86-TARIK: 
    
  "Andolsun 
    gökyüzüne." Buradaki "vav" yemin içindir. Sema ise, bildiğimiz göğe ve mutlak 
    yüksek mânâsına maddi ve ruhani her yüksekliğe ve dolayısıyla hava boşluğuna, 
    buluta ve yağmura veya yağmurdan meydana gelen bitkilere ve yiyeceklere dahi 
    denir. Burada bazıları "yağmur" mânâsına demişlerse de çoğunluğun dediği gibi 
    bildiğimiz gök mânâsına olması açıktır ki yukarıda çatlayacağı, yarılacağı 
    hatırlatılan ve burçları olduğu bildirilen gök demek olur. Bununla beraber 
    Arş'a kadar maddi ve ruhani mutlak yükseklik mânâsına olması da yeminin cevabına 
    pek uygundur. 
  Yeminin faydası, 
    yemin edilen şeyin önemine dikkati çekerek verilen haberi desteklemektir. 
    Burada iki şeye yemin olunuyor. Birisi gök, birisi de Târık'tır. 
  TÂRIK, aslında 
    "tark" kökünden ism-i fâildir. Tark, bir ses işitilecek şekilde şiddetle vurmak, 
    çarpmaktır. Bu asıl mânâsından genişletilerek bunun gerektirdiği birçok mânâda 
    kullanılmıştır. "Çekiç" ve "çomak" mânâsına "mıtraka" bu köktendir. Yol mânâsına 
    gelen "tarîk" da bundan türetilmiştir. Zira yolcular ona ayak vururlar. Buna 
    göre "târîk", esasen "tokmak vurur gibi şiddetle vuran" demek olduğu halde 
    sonra ayak vurmak, yol tepmek mânâsıyla lügat örfünde yola giden yolcuya isim 
    olmuş ve bu mânâda yaygın şekilde kullanılarak hakikat olmuştur. Sonra "gece 
    gelen" mânâsında özelleşmiştir ki geceleyin gelip kapı çalan veya gönül hoplatan 
    ziyaretçi mânâsını ifade eder. Mastarı "tark" ve "turuk"tur. Sonra bu mânâdan 
    genişletilerek her ne olursa olsun geceleyin ortaya çıkıp göze, gönüle çarpan 
    her şeye, hatta hayalî görüntülere dahi târık denilmiştir. Nitekim Şair: 
  "O hayal gördü 
    ve hiçbir tarafa meyletmedi. Oysa kervanlarımızı hızlandırma açısından gece 
    kadar etkili bir şey yoktur." demiştir. Bizim zihne çarpmak tabirimiz de bu 
    türdendir. Bir de Târık, özellikle sabaha karşı doğan sabah yıldızına da denir. 
    Burada Târık, yemin ile cevabı arasında bir ara cümlesi olarak şöyle tefsir 
    olunuyor: 
  2. Bildin 
    mi sen Târık nedir?. 
  3. "Karanlığı 
    yaran yıldızdır." Üzerine yemin edilen o Târık, delen yıldızdır. 
  NECM-İ SÂKIB, 
    delik mânâsına "sakb" kökünden "delen yıldız" demek olup ışığının kuvvetinden 
    dolayı karanlığı deliyor gibi görünen her parlak yıldıza denir. Nitekim aynı 
    mânâ ile şihaplara yani kıvılcımlara veya akan yıldızlara da "sâkıb" denilir. 
    Bir de kuş yukarı yükseldi demek olan tabirinde olduğu gibi sakb, yükselme 
    mânâsına gelir ki bazıları bu mânâyı göz önünde bulundurarak necm-i sâkıb, 
    yüksek yıldız demek olduğunu söylemişlerdir. Şu halde 'nün başındaki "lâm" 
    cins ifade eden lâm olmak üzere, gece doğan herhangi bir parlak veya yüksek 
    yıldız cinsi veya lâm ahd için olarak, sabah yıldızı ve İbnü Abbas'tan bir 
    rivayete göre Cediy yıldızı veya Sûresi'nin başında geçtiği gibi Süreyya veya 
    Kur'ân yıldızı olmak ihtimali de vardır. 
  İlk akla gelen 
    Sabah yıldızı olmakla beraber Târık manevi şeyler için de kullanılabildiğine 
    ve "yıldızla da yol bulurlar"(Nahl, 16/16) mânâsınca yıldızda bir hidayet 
    ve yol gösterme mânâsı olduğuna göre "Necm-i Sâkıb"tan maksadın geceleyin 
    gökte doğan herhangi bir parlak yıldızın göze çarpması halinde ışığın şuurumuzda 
    parlayışı gibi manevi semadan nefislerimize gelip vicdanımıza işleyen ve zihnimize 
    nakşedilerek bizi içimizdeki ve dışımızdaki karanlıklardan çıkaran iman ve 
    kesin inanç nurlarıyla manevi kalbe doluşları ve ilâhî irşatları kapsaması 
    daha uygundur. Yani, göğe ve sizi karanlıklardan aydınlatmak için yıldız gibi 
    şuurunuza çarpan ve maddenizi delip gönüllerinize işleyen hak nuruna yemin 
    olsun. 
  4. Hiçbir 
    nefis yoktur ki ille üzerinde bir hafız, bir koruyucu olmasın.> Her nefis 
    üzerinde, her halde mutlak bir koruyucu vardır. Onu, her halinde bütün varlığıyla 
    bütün fiil ve davranışlarını ve onunla ilgili olan her şeyi görür gözetir, 
    hepsi onun koruması, gözetimi ve kontrolü altında olur. Ki O, Levh-i Mahfuz'u 
    da koruyan yüce Allah'tır. Bir nefis ne kadar yüksek olursa olsun, her halinde 
    üzerinde bir koruyucu bulunmaktan kurtulamaz. Hiç bir zaman kendi kendine 
    başıboş bırakılmaz. Her an kontrol altındadır. "Oysa üzerinizde muhakkak gözcü 
    melekler var. Dürüst yazıcılar var. Her ne yaparsanız bilirler."(İnfitar, 
    82/10-12) buyurulduğu üzere insanlar üzerine her yaptıklarını bilerek yazan 
    değerli melekler ve "Onun önünden ve arkasından takip eden melekler vardır. 
    Onu Allah'ın emrinden dolayı gözetirler."(Ra'd, 13/11) buyrulduğu üzere Allah'ın 
    emriyle her insanı önünden ve arkasından muhafaza ederek takip eden muhafız 
    melekler bulunmakla beraber, Kaf Sûresi'nde "Andolsun insanı biz yarattık 
    ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından 
    daha yakınız." (Kaf, 50/16) âyetinde geçtiği gibi onlar insanın nefsindeki 
    her gizli vesveseye ulaşamaz; fiillerini, sözlerini, kararlarını kayıt edip 
    zabıt tutarlarsa da bütün içindekileri bilemezler. Fakat şahdamarından daha 
    yakın, "Her şeyi koruyucu" (Hud, 11/57), "Her şeyi hakkıyla gözetici"(Ahzab, 
    33/52), "Her şeye şahit" (Mâide, 5/1117) "Göğüslerdekileri bilici"(Âl-i İmran, 
    3/119, 154) olan yüce Allah hepsinin üzerinde koruyucudur. Bütün muhafızlar 
    onundur. İnsanın hafızası da onun koruyucu olduğunu gösteren delillerden biridir. 
