
    ebediyet mânâsında bile kullanılır. "Sanki dünyaya kazık kakacak!" denildiği 
    zaman sonsuz kalmak istiyor demekten kinaye olur. Bunun gibi Araplar'da da 
    bir kazık çakılmadan bir ev kurulmayacağı, bir atasözü gibi söylenir. Nitekim 
    Efveh:
   "Direksiz 
    ev yapılmaz. Kazıklar sağlam çakılmayınca direk de olmaz." beytinde, direkleri 
    olmadan bir ev kurulamayacağını, kazıklar sağlam çakılmadan da bir direk dikilemeyeceğini 
    söylemiştir. 
  Burada yeryüzünün 
    insan hayatı için bir döşek gibi olduğu anlatılırken, dağların da bu döşeğin 
    durumunu sabitleştirmek için çakılmış kazıklar gibi bazı faydaları bulunduğuna 
    ve dağlar kaldırılıvermiş olsa o döşek üzerinde kalmanın ve huzurun yok olacağına 
    işaret edilmiş bulunuyor.
   Yer üzerinde 
    çıkıntıları bir sahaya çakılmış bir takım kazıkların görüntüsünü andıran ve 
    bu şekilde nice bölgeler meydana getirerek onları üzerinde oturmaya ve medeniyete 
    elverişli, korunmuş yataklar halinde sınırlayıp sabitleştirmiş bulunan dağların 
    yaratılış hikmeti Kur'ân'da başlıca "Yeryüzünde, insanları sarsmaması için 
    sabit dağlar yarattık." (Enbiya, 21/31) gibi âyetlerde geçtiği üzere çalkanma 
    ve sallanmadan korumak suretiyle sabitleştirme ve sükûnu sağlayan baskılar 
    mânâsında ifade edilmiştir ki, bu sallantı ve çalkanışlar insan hayatı bakımından 
    jeolojik, coğrafi, atmosferik (yeryüzünün etrafındaki boşlukla ilgili) ve 
    sosyal olmak üzere birçok yönlerle ilgilidir. 
  Bu ifadede, 
    yerkabuğunun yaşamaya uygun bir şekilde oluşumu için yer çekiminin merkezden 
    çevre yüzeyine doğru yayılışının çeşitlilik ve denkliğini ve dahilî püskürmelere 
    karşı koymayı sağlam ve deniz ile karaları ayırmak suretiyle kara kısımlarını 
    deniz seviyesinden değişik yüksekliklerde yükselerek, deniz sularının çekilip 
    çoğalmasıyla olabilecek tufanlardan kurtarılması ve nehirlerin akması için 
    su depoları, kaynaklar ve su yolları teşkili; rüzgarların, bulutların, yağmurların 
    farklı akımlarla dağıtımı ve değişik iklimlerle değişik hayat şartlarının 
    ve yiyecek ve içeceklerin çeşitli şekillerde hazırlanması, daha sonra da sosyal 
    bakımdan insanlık akınlarının, birbirlerine karışmalarının, çarpışmalarının 
    ve çatışmalarının sınırlanması ve düzenlenmesi gibi sayılamayacak kadar çok 
    faydaları bir özetleme ve doğal durumların hayata uygun olmayan zorunlu neticelerine 
    de bir işaret vardır. Öyle ki yüce Allah'ın hayat bakımından özel lütfu olup 
    da yeryüzü döşenmemiş, üzerine dağlar oturtulmamış, oturma ve korunma bölgeleri 
    oluşturulup sabitleştirilmemiş, yer yüzeyi deniz seviyesinde bırakılmış olsaydı, 
    tabiat bakımından üzerinde rahatça durabilme mümkün olmayacak sürekli bir 
    çalkantı ve sallantı olacaktı. Görülmekte olan hayat ve hayat şartları oluşmayacak, 
    merkez ve çevreden tabii akımlara karşı direnme ve savunma sebepleri verilmemiş 
    olacaktı. Yetiştirilen bağ ve bağçeler şöyle dursun bir hububat tanesi ve 
    hücrecik bile tutunamıyacaktı. Onun için gök kapılarının açılması, dağların 
    yürütülüp serap haline getirilmesi Kıyamet olacaktır. Bunlar burada aslında 
    derin olmakla beraber gayet basit gibi görünen en açık ana hatlarıyla hatırlatılarak 
    birbirlerine karşıt olan şeylerin olağanüstü demek olan çeşitliliği ve mantıki 
    olarak birbirlerinin varlığını gerektirmesi itibariyle hayat tarzından niçinli 
    ve kesin deliller halinde yaratıcının yapma ve iradesine, lütuf ve ihsanına, 
    insanlığın yükümlülüğüne, yapılmanın yıkımına, dünyanın ahiret ile bir çift 
    oluşturmasına delalet ettiğine ve ona göre bir hareket çizgisi belirlenmesine 
    dikkatleri çekecek şekilde gösterilivermiştir. 
  8. Erkek ve 
    dişi, çitf çift. Hayatın tabiat üstünde ilk çeşitlenmesi ve yaratıcının özel 
    bir nimeti olarak huzur yatağının ilk sosyal kademesi veya sınıf sınıf, boy 
    boy, güzel ve çirkin gibi tabiatın ahenk ve ritmini değiştiren ve biri diğerini 
    hatırlatan karşıt çiftler. 
  9. 
    "Bir dinlenme." 
  SÜBAT, bir 
    kesim, bir dinlenme, yani kesik bir uyku, bir kestirme, bir rahat ve dinleniş, 
    yahut bir sübat gibi, yani duygu ve işten kesilmek itibariyle bir ölüm gibi 
    sessizlik veya salgınlık.
   Tefsirlerde 
    ve "Kâmus"ta "sübat" kelimesinin ölüm, uyku veya hafif uyku ve rahat anlamlarında 
    kullanıldığı ve bu nam ile tanınan bir hastalığın da adı olduğu naklediliyor 
    ki insana aşırı bir suskunluk getirir, uykudan gözünü açtırmaz, hatta öldürür(uyku 
    hastalığı denilen bu olmalı). Bu kelime tıp dilimize de girmiş, anatomide 
    "sağ ve sol atardamar sübatı" isimleri meşhur olmuştur. Bununla beraber bu 
    mânâlar kelimenin asıl mânâsı değil, asıl mânâsından anlaşılabilen diğer mânâlar 
    olarak söylenmiş olduğu da açıklanıyor. Deniliyor ki, sübat kelimesinin kökü 
    olan aslında ilk defa "kesmek" mânâsını ifade etmek için kullanılmış bir kelimedir. 
    Kesilmesi düşünülen mef'ûlü (tümleci)ne göre; tıraş etmek, yok etmek, işi 
    kesip istirahat etmek, meşhur tabirimize göre "tatil yapıp dinlenmek" gibi 
    mânâlarda kullanılır. Bu şekilde "işi tatil etme günü" mânâsına da sebt denilmiştir. 
    
  Sebt kelimesinin 
    bir diğer lügat mânâsı da uzanıp serilmek, salmak, salıvermektir. "Başında 
    burulup toplanmış veya örülmüş olan saçının bir miktarını uzatıp salıverdi." 
    mânâsında denilir. Şaşırmak mânâsına da kullanılır. Sübat kelimesi de aslında 
    böyle kesmek ve salıvermek mânâları ile ilgili olarak keskin fikirli, dâhi 
    ve zeki ve dolandırıcı kimse, ölüm ve bir tür uyku ve bir hastalık mânâlarına 
    mecaz olarak kullanıldığı gibi rahat mânâsına da olabileceği söylenmiştir. 
    Hastalık isimlerinin çoğunlukla bu kalıpta olduğu göz önünde bulundurularak 
    bu kelimenin de ölüm veya bir hastalık mânâsında olmasına da itibar edilmiştir. 
    Ancak şu var ki, burada uykunun sübat olması nimetler arasında sayılması nedeniyle, 
    bundan bir zarar mânâsı değil, fayda ve nimet özelliği kastedilmiş olduğu 
    da anlaşılmaktadır. İşte bu nedenlerden dolayı uykuya hangi mânâ ile sübat 
    denilmiş olduğunda ihtilaf edilmiştir. Kuşkusuz burada sübat, doğrudan doğruya 
    uyku demek olamaz. Çünkü "uykunuzu uyku kıldık" demek anlamsız görünür. Bunu 
    devamlı bir uyku değil, kesik bir uyku mânâsına; yani hayatınıza zararlı değil, 
    biraz uyuyarak dinlendikten sonra uyanıp yine işlerinizi görebileceğiniz hafif 
    ve kesik bir uyku diye tefsir edenler olmuştur. Nitekim bizim de bazan "bir 
    uyku kestirdi", "bir kestirme yaptı" dediğimiz olur. 
  Zemahşeri 
    gibi bir kısım tefsirciler ise, "Sizi geceleyin ölü gibi uyutan odur."(En'âm, 
    6/60) âyetinin mânâsına uygun olmak üzere, uykunun bir ölüm gibi olması mânâsını 
    tercih etmişlerdir. Bunun hayat demek olan kelimesine karşılık olarak zikredilmesiyle 
    hüküm gününü anlatması açısından makama daha uygun olacağını söylemişlerdir. 
    Fakat burada bunun, nimetler sayılırken zikredilmiş olması genellikle buna 
    pek uygun görünmez. Bundan dolayı diğer bir kısım tefsirciler burada sübat 
    kelimesinin "sessizlik ve rahat" mânâsına olmasını tercih etmişlerdir. 
  İbnü Cerir 
    el-Taberi ölüm mânâsına işaretle beraber demiştir ki: "Sebt ve sübat sessizlik 
    demektir. Nitekim rahat ve huzur günü olması itibarıyla Cumartesi gününe Sebt 
    denilmiştir. Buna göre mânâ şudur: "Uykunuzu sizin için bir rahat ve huzur 
    kıldık. Onunla dinlenirsiniz ve ruhlarınız sizden ayrılmamış, canlı olduğunuz 
    halde şuursuz, ölü gibi sessiz olursunuz."
   Ebu Hayyan 
    da şöyle der: Sübat, sessizlik ve rahattır. Bir kimse işi bırakıp dinlendiği 
    zaman denilir. Bir de sübat bildiğimiz bir hastalıktır ki insanı aşırı derecede 
    sessiz yapar, hatta öldürür. Uyku da buna benzer, fakat insana zarar vermez.." 
    Kâdı Beydâvî de bunları şöyle özetlemiştir: 
  "Subaten, 
    hayvanî kuvvetlerin yorgunluğunu gidermek suretiyle dinlenmesi için duygu 
    ve hareketten kesim, yahut ölüm demektir. Çünkü ölüm, iki cins vefattan biridir. 
    Ölüye, hareketten kesilmiş mânâsına "mesbut" denilmesi bundandır. Bunun asıl 
    mânâsı da kesmektir." Süyûtî de (Celaleyn"de: "Sübaten", bedenlerinize rahat 
    mânâsınadır." demiştir. 
  Bunlara karşı, 
    "sübatın, lügatte rahat mânâsına geldiği görülmemeştir" diyenler olmuş ise 
    de buna şöyle cevap verilmiştir: Bu kelimeyi "rahat" mânâsı ile tefsir edenlerin 
    maksadı, hakikat olarak değil mecaz olarak bu mânâyı ifade ettiğini anlatmaktır 
    ki bunun iki şekilde yorumu vardır: 
  BİRİSİ, duygu 
    ve hareketin kesilmesi itibariyle ölümde de bir sessizlik ve rahat bulunduğundan 
    ölüm mânâsı dolayısıyla bir mecaz olmasıdır ki "iki mertebeli mecaz" demektir. 
    Yani "ölüm" de "rahat" da mecazi mânâlardır. 
  BİRİSİ de, 
    doğrudan doğruya kesmek veya salınmak mânâsından olarak yorgunluğu kesmekte 
    ve salınıp yatmakta rahat mânâsı bulunmasıdır. Şu halde bu detaydan çıkan 
    netice de şu olur: Uykunun sübat olmasında, bütün bu mânâları gösteren bir 
    kavram ile tarifi var demektir. Bu özellikleri bakımından sübat, uykunun önce 
    organizmanın gösterdiği etkinlikte bir yorgunluk ve salıklık ile bir kesiklik 
    ve duyuların geçici olarak kesilmesi ile hayata zıt, bir iş bırakma ve durgunluk 
    olması nedeniyle ilkin bir baygınlık veya ölüm mânâsında hastalıkla ilgili 
    ve olumsuz mahiyette bir olay; ikinci olarak bunun devamlı olmayıp bu kadar 
    süre ile sessizlik ve durgunluk içinde bir dinleniş ile o yorgunluğun kesilip 
    yeni bir üfürme ile öldükten sonra tekrar dirilmek gibi yeni bir canlılıkla 
    uyanmak üzere hayatın geleceği ile ilgili bir dinlenme, bir kür olması nedeniyle 
    de faydalı, sağlıklı, olumlu bir olay olduğunu ve dolayısıyla uykunun kendisi 
    değil, sonucu itibariyle arzulanan bir nimet sayılması gerekeceğini anlatan, 
    yani fizyolojisini özetleyen bir tarifi olmuş olur. Bunun ise detayları tıbbı 
    ilgilendirdiğinden meâlde "sübat" lafzını terceme edemiyerek tefsir kısmında 
    bunları göstermek üzere aynen korunmasını daha uygun buldum. Çünkü bunda uykunun 
    karanlık ile ilgili olan ölüm ve hayat arasındaki karanlık mahiyetine tam 
    bir teması vardır. 
  10. Böyle 
    bir durumda ise açıkta kalmak tehlikeli ve örtünüp başkalarının bakışlarından 
    gizlenmek gerekli olduğu için Geceyi de bir libas yaptık. Bilindiği gibi libas, 
    bedeni bürüyüp örten giysi veya örtüdür ki, burada sırta giyilen iç çamaşırlardan 
    daha çok yorgan gibi üstten örtünülen örtü mânâsı daha iyi yakışır. Nasıl 
    ki elbisenin, insanın ayıp ve kusur yerlerini örtmek, yani avret yerlerini 
    örtmek, soğuktan, sıcaktan ve haşerelerden korumak gibi bir takım yararları 
    varsa, gecenin de, karanlığıyla başkalarından, düşmandan, yırtıcı hayvanlardan 
    gizlemek ve uyarıcı veya fitneci olan ışığın titreşimlerinden saklamak ve 
    aynı zamanda açıktan erilemiyecek bir takım gayelere ermek için bir pusu hizmeti 
    görmek gibi nice faydaları vardır. Nitekim Mütenebbi bu mânâda şöyle demiştir: 
    
  "Gece karanlıklarının 
    benim yanımda nice eli, nimetleri vardır ki, karanlığı kötülük ilâhı sayan 
    müşrik Mâneviyye'nin yalan söylediğini haber verir. Seni düşmanların kötülüğünden 
    korur, sen onlara yürüyebilirsin ve utangaç nazlı dost da seni onda ziyaret 
    etmiştir." 
  11. "Gündüzü 
    de bir geçim zamanı yaptık". 
  MEAŞ, "maîşet" 
    gibi mimli mastar olarak ıyş, yani geçim mânâsınadır ki, Râgıb'ın beyanına 
    göre canlılara özgü olan hayat demektir. Sadece melekî ve ruhani olan hayata 
    pek "ıyş" denmez. Örfümüzde meâş, mecaz olarak geçim sebebine de denir. Burada 
    zaman ismi olması da caiz görülmüştür ki gündüzleyin hayat ve geçim için çalışma 
    vakti demek olur. Demek ki uyku ve gece bu şekilde gündüz çalışmak için bir 
    hazırlık yapma olduğu gibi, uyanıp gündüz çalışmak da hayat gayesine ermek 
    ve yarınki hayat için bir hazırlanmaktan ibarettir. Bu çalışmak insana ait 
    olmakla beraber yalnız onun işi de değildir. Yüce yaratıcı tarafından insana 
    tahsis edilmiştir. Bunların yapılabilmesi ve o döşeğin döşenmesi için ilk 
    önce mekan olacak bir yurt, bir bina gereklidir ki o da şöyle beyan ediliyor: 
    
  12. "Üstünüze 
    yedi sağlam bina çattık." 
  SEB'İ ŞİDAD, 
    yedi sağlam bina ki Mülk sûresinde açıklandığı üzere yedi göktür. Bunların 
    burada şidâd yani sağlam vasfıyla nitelenmesi, insanların yaptıkları binalar 
    gibi zaman aşımına uğrayıp yıpranıvermemesi itibariyle kuvvetine, güçlülüğüne, 
    koruyucu sınırlarının sağlamlığına işarettir. 
  Bu âyetlerde 
    geçen "biz kıldık" fiilleri, yukardaki "biz kılmadık mı?" fiili üzerine bağlanmakla 
    sorunun mevkiine dahil olmak itibariyle burada da "seb'i şidad", bu ilk muhatab 
    olan Mekke müşrikleri de dahil olmak üzere herkesin görüp anlayageldiği yedi 
    gezegenin hareketleri ve yörüngeleri sınırlarıyla çizilmiş olan gök kısımları 
    olmak yeterli görünür. 
  13. "Işık 
    saçan bir kandil, Güneş." 
  VEHHAC, ateşin 
    yalınlanarak parlak ve çoşkulu bir şekilde parıldaması mânâsına kökünden türetilmiş 
    aşırılık ifade eden bir siğa (kip)dır ki, pek parlak, parıl parıl demektir. 
    
  14. "Bulutlardan 
    indirdik".
   MU'SIRAT 
    kelimesi hem "mu'sır"ın, hem de "mu'sıra" nın çoğulu olabilir. Bu vasıf da 
    birkaç şekilde kapsamlı mânâlar ifade eder. Zira "i'sar" kelimesinden türetilmiştir. 
    İ'sar ise; sıkmak, bir şeyin suyunu, öz suyunu çıkarmak mânâsınadır. Veya 
    "vakit" mânâsına gelen "asır" kelimesini if'al kalıbına sokmak suretiyle türetilmiş 
    olup başında bulunan hemzenin bir yere veya vakte girmek, vakti gelmek mânâlarını 
    veya geçişlilik ifade etmesine göre "vaktine girmek, sıkım vakti gelmek, sıkıp 
    suyunu çıkartmak" mânâlarına mastar olduğu gibi sıkıp kavuran bora ve kasırga 
    mânâsına isim de olur. Bunun için, vakti gelmek mânâsıyla i'sar'dan türetildiğinde, 
    ergenlik çağına eren veya yirmisine yaklaşan kıza mu'sır> denildiği gibi, 
    olgun üzüm gibi sıkılıp suyunu çıkarma zamanı gelmiş şeylere veya pres, mengene 
    gibi, bir şeyin sıkıp suyunu çıkartan kuvvetlere de mu'sıra denilir. 
  Burada bu 
    mânâların her birine göre mu'sırat, yağmur yağdırma zamanı gelmiş bulutlar 
    veya onları presler gibi sıkıştıran rüzgarlar veya gökler diye tefsir edilmişse 
    de, ne olduklarının belirlenmesine kalkışılmaksızın "sıkım zamanı gelmiş, 
    sıkılıp suyu çıkarılacak şeyler" veya "bir şeyin suyunu çıkartanlar" mânâlarıyla 
    mutlak olarak anlaşılması daha kapsamlı olacağından meâlde "mu'sıreler" demekle 
    yetinmeyi nazmın inceliğine daha uygun gördük.
   "Şarıl şarıl." 
    
  SECC, SÜCUC, 
    lazım (geçişsiz) ve müteaddi (geçişli) olarak suyun veya bir akıcı maddenin 
    çok dökülüp şarlıyarak akması veya akıtılmasıdır. 
  15. "Onunla 
    çıkartalım diye". Bu, yağmur yağdırmanın hikmet ve gayesini açıklamaktadır. 
    Lâm, netice; bâ sebep bildirmek içindir. 
  16. "Sarmaş 
    dolaş". Bu kelime "leff" kelimesinin çoğulu olup birbirine girmiş, sarmaş 
    dolaş demektir. 
  17. "Kuşkusuz 
    hüküm günü". Bu kısımda "biz kılmadık mı?" âyetinden beri soru ile anlatılan 
    fiillerin gösterdikleri netice ile, o büyük haber açıklanmaya başlanmaktadır. 
    Yani, o uykudan bir kalkış vakti ve o hububat ve bitkilerin, o bağ ve bahçelerin 
    bir kesim vakti olduğu gibi, bütün bu dünya hayatının da bir kesimi, o anlaşmazlıkların 
    bir çözümü, o nimetlerin bir hesap ve sorumluluk vakti olan bir gün geleceği 
    ve o günün bunlara bir sınır ve son olmak üzere Allah katında belirlenmiş 
    belli bir vakit olduğu kesindir. Bunun geleceğini bu delillerden topluca olsun 
    anlamanız gerekir. Anlamak istememeniz durumunda da ilerde kesinlikle bileceksiniz. 
    Haberiniz olsun ki Mürselât sûresinde geçtiği üzere kesinlikle bir hüküm günü 
    gelecektir. O şaşmaz bir belirlenmiş vakittir. 
  18. O hüküm 
    günü Sûr'a üfürüleceği gündür. Bu üfürmenin, yıkım üfürmesi olan ilk üfürme 
    değil, "Sonra ona bir daha üfürülecektir. Bir de bakarsınız hep o yıkılanlar 
    kalkmışlar, bakıyorlar."(Zümer, 39/68) âyetinin ifade ettiği gibi kalkma ve 
    uyanma üfürmesi olan ikinci üfürme olduğu da şununla anlatılıyor: "bölük bölük 
    gelirsiniz". "Fâ", açıklama içindir. Yani, Sûr üfürülünce siz ölüler uykudan 
    uyanır gibi uyanır kalkarsınız da "O gün bütün insanları önderleriyle çağıracağız."(İsra, 
    17/71) âyetinin mânâsınca her millet önderiyle çağrılarak derhal alay alay, 
    ümmet ümmet, grup grup mahşere gelirsiniz. 
  19. Ve o sırada 
    gök açılmıştır. Âlemin düzeni değişmiş, bugün kapalı sağlam bir bina olan 
    gök açılmış, Hâkka Sûresi'nde geçtiği gibi "O gün gök yarılmış, çökmeye yüz 
    tutmuştur."(Hâkka, 69/16) mânâsınca yarılıp yer yer açılmıştır, da hep kapı 
    kapı olmuştur. Her tarafı kapılardan ibaret imiş gibi açılmıştır ki ilâhî 
    emirle melekler inecek, Ruh ve melekler saf, saf olacaktır. Razi der ki: Bu 
    açılma, "gök yarıldığı zaman"(İnşikak, 84/1) ve "gök çatladığı zaman"(İnfitar, 
    82/1) âyetlerinin mânâsıdır. Çünkü yarılma, çatlama ve açılma birbirlerine 
    yakın mânâlı kelimelerdir, denilmiş ise de bu pek kuvvetli değildir. 
  Çünkü kapı 
    açılmaktan anlaşılan mânâ, yarılma ve çatlamadan anlaşılan mânâdan başkadır. 
    Gök kapı kapı olabilir, sonra o kapılar açılır da göğün hacminde yarıklık, 
    çatlaklık bulunmayabilir. Hatta nakli deliller göstermektedir ki bu kapıların 
    açılma olayı meydana geldiğinde yarılma ve çatlama ile tamemen yok oluş gerçekleşecektir. 
    Buna göre göğün açılması, henüz kendisinin çatlaması ve yarılması ve tamamen 
    yıkılması değil, bunların başlangıcı olmak üzere kapılarının açılması ve sanki 
    hepsi kapı imiş, açık kapılardan ibaret imiş gibi olması demek olur. Fakat 
    bunlar yıkım üfürmesinde olacak olan olaylardır. Burada ise kalkış üfürmesi 
    anlaşıldığından, bu açılma, yarılmadan önce değil "Göğü, kitapların sahifelerini 
    dürer gibi düreceğimiz gün."(Enbiya, 21/104) buyrulduğu üzere göğün dürülüp 
    ve tamamen yok oluşun gerçekleşmesinden sonra "İlk yaratışa başladığımız gibi 
    yine onu iade edeceğiz."(Enbiya, 21/104) âyetinin mânâsı gereğince ilk yaratılış 
    gibi, yeniden yaratılmanın başlangıcı olarak ahiret düzeninin kurulmaya başladığı 
    sıra, yani gelecek olan "O gün Ruh ve melekler saf saf kıyama duracaklar." 
    gününün başlangıcı olmak bu sûrenin akışına daha çok uygundur. Bu kapılar 
    yalnız Melekler ve yüce Ruh'un inmesi için değil, A'râf Sûresi'nde "Âyetlerimizi 
    yalanlayanlara ve onları kabul etmeyi kibirlerine yediremeyenlere, göklerin 
    kapıları elbette açılmaz. Ve deve, iğnenin deliğinden geçmedikçe onlar cennete 
    giremezler."(A'râf, 7/40) âyetinde geçtiği üzere kâfirler için açılmayıp cennete 
    girecekler için açılacak olan gök kapıları da bunlar olacaktır. 
  20. Şu halde 
    bu gök, yarılıp çatlayacak olan dünya göğü değil, ahiret göğü demektir. Şu 
    âyetler de bunu gösterir gibidir. 
  Ve dağlar 
    yürütülmüş de bir serap olmuştur. Bir şey kalmamış, daha önce ilk üfürmede 
    bütün parçaları yok olup savrulmuş, 
  "Yer ve dağlar 
    kaldırıldı ve arkasından da bir defa bir çarpılış çarpıldılar."(Hâkka, 69/14) 
    âyetinde anlatılanlar gerçekleşip yeryüzü veya daha önce onun bulunmuş olduğu 
    yer dümdüz olarak "O gün yeryüzü başka yeryüzüne çevrilir. Gökler de başkalaşırlar." 
    (İbrahim, 14/48) sırrı ortaya çıkmış bulunacağından Dünyada yeryüzü döşeğinin 
    direkleri olan o dağlar o gün serap gibi hayale dönmüş, artık yeryüzünün sallanmasına 
    engel olacak hiçbir halleri kalmamıştır. 
  21. Böylece 
    ayırım gününün kuruluşu ve dehşeti anlatıldıktan sonra o gün yapılacak olan 
    ayırımın hükümleri de ayrıntılı bir şekilde şöyle anlatılıyor: Kuşkusuz cehennem, 
    mirsad olmuştur.
   MİRSAD, "Rasat" 
    kökünden türetilmiş bir alet ismi veya "mıt'am= çok yemek yiyen" gibi aşırılık 
    kipi kalıbında olmakla beraber mihrab, mizmar gibi daha çok mekan ismi olarak 
    kullanılır bir kelime olduğu açıklanıyor. Dolayısıyla "mirsad" dürbün gibi 
    gözetleme aletinden çok gözetleme yeri mânâsına kullanılır ki avcının av gözlediği 
    yer gibi gözetme yeri, gözetleme noktası demek olur. Bununla beraber gözetme 
    aleti içinde, gözetme yeri için de kullanılması hakiki mânâda olmak gerekir. 
    Gözetleme yeri gibi yerlerin araç ve alet mânâsında olma özelliği taşımaları 
    nedeniyle alet ismi siğası (kipi) ile söylenmiş olmaları düşünülebildiği gibi, 
    aşırılık ifade eden kip ile sıfat ve nisbet mânâsında mecazi olarak kullanılmış 
    olmaları da düşünülebilir ki buna göre mirsad, "çok gözetici" mânâsıyla yere 
    nisbet edilmiş olur. Yani gözetliyen sanki yerin kendisi olmuş olur. 
  Ebu Hayyân 
    der ki: "Nisbet mânâsını gösteren haberlerin va sıfatların hepsinde, o şeyin 
    çok ve devamlı yapıldığı mânâsı vardır. Cehennem de zebanî meleklerin, kendilerine 
    azap hak olmuş azgınları yakalamak için gözetip durdukları bir gözetleme yeridir." 
    Mukâtil Şöyle demiştir: Cehennem, düşmanların hapsedildiği, dostların geçtiği 
    yerdir.
   22. Aşırı 
    gidenler, azgınlık yapanlar için ki bu söz, az önce geçen mirsad ile, veya 
    biraz sonra gelecek "meab" ile ilgili olabilir. Yani, cehennem azgınlar için 
    bir gözetleme yeri yahut azgınlar için bir meâb, yani dönüp varılacak son 
    yer olan bir gözetleme yeri olmuştur. Bu kelime "mirsâd"ın sıfatı veya ondan 
    bedel veya 'in ikinci haberidir. 
  23. "Kalmak 
    üzere". Bu kelime, bir yerde ikâmet edenler mânâsına olup azgınlar için takdir 
    edilmiş olan hali anlatır. Yani, o azgınlar orada ikâmet edip durmak üzere, 
    "asırlarca".
   AHKAB, "hukub" 
    kelimesinin çoğuludur. Hukub, ard arda olma mânâsını da içererek asır ve karn 
    kelimeleri gibi peşpeşe gelen birçok seneyi kapsayan bir devir demektir ki 
    "seksen küsur yıl" diye yaygındır. Her biri bin sene demek olan ahiret günleriyle, 
    senesi üçyüz altmış gün olmak üzere seksen yıl diye rivayet edilmiştir ki 
    yirmidokuzbin sene kadar bir devir demek olur. 
  Yetmiş 
    bin sene diyenler de olmuştur. Her ne olsa "hukub," sonu olan bir müddeti 
    ifade ettiği için buradan cehennem azabının sona ereceğini anlamak isteyenler 
    olmuştur. Fakat şunu gözden kaçırmamak gerekir ki tekil bir kelime olan "hukub"un, 
    sonu olan bir süreyi ifade etmesinden çoğul olan "ahkâb"ın da sonlu olması 
    gerekmez. Tefsirciler der ki: Bu kelimede ard arda gelme mânâsı bulunduğu 
    ve az bir müddetin de ard arda gelmesi halinde sonsuza kadar gidebileceği 
    cihetle demek, devirlerce, sonsuza kadar demek olur. Nitekim, bir çokları 
    da "hukub" kelimesinin, bütün zamanları içine alan dehir mânâsında olduğunu 
    söylemişlerdir. Sonra bundan bir sona erme anlaşıldığı var sayılsa bile, bu 
    bir mefhum-u muhaliftir. Diğer âyetlerde geçen ve kâfirlerin cehennemde sonsuza 
    kadar kalacaklarını açıkça gösteren naslarla çelişkili olamaz. Öte yandan 
    "azgınlar" tabiri, "takva sahipleri" karşıtı olarak müminlerin asilerini de 
    kapsayan bir mânâda düşünülmesi halinde cehennemde kalışın sona ermesi onlara 
    nazaran olabilir. Gerçekte cehennemin müminlerin asilerine ait olan tabakasının 
    neticede söneceği hakkında bir hadis-i şerif de rivayet edilmiştir. Buradan 
    dünyada mahkum ve esir milletlerin hallerine de bir işaret çıkarılabilir.
  24. Hava serinliği 
    veya uyku, 
  25. "Ancak 
    bir kaynar su ve irin". 
  HAMİM sıcak, 
    kaynar su; GASSAK, cehennemdekilerin vücutlarından dökülen, akan irin demektir. 
    Dökülmek ve akmak mânâsına gelen "gasak"tan türetilmiştir. 
  26-27. "Tam 
    uygun". Aslında mastar olan bu kelime "tamamen uygun" mânâsına aşırılık ifade 
    eden bir sıfattır. Çünkü o günü inkâr edip, asla böyle bir gün olmayacağını 
    söylemenin, tam karşılığı o günün en şiddetli azabını göstermektir. 
  28-31. "İyice 
    yalanlamışlardı". Bu kelime yalanlama mânâsına tef'il babından mastardır. 
    "Tadın, artık size, azabınızı artırmaktan başka bir şey yapmıyacağız". Bu 
    da azabın sona ermiyeceği hususunda bir nasstır. 
  Azgınların, 
    yalanlayıcıların halini açıkladıktan sonra takva sahiplerinin hallerine geçilerek 
    buyruluyor ki: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  31- Kuşkusuz 
    takva sahipleri için bir kurtuluş var.
   32- Bahçeler 
    var, bağlar var. 
  33- Memeleri 
    tomurcuklanmış yaşıt kızlar var. 
  34- Dopdolu 
    kadehler var.
   35- Orada 
    ne boş bir söz işitirler, ne de bir yalan. 
  36- (Bunlar) 
    Rabbinden yeterli bir bağış olarak (verilir). 
  37- O, göklerin, 
    yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbidir. Rahmân'dır. Hiç kimse ondan bir 
    hitaba mâlik olamaz. 
  38- O gün 
    Ruh ve melekler sıra sıra dururlar. Rahmân'ın izin verdikleri dışında hiç 
    kimse konuşamaz. İzin verilen de doğruyu söyler. 
  39- İşte bu 
    hak gündür. Artık dileyen Rabbine bir yol tutar. 
  40- Biz sizi 
    yakın bir azap ile uyardık. O gün kişi ellerinin ne takdim ettiğine bakacak 
    ve kâfir diyecek ki: "Ah ne olaydı, ben bir toprak olaydım." 
  32. Dünyada 
    azgınların en çok azgınlık ve hırslarını tahrik eden zevklerinden olması nedeniyle 
    onların aksine şunlar, bedel-i iştimâl veya bedel-i ba'z yoluyla o kurtuluşun 
    bazı neşelerini açıklamaktadır:
   "Onlar için 
    bahçeler var". 
  HADİKA, suyu 
    olan ve türlü meyve ağaçlarını ve çiçekleri kapsayan, etrafı duvarla çevrili 
    bostan ve bahçe demektir. Görünüş itibariyle, gözbebeği demek olan "hadeka"ya 
    benzetilerek bu isim verilmiştir. 
  "Ve üzüm bağları 
    var". 
  A'NAB, üzüme 
    de üzüm bağlarına da denir. 
  33. Bu kelime 
    "ka'ıb" kelimesinin çoğuludur. Ka'ıb, memeleri küp şeklinde, yani yeni tomurcuklanmış, 
    turunç memeli taze kızlara denir. "yaşıt." "Etrâb", "tirb" in çoğulu olup 
    "hep bir yaşta" demektir. Bazı tefsirlerde cennet kızları hep onaltı yaşında, 
    erkekleri ise otuzüç yaşındadır, diye rivayet edilmiştir. (Vâkıa Sûresi'ne 
    bkz.) 
  34-35. "Dopdolu". 
    (İnsan Sûresi'ndeki "Kuşkusuz iyiler dolgun bir kadehten içerler." (İnsan, 
    76/5) âyetinin tefsirine bkz.) 
  36. Burada 
    bu kelime, "Allah bize yeter"de olduğu gibi tam yetmek mânâsından "yeter mi 
    yeter deyinceye kadar yeterli ve bol" şeklinde tefsir olunmuştur ki, azgınların 
    amellerine göre onlara verilecek "tam uygun ceza"ya karşılık, takva sahiplerine 
    amellerinin karşılığından fazla olarak "tam mükafat".
   37. "Göklerin 
    Rabbi". Buradaki "Rab", "senin Rabbin"den bedeldir. Bu da atf-ı beyandır. 
    
  Ondan bir 
    hitaba malik olamazlar. Bu, Rahmân olan yüce Allah'ın, Rablikte son derece 
    ulu ve yüce olduğunu ve ceza ve ihsanda kendi başına buyruk olduğunu açıklamaktadır. 
    Yani, o öyle yüce ve ortaktan uzak, öyle ulu bir varlıktır ki, göklerde ve 
    yerde ne varsa hepsi, yukarıda ve aşağıda bulunan bütün yaratıklar, fiilen 
    onun işine karışmak şöyle dursun, onun adına kendiliklerinden bir söz söylemek 
    veya ona bir hitapta bulunmak yetkisine sahip değiller. Ancak bundan sonraki 
    âyette açıklanacağı üzere o izin vermişse başka. O zaman da yetkili olarak 
    değil, izinli olarak söyleyebilirler. 
  38. "O gün 
    kalkar". Bu, âyetinin kapsadığı mânâyı açıklamaktadır. Yoksa bu, "o gün malik 
    olamazlar" diye bir kayıt koyma mânâsında değildir. âyetiyle ilgili olmasını 
    da caiz görmüşlerdir. Yani, "Ruh ve meleklerin saf saf kalktıkları gün konuşamazlar." 
    demek olur. "Sûr'a üfürüldüğü gün" âyetine nazaran ondan bedel olması bize 
    daha uygun görünüyor. "Ruh ve melekler". "Ruh" deyince hemen akla "De ki Ruh, 
    Rabb'imin emrindendir."(İsra, 17/85) âyetiyle buyrulan Ruh gelir. "Ruh, Allah'ın 
    ordularından bir ordudur. Melekler değildirler.." Meâlinde rivayet edilen 
    bir hadis de bunu gösterir. 
  Bazıları, 
    "hafaza melekleridir" demişler; bazıları ise, "Ruhlar üzerine vekil kılınan 
    melektir" demişlerdir. Gazali "İhya"sında şöyle der: "Ruh denilen melek, ruhları 
    bedenlere sokandır. Çünkü o nefes alır. Aldığı nefeslerden her biri nefeste, 
    bir bedende bir ruh olur. Bu bir gerçektir. Kalp ehli kişiler bunu basiretleriyle 
    görürler." İbnü Abbas'tan rivayet edilen bir görüşe göre ruh, Cebrail'dir. 
    İbnü Abbas demiştir ki: "Cebrail (a.s) kıyamet günü yüce Allah'ın huzurunda 
    onun azabından korku ile titreyerek kıyama duracak ve: "Noksan sıfatlardan 
    uzaksın, ya Râb! Senden başka ilah yok. Biz sana hakkıyla ibadet edemedik" 
    diyecektir." 
  Bu rivayetlere 
    göre kelimesinin başındaki "elif lâm" ahd için demektir ki, "senin Rabbinden" 
    karinesi (ipucu) ile muhatap Resulullah (s.a.v) olduğu için, Resulullah (s.a.v) 
    tarafından bilinen Ruh demek olur. Beydâvî bunları şöyle özetler: "Ruh, ruhlar 
    üzerine vekil kılınmış bir melek veya ruh cinsi, veya Cebrail, veya meleklerden 
    daha büyük bir yaratıktır." Şu halde, bunun kapsadığı mânâya iman edip detayları 
    hakkında "ilim, Allah katındadır" demek daha uygun olur. (Meâric sûresinin 
    başına ve İsrâ sûresindeki (İsra, 17/85) âyetinin tefsirine bkz.) "Saf saf". 
    Bundan bir saf anlayanlar olmuş ise de, "Melekler saf saf olduğunda"(Fecr, 
    89/22) âyeti bunun saf saf olduğunu anlatır. 
  "Konuşamazlar". 
    Yeni bir söz başı olarak, daha önce geçen nin mânâsını açıklar. Onun için 
    bundaki "onlar" zamiri Ruh ve meleklerin yerini tutabilirse de, gibi bütün 
    göklerde ve yerde bulunanların yerini tutmuş olması daha uygundur. Yani gerek 
    Ruh ve gerek melekler ve gerek diğerlerinden hiçbiri ne bir şefaat, ne bir 
    talep, ne de herhangi bir maksat ile, bir söz söyleyemezler. 
  Ancak o Rahmân'ın 
    izin verdiği doğru söyleyen kimse hariç. O kimse izin almak ve doğru söylemek 
    şartıyla konuşabilir. Konuşması, konuşmaya malik olduğundan değil, izin ile 
    olmuş olur. Demek ki bu izin ile istisnada, şefaat kapısının açılışı vardır. 
    Allah'a yakın kullar bu şekilde şefaat edebileceklerdir ki, İsrâ Sûresi'nde 
    "Rabbinin seni makam-ı Mahmud'a göndermesi yakındır." (İsra, 17/79) âyetinin 
    tefsirinde geçtiği ve "şefaat hadisi"nde beyan olunduğu üzere, bu makam, ilk 
    önce genel şefaata izinli olan Resulullah (s.a.v)'ın makam-ı Mahmud'udur. 
    Özel şefaatlar bundan sonra olabilecektir. Bu izinden sonra da, konuşacak 
    olanların doğru söylemiş, hakka isabet etmiş olmaları şart kılınmıştır. Fakat 
    "Allah'a yakın makamlar elde etmiş olanların, onun huzurunda doğrudan başka 
    bir şey de söyleme ihtimalleri düşünülür mü ki, "ve doğruyu söyleyen" diye 
    bu şartın ayrıca açıklığa kavuşturulmasına gerek olsun" şeklinde bir soru 
    akla gelebilir. Buna iki türlü cevap verilebilir: 
  BİRİNCİSİ, 
    o izni elde edebileceklerin açık sıfatı ve şefaatın birinci şartını beyan 
    olmasıdır. Böylece, "o izin de doğru söyleyenlere verilir" diye, Allah'a yakın 
    makamı beyan olmuş olur. Böyle doğruyu söyleyebilmek de "Onlar, Allah'ın razı 
    olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler. Hepsi onun korkusundan titrerler."(Enbiya, 
    21/28) mânâsına uygun düşmekle olabilir. Önce Allah'ın rızası olup olmadığını 
    bilmek ise, "Onlar, Allah'ın dilediği kadarından başka onun ilminden hiçbir 
    şey kavrayamazlar."(Bakara, 2/255) buyrulduğu gibi, ancak yüce Allah'ın özel 
    dilemesine bağlı ve onunla sınırlı olduğundan onu anlamadan şefaate kalkışmak 
    tehlikeli ve onun için şefaat edecekler, "Korka korka şefaat edecekler" ve 
    ancak isabet edenlerinki kabul olunacaktır. Bu durumda istisna, "konuşamazlar" 
    fiilinin fail (özne)lerindendir. 
  İKİNCİSİ, 
    bir ihtimal de haklarında söz söylenecek, şefaat olunacaklardan istisna, "doğru 
    söyleme" kaydının da onlara ait olmasıdır. Yani, "Allah'ın izin verdiği ve 
    dünyada doğruyu söylemiş olan kimseler hakkında söylemeleri ve şefaat etmeleri 
    hariç" demek olur ki, bazı tefsirciler bu görüşe varmışlardır. Bu takdirde 
    sözü edilen soru esasen sorulamaz. Bu durumda "bir doğru söz"den maksat da 
    kelime-i tevhid, yani "lâ ilâhe illallah" demek olup "Şefaatim, ümmetimin 
    büyük günah işleyenlerinedir." hadis-i şerifi gereğince, büyük günah işleyen 
    müminler hakkında imanlarından dolayı erinde gecinde şefaatin kabul olunabileceğini 
    beyan olmuş olur. 
  39. "Bu, hak 
    gündür", geçen açıklamaları vurgulamaktadır. Mübteda, haber; yahut mübteda, 
    haberdir. Yani, yukarıda geçtiği şekilde haber verilen kalkma ve hüküm günü 
    hak gündür, yahut o haber verilen gün açıklandığı şekilde hak, meydana gelmesi 
    kuşkusuz ve kesindir.
   "Artık dileyen 
    Rabbine bir yol tutar." Başında bulunan "fa-i fasîha" ile, verilen haberin 
    neticesinde yapılması gereken şeylerin faydasını anlatmaktadır. Yani hâl böyle, 
    o günün hak ve bunun size haber verilmiş olması kesin olunca, bundan sonra 
    iş sizin dilemenize, cüz'î iradenizle çalışıp kazanmanıza bağlıdır. O halde 
    her kim, o sıfatları ve ululuğu anlatılan Rabbine doğru varmak, onun rahmetine 
    erip gayesine ulaşmak isterse, ona götürecek bir dönüş yolu, sonunda o gayeye 
    erdirecek bir başvuru yeri ve makamı edinsin, ona göre bir yol tutsun. Bu 
    geniş açıklamadan anlaşıldığına göre o yalanlamadan korunup iman ve takva 
    sahibi olmakla doğru söylemek ve itaat yapmakla olur. 
  40. "Biz sizi 
    yakın bir azap ile uyardık." Bu cümle, âyetinin başındaki "fâ"nın gösterdiği, 
    şartı zikredilmemiş olan dileme lüzumunun niçinini ve azabın yakınlığını beyan 
    eder. Yani o hak, haber verilmiş olunca o dilemenin lüzumu şunun içindir: 
    Çünkü biz size bu haberi vermekle bir azabın tehlikesini bildirdik ki, o azap 
    uzakta değil, yakındır. Kişi ondan kendini kurtarmak için vakit geçirmeden 
    iman edip çalışmalıdır. Zira o yakın azap O gündür ki, kişi o gün iki elinin 
    ne takdim etmiş olduğuna ondan önce iyi ve kötü ne yapmış olduğuna bakacaktır. 
    Çünkü iş kulun dilemesine bağlanmış olduğu için herkes kendi kazancına bağlıdır. 
    O azap ancak kazancın tam karşılığı olarak verilecektir. Ve kafir diyecektir 
    ki: Ah, ne olaydı da ben bir toprak olaydım. Yani dünyada bir toprak olaydım, 
    dileme sahibi insan olarak yaratılmayaydım, yükümlü olmayaydım da bugün azap 
    görmeyeydim. Yahut, bugün toprak olaydım da tekrar diriltilmeyeydim.
   İbnü Ömer, 
    Ebu Hureyre ve Mücahid'den rivayet edildiğine göre, Yüce Allah o gün hayvanları 
    da huzura getirecek, birbirlerinden haklarını alıp ödeştirecek ve sonra onlara, 
    "toprak olun" buyuracak, hepsi toprak olacak. İşte kâfir bunu gördüğü zaman 
    onlar gibi toprak olmayı isteyecektir. Nitekim Tekvir sûresinde "Yabani hayvanlar 
    toplandığı vakit."(Tekvir, 81/5) âyetinin tefsirinde de gelecektir. Bu mânâlara 
    göre toprak, hakiki mânâsında kullanılmıştır. Fakat bazıları son mânâya göre 
    bunun, alçakgönüllülükten mecaz olma ihtimali olduğunu da söylemişlerdir ki 
    şöyle demek olur: Keşke dünyada gururlanmasaydım, azgınlıkla kafa tutmasaydım, 
    alçakgönüllü olup Allah'a iman ve itaat etseydim. Fakat görünen mânâ, ilkidir. 
    İşte o büyük haberde ihtilaf eden kâfirler, o gün gerçeği anlayıp böyle diyeceklerdir.