91-ŞEMS Suresinin Tefsiri: 
    
  "Güneşe ve 
    onun parıltısına yemin olsun". 
  Nâziât Sûresi'nde 
    geçtiği üzere "duhâ"nın asıl mânâsı güneşin, doğduğu mer'i ufuktan yükselip 
    ışığının parlama ve yayılmasıyla bakanlara açıkça görünmesidir. Sonra o vakti 
    ifade etmekte hakikat olmuştur. 
  O zaman kerahet 
    vakti geçmiş olur. Bu aydınlığın başlamasına dahve (kuşluk), biraz sonrasına 
    duhâ (kaba kuşluk), daha sonrasına zevale yakına kadar "hâ"nın fethası ve 
    med ile dahâ (koca kuşluk) denir. Kuşluk vakti kesilen kurbana da udhiyye 
    ve dahiyye denilmiş, daha sonra bu genelleştirilerek her kurbana bu isim verilmiştir. 
    Burada "güneşin duhası" denilerek onun güneşe ait olduğu belirtilmesi nedeniyle 
    tefsirciler bunu güneşin doğarak parlayan ışığı diye tefsir etmişlerdir. 
  Önce güneşin 
    görünsün görünmesin bütün özellikleriyle mutlak olarak kendisine, sonra da 
    özel olarak ortaya çıkış halindeki ışığına yemin ile başlanmıştır. Çünkü âlemin 
    ışık saçan kandili olan güneş, doğmasında da batmasında da görülen özellikleriyle 
    sistemindeki hareket ve hayat değişimlerinin başlıca bir kaynak ve yörüngesi; 
    ışığı ile de bize ufuklarımızdaki maddi âlemin en büyük aydınlatma ve ortaya 
    çıkarma vasıtası ve böylece yaratıcının lütuf ve inayetini, kudret ve büyüklüğünü 
    tanıtan, kendimizde ve içimizde bulunan aydınlıkları anlamaya vesile olan 
    en açık bir ibret âyetidir. 
  Güneşten bize 
    doğru yayılan görülen görülmeyen, bildiğimiz bilmediğimiz nice faydalar bulunabilmekle 
    beraber bunlar içinde en belli olan ısı ve ışıktır. Duhada en çok hissedilen 
    de bu ikisidir. Güneş pek ateşli bir ısı kaynağı olmak itibarıyla, önceki 
    sûrenin sonundaki nâr=ateş ile uygun düşmektedir. Fakat güneş denilince önce 
    gözümüze çarpan ışıktır. Işık, üzerine doğduğu ve yansıdığı şeylerin dış hudutlarıyla 
    benzerlerini taşıyarak gözü olan şuur sahiplerine göstermek üzere karşımızda 
    şekillendirir. Bu şekillenme ve görüntüler bizim gözlerimizden şuur nuruyla 
    kavranılarak nefsimizde eşyanın dış şekilleriyle belirlenmesine vesile olur 
    ve ışığın böyle dış ile iç arasında ard arda yansımalarla şuura gelmesinden 
    hasıl olan bu belirlenmelerden ve bunlara katılan diğer hislerimizden gönlümüzde 
    gittikçe ruhî ve manevî bir âlem oluşup gelişir ve biz bunları "ben" ve "ben 
    değil" arasında birer âyet olarak okuya okuya, akıl ve ruhumuzla mânâ ve kavramlarına 
    şuur edine edine zevk ve irademizi onlara yöneltip birleştire birleştire eşyanın 
    hakikatlerini incelemeye ve onların dışta ve içte birleşme cihetinden Hak 
    yönü tanıma gayesine yol buluruz. O şekilde gözlerimiz, gönüllerimiz Hak nuru 
    ile nurlanarak parlak dolunay gibi aydınlanır ve nefislerimiz ondan aldığı 
    ilhâm feyzi ile maddî karanlıklardan sıyrıla sıyrıla temiz ve nurlu hakikat 
    âleminde huzurlu bir şekilde gelişip ilim ve amel bakımından temizlenip feyizlenerek 
    "Hem kendisi hoşnut, hem de Rabbi kendisinden hoşnut bir halde."(Fecr, 89/28) 
    Rabb'ine döner de "Gir kullarımın içine, gir cenetime."(Fecr, 89/29-30) hitabıyla 
    kurtuluşa eren temizlenmiş nefislerden olur. 
  Işığın şuurumuza 
    gelmesinden önce dış mahiyeti ve hakikati, her ne olursa olsun, onun tam anlamıyla 
    ışık oluşu, bizim şuur nurumuzla birleşerek hem dışa hem içe ait bir özellikle 
    gözümüzde parlayışında ve dolayısıyla bizi kendimizden ötesiyle birleştiren 
    algılama nurunun en açık bir misali oluşundadır. Bunun en belirgin olanı güneşin 
    ışığı, onun da en açık olanı duhasıdır. Bundan dolayı güneş bize her şeyden 
    önce ışığıyla görünür. Güneş denildiği zaman da biz herşeyden önce onun ışığını 
    anlarız. Bundan onun kültesine ve diğer özelliklerine geçeriz ki bu bize şuurumuzdan 
    kendimize ve ötemize geçişimizin de bir misalini vermiş olur. Zira göz ve 
    şuuru olmayanlar için nur, ışık ve güneş kavramı yoktur. Onun için görünen 
    ve görünmeyen bütün özellikleri ile ilgili olmakla beraber bilhassa etrafımızı 
    aydınlatmak suretiyle nefislerimize karşı irşat niteliğini taşıyarak şuurumuzun 
    dıştaki bir timsali olan ışığının özelliğine dikkat çekmek hikmetine dayandığı 
    açıklanmak üzere "onun parıltısına" buyurulmuş ve yine bu nükte ile ardından 
    ışığın çeşitli durumları ve ışığın zıddı olan karanlığın hakim olduğu zamanlar 
    içinde gök ve yerde görülenden görülmeyip düşünülene doğru harici bir gidişle 
    Allah'ı tanımaya, sonra da nefsin ruhani kıymeti ve şerrini ve hayrını anlayacak 
    şekilde bir ilham alabilecek seviyede düzeltilmesi yönü açıklanarak akli ve 
    manevi duygularla insanın kendisini inceleme yürüyüşü içinde temizlenmeye, 
    yükselmeye ve kurtuluşa sevketmek ve bu yolu göstermek için şu yeminler birbirine 
    girmiş şekilde ard arda getirilmiştir: 
  2. Ve Ay'a 
    yemin olsun. Güneşten başka aya da yemin olsun, fakat her zaman değil onun 
    peşinden geldiği zaman, yani güneşe uyduğu, onun batmasının ardından onu andırır 
    bir surette doğduğu zaman ki bu tam anlamıyla ayın ondördünden onaltısına 
    kadar "Leyâli-i bîz" (beyaz geceler) denilen dolunay gecelerinde görünür. 