    
  Ebu Umame 
    (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: 
    Mümine yüzaltmış melek vekil kılınmıştır. Onlar bal çanağından sinek kovalar 
    gibi müminden şeytanları kovarlar. İnsan kısa bir süre kendine bırakılsa şeytanlar 
    onu kapışıverirlerdi. 
  Bazıları bu 
    âyette geçen "hâfız"ı, koruyucu hafaza melekleriyle, bazıları da amelleri 
    kayda geçiren yazıcı kontrol melekleriyle tefsir etmek istemişlerse de asıl 
    maksat her iki mânâ ile hepsinin üzerinde gerçek koruyucu olan yüce Allah'tır.
   Bazıları 
    da burada "hâfız"ı akıl diye anlamak istemişlerdir. Fakat söylediğimiz gibi 
    insanın akıl ve hâfızası da yüce Allah'ın âyet ve delillerinden biridir. Nefis, 
    göğü ve Târık'ı onunla anlayıp kendisiyle mukayese ederek üzerindeki "hâfız"ı 
    anlamaya giden yolu bulabilir. Bundan dolayı akıl yoluyla bu dâvâyı isbatın 
    veya nakil yoluyla bu haber vermenin bir dalı ve şubesi olarak buyruluyor 
    ki: 
  5. Onun için 
    insan baksın, üstünde bulunan göğe ve geceleyin karanlığı delen parlak veya 
    yüksek yıldız gibi göze gönüle çarparak nefsine gelen Târık'a bakıp içinden 
    ve dışından nasıl yüksek bir koruma ve kontrol altında bulunduğunu anlamak 
    ve ona göre fenalıktan sakınıp sonunda sevinebileceği görevleri gayret sarfederek 
    yapmak üzere kendini düşünsün. Neden, hangi şeyden yaratıldı? 
  Bazıları burada 
    insan nefsinin, "heykeli mahsüs" yani görünen heykel denilen bedenden ibaret 
    olduğunu ve bu şekilde bu sorunun insana, değersiz bir varlıktan ibaret olduğunu 
    düşündürme akışı içinde sorulduğunu söylemişlerse de bu tamamen doğru değildir. 
    Zira "insan baksın" emrinden, ilk evvel insanın bedenden ibaret değil, bakan, 
    yani düşünen şey demek olduğu anlaşılır ki bu da Kıyame Sûresinde geçtiği 
    gibi "Doğrusu insan kendine karşı bir basirettir, kendi nefsini görür."(Kıyamet, 
    75/14) âyetinin ifade ettiği mânâ ile tamamen aynıdır. Gerçi cevapta insanın 
    bedeni itibarıyla yaratılışı, yaratılmaya başlanması anlatılmış ise de bundan 
    insanın bedenden ibaret olması gerekmeyip yaratılış aşamalarından bir aşamaya 
    ait olarak beden ile ilgili bulunduğu anlaşılmış olur. 
  İkinci olarak, 
    bu sorunun bu şekilde sorulmasında, sözün akışına göre insanın üzerinde bulunan 
    koruyucu ve gözetici karşısında aciz ve değersiz olduğuna bir uyarı bulunduğunda 
    şüphe yok ise de asıl sorunun gelişi, o değersizliği düşündürmek değil, onu 
    değersiz bir başlangıçtan yaratıp yükselterek "düşünen insan" derecesine getiren 
    yüce yaratıcının yaratma ve korumadaki gücünün büyüklüğünü düşündürerek o 
    yaratıcının tekrar yaratabileceğini göstermek ve dolayısıyla "Bütün sırların 
    yoklanacağı gün"de sırların temiz olması için gurura saplanmayıp Allah'a doğru 
    yükselmek üzere kendi nefsinden çaba harcaması gerektiğini anlatmaktır ki 
    nazar, yani bu âyette emredilen bakma ve düşünme, bu çabanın başlangıcı demektir.
   6. Onun için 
    yaratılışının başlangıcında bir erlik suyu halinde iken bile rahime geçmek 
    için bir tür gayret ve çaba demek olan dıfk, yani "atma" özelliği açıkça belirtilerek 
    cevabında buyruluyor ki: Atan bir sudan yaratıldı.
   DIFK fiili, 
    dökmek, atmak gibi geçişli olduğu için suyun niteliği "atılan" veya "dökülen" 
    olması gerekirken "atan" denilmesi kuşkusuz çok dikkat çekicidir. Bunun izahını 
    üç şekilde yapmışlardır. 
  BİRİNCİSİ, 
    Zeccac'ın Sibeveyh'ten naklettiği üzere hurmalı ve sütlü gibi nisbet mânâsıyla 
    "dıfıklı" demek olarak yine atılan mânâsından olmasıdır. 
  İKİNCİSİ, 
    "Razı olunmuş hayat"(Kâria, 101/7) âyetinde olduğu gibi isnad-ı mecazî yoluyla 
    ism-i mef'ul yerine ism-i fâil kullanılmış olmasıdır. Ferrâ: "Sıfat yerinde 
    bunu Hicazlılar diğerlerinden daha çok yapar. "Gizlenmiş sır" , "Yorgun düşmüş 
    dikkat" ve "Uyunan gece" tabirlerinde olduğu gibi" demiştir. 
  ÜÇÜNCÜSÜ, 
    İmam Halil ve Kutrub'tan dıfk ve dufuk kelimelerinin dökülme mânâsına da geldiği 
    nakledilmiştir. Fakat hangisi de olsa bunun bu şekilde anlatılmasında bir 
    nükte olmalıdır. Bu ise, suda bir çaba tasavvur ettirmek üzere atma işinin 
    onun tarafından yapıldığının söylenmesidir. 
  "Mâ" kelimesinin 
    başındaki "min" başlangıç ifade eder. "Bir kısım" mânâsına gelmesi de "Suyun 
    hepsinden çocuk olmaz." sahih hadisinin mânâsına uygun olur ki, "atan bir 
    suyun bir kısmından yaratıldı" demek olur. "Mâ" kelimesinin sonundaki tenvin 
    de küçümseme, değersizlik, âdilik ifade eder. Değersiz, basit bir sudan mânâsındadır. 
    
  7. Ama rastgele 
    atılan her sudan değil şu nitelikteki atan sudan ki erkeğin sulbü ile kadının 
    göğüs kemikleri arasından çıkar. 
  SULB, sulüb, 
    saleb sâlib; başın arka dibinden kuyruk sokumuna kadar arka kemiğine denir 
    ki omurga kemiği, amûdi fikarî ve bel kelimeleri ile ifade edilir. Dimağdan 
    inen ve "nuha-ı şevki= omurilik" denilen ve sinir sisteminin ana hattı olan 
    "korkar ilik" onun içinden iner. Beden şekillenme ve oluşumunun sertlik ve 
    sağlamlık ekseni demek olan bir temel direğidir.
   TERÂİB de 
    "teribe"nin çoğuludur. Göğüs kemiklerine denir ki "göğüs tahtası" tabir edilir. 
    İki meme ile boyun halkası kemiklerinin aralığına veya göğsün sağ tarafından 
    dört ve sol tarafından da dört kaburgaya veya iki el, iki ayak ve iki göze 
    de denilir. Özellikle göğüste gerdanlık takılan yere denir. Demek ki sırttaki 
    omurların karşılığı olarak göğüs kemiğinin sağ ve sol kaburgalara doğru dallanan 
    her boğumu bir teribe olup hepsine birden terib ve teraib denilmiştir. Bu 
    durumuda asıl terâib, göğüs tahtasının eksenini teşkil eden ve boyundan memeler 
    arasına doğru inen kemikler olup etrafı itibarıyla sinenin gerdanlık takılan 
    bölümüne ve hepsine denir. Nitekim İmriu'l-Kays'ın: 
  "Beli ince, 
    bembeyaz, göbekli değil,
   Sinesi ayna 
    gibi parlaktır."
   beytinde 
    ayna gibi cilalanmış diye nitelediği terâib, kemikler değil, sinenin kendisidir. 
    
  Sulb ile terâib 
    bedenin arkadan ve önden iki duvarını bel ve bağır gibi esaslı iki temel direğiyle 
    ifade etmiş oluyor ki bunların arası üreme aygıtını kapsar. Şu halde "sulb 
    ile terâib arası", bedenin bütün şekliyle ilgili olup ortasında bulunan üreme 
    aygıtlarından kinâye olur. Aynı zamanda sulb erkeğe, terâib de kadına işaret 
    olarak aralarının birleşmesinden kinâye olmak da sulbün erkek, sinenin kadın 
    hakkında daha meşhur ve açık olması itibarıyla herkes tarafından bilinmiş 
    olmaya daha yakındır. Gerçi "çıkan" kelimesi "ma-i dâfik" (atan su)in sıfatı 
    olmak daha yakın bulunduğu için, altında gizli olan "o" zamirinin bunun yerini 
    tutmuş olacağına nazaran dâfık kelimesinden açıkça erkeğin suyu anlaşılabileceği 
    gibi; "sulb ve terâib arasından" ifadesinden de ilk akla gelen erkeğin sulbü 
    ile erkeğin göğüs kemikleri arası olur ise de birleşme halinde erkek ve kadından 
    her birinin sulb ve teraibi arasına, yahut sulb erkeğe teraib kadına ait olarak 
    ikisinin de sebep oluşuna işaret olmak daha uygundur. Çünkü bu şekilde bu 
    vasfın faydası daha kapsamlı olur. 
  Tefsircilerin 
    burada başlıca iki görüşü vardır: 
  BİRİSİ, ilk 
    söylediğimiz gibi "atan su" erkeğin suyu, "sulb ve terâib arası" da erkeğin 
    sulbü ve göğüs kemikleri arası olmaktır. Bununla bu işte kadın yönü yok sayılmış 
    değil, ancak açıkça ifade edilmeyip "Allah onu hangi şeyden yarattı? Bir erlik 
    suyundan, onu yarattı."(Abese, 80/18-19) âyetinde olduğu gibi en önemli olanına 
    işaretle yetinilmiş olur. 
  İKİNCİSİ, 
    erkeğin sulbünden ve kadının göğüs kemiklerinden, yahut ikisinin de sulb ve 
    göğüs kemikleri arasından çıkan iki suyun toplamına işaret olmaktır. Çünkü 
    tâ Al-i İmran Sûresi'nin başında geçtiği üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) 'den 
    "Erkek ve kadından hangisinin suyu -kuvvetçe- üstün gelirse çocuk daha çok 
    ona benzer." diye rivayet olunduğuna göre çocuk, erkekle kadın suyunun birleşmesinden 
    meydana gelir. 
  Bunun iki 
    su olduğu halde sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkan "atan bir su" diye 
    ifade olunmasının sebebi de şöyle açıklanmıştır. 
  BİRİNCİSİ: 
    Erkekle kadın ikisi birleşme halinde bir tek şey gibi olduklarından dolayı 
    burada bu ifade güzel olmuştur. 
  İKİNCİSİ: 
    Bir şeyin iki sebebi olduğu zaman, "bu, şununla şunun arasında oldu" demek 
    uygun olur. O halde "dâfik" (atan) denilmesi de, bir şeyin bir kısmının vasfıyla 
    o şeyin tamamını nitelemek kabilinden olur. Bir kısmı "atan" vasfını taşıması 
    sebebiyle tamamına da bu vasıf verilmiştir. Yahut kadının suyu da rahime dökülmesi 
    nedeniyle onda da bu sıfat düşünülebilir. 
  Bu iki görüş 
    üzerine burada kadının da menisi var mıdır, yok mudur? Varsa, çocuğun doğmasında 
    asıl olan hangisidir? tarzında bazı tartışmalar olmuştur. Kadının da bir suyu 
    bulunduğunu ve buna şer'an onun menisi denildiğini ve embriyonun meydana gelmesi 
    için döllenmede iki tarafın da ilgili olduğunu tartışmaya gerek yoktur. Fakat 
    kadının suyu erkeğin menisi gibi hayati maddeyi içeriyor mu, yoksa mezi gibi 
    bir yardımcı hizmeti yapmakla kalıyor mu? Çocuğun yaratılmasında ikisi birlikte 
    etken birer unsur mudur? Yoksa biri işi yapan, öbürü bunu kabullenen durumunda 
    mıdır? Bu yönler aranmıştır. 
  Kur'ân âyetlerinin 
    toprak, çamur, kupkuru çamur, şekillenmiş balçık, çamur hülâsasından sonra 
    başlangıç olarak gösterdiği değersiz su, meni, atan su hep erkeğin menisinde 
    olduğu bilinmesini ve kadın menisi hakkında bir açıklık bulunmamasını göz 
    önüne alan bir kısım âlimler, çocuğun oluşumunda asıl unsurun erkeğin suyu 
    olduğu görüşüne varmışlar ve kadının suyunu bir hayat unsuru değil, bir yardımcı 
    mahiyetinde düşünerek ilk görüşü tercih etmişlerdir. 
  Öte yandan 
    ulûkun yani döllenmenin meydana gelmesinde kadından da bir maddenin iştirak 
    edip katıldığı daha sonra çocuğun anaya da benzemesi durumlarının ortaya çıkmasından 
    da anlaşılmasına ve hadiste de bunun kadın menisinin katılıp üstün gelmesinden 
    olduğunun söylenmesine dayanılarak katılan etkili veya etkiyi kabul eden bir 
    unsurun dahi nazar-ı itibara alınması gerekmiştir ki bu unsur kadının bezr 
    (tohum) veya büyeyza (yumurtacık) tabir olunan ve döllenen yumurtacığıdır. 
    Kadının suyunun bir meni gibi sayılması rahmin üstünde "mebiz" denilen yumurtalıktan 
    çıkan bu yumurtacıklar dolayısıyladır. "Suyun tamamından çocuk olmaz." hadisi 
    gereğince çocuk erkek suyunun tamamından değil bir kısmından olduğu gibi, 
    kadın suyunun da hepsinden değil, bu yumurtacığındandır. Gizli olan döllenme 
    işinde bunun görevinin ne olduğu hususunda üç ihtimal vardır: 
  BİRİNCİSİ, 
    erkek tohumunun faaliyet ve gelişmesine yalnız zemin teşkil eden bir edilgen 
    olmasıdır. 
  İKİNCİSİ, 
    onun ile karışıp birleşerek hepsinin birden faaliyet gösterip gelişmesidir. 
    
  ÜÇÜNCÜSÜ, 
    erkek menisi bunun faaliyetine yalnız bir uyarıcı sebep gibi olup yavrunun 
    aslının o yumurtacıktan gelişmesidir. İşte tefsirciler âyetinin tefsirinde 
    birinci ve ikinci ihtimaller üzerinde yürümüşler, üçüncü ihtimali hiç nazar-ı 
    itibara almamışlardır. Bu münasebetle burada erkek ve kadın suları ile anlatılan 
    bu üç ihtimal hakkındaki teorilere dair biraz açıklamada bulunmak faydasız 
    olmayacaktır. 
  Yüce Allah'ın 
    yaratma ve kudretine, koruma ve yardımına delil göstermek suretiyle başlangıç 
    ve son hatırlatılmak üzere insanın yaratılış aşamaları Müminûn Sûresi'nde 
    "Andolsun biz insanı çamur hülasasından yarattık. Sonra onu sağlam bir yerde 
    bir tohum yaptık. Sonra o tohumu bir embriyon haline getirdik. Arkasından 
    bu embriyonu bir et parçası yaptık. Sonra et parçasını da kemikler haline 
    çevirdik. Sonra bu kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratılışla 
    inşa ettik. Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir. Sonra siz 
    bundan sonra muhakkak öleceksiniz. Sonra da kıyamet günü muhakkak diriltilileceksiniz."(Mü'minûn, 
    23/12-16) âyetiyle dokuz mertebe halinde sınırlandırılarak zikredilmişti. 
    Ki bunlardan birincisi çamur hülâsası, ikincisi tohum, üçüncüsü embriyon, 
    dördüncüsü et parçası, beşincisi kemikler, altıncısı et, yedincisi bir başka 
    yaratılış, sekizincisi ölüm, dokuzuncusu yeniden dirilmedir. Birincisi olan 
    çamurdan hülasa hakkında orada söz geçmişti. Burada da insan nefsi üzerindeki 
    ilahî koruma ile Allah'ın onu tekrar yaratmaya gücü olduğu düşündürülmek üzere 
    bütün bu mertebeler "Neden yaratıldı? Atan bir sudan. O, sulb ile göğüs kemikleri 
    arasından çıkar. Elbette Allah'ın onu döndürmeye gücü yeter." mânâlarıyla 
    özetlenerek "insan baksın" diye insana, bakması emredilmiş ve bu bakış için 
    her şeyden önce en açık ve ortada olan "atan su" başlangıcından hareket tarzı 
    gösterilmiştir. Gerçi bu hakikatte "Sonra onu sağlam bir yerde bir tohum yaptık."(Mü'minûn, 
    23/13) âyetiyle beyan edilen ikinci mertebedir. Fakat hemen bakış atabilmek 
    için en açık ve en yakın olan başlangıç bu olduğu için birçok âyette önce 
    bu başlangıca dikkatler çekilmiştir. Burada "Sulb ve göğüs kemikleri arasından 
    çıkan" vasfında bu suyun hem oluşumu ilkelerine hem de yedinci mertebe olan 
    "bir başka yaratılış"la doğum anına kadar gelişim özelliklerine anatomik, 
    fizyolojik ve embriyonolojik açıdan işaretler vardır. Bunlar fiziksel, kimyasal 
    ve biyolojik cihetlere kadar dallanırsa da burada en çok aranan biyolojik 
    özelliktir. Bu arada cenin ilmi ve embriyon ilmi adıyla zamanımızda ayrıca 
    bir tasnif ve incelemeye tabi tutulan bilim dalı da bu zikredilen "bakış"ı 
    görev edinerek takip eden deneysel ilimlerdendir. Bu konuda eser yazılması 
    genellikle tıp açısından olduğu için yazılan eserler hep o gayeyi hedef edindiklerinden 
    dolayı ilahiyat bakımından bunu delil olarak kullanıp da bir neticeye varmakla 
    meşgul olmazlar ise de anatomi, doku bilimi ve organların görevleri gibi onda 
    da insanın yaratılışına bakmak suretiyle yaratıcının kudretli olduğu neticesi 
    çıkarılabildiğinden ve ahlâkî, dinî, insanlık görevini takdir açısından konumuzla 
    ilgisi olan nice nice oluşum delilleri tetkik edilip düşünüldüğünden "İnsan 
    neden yaratıldığına baksın" emrine uyarak aşağıdaki bazı tartışmalı konuları 
    incelemeliyiz. 
  Müslüman doktor 
    Muhammed b. Ahmed el-İskenderânî "Keşfü'l-Esrari'n-Nuraniyyeti'l-Kur'âniyye" 
    adlı eserinde diyor ki: 
  Yüce Allah 
    şahsı koruma görevlerini var ettiği gibi türü koruma görevlerini de gerektiği 
    gibi var etmiştir. Onun için onu bazı görevler gibi yalnız iradenin hükmü 
    altına koymamış, üreme ihtiyacı hikmetine uygun kılmıştır. Zira sırf iradeye 
    bağlı kılsaydı türün üreme ve çoğalmasında bir çok bozukluk ve düzensizlik 
    meydana gelirdi. Fakat yüce Allah bizde tabii bir meyil ve üreme organları 
    içinde bulunan batıni ve vicdani bir his yaratmıştır. Bu organlardaki o his, 
    midede bulunan batıni açlık hissi durumundadır. Meyl, gerçekte üreme organlarına 
    bağlıdır. O nedenle bu organ, işini yapamadığı zaman, o his bulunmaz ve çocukluk 
    çağında iğdiş edildiği takdirde asla hissedilmez. Ama açlık ve diğerlerini 
    hissetmek gibi bu batıni hissin sebeplerine gelince onu anlamak mümkün değildir. 
    Döl suyunun varlığını ve bu döl suyunun kendine ait bölümlerde durmasını onun 
    sebeplerinden olmak üzere zikretmişlerdir. Gerçi bunun ona yardımcı olduğunda 
    şüphe yoktur. Çünkü uzun süre bu iş yapılmayınca istek kuvvetlenir. Zira bu 
    zaman içinde atım maddesi cidden çoğalır. Fakat bu müstakil bir sebep değildir. 
    Zira aşırı derecede düşkün olanlarda alışkanlık nedeniyle cinsel ilişkiye 
    büyük bir meyil bulunur. Oysa iffet sahibi olan kuvvetli erkekler böyle değildir. 
    Çünkü onlarda bu meyil az bulunur. Bu duygu kadınlarda da bulunur. Fakat bunlarda 
    meni salgısı olmaz. 
  Beyin ve beyincikten 
    her birinin de gerçekte bu görevin başlangıcında etkisi vardır. Bu hususta 
    hayal gücünün etkisi de ona açık bir delildir. Bu anılanların dışında bu son 
    iki uzvun her birinde de bir meyil bulunur ki bu durumun ortaya çıkmasında 
    onun da etkisi vardır. Cinsel ilişki halinde erkeğin yaptığı iş, kadının üreme 
    organına erkeğin akıcı döl suyunu atmak için hazırlanmış olan uzvunu sokmak 
    ve içerde olduğu müddet içinde o sıvıyı atmaktır. Fakat bu ortak gayenin meydana 
    gelebilmesi için cinsel uzvun kuvvetlenme, kalkma denilen gelişme sebebi ile 
    sokmaya yeterli bir kıvama, tava gelmesi gerekir. Bu belirti ve gelişme ise 
    erkeğin o batınî duygu sebebiyle arzu duyduğu zaman ortaya çıkar. O vakit 
    sidik yoluna iki ortası boş cisminde atardamarlar vasıtasıyla büyük miktarda 
    kan akımı olur. Sonra bu kan damarlarda toplanır. O sırada bu iki ortası boş 
    cismin gelişip kalkabilen dokusunda, sidik borularında ve penisin başında 
    hakiki bir kan birikimi meydana gelir. Bu kan hücumunu da bu dokularda şehvet 
    artışı ile meydana gelen heyecanlanmaya nisbet olunması gerekir. Bununla penis 
    zorunlu bi sertlik kazanır ve onunla döl yatağı kanalına girmesi tamam olur. 
    Onda meydana gelen uyanma, erkeğin diğer üreme aygıtına yayılır. O vakit iki 
    erkeklik bezinin salgısı çoğalır. Nitekim çiğnerken tükrük bezlerinden tükrük 
    salgısı çoğalır. Sonra o vakit meni, çoğalmak suretiyle meni torbacıklarına 
    gelir. Ondan da bu torbacıklar uyarılır. Sonra büzülüp atıcı boru vasıtasıyla 
    sidik borusuna atar. Sonra bu boru periyodik bir şekilde kasılıp çekilir. 
    Bu spazmatik yani istek dışı kasılıp büzülme ona komşu olan kasların hepsinde 
    olur. İşte bu birbirini harekete geçiren kuvvetler sebebiyle meni döl yatağında 
    uzağa atılır. Bu giriş vaktinde kadının görevi tamamen kısmadır. Zira onun 
    cinsel uzvunun dışı hazır olur. Bu hazır oluş ile ona penisin iğne gibi girmesi 
    gerçekleşir. Ancak girmeyi geciktiren bir engel bulunursa başka. Mesela bekaret 
    zarı gibi ve fercin, hazırlanması mümkün olan dokusunda meydana gelen biyolojik 
    kan toplanması ve sıkıcı kasının fiili gibi ki bu son ikisinin faydası penisi 
    sıkıp çarpmasını mümkün olduğu kadar tam kılmaktır. Kadın da lezzet veren 
    şehvetin artmasında erkeğe ortak olur. Onun da ferc ve dilciğinde erkekte 
    bulunan durum gibi, hatta daha çok bir kan hücumu olur. Bu iş erkeklik uzvunun 
    sokulması neticesinde ortaya çıkar. O sıra lezzet veren etlerin gevşeyip büzülme 
    işi cinsel birleşme süresince devam eder ve gittikçe artar. Hatta öyle bir 
    dereceye gelir ki kadın, erkekte meydana gelen duruma benzer müthiş bir kasılma 
    hareketiyle boşalır. İşte o zaman yumurtalıklar ile borularda bir etki hasıl 
    olur ki ondan döllenme vuku bulur. 
  Fizyolojik 
    mahiyeti böyle açıklanan cinsel birleşmeler, doğumların ortaya çıktığı biricik 
    üreme fiilleridir. Fakat irade bunu gerek idaresi altına alsın, gerek almasın 
    herhalde bu fiil, hazırlık yapma anlamında bir iş yapmaktan başka bir şey 
    değildir. Yeni bir bireyin oluşturulması için yaklaştırmaya ve erkekle dişiden 
    çıkacak olan maddeleri dökmeye hizmet etme hususunda, yemeğin sindirilmesinden 
    önce yapılan işlere benzer. Bu hususta makul olan tecrübelere göre açık olan 
    şudur ki, döllenmenin olmasına yardımcı, erkeklerden çıkan menidir. Mezi ve 
    vedi denilen sıvılar, sadece meni denilen sıvıyı geçirmek için yol verici 
    ve kolaylaştırıcı şeyler durumundadır. Fakat bu "atan sıvı", kadının üreme 
    aygıtından hangi yere kadar ulaşır. Bu bilinmemektedir. Bu konuda âlimlerin 
    görüşleri, üremenin hasıl olması hakkında tercih ettikleri metotlara göre 
    değişiktir.
   Bazıları, 
    "bu meni denilen sıvı dölyatağında kalır" demişlerdir. Çünkü bunların iddia 
    ve kanaatlarına göre oradan emilir. Sonra devretme yollarından yumurtalığa 
    yönelir. Bazıları da, "rahme ulaşır, sonra buhar olarak yükselir ve yumurtalığa 
    kadar varır da döllenme olur" demişlerdir. Son olarak bazıları da zanna dayanarak 
    demişlerdir ki, "rahme ulaşır, sonra oradan iki boru ile alınır ki bu borular 
    rahme ve iki yumurtalığa bitişik iki kanaldır ve iki boru görünüşündedirler. 
    O vakit onlarda bir dikilme hasıl olur. Dolayısıyla onu yumurtalıklara, onlardan 
    da yine rahme yöneltirler."
   Açık olan 
    şudur ki, bu son görüş doğruya daha yakındır. Zira artık anlaşılmıştır ki 
    döllenme ancak yumurtalıklarda tamamlanır. Nitekim bu, rahim dışında hamile 
    kalma durumundan anlaşılır. Şu da bilinmekte ve kesindir ki, meni rahme püskürülür. 
    Cinsel ilişki halinde mutlaka penisin ucu rahim girişinin ortasına ulaşır. 
    Bunun ise erkekten çıkan meni sıvısının rahme girmesinden başka faydası yoktur. 
    Kaldı ki meni sıvısı rahimde çok bulunmuştur. 
  Sun'i döllenme 
    için yapılan akıllıca tecrübelerden de anlaşılmıştır ki var sayılan meni esinti 
    ve buharı döllenmenin oluşumunda tek başına yeterli değildir. Aksine meninin 
    yumurtalıklara bizzat çarpması gerekir. Bu takdirde meninin onlara varması 
    için ise borulardan başka yol yoktur.
   Bu görüşün 
    gerçeğe daha yakın olmasının bir delili de: Erkek hayvan dişisiyle çiftleştirildikten 
    hemen sonra kesilip yarılan hayvanlarda borunun sayvanı (şemsiyesi) iki yumurtalığa 
    temas halinde görülmüş ve kadın yumurtacığının bu iki kanalda yani borularda 
    durduğu da görülmüştür. 
  Şimdi de döllenmede 
    meniden ve kadın maddesinden meydana gelen şeyden bahsedelim. Çünkü bu gizli 
    sırra vakıf olmak onu tanımakla olabilir: 
  Şu bilinmelidir 
    ki kadında iki yumurtalık, erkekteki iki husye (yumurta, taşak) yerindedir. 
    Çünkü husyelerin çıkarılmasıyla olduğu gibi, yumurtalıkların çıkarılmasıyla 
    da kısırlık durumu meydana gelir. Bir de bunlar ergenlik çağında açık bir 
    şekilde gelişme gösterirler. On buğdaya denk olan ağırlıkları bu yaşta iki 
    dirheme denk olur. Yine bu yaşta yüzeylerinde daha önce bulunmayan küçük torbacıklar 
    görünür. Bu ilmin âlimlerinden büyük bir kısmı bunları yumurtacığın kaynağı 
    saymışlardır. Sonra solar ve ay halinden kesilme çağında yok olur. Tecrübecilerin 
    büyük bir kısmı döllenmeden az bir zaman sonra kesilen hayvanlarda, yumartalıklarda 
    oluşan küçük taneler içinde bir dane bulmuşlardır ki onda küçük bir benek 
    ortaya çıkmış, ondan damarlar ve sinirler çıkıyor. Kütleleri de bu yumurtacığın 
    kütlesi arttıkça artıyor, sonra ayrılıyor. Bazı hayvanlarda kendisine mahsus 
    kanala, kadınlarda da borulardan birine giriyor. Sonra da ondan rahme veya 
    rahim yerine geçecek bir yere gidiyor. O halde denebilecektir ki: Bu vazifede 
    bütün canlılar arasında fark ancak şundan ibarettir: Bazılarında bu yumurtacık 
    dışta yumurtlandıktan sonra yavru oluyor. Bazılarında da içte onun için hazırlanmış 
    olan depoya bırakıldıktan sonra yavru oluyor. Bu vazifedeki bu farklılıktan 
    dolayı canlılar iki büyük kısma ayrılır: Yumurta ile üreyenler ve canlı varlık 
    doğuranlar. Bu anlatılan mukaddimelerin gereğine göre yumurtalıktan ayrılan 
    ve rahme düştükten sonra yerinde kalan, eseri görülen bu yumurtacığın kadından 
    kaynaklanıp çıktığı muhakkak olur.
   O halde meninin 
    yumurtalığa veya rahme düşüşü süresince doğum vazifesindeki etkisine gelelim:
   Bu vazifede 
    organik iş pek azdır. Bu nedenle duyu organlarımız onu görmekten acizdir. 
    Biz bundan sadece şunu biliyoruz ki, meninin yumurtalığa dokunması bu enteresan 
    görevin yapılması için âdet bakımından zorunludur. Diğer vazifeler gibi bütün 
    organların tam anlamıyla düzgün olmasına ve özellikle ait olduğu organın biyolojik 
    özelliklerinin tam olmasına bağlı olan bu vazifenin neticesi de onu gerçekleştiren 
    işlerdendir. Bu vazife kimyevî ve fizikî fiillere benzemediği için bunu biyolojik 
    organsal vazifelerden saymamız gerekmektedir. Bazı deneyciler bunun hakikatini 
    anlayabilmek için son derece gayret sarfetmişler, bununla beraber sadece zanna 
    dayanan bir sözden başka bir şey elde edememişlerdir. Fakat bu zanna dayanan 
    sözü de tamamen görmezlikten gelemeyiz. Aksine ilim ehli kişilerin uğraştıkları 
    zanna dayalı görüşleri de kısaca söylememiz gerekir. Şöyle ki: 
  Bunların farklı 
    düşünceleri şu üç görüşe dayanmaktadır: 
  BİRİNCİ görüşün 
    sahipleri şöyle demiştir: Cenin önce kadınların yumurtalığında bulunur ve 
    ceninin asıllarının ayrıldığı bu uzva özgü bir fiil ile onda oluşur. Bundan 
    dolayı yumurtalıktaki yumurtacık bu "yeni varlık"ın tamamını kapsar. Ancak 
    bu yeni varlık, tek başına hayat taşıma özelliği bulunmadığı için bâkir tavuk 
    yumurtası gibidir. Yavrunun bütün asıllarını kapsasa da bizzat kendisi yavrulayamaz. 
    Onun için bu cenin de erkeğin menisi temas etmeden hayat bulamaz. Bu noktadan 
    hareketle çocukların babalarına benzemesini, "o sırada tutkalımsı bir kıvamda 
    bulunan o yumurtacığa karışan erkek menisi ile büyük bir çeşitlilik meydana 
    gelmesi" sebebiyle açıklamak mümkün olur. Bu akıcı meninin o yumuşak yumurtacıkta 
    etkisi, mührün yumuşak mum üzerideki etkisine benzer ki, mum o etki ve eseri 
    korur, kalır. O halde erkek cinsel ilişkide gücünü ne kadar çok harcarsa çocuğun 
    ona benzemesi de o kadar yakın olur. İrsi (kalıtımsal) hastalıkların çocuklara 
    geçmesini de bu durum ile açıklamak mümkün olur. Sonra görünüş itibarıyla 
    alaka'nın içi dişiden kaynaklanır. Aksine dışı da erkekten çıkar demek olur. 
    O halde dişi at ve erkek eşek gibi türleri farklı iki hayvanın birleştirilmesinden 
    netice olarak doğan katır, dıştan erkeğe içten dişiye benzer. 
  İKİNCİ görüş 
    de, iki meninin yani erkek menisi ile dişi menisinin rahimde birbirine karışması 
    hakkında söyledikleri eski metottur ki Hipokrat, Calinos ve daha başkalarının 
    eserlerinde açıklanan budur. Son devir âlimlerinden bazıları da bu görüştedir. 
    Bu görüşü savunanlar şöyle der: Erkeğin bedeninden her uzuv, uzvî (organik) 
    denilen bir takım cüz'î şeyler atar. Erkeğin de kadının da gözlerinden, kulaklarından 
    ve diğer uzuvlarından çıkan bu cüz'i şeyler erkekten ve dişiden gelen ve bünyenin 
    temelini teşkil eden bir iç kalıbı etrafında sıralanıp dizilirler. Bu yol, 
    anne ve babaya benzeme yolu olmalıdır. 
  ÜÇÜNCÜ görüş, 
    "bezriyyun" yani "tohumcular"ın görüşüdür ki en güzel yol budur. Bunlar arasında 
    da farklı görüşler vardır: 
  Birincisi: 
    Mütekaddimin (önceki âlimler) şunu tercih etmişlerdir: İki nutfeye hayat verilmesi 
    rahimde olur ve bu son derece latif bir sinirsel unsur vasıtasıyla olur. Fisagurs 
    bu görüşe varmıştı. Yahut bir manyetik karışım ile veya erkeğin sıvı menisi 
    ile olur. 
  İkincisi: 
    Döllenme yerinin yumurtalık olduğu görüşünü savunanlar der ki: birleşim ancak 
    yumurtalıkta olur. Şu anda son devir âlimlerinden büyük bir bölümünün görüşü 
    de budur. Ancak bunlar da şu hususta ayrılmaktadırlar: Bu birleşme, meni maddesinin 
    döl yatağına girdikten sonra emilmesi ve kan akımı yoluyla yumurtalığa gitmesi 
    ile midir? Bazılarının görüşü budur. Yoksa meninin buharlaşması vasıtasıyla 
    mı? Veya manyetik karışım ile mi? Veya elektiksel bir coşturma ile mi? Yahut 
    sadece cinsel ilişkiden meydana gelen hareket ve titreşim ile midir? Çeşitli 
    görüşler vardır. 
  Üçüncüsü: 
    "Gözle görülmeyecek kadar canlılar" olduğunu savunanların görüşleridir. Bunlardan 
    kimine göre, döllenme rahimde yumurtacığın katılımı olmadan olur. Kiminin 
    görüşüne göre de anılan hayvancıklar yumurtalıktaki küçük torbacıkları rahimde 
    beraber bir birikinti sağlamak için kendilerine çekerler de döllenme rahimde 
    olur. Kimi de şöyle olur varsaymıştır: Bu hayvancıklardan biri rahimde yumurtacığını 
    kendine çeker de ondan küçük bir yol açarak içine girer. Ve döllenme o anda 
    meydana gelir.Prikus 
    ve Domas, Bukrat ve Arastatalis'in görüşlerine dönerek rahim boşluğunun döllenme 
    yeri olduğunu tercih etmişler ve bunu bir takım maddelerle vurgulamışlardır. 
    Bu cümleden olarak tecrübelerinde ne boruda ne yumurtalıkta o hayvancıklardan 
    bir şey bulmamışlar. Oysa rahimde ve iki tarafında çok bulmuşlardır. Bir de 
    yumurtacık karışımdan evvel sümüğümsü bir tabaka ile kılıflanmaya muhtaçtır. 
    Bunu ise yumurtalıktan rahme giderken borudan alır. Bir de bunlar doğrudan 
    doğruya yumurtalıktan aldıkları yumurtacığa sun'î döllenmenin yapıldığını 
    görememişlerdir. Oysa onlara göre borunun geçirdiği yumurtacığa sunî döllenme 
    ile hayat vermeden daha kolay bir şey yoktu. Fakat buna karşı şu müşkil durum 
    ortaya çıkmıştır. Ruviş çocuk yapıcı maddeyi yani meniyi zina yapan bir kadının 
    -ki o sırada kocası tarafından öldürülmüştü- borusunda bulmuştur. Bunun gibi 
    bazıları da o halde öldürdükleri hayvanların dişilerinde bulmuştur. Bazıları 
    da köpek ve sığırlarda bu gibi gözlemlerde bulunmuşlardır. Kurbağaların yumurtasını 
    dölleme ancak önce koyu bir sümüğümsü yağa batırılmakla mümkün olduğu bizce 
    bilindiği için kadınlarda bu durumun hasıl olmasını da buna kıyas edebiliriz. 
    
  Prikus ve 
    Domas'ın döllenemez buldukları yumurtacığa gelince, anlaşılıyor ki onlar onu 
    yumurtalıktan kuvvetle ayırırlarken aletler onda mutlak bir bozulma meydana 
    getirmiştir.
   Ne rahme 
    bitişen bir boru ile hamileliğin varlığı, ne yarısını boruda yarısını yumurtalıkta 
    gözledikleri cenin gözlemi, ne de çok gözlenmiş olan "rahim dışı hamilelik" 
    sabit olmadığı var sayımına göre de söz aşağıdaki gibi esere dayanacaktır:
   Nutfelerin 
    birbirine karışımı: Doğrusu döllenme hareketi bize gizlidir. Bu konuda nihayet 
    söyleyeceğimiz: Yumurtalıkta bulunan küçük torbacıklardan birisi ergenlikten 
    sonra hızla büyür ve uzvun düzeyinden yükselir. Dış zarı yavaş yavaş incelir. 
    Sonra cinsel ilişki vaktinde çatlar. Ondan bir küçük tohum çıkar ki o hakiki 
    yumurtacıktır. Çıkınca yumurtalıktan bulunduğu yer üzerinde kan alma şişesi 
    şeklinde bahis konusu bulunan boruya girer. Çatlamadan önce o yumurtacığı 
    kapsayan koruyucu cisme bazıları cism-i asgar (küçük cisim) demişlerdir. Sonra 
    bu koruycu cisim çatladığı zaman onda küçük bir yara meydana gelir.Bu 
    yara yavaş yavas iyileşip kapanır ve yerinde bir pürüz veya derinliği farklı 
    bir çukur, bir eser bırakır. "Küçük cisim" denilen asıl bu pürüz veya eserdir. 
    
  Bu ilmin âlimleri 
    demişlerdir ki: 
  Bu iki görüşün 
    hakikatını ortaya çıkarmak için yeni bir inceleme ve tetkike ihtiyaç vardır. 
    Bazıları demiştir ki: Ben kadınların yumurtalığında hatta döllenmeden önce 
    sararmış bir kütle, hatta soğan büyüklüğünde, bazan da fındık gibi kütleler 
    müşahede ettim. Yardıktan sonra da onda bazan bir durum gözledim ki yumuşamamış 
    bir ciğer uru gibi, bazan da tane tane yapışmış bir donmuş madde görüntüsü 
    gibi, bazan da merkezinden dairesine doğru yumuşamaya başlamış bir kese manzarası 
    gibi ve yumurtalığın yüzeyi üzerinde bundan meydana gelen yumurtacıklar bazı 
    kere cidden büyük oluyor ve olgunluk halinde parçalandığı vakit de ondan bir 
    boşluk hasıl oluyor ki ancak çok yavaş bir şekilde iyileşip kapanır. Sonra 
    derin bir çukur bırakır. Bu çukur daha önce orada onun var olduğunu gösterir. 
    Bir yumurtacık için olan şeylerin üç veya daha çoğu için de olması mümkündür. 
    Bu yumurtacığın gelişmesi gibi, gerek cinsel ilişki halinde çarpıntı vasıtasıyla, 
    gerek elektriksel akım ile, gerek meninin buharlaşması ile, gerek küçük canlılar 
    ile, gerek meni maddesinden herhangi bir unsur ile olsun, her döllenmeden 
    sonra yumurtalığından bir yumurtacığın ayrılması gerekiyor ki, ondan derhal 
    ne türlü olursa olsun, bu neticeyi doğuran varlığa benzer bir varlık hasıl 
    oluyor. Gerek meni unsuru kadının nutfesine doğrudan doğruya ulaşsın, gerekse 
    genel dolaşım içine girdikten sonra ulaşsın. Gözlemlerden elde edilen ancak 
    budur. Bundan fazlası bilinmiyor.
   Erkeğin nutfesi: 
    Meni çıkarken iki sıvıyı kapsar. Birisi sütü andırır, azdır. bunun aslı prostat 
    (kestanecik) denilen guddeye nisbet olunur. İkincisi beyaz, koyu, ak tutkal 
    görünümündedir. Bunun da husyelerden çıktığı söylenir. Bunda hayat maddesi 
    bulunur. Araştırmalardan elde edildiğine göre insan menisinden her yüzyirmibeş 
    cüz; yüzonikibuçuk cüz suyu, yedibuçuk cüz sümüğümsü canlılık maddesini, 1, 
    1/4 cüz sodayı ve 3,1/4 cüz fosfat kireci, yani yanmış kemik gibi bir toprağı 
    içerir. Onda bunlardan başka bir sümüğümsü madde, bir uçan madde ve kükürt 
    de bulunur. Meni bir kapta örtülü veya örtüsüz bırakıldığı vakit 20-25 dakika 
    sonra su gibi incelir. Bunun nedeni bilinmemektedir. Isı az da olsa bu sulanma 
    olur. İyice ısıtıldığında terkibi çözülür. Bundan birçok nışadır çıkar. Mesela, 
    meni bir sahanda havaya karşı bırakılsa, eğer hava sıcak ve kuru ise koyulaşır 
    ve katılaşır ve onda fosfat kireci billurları görünür. Az şeffaf, kolay kırılır 
    kabuklar olur. Eğer hava sıcak ve rutubetli ise terkibi kurumadan bozulur, 
    sararır, asitleşir ve ondan kokmuş balık gibi bir koku yayılır. Sonra küflenir. 
    Meninin özelliklerindendir ki ne sıcak ne de soğuk suda cıvıtmadan önce erimez. 
    İnsandan ayrılması halinde meni bir suya düşerse kabın dibine iner ve biraz 
    toplanır, sonra bir miktarı erir. Kalanı da suyun içine atılmış pamuk tozuntuları 
    gibi dağılır, o vaki süzülür de süzüntü "hammam-ı mariyye" (kaynamakta olan 
    su) üzerinde kuruyuncaya kadar ısıtılırsa ondan bir koku yayılır ki bu, meninin 
    kendine özgü kokusudur. Bu durumda meni biraz sarıya çalan inci gibi bir görünüm 
    kazanır. Kabın kenarlarında ondan çok ince bir tabaka kalır. Kabın dibinde 
    kalan artıktan alınıp da o tabaka üzerine eriyinceye kadar dökülür, sonra 
    sıvı kurutulur da ondan geriye kalan artık, damıtılmış su ile çalkalanır sonra 
    da bu su yükselirse ondan bir hülasa olur ki ayçiceğinin gök rengini kızartır 
    ve bu madde et hülasasına benzer. Çünkü ısıtıldığında kızarmış et gibi kokar. 
    Kömür olup yanıncaya kadar ısıtma devam ederse biraz kül kalır ki bu kül soda 
    ihtiva eder. 
  Erkek menisinin 
    konulmuş bulunduğu uzuvlar:
   İki husye, 
    iki meni borusu, iki meni torbacığı ve iki meni atıcı kanaldır. 
  Meni husyelerde 
    çıkarılıp "ev'iye-i âtiye" denilen özel damarlarda peşpeşe geçer. Meni borusu 
    denilen nakledici kanaldan meni torbasına gider. Husyenin özel dokusu olan 
    bu damarlar gayet ince, çözülünce 900 metreye kadar uzanabildiği söylenen 
    katlı liflerden mürekkep olup birbirine eklenerek ve dal ve gövdelere ayrılarak 
    örülmüş ve hepsi üst tarafta "ceyb" denilen küçük bir boşluğa yönelmiş damarlardır 
    ki bu gövdelerin sayısı ondan onikiye ve bazan yirmiye kadar olur. Bunların 
    toplamından husyenin başında "berbah" denilen bir kısım oluşur ve ondan meni 
    nakledici kanal çıkar. 
  Meni borusu; 
    atardamar, toplardamar, lenf damarları ve meni nakledici kanaldan oluşur. 
    Bunların hepsi hilal şeklinde bir doku vasıtasıyla birbirine katılır. Bu meni 
    borusu husyenin üst kenarından kasık mafsalına doğru yükselip orada kalça 
    halkasından geçerek karına dahil olup meni torbacığı ile birleşir ve oradan 
    meni atıcı kanal çıkar. 
  Biri sağ ve 
    biri solda iki meni torbacığı, sidik torbasının alt tarafında boğum arkasında 
    iki sidik borusunun girdiği yerin önünde ve kalın barsağın üst tarafında kalan 
    yani bel kemiği önüne konulmuş, her birinin uzunluğu iki, eni yarım santim 
    kadar iki küçük örtülü torbadır ki faydaları meniye depo olmaktır. Meni onlarda 
    korunur ve ayrılacağı zaman onlardan çıkıp atıcı kanal vasıtasıyla atılır. 
    
  İki meni atıcı 
    kanal ise, iki meni torbacığının itici kanalıyla nakledici kanalın birleşmesinden 
    oluşmuş ve bir santim kadar uzunlukta olup iki meni torbacığından geçerek 
    akıntı yoluna açılır. 
  Dişinin Suyu: 
    İlk olarak, biraz yapışkanlığı bulunan akıcı bir sıvıdır ki döl yolu duvarlarından 
    ve fercin iki dudağının yakınlarından çıkar. Çünkü onun tarafında hafifce 
    beze dokusuna benzer bir doku vardır. Bu sıvı, erkeklerin menisine benzemez. 
    Çünkü hafif, şeffaf, saf ve berraktır. Bunda erkeklerin menisinde bulunan 
    hayattan bir şey yoktur. Fakat ilâhî kudret ferc boşluğunda o suyun dökülmesini 
    sağlayan damarlar yaratmış ve bu sıvının inişini tam bir lezzet ile beraber 
    kılmıştır ki yumurtalıkta döllenme için kadının üreme organları uyansın. 
  İkinci olarak, 
    erkekteki husyeler yerinde, hacimleri fındık kadar ve şekilleri yumak gibi, 
    basık oval biçimde olan iki yumurtalık da, yapışkanlı bir sıvıyı kapsayan, 
    rengi sarıya çalan küçük küçük torbacıklardan oluşmuştur ki, Allah bilir, 
    cenin tohumlarını içermektedir. 
  Rahmin iki 
    tarafından üstte, her biri bir tarafta iki delik vardır. Bunlara rahim boruları 
    denilen iki boru (Fallup borusu) bitişmiştir. Uzanışları deliklerden rahmin 
    iki tarafı üzeriden boğum yakınına doğru karşı karşıya bir hizadadır. Çapları 
    çok küçüktür. Ünsiyet ve yakınlık yönleri rahimde sabit ve yerleşmiş; vahşilik 
    tarafları ise serbest, yayılmış ve serilmiştir ki buna borunun sayvanı denir. 
    Yumurtalığı kucaklar, yumurtalıklar borunun bu sayvanları içine yerleştirilmiştir. 
    Yüzeylerinde büklümler pürtükler ve mesafeler ve iki yumurtalık arasında onbeşten 
    yirmiye kadar şeffaf küçük torbacıklar vardır ki hacimleri is tanecikleri 
    gibidir. Bunlar da sarıya çalar yapışkanlı bir sıvıyı kapsarlar. İşte yumurtalıkların 
    faydası böyle birtakım torbacıkları kapsamaktır ki bu torbacıklar daha sonra 
    erkek menisinden gelişmesi mümkün olmak üzere önce oluşturulmuş birer tohum 
    diye zannedilmekte ve öyle kabul edilmektedir. Bunları rahime nakleden de 
    borulardır. Fıkıhta "erkek menisi; beyaz, kalın ve atma özelliği taşır, kadın 
    menisi ise, ince ve sarı olur, atma özelliği taşımaz" diye tarif olunması 
    da bu açıklamalara uygun düşmektedir. Bu şekilde çocuk, sulb ve göğüs kemikleri 
    arasından çıkan iki suyun toplanmasından meydana gelir. 
  Erkeğin atıcı 
    olan menisi birçok miktarda meni tanecikleri içerir ki her biri gelişmesinden 
    sonra neş'et ettiği varlığa benzer varlıklar olmak mümkün ve iyi bir aslı 
    içermekte olup ondan bütün asabî özellikleri doğar ve dişi ancak onu içinde 
    taşıyan bir kap gibi bir unsur olma mânâsı ifade eder.
   İnsan bu 
    şekilde nutfe mertebesinden üçüncü mertebe olan embriyon aşamasına geçer ki 
    o, tutmuş olan nutfe olup cidden farklı zamanlarda rahmin içinde gözlenebilir. 
    Tohumun içerdiği şeffaf bir sıvının ortasında karanlık