    Gerçi başlangıçtaki hilal şeklinde onbeş onaltısına kadar hatta sonundaki 
    mihak gecesi (kameri ayın son üç gecesi) dışında her gece az çok görülebilirse 
    de onaltısından sonra git gide gecikip eksilerek uzaklaştığı için izleme ve 
    uyma durumundan çıkmaya başladığı gibi, gittikçe büyüdüğü ilk haftalarında 
    da henüz kütlesi tamam olmadan veya tamama yaklaşmadan evvel, bir güneşin 
    ardından ona bağlı ikinci derecede bir güneş doğuyormuş gibi tam anlamıyla 
    güneşe bağlı olmuş olmaz. Ancak ayın ortalarında dolunay gecelerindedir ki 
    güneşin batması sırasında veya batmasının hemen ardından onu andıracak şekilde 
    dolgun bir şekilde nurlu olarak doğar ve sabaha kadar da ışığı uzanıp gider. 
    O zaman aya tam anlamıyla "güneşin talisi" yani güneşin ardından onun gibi 
    gelen ikinci bir güneş demek açık olur.
   TELÂ, "tülüv" 
    mastarından fiil-i mazi (geçmiş zamanlı bir fiil)dir. ve diye yâî (ya'lı) 
    de, vâvî (vav'lı) de olur. Nitekim gibi da böyledir. 
  Tülüv; tabi 
    olmak, birine uyup ardınca gitmektir. Okumak mânâsına tilavet de bu köktendir. 
    Razî der ki: Ayın güneşe tabi olmasıyla ilgili birkaç izah şekli vardır: 
  1. Güneş battığında 
    ayın doğmada kalmasıdır ki ayın ilk yarısında olur. Güneş batınca ay aydınlatma 
    hususunda ona tabi olur. Bu, Ata'nın İbnü Abbas'tan naklettiği görüştür. 
  2. Güneş batınca, 
    ayın da batmada ona uymasıdır ki bu hilâl gecesi olur. Bu, Katâde ile Kelbî'nin 
    görüşüdür. 
  3. Ferrâ demiştir 
    ki: Bu tülüv'den, yani bağlı olmaktan maksat ayın güneşten ışık almasıdır. 
    "Filan, şu hususta filana tabi olur." denilir ki onu ondan alır demektir. 
    
  4. Zeccâc 
    demiştir ki: yuvarlak hale gelmesi ve olgunlaşması zamanıdır. O vakit ay, 
    ışık ve nurda ikinci bir güneş gibi olur. Yani ışığı olgunluğa erince aydınlatma 
    hususunda güneşin yerine geçer gibi olur ki bu, leyali-i biz denilen ayın 
    ondört, onbeş ve onaltıncı gecelerindedir.
   5. Ay görünen 
    şekliyle kütlesinin büyüklüğünde güneşe tabi olduğu gibi, insanların menfaatlerinin 
    bunların hareketine bağlı olması hususunda da ay güneşe tabi olur.
   Bu izahlardan 
    her biri özel bir mânâ ifade temekle beraber hepsi, güneşin arkasından ayın 
    ona bir uyuşu veya bir benzeyişi halini ve dolayısıyla ona uyup benzediği 
    zaman demek olduğunu, bunun da doğma veya batmada, ışık veya kütlede veya 
    faydada düşünülebileceğini anlatmış oluyor. Bu mânâ, ayın halden hale geçerken 
    ışığını güneşten aldığını da dolayısıyla anlatmış olursa da, yemine bir kayıt 
    olarak zikredildiği için o değişikliklerin her zamanına değil, bilhassa güneşe 
    en çok uyduğu veya benzediği zaman ile kayıtlanmasını gerektiriyor. Bu ise 
    Zeccâc'ın açıkladığı üzere, ayın ikinci bir güneş gibi olduğu dolunay gecelerinde 
    açık olur. Sözün akışı hareket üzerinde değil, ışık üzerinde olmak itibariyle 
    bu mânâ açıktır. Uyma ve takip mânâsına gelen tülüv, bir hareket mânâsını 
    da içerse veya böyle bir mânâyı gerektirse de bunun ışık itibariyle bir uyma 
    ve hareket olması yaraşır. Çünkü ay harekette dünyaya, ışıkta güneşe tabidir. 
    Dünyanın etrafında döner. Güneşe olan konumuna göre ışığı değişir. Hareketi 
    nazar-ı itibara alan beşinci izahta, ayın hareketi doğrudan doğruya güneşin 
    hareketine bağlı olduğu zannedilmemek için ışık açısından, kütlesinin görünüşte 
    büyümesi; hareket açısından da, hareketine insanların fayda ve yararlarının 
    bağlı olması itibariyle benzerlik mânâsında bir uyma olduğunu açıklamıştır. 
    Bunlar ise dördüncü izahta dahil demektir. Üçüncü izah şekli, mânâyı lazimi 
    (gerekli mânâ) olmak gerektir. 
  İkinci izah 
    şekli, ilk hilale dikkat nazarlarını çekmek itibariyle uygun ise de, ayın 
    sadece güneşin batması durumunda onun peşinden çıktığının söylenmesi itibariyle 
    tercih etmeyi gerektirecek bir sebep olmadan tercihte bulunmak gibidir. 
  Birinci izah 
    şekli, hilalden tam dolunaya kadar ayın ilk yarısında günden güne artan gelişme 
    safhalarını göstermek itibariyle dördüncüden daha kapsamlı ve maksat, ayın 
    güneşe yönelmesinin arttığı ve doğması güneşin batmasını takip ettiği müddetçe 
    ışığını artıra artıra olgunluk gayesine ve adeta ikinci bir güneşi andıran 
    dolunay haline gelişini hatırlatmak olduğuna göre hepsinden daha anlamlıdır. 
    Fakat asıl maksat, güneşin parıltısı gibi ayın da o olgunluk zirvesinde olan 
    ışığına ve bunun güneşin ışığına tabi ve ondan sonra gelerek ikinci derecede 
    olduğunu anlatarak bununla nefs-i mülheme (ilham alan nefis)nin olgunlaşma 
    ve düzelmesine bir zemin hazırlamak olduğuna göre dördüncü izah daha güzel 
    ve daha açıktır. Bu suretle nurlanan aya yemin de, ışığın ateş gibi olan hararetli 
    özelliğinden soyutlanarak sırf nur halinde yansıyan ve duyu organlarıyla duyulandan 
    akıl yoluyla bulunana, görülenden görülmeyene, eserden müessir (eseri yapan)e 
    geçişe vesile olan diğer bir durumuna yemin olmuş olur. 
  Eğer tilavet 
    kökünden istiare-i tebeiyye olarak düşünülüp de ayın ışığında duyularımızla 
    göremediğimiz güneşin yansıyan ışığını dünyamıza yayarak onu akıl sahiplerine 
    akli delil ile andırması, bir okuyucunun Allah'ın kitabından bir âyet okuyarak 
    mânâsını lafzî delil ile anlatmasına benzetilecek olursa hem ilham alan nefsin 
    temizlenmesi haline, hem de Kur'ân'a Nur ismi verilmesine de işaret edilmiş 
    olacağı için pek beliğ bir izah şekli olacaktır. 
  3. "Güneşi 
    açtığı zaman gündüze yemin olsun".
   Tecliye, 
    tecelli ettirmek, parlaklık ve açıklık vermek, yani iyice açıp ortaya çıkarmaktır. 
    Zamir, daha önce açık isim olarak geçmiş olan Güneş'in yerini tutmaktadır. 
    Güneş ışığının ufkun üstünde ortaya çıkıp yayılma vakti demek olan gündüzün 
    güneşi açıp ortaya çıkarma zamanı ise, havada sis ve bulut gibi bir kapanıklık 
    eseri bulunmayan açık gündüz zamanı demektir. Bu da güneş ışığının tam bir 
    yayılma ile diğer bir durumuna yemindir. 
  Gündüz, güneş 
    ışığının dünyaya aksetmesinin bir neticesi olduğu halde, bunun, güneşi açtığının 
    söylenmesi, yani güneşin eseri olan ışığın güneşi etkileyen bir şey gibi gösterilerek 
    "gündüz, güneşi açtığı vakit" denilmesi ve güneşin ışığından ve aydan sonra 
    bir de buna yemin edilmesi elbette çok dikkate değerdir. Bunda güneşin bizim 
    dışımızda ve içimizde tecelli etmesinin bir engel bulunmama şartına bağlı 
    olduğuna ve eserin lazımı dahi o eseri meydana getiren zatı göstermede etken 
    olduğuna ve bu delaletin açık ve gizli olması eserin açık ve gizliliği ile 
    uygun olduğuna bir dikkat çekme vardır. Yani gördüğümüz gündüz, güneş ışığının; 
    ışık da güneşin varlığını gösterir. Güneşin görülmesi ışığının görülmesi vasıtasıyladır. 
    Işığın bizde bir izlenimi olan gündüz, ne kadar engelsiz ve açık olursa ışık 
    da o oranda aydınlık; ışık ne kadar engelsiz ve açık olursa güneş de o oranda 
    açık olur. Gündüz hava bulutlu olunca güneş doğrudan doğruya görülmez, dolayısıyla 
    aklen bilinir.
   4. Ve geceye 
    yemin olsun onu, (yani güneşi) bürürken. Bu da gecenin güneşi ve bütün ufukları 
    sarıp kaplıyarak nur ve ışığı tamamen örtmeye başladığı veya örtmeye devam 
    etmek üzere bulunduğu halindeki koyu karanlık zamanına yemindir ki, açık gündüzün 
    ve ışığın tam zıddı olan karanlığa, geçici karanlığa ve engelin gelme zamanına 
    dikkati çekmek suretiyle "eşya zıddıyla ortaya çıkar" kuralınca yine ışığın 
    önemine ve özellikle zahiri nur ve ışığın kaybolduğu bir zamanda kaybolmayıp 
    onun yokluğunu duyan ve onunla etkilenen nefsî şuurun kıymetine de dolayısıyla 
    dikkat çekmedir. Bunda maddenin nur ve ışığın görünmesine engel olan karanlık 
    tabiatıyla ayın görünmediği son günlerine ve nefsin cahillik, küfür, gam, 
    sıkıntı, gaflet ve tembellik veya şehvet perdelerinin örtmesiyle hak yolu 
    bulmaktan mahrum kalma hallerine ve yok olma anına da işaret vardır. Onun 
    için önceki yeminler müjde, bu yemin ise korkutma mahiyeti taşımaktadır. Öncekilerde 
    mazi (geçmiş zaman kipi) "açtığı zaman" , "uyduğu zaman" denildiği halde bunda 
    şimdiki ve geniş zaman kipiyle "onu örterken" buyrulması; nur, geçmişte dahi 
    olsa faydalı olup hükmü ve önemi var ise de karanlığın önemi ancak ilk hücum 
    anıyla devamı sırasında olduğuna bir işarettir. Yani, bürüyeceği sıra veya 
    bürürken demektir. 
  Bir de Fecr 
    Sûresi'nde geçtiği üzere bunlara yeminden asıl maksat, meydana gelişleri nefiste 
    şuurla birleşen nitelikleri ile varlığını gösterdikleri o yüce Rabb'i hatırlatmak 
    olduğundan dolayı buyuruluyor ki: 
  5. Göğe ve 
    onu öyle enteresan bir biçimde bina edene yemin olsun. "Allah onu bina etti. 
    Yüksekliğini yükseltti ve nizamına koydu."(Nâziât, 79/27-28) mânâsınca onda 
    asılı yıldızları ve cisimleri yaratıp aralarındaki yüksek ve geniş mesafe 
    ve yükseklik ile beraber birbirlerine bitişik bir bina bölümleri ve parçaları 
    gibi tam bir kudretle bağlıyarak o yükseklikte denge ve düzenine koyup içinde 
    yaşanacak yükseltilmiş ve süslenmiş bir bina halinde yapıp düzelten yüce Allah'a, 
    yahut onu öyle bina edişine, inşa ediş tarzına, kanunlarına 
  6. ve (özellikle 
    onun içinde yaşadığınız) arza ve onu döşeyene, bir döşek gibi döşeyip üzerinde 
    yaşanabilecek ve kalınabilecek şekilde altınıza seren o yaratıcıya veyahut 
    öyle döşeyişine, döşeyişindeki eşsiz tarz ve biçime yemin olsun. (Geniş bilgi 
    için, "Ondan sonra da yeri döşedi."(Nâziât, 79/30) âyetinin tefsirine bkz.) 
    ile , Nâziât Sûresi otuzuncu âyette geçen ile gibi ve aynı mânâda olarak döşeyip 
    yaymak, düzgün sermek mânâsına "tahiv" kökündendir. Yâî de olurlar. 
  Düzgün yayılmış 
    ve geniş arza "taha", büyük ve yayvan gölgeliğe "tahiye, mathiyye ve mathuvve" 
    denilir. Arzın tahvı ve dahvi demek, yer kabuğunun oluşturulmasıyla yüzeyinin 
    yaşamaya elverişli bir şekilde döşenmesidir. Tefsirciler der ki: Böyle olması 
    onun küresel olmasıyla çelişki teşkil etmez. ""Bakmazlar mı yere, nasıl yayılmış?"(Ğâşiye, 
    88/20) hatırlatması gereğince deneysel gözlem ve delillerle sabittir ki yer 
    geometrik anlamda tam bir küre olmamakla beraber kürevi, yani küremsidir. 
    
  Dağları, dereleri, 
    ovaları ve denizleri gibi girinti ve çıkıntılarıyla kutuplarının basıklığı 
    küreselliğine engel olmaz. Kütlesinin büyüklüğü göz önüne alınca bunlar onun 
    üstünde bir portakal kabuğunun pürüzleri derecesinde kalır. Bu döşenişin tabiriyle 
    anlatılması da bunu gösterir. Nitekim karpuz ve kabak gibi sapsız olarak yer 
    üzerine döşenip yayılan sebze ve bitkilere "mutahhiye" denilir. 
  7. Bunların, 
    hep canlı ve insan yaratılışının mukaddimesi ve bunları algılayarak karanlıktan 
    çıkıp yaratıcısını tanımak ve gereğince ahlâk düzeyine yükselecek ilham alabilir 
    bir nefsin düzeltilmesi meselesi ile ilgili olduğunu hatırlatmak için de buyruluyor 
    ki: Bir nefse ve onu düzeltene yemin olsun. Yani, üzenine koyan Allah'a, yahut 
    onu düzene koymasına yemin olsun. kelimesinin nekre ve belirsiz olarak söylenmesi, 
    onun büyüklüğünü veya çokluğunu göstermek içindir.Büyüklük 
    ifade etmek için olunca, "büyük bir özel nefis" demek olur. Ki bu özelliği 
    ya şahsı ile ilgili, veya nev'i ile ilgili ya da cinsi ile ilgili olabilir. 
    Şahsi büyüklük düşünülmesi halinde Hz. Âdem'in veya Hz. Muhammed (s.a.v.)'in 
    nefsi akla gelir.Büyüklük, 
    nefsin nev'i ile ilgili olması durumunda seçkin bir tür nefis, yani diğer 
    nefislere baş olmaya layık, peygamberliğe mazhar bir mukaddes nefis türü demek 
    olup Peygamberlerin nefislerini kapsar. Fakat bu iki takdirde yeminin gelecek 
    olan cevabında "onu kirletti" ve "onu temizledi" zamirlerinde istihdam> gözetilmesi 
    gerekir. 
  Büyüklük nefsin 
    cinsi ile ilgili olması durumunda ise, bir cins nefis, hayvan nefislerinden 
    ayrı bir özellik taşıyan insani nefis cinsi demek olur ki cevaba bu daha uygundur. 
    Nefis kelimesinin nekre olarak gelmesinden maksadın çokluk olduğunu tercih 
    edenlerin muradı da bu olmalıdır. Yani her hangi bir insan nefsi murat olunmak 
    gerekir. Zira hiçbir kayıt konmadan çokluk kastedilirse birçok nefisten herhangi 
    bir nefis demek olur. Bu ise organik bir bedende bir birlik ve olgunluk ifade 
    edebilen herhangi bir nefis, hayvansal nefsi ve bitkisel nefsi de içine alır. 
    Ancak mutlak, kemaline sarf olunmak veya "onu düzeltti" ve "ona kötülüğünü 
    ve takvasını ilham etti" karineleriyle kayıtlanmak suretiyle insan nefsinin 
    cinsi şeklinde tahsis edilebilir. Nefsin cinsinin büyüklüğü murat edildiği 
    takdirde ise bilhassa insan nefsinin bir cinsi olan "nefs-i müdrike" (idrak 
    edici nefis) doğrudan doğruya anlaşılır. 
  Nefis, ruh 
    ile bedenden oluşan zat veya bedeni idare eden ruhtur. Nefis deyince bunlar 
    anlaşılır. Bedenin düzgünleştirilmesi, yaratılışının "Onu düzeltip ruhumdan 
    ona üflediğim zaman."(Hıcr, 15/29) âyeti mânâsınca ruh üfürülebilir bir seviyeye 
    getirilmesidir. Nefsin düzgünleştirilmesi ise, ruhun üflenmesiyle olgunlaşmasına 
    kabiliyetli olmak üzere uzuvlarının ve iç ve dış kuvvetlerinin düzenine konulmasıdır. 
    
  "Onu bina 
    edene", "onu döşeyene" ve "onu düzenine koyana" âyetlerinde geçen nın mevsul 
    veya mastar ma'sı olması hakkında tefsircilerin iki görüşü vardır. Mevsul 
    olması, doğrudan doğruya bu fiillerin yapıcısı olan yüce Allah'ın bildirmesi 
    nedeniyle daha açık ve sözün akışına daha uygundur. Ancak yüce Allah hakkında 
    şey tabirinin kullanılması zahire uymaz gibi görünür. Bundan dolayı Ferra, 
    Zeccâc, Müberred, Katade ve daha bir çokları bunu mastar ma'sı kabul ederek, 
    "yapması, döşemesi ve düzenine koyması" diye tefsir edileceği görüşüne varmışlardır. 
    Bu durumda gelecek "ona ilham etti" fiili de bunlara bağlı olduğundan mastar 
    mânâsına alınarak "ilham etmesi" demek olur. Zemahşeri'nin belirttiği bozukluk 
    bulunmaz. Fakat bunda da bu dört fiilin altında gizli bulunan fail zamirlerin, 
    yerlerini tuttukları isimlerin zikredilmemiş olması zahire uymaz. Zamirin 
    yerini tutmuş olduğu ismin hükmen bilinmiş olması da yeterli olabilirse de, 
    fiili hatırlatmaktan asıl maksat fâilini hatırlatmak olduğu için nın mevsul 
    olması daha açık ve nazımda daha uyumludur. 
  Bu âyetlerde 
    yerine denilmiş olması ise iki sebeptendir: 
  Birisi, 'da 
    müphemlik daha kuvvetli olmak ve hayret mânâsında kullanılmak itibarıyla "şanı 
    hayret veren bir yapıcı " mânâsına Allah'ın zatını tam olarak anlamanın mümkün 
    olmadığına ima nüktesidir. 
  Diğeri de, 
    Allah'ı tanımayanlara bu fiillerle tanıtılmak üzere, "o sizin tanımadığınız 
    Allah, bunları yapan yüce yaratıcıdır" demek mânâsını ifade içindir. "Mâ"nın 
    mastar mâ'sı olması durumunda ise bu mânâ dolambaçlı olarak anlatılmış olacaktır. 
    Bundan dolayı biz de meâlde "mevsul" olmasını tercih ederek tefsirde mastar 
    mâ'sı olmasına da işaret ettik. 
  8. Görülüyor 
    ki, güneşten başlayan ve gecesi, gündüzü, yeri ve göğüyle âlemi dolaştıran 
    yemin, dıştaki delillerden sonra nefsin anlaşılması deliliyle önce Allah'a 
    döndürülmüştür. O yüce yaratıcı ki, insan nefsini yaratıp düzenine koymuş. 
    Kabiliyet vermiş de ona kötülük ve takvasını ilham etmiştir.
   İLHÂM, aslında 
    bir şeyi bir defada yutmak mânâsına "lehm" kökünden if'âl kalıbında bir mastar 
    olup bir anda yutturmak mânâsınadır. Bundan, bir mânâyı gönüle düşürmek ve 
    telkin etmek mânâsında meşhur olmuştur. 
  FÜCÛR, haktan 
    sapmak, hak yolu yarıp düzeninden çıkarak kötülük ve isyana düşmektir. Bilhassa 
    zina etmek, yalan söylemek, daha Türkçesi edepsizlik etmek mânâsında kullanılır. 
    Böyle kötü ve günah olan fiillere de fücur denilir. 
  TAKVA da fücurun 
    zıddı olarak, nefsi kurtarmanın, Allah'ın koruması altında fenalıktan sakınmanın 
    ismidir. Neticesi korunmak olan hayır ve itaat fiillerini kapsar. Şu halde 
    bir nefse fücurunu ve takvasını ilham etmek, fücur yapmasını ve ondan korunmasını 
    kalbine duyurmak ve dolayısıyla onu ikisi arasında kendi seçimi ile başbaşa 
    bırakmak mânâsına sanılabilirse de asıl mânâ kötülüğün kötülük, yani nefse 
    zarar, bozukluk; takvanın da takva, yani nefsi koruma, iyi olduğunu duyurmak 
    ve dolayısıyla yapılması veya yapılmaması günah ve kötü olan işlerden sakınmak; 
    takva ve hayır olan işleri yaparak korunmak gerektiğini telkin etmedir. Zira 
    "kötü" kavramı yermeyi ve dolayısıyla yasaklamayı, "takva" kavramı ise övmeyi 
    ve dolayısıyla yapılmasının emredilmesini gerektirir. Bir de takva sadece 
    "sakınmak" mânâsına bir mastar olmayıp bir mastar ismi olduğu için burada 
    ona karşılık olarak zikredilen fücur da "günah işlemek" mânâsına mastar olmayıp 
    yapılması veya yapılmaması kötü olan şer ve günah işler mânâsına isim olması 
    yaraşır. Bu nedenle de fücûr ve takvayı ilham, bir nefse "bunları yap" diye 
    ikisinin de yapılmasını ilham mânâsına olmayıp herhangi bir işte "bu kötüdür, 
    şer ve günahtır, nefsi fenalığa sürüklemektir. Şu yönden zarardır, yapma. 
    Şu da takvadır. Hayır ve itaattır. Fenalıktan korunmadır, yap" diye bir nefse 
    şerri ve hayrı, kötü ve iyiyi, zarar ve yararı beyan ve telkin ederek birinden 
    sakındırıp birini yapmak iyi olacağını duyurmak demek olur. Kuşku yok ki yüce 
    Allah her nefse, bir iyilik, kötülük, kâr ve zarar duygusu vermiştir. Bunun 
    birisi sonuç itibarıyla o nefis hakkında tehlike, birisi de kazanç ve başarıdır. 
    Onun için insan zarardan kaçınır, kâra atılır. Bu toplu mânâ ile ilham, yaratılıştan 
    her nefiste genellikle cereyan eder. Şu kadar ki insan sonuç itibarıyla hangi 
    şeyin iyi, hangi şeyin kötü olduğunu her hususta aklıyla her zaman bilemez. 
    Özellikle kişi ömrünün yeterli olamayacağı derecede uzun tecrübelere bağlı 
    olan şeyleri bir nakil ve duyurma olmadıkça hiç bilemez. Bunlar ilham alabilir, 
    kudsi nefislere vahiy ile veya asırlarca süren tecrübelerle bildirlir. 
  Bir de birçok 
    insan, iyiyi kötüyü, doğru ve gelecek açısından değil de sonu ne olursa olsun 
    bugün için ve yalnız kendine, kendinin o anda hemen duyacağı zevke göre ölçer. 
    Başkalarını kendisi gibi düşünmez. Diğerlerinin elem ve zararını önemsemez. 
    Kendisi için iyi zannettiği şeyin başkaları için kötü olup olmadığını ve kendi 
    hakkında ilerisi için dahi iyi olacak şekilde aslında ve Hak katında iyi ve 
    kârlı olup olmayacağını hesaba katmaz. Veya "gün bugündür" der ilerisine inanmaz 
    da birçok kötülüğü sadece kendisine bugün için bir zevk veya fayda olduğundan 
    dolayı yapar, birçok iyilikten de bugün kendisine zor geldiği için kaçınır. 
    Oysa bu insan esas itibarıyla elem ve lezzet, kötülük ve iyilik, şer ve hayır 
    işlerini duymakta bulunduğu için başkalarını da kendisi gibi düşünerek "hak" 
    fikriyle hareket etse ve ayrıntılarını bilmediği veya tecrübe etmediği şeyleri 
    bilenlerden sorsa ve bulamadığı ve belirleyemediği takdirde de o işin kendine 
    ait olduğunu ve zevkine hoş geldiğini veya gelmediğini bir tarafa bırakarak 
    genel olarak aslındaki hakkını düşünüp kalbine, vicdanına başvursa yüce Allah 
    onun kalbine o işin kötü mü veya takva mı olduğunu ilham eder, duyurur. Çünkü 
    o bir şer ise mutlaka gönlü bulanır, "yapmasam iyi olur" der. Hayır ise gönlü 
    bir huzur ve rahatlık duyar. Onun için hadis-i şerifte: "Müftüler sana fetva 
    verseler de sen kalbine danış."
   "Seni işkillendirecek 
    şeyi bırak, işkillendirmeyeceğe geç." buyrulmuştur. Ancak kişi kötülüğü bir 
    alışkanlık halinde yapa yapa fıtratı tamamen bozulmuş ve "Allah tarafından 
    kalpleri mühürlenmiş."(Bakara, 2/7) kişiler takımından olmuş olursa başka. 
    Bu şekilde bu âyet, önceki sûredeki "Ona iki yolu gösterdik."(Beled, 90/10) 
    âyetinin bir tefsiri demektir. İki yol, biri şer olan kötülük, biri de hayır 
    olan takva gayesi; hidayet de bunları ilham edip açıklayarak kötülükten nehiy, 
    takvayı emirdir. Fücurun yani kötünün hayırdan önce zikredilmesi ise, kötülüğü 
    savmak, menfaat elde etmekten daha önce, başka bir deyişle temizleme, süslemeden 
    daha önce olduğu içindir. Zira maksat kötülükten sakındırmak, takvayı teşvik 
    etmektir. 
  9. İşte bu 
    anlatılan zahiri aydınlatmaları yaratan ve onlarla beraber daha birçok nimeti 
    içinde bulunduran göğü bina eden ve yeri döşeyen ve bunları, kendini, iyi 
    ve kötüyü idrak edecek ilham alabilen nefsi yaratıp düzene koyarak ona iç 
    nuruyla kötülük ve takvasını ilham eden yüce Allah'a yemin olsun ki o nefsi 
    temizleyen kimse yani günahlardan temizleyip takva ile terbiye etmek ve geliştirmek 
    suretiyle feyizlendiren kimseler; başka bir mânâ ile, Allah'ın böyle temizlediği, 
    ilham almış temiz nefis, gerçek kurtuluşu buldu. "Gir kullarımın içine, gir 
    cennetime."(Fecr, 89/29-30) hitabına nail olarak kurtulup muradına erdi. 
  10. Onu korumayıp 
    günahlarla alçaltarak gömen hileci kimseler, yahut başka bir mânâ ile, Allah'ın 
    öyle alçaltıp gömdüğü günahkâr ve alçak nefis de gerçekten zarar edip hüsrana 
    uğradı. Kendini kurtaramayıp bütün hayalleri ters yüz olmuş ve her ümitten 
    mahrum olarak "Allah ne olurdu, hayatım için önceden hayır yapsaydım."(Fecr, 
    89/24) diye diye sonsuz azap, kopmaz bağ içinde hasret ve hüsrana düştü gitti. 
    
  Tefsircilerin 
    çoğunun açıklamasına göre yeminlerin cevabı bu iki cümledir. Asıl olan yeminin 
    cevabında denilmek ise de yemin uzamış olduğu için kaldırılmıştır. Buna göre 
    bu sûrenin ruhu ve bütün anlatılmak istenenler bu iki cümlede özetlenmiştir. 
    
  Yukarıdan 
    beri defalarca geçtiği üzere "tezkiye", keskin ile zekatın aslı olan "zeka" 
    fiilinin tef'il kalıbından gelmiş şeklidir.> Bu ise arılık dediğimiz temizlik, 
    paklık, taharet mânâsıyla artıp büyümek demek olan nema, feyiz ve bereket 
    mânâsınadır. Dolayısıyla ile tezkiye; temizlemek, geliştirmek, feyizlendirip 
    büyütmek ve temize çıkarmak mânâlarına gelir. Bu şekilde nefsi temizleme tabiri 
    başlıca üç mânâda kullanılır: 
  BİRİNCİSİ: 
    Onu kirletecek küfür, cehalet, kötü duygular, yanlış inançlar, fena huylar 
    gibi kötü şeylerden temizlemek. 
  İKİNCİSİ: 
    Temizleyip koruyarak iman, ilim, irfan, iyi, iyiliksever duygular, güzel, 
    ilâhî ahlâk, takva özellikleriyle terbiye edip ilâhî tecellilere nail olarak, 
    çevresine zekat verecek, hayır ve bereket yayacak şekilde feyizlendirmektir 
    ki, bu iki mânâ ile nefsi temizlemeye çalışmak, onu yaratanın bir hakkı olmak 
    üzere insanın görevi ve yararı gereğidir. Onun için bu temizleme, bu işi yapması 
    itibarıyla insana; sebep olması itibariyle mürşit ve öğretici durumda bulunan 
    diğer şahsa; takdir edilmesi, başarılması ve yaratılması itibariyle Allah'a 
    nisbet olunur. Burada açık olan mânâ da budur. 
  ÜÇÜNCÜSÜ: 
    Nefsi tezkiye etmek, nefsin temiz olduğunu takdir veya son derece feyiz alıp 
    gelişmiş olduğuna hükmetmek suretiyle temize çıkarmak, övmek mânâsına gelir. 
    Nitekim şahitlik yapacak birini tezkiye etmek bu mânâdandır. İnsanın bu mânâ 
    ile nefsini tezkiye etmeğe hakkı yoktur. Henüz akibetini görmeyen ve kaderin 
    sırrını bilmeyen insan için böyle bir iddia ile böbürlenme gurur ve cehalet 
    ile düşüştür. Necm Sûresi'nde "Nefsinizi temize çıkarmayın. Allah, günahlardan 
    korunanı en iyi bilendir."(Necm, 53/32) buyrularak insanların kendilerini 
    temize çıkarmaktan nehyedilmeleri bu mânâ iledir. Onun için burada bu mânâ 
    düşünülecek olursa nefisten ibaret; nın faili (öznesi) altında gizli zamiri 
    o nefsi düzenine koyup kendisine ilham veren Allah lafzının; zamiri de nefisten 
    ibaret olan lafzının yerini tutan ve sıla cümlesini "men" ism-i mevsulüne 
    bağlayan bir bağ olarak "Allah'ın temize çıkardığı nefis kurtuluşa erdi" diye 
    anlamak gerekir. Önceki mânâda ise insan; nın fâili (öznesi) bu insanın yerini 
    tutan zamiri, sıla cümlesini ism-i mevsule bağlıyan bir bağ; zamiri de nefsin 
    yerini tutan bir zamir olarak "nefsini temize çıkaran insan kurtuluşa erdi" 
    diye anlamak da yeterlidir. Akla ilk gelen de budur. Mutezile bu mânâda israr 
    etmek istemişlerse de Ehl-i sünnet ikinci yönü de caiz görmüşler, her mânâsıyla 
    temizlemenin Allah'a isnadın daha doğru olduğunu söylemişlerdir. Onun için 
    meâlde iki yöne de ihtimalli olacak bir şekilde ifade edilmiş, tefsirde her 
    iki yön de gösterilmiştir.
   Gerçekte 
    insanın nefsini, ruhunu temizlemeye çalışması sonunda faydası kendisine ait 
    olan bir vazifedir. İnsan iradesini bu yönde kullanmakla "Allah'a yardım ederseniz 
    o da size yardım eder."(Muhammed, 47/7) mânâsı gereğince Allah'a hizmet ederek 
    Allah'ın yardımına erer. 
  İmam Ahmed, 
    İbnü Şeybe, Müslim ve Nesai Zeyd b. Erkam'dan rivayet etmişlerdir ki Resulullah 
    (s.a.v.): "Allah'ım! Benim nefsime takvasını ver ve onu temizle. Sen onu temizleyenlerin 
    en hayırlısısın. Sen onun velisi ve mevlasısın." diye dua ederdi. Taberani 
    ve daha bazılarının İbnü Abbas'tan rivayetinde de Hz. Peygamber (s.a.v.) bu 
    âyeti okuduğu zaman durur ve bu duayı söylerdi. Bundan ve Buhari, Müslim ve 
    Ebu Davud'da bununla ilgili rivayet olunan bazı hadislerden dolayı bazıları 
    bu mânânın daha tercihe şayan olduğunu ve bu şekilde , fiillerinin hepsinde 
    gizli fail (özne) zamiri tek düzen içinde Allah lafzının yerini tutacağı için 
    nazmın daha uyumlu olacağını söylemişlerdir. Fakat asıl mesele insanın kendisi 
    hakkında kendi kazancıyla sorumluluğunu anlatmak olduğu için, önceki izah 
    şekli daha anlamlıdır. Resulullah (s.a.v)'ın dua etmesi de kendi kazancı cümlesindendir. 
    "onu kirletip gömen" âyetinin izah şekli de böyledir. 
  TEDSİYE, tezkiyenin 
    zıddıdır. Devs, bir şey gelişip büyümeyerek bodur ve cılız kalmak ve gizlenmek 
    mânâlarınadır. Bundan tef'il kalıbında türetilen tedsiye de, bir kimseyi hile 
    ile ayartıp fesada düşürmek mânâsına gelir. Bununla beraber demişlerdir ki, 
    bu kelimenin aslı "dess"ten türemiş olan "tedsis" ir. Kendisinde bir cinsten 
    iki harf yanyana bulunan bir kelime olduğu için, tef'îl kalıbından mazisi 
    "dessese"de üçüncü sin, "doğan kuşu, konmak için süzüldü" yerinde denilmesi 
    gibi illet harfine dönüştürülerek "dessâ" olmuştur. Dess ve dissise, bir şeyi 
    bir şeyin altına gömüp gizlemek ve toprağa gömmek mânâsınadır. Bizim desise 
    tabirimizin aslı dissise mastarıdır. Desis, hiçbir ilaç ile giderilmeyen koltuk 
    kokusuna, casusa ve küle gömülüp kebap olmuş ete denir. Dessas da bir tür 
    pis ve kötü yılana denir. İşte tedsis ve tedsiye bu mânâlarla ilgili olarak 
    bir şeyi iyice gömmek ve hile yapmak, bir şeyi hile ile bozup fenalaştırmak 
    ve iyice örtüp gizlemek, gömmek mânâlarını ifade eder. Şair demiştir ki: 
  "Sen Amr'ı 
    berbat edip gömen kimsesin.
   Böylece onun 
    hanımları ondan dul kalıp dağıldılar." 
  Demek ki nefsi 
    tedsiye, ruhu faziletli ve erdemli şeylerle temizlemeyip kötü işler ve kötü 
    ahlâk ile fesada vermek, sonunda kokup gömülmeye mahkum bayağı beden kirleri, 
    katı hayvani gayeler, gösteriş gibi şeytani ve karanlık hislerle çürütüp kokutarak 
    maddiyata gömmek ve ahirette, küle gömülmüş "kebap" gibi cehennem ateşine 
    kapatmaktır. 
  İlâhî ilhâm 
    ile nefsi temizlemenin nur, gündüz ve gök ile; nefsi kirletmenin de gece karanlığı 
    ve yer ile münasebeti de açıktır. Allah'ın insan tabiatına üflemiş olduğu 
    o ruhu, o ilâhî nuru böyle gömmek ise ne büyük kayıp, ne büyük hüsrandır. 
    
  11. Bunu bir 
    misal ile açıklığa kavuşturmak için buyruluyor ki: "Semud, azgınlığından dolayı 
    yalanladı". 
  Defalarca 
    geçtiği üzere Semud, Arab-ı bâideden, yani tamamen helak ve yok olmuş ve yok 
    oluş kıssası dillere destan olarak kalmış meşhur bir kavimdir. Birçok sûrede 
    beyan olunduğu üzere yüce Allah onlara Peygamber olarak Salih (a.s.)'i göndermişti. 
    Doğruluğuna dair bir âyet, bir mucize istediklerinde "Bu, Allah'ın dişi devesi, 
    sizin için bir alâmettir. Bırakın onu Alah'ın arzında otlasın. Sakın ona bir 
    fenalık yapmayın. Yoksa elem verici bir azaba uğrarsınız."(A'râf, 7/73) buyrulduğu 
    gibi, bir Allah devesi, olağanüstü bir dişi deve âyet olarak gösterilmiş ve 
    "Su içme hakkı bir gün onun, belli bir gün de sizindir."(Şuara, 26/155) mânâsı 
    gereğince ona su verilmesi için nöbet ve sıra usulüyle bir gün ayrılmış ve 
    Allah'ın arzında yayılmak üzere bırakılması ve kötülükle dokunulmaması, dokunulduğu 
    takdirde elem verici bir azap geleceği haber verilmiş idi ki, devenin yaratılışı 
    bir mucize olduğu gibi, bu haber de bir mucize oluyordu. O kavim buna inanmamış, 
    yalanlama ile karşılamış idi. Yalan kötü bir şey olduğu gibi, gerçek ve doğru 
    olan bir haberin yalan olduğunu söylemek de kötü bir iş, bir yalan; bir peygamberin 
    verdiğ haberi yalanlamak ise onu gönderen Allah'ı inkârdır. 
  Da'va kalıbında 
    "tağva", azgınlık mânâsına mastardır. Kayaları kesip biçen Semud, kuvvetlerine 
    güvenerek azgınlıkları sebebiyle peygamberlerine inanmayıp yalanladılar.
   12. En azgınları 
    atılıp ortaya çıktığı zaman, yani o yalanlamanın görünen alâmeti o vakit oldu. 
    İçlerinden en azgın bedbahtları olan birisi, ki Kudar b. Salif diye meşhurdur, 
    o azap tehdidini yalanlayarak deveyi tepelemeye kalkıştığı sırada göründü. 
    Bütün kavim de ona ve beraberindekilere engel olmayıp sustukları ve bıraktıkları 
    için onlar da onun gibi yalanlamış ve azgınlıkta ona katılmış oldular. 
  13. O vakit 
    Allah'ın Resulü, yani "Semud'a da kardeşleri Salih'i gönderdik."(A'râf, 7/73) 
    âyetiyle onlara peygamber olarak gönderildiği bildirilen Salih (a.s) onlara 
    şöyle demişti: "Allah'ın devesi" (sakındırma mânâsı üzere mansup olmakla fiili 
    zikredilmemiştir.) Yani, sakının, dokunmayın Allah'ın devesine, peygamberine 
    mucize kıldığı deveye ve onun sükyasına, yani gününde onun suvarılmasına mahsus 
    olan suyuna da dokunmayın. 
  14. Fakat 
    o en azgın kişi ve beraberindekiler ve dolayısıyla o kavim o Allah'ın elçisini 
    yalanladılar. Söylediklerine, o "sakın ha yapmayın" demesine ve korkutmasına 
    inanmadılar da onu, o deveyi devirdiler, vurup öldürdüler. 
  AKR'ın asıl 
    mânâsı, bir hayvanın ayaklarını biçip yıkarak öldürmektir. Rabb'leri de günahları 
    sebebiyle onları yere vurup sürte sürte ezdi, hışmını bası basıverdi, azabını 
    uygulayıverdi. "Onları korkunç bir gürültü yakalayıverdi." (Hıcr, 15/73, 83), 
    "Onları bir sarsıntı tutuverdi." (A'râf, 7/78, 91, 155) ve "Alçaltıcı azabın 
    yıldırımı onları yakalayıverdi." (Fussilet, 41/17) buyrulduğu üzere bir gürültü, 
    bir sarsıntı, bir alçaltıcı azap yıldırımla çarpıp yere sererek hepsini kırdı 
    geçirdi. Hem de onu eşit yaptı. O yere vurmayı, o azabı yalnız en azgınlarına 
    ve bizzat onun beraberinde bulunanlara değil, Salih peygambere iman etmeyen, 
    susmak ve dokunmamak suretiyle o azılıya katılmış bulunanların hepsine, çoluğuna 
    çocuğuna eşit şekilde uyguladı. Hepsini düpedüz kökünden yok etti. Yahut, 
    yeri üzerlerine geçirip düzleyiverdi. Bu tesviye (düzleme) de önceki tesviyenin 
    bir karşılığı demektir. 
  DEMDEME, açıklandığına 
    göre fiilinin tekrarıyla elde edilen bir fiildir. Demme, boya veya yaldız 
    sürmek, badana yapmak, gemiyi zift ile kalafatlamak gibi, bir şeyi bir şeye 
    sürüp sıvamaktır. Yeri düzlemek, bir kimseye şiddetli azap etmek, bir adamın 
    başını ezmek ve halkı kırıp geçirmek mânâlarına gelir. "Demdeme" bunun tekrarlanmış 
    şekli olarak katlısını yapmaktır ki, fiilde birbiri ardınca bir yinelenme 
    ile her tarafından kaplıyacak bir kuşatma ve kuvvet ifade eder. denilir ki, 
    "kabri, üzerine yıkıp basa basa tamamen düzledi" demektir. Cevheri "Sıhah"ında 
    der ki: "Bir şeyi demdeme yaptım demek, onu yere yapıştırdım ve sürte sürte 
    ezdim." demektir. "Kamus"ta: "Kavme demdeme etti ve kavmin üzerine demdeme 
    yaptı demek, onları öğütüp yok etti." demektir ki tekrar tekrar düzlemek, 
    azap etmek mânâsından alınmıştır. Aynı şekilde hışım, öfke ve gazap mânâsına 
    gelir. denilir ki, "onu hışım tuttu" demektir. Hışım ve öfkeyle homurdanarak 
    söz söylemek mânâsına da gelir. "Ona karşı öfkeli öfkeli gürleyerek söyledi." 
    demektir. 
  Tefsirciler 
    burada başlıca tekrarlanan "sıvama" ve "kabri tamamen bastırma" mânâsından; 
    günahlarını başlarına geçirip üzerlerine öfkeyle azabı uygulamak ve köklerini 
    kazıyarak yok etmek, kırıp geçirmek mânâlarına tefsir etmişler ve "onu dümdüz 
    etti" fiilindeki zamirinin de işaret ettiğimiz gibi demdeme mastarının ve 
    bu karine (ipucu) ile Arzın yerini tuttuğunu söylemişlerdir ki, birisi azabın 
    eşit şekilde hepsine genelleştirildiğini, birisi de o yok etmenin, onların 
    yere geçirilmesi suretiyle olduğunu ve oturdukları yerlerin başlarına geçirilip 
    düpedüz bir harabeye çevrildiğini veya yok olmalarıyla yerin düzlenmiş bulunduğunu 
    ifade eder. Bu zamirin "demdemen" mastarının yerini tutması daha açık ve şu 
    zamiri de uygundur. 
  15. Ve o, 
    onun akibetinden korkmaz. Yani Allah verdiği cezanın sonundan, acaba sonunda 
    bir zarar veya sorumluluk gelir mi? diye endişe edecek değildir. O, sonunda 
    yaptıklarının hesabını vermeğe mecbur olan ve ona göre verdiği cezalarda, 
    ettiği azaplarda akibetinden korkması lazım gelen yaratılmış hükümdar ve hakimlere 
    benzemez. Çünkü onun üstünde onu sorumlu tutacak, ona bir zarar verebilecek 
    hiçbir kuvvet ve kudret yoktur. O hakkın kendisidir. Her şeyi yapmaya kendiliğinden 
    layık, her ne yapsa hakkıdır. Bütün mülk onun olduğu için mülkünde "Dilediğini 
    yapan"(Hud, 11/107) ve "yaptığından mesul olmaz."(Enbiya, 21/23) bir zat olarak 
    dilediğini yapar, kimsenin karşı çıkma ve karışmaya hak ve selahiyeti olmadığı 
    gibi zerrece bir zarar verebilme ihtimali de yoktur. O, yok ettiği yaratıkların 
    daha iyisini yaratma ve yok edilmelerinden sonra da onlara dilediği sevap 
    ve cezayı verebilme gücüne sahip olduğu için, onun yok etmesi kendisi hakkında 
    bir zarar teşkil etmeyeceği gibi, başkası hakkında bir zulüm değil, hak ve 
    adaletin ta kendisi olur. Zira hakkın zatının üstünde bir hak ölçü ve ilkesi 
    yoktur. O nefisleri önce düzgün hale getirip yaratan Allah, onları bu şekilde 
    genel olan günahlarından dolayı cezalandırmada eşit tutmakla bir haksızlık 
    değil, adalet yapmış olur. 
  Bu BİRİNCİ 
    izaha göre vav, mukadder bir soruya cevap olarak gelen başlangıç cümlesinin 
    başında bulunan vav olup "korkmaz" fiilin fail (özne) zamiri Allah lafzının 
    yerini tutmaktadır. Bu cümle yaratılmışların sorumluluğunu, yaratıcının sorumsuz 
    ve yaptığından sorumlu tutulmaz olduğunu anlatarak cezanın şiddetiyle beraber 
    hak olduğunu açıklamak ve dümdüz etmeden hatıra gelebilecek sakıncalı kuruntu 
    ve vehimleri defetmektedir. Yüce Allah hakkında korku asla tasavvur edilemeyeceği 
    için bu ifadenin, onların Allah katında zelil ve hakir olduklarını tasvir 
    için bir istiare-i temsiliyye olduğu da söylenmiştir. Bundan başka burada 
    başka iki izah şekli daha söylenmiştir. 
  İKİNCİSİ, 
    zamirinin, "Resul" isminin yerini tutmasıdır ki, "o resul ne oldu?" şeklinde 
    mukadder bir soruya karşı, o resul bu cezasının sonucundan korkmaz. Zira o 
    onları sakındırmış, peygamberlik görevini yapmış olduğu için ona korku ve 
    sorumluluk yoktur demek olup "Azap emrimiz gelince Salih'i ve beraberindeki 
    iman etmiş olanları, tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık." (Hûd, 11/66) 
    mânâsıyla temizlenmiş nefislerin kurtuluşlarına misal olur. 
  ÜÇÜNCÜSÜ de 
    Süddî, Dahhâk, Mukatil ve Zeccâc'ın görüşlerine göre "vav", hal bildiren vav 
    olup zamir "eşkâ" (en azılı) şahsın yerini tutmaktadır. "Halbuki o azılı kişi 
    işlediği suçun cezasından korkmuyordu." demek olur.
   Tefsircilerin 
    bazısı, yeminin cevabı, bu Semud kıssasından anlaşılan mânâya göre, sûrenin 
    sonunda mukadder olduğu görüşüne varmışlardır. Buna göre sûrenin asıl geliş 
    gayesi özetle şu mânâ olur: Güneşe, onun parıltısına,... yemin olsun ki sizin 
    içinizden Allah'ın Resulünü yalanlayanlara azap muhakkaktır. Evvelki izah 
    şeklinde ise "Elbette nefsini temizleyen kurtulmuş; onu kirletip gömen ziyan 
    etmiştir." bölümü büyük önerme makamında asıl cevap olup bu kıssa onu misal 
    ile isbat ve vurgulama olduğundan neticenin şöyle dallara ayrılması gerekir: 
    İşte Allah'ın ilham ve hidayetine uyup nefislerini takva ile temizleyenler 
    kurtuluşu bulduğu gibi, nefislerini temizlemeyip de aksine kötülük ve isyan 
    ile fesada uğratmış olanlar, Allah'ın elçisini yalanlayıp azgınlarına uyan 
    ve bu yüzden günahlarıyla yok olup giden Semud gibi Resulullah (s.a.v.)'ı 
    yalanlayıp azgınlara uyarak kendilerini neticede azaba mahkum edip kaybeder 
    ve hüsrana uğrarlar. O halde Allah'ın Resülüne ve nuru olan Kur'ân'a inanmaya, 
    uymaya ve nefislerinizi takva ile temizlemeye ve geliştirmeye çalışınız ki 
    kurtuluşa eresiniz. Denilmiş ki, bilhassa Semud kıssasıyla öğüt vermek, ilk 
    muhatap olan Araplar'ın yurtlarına yakın olduğu içindir. 
  Yorum ve işaret 
    açısından da şöyle denilebilir: Bu kıssanın özel olarak seçilmesinin nedeni 
    şudur: Burada "Allah'ın devesi" bedene; "Salih", ruha; "devenin su nöbeti" 
    de marifete işaret olduğuna göre, Semud kıssası insan nefsinin hallerine uygun, 
    bu sûre de nefsin mutluluk ve bedbahtlıktaki mertebelerini açıklama akışı 
    içerisinde geldiği için özellikle bu kıssa zikredilmiştir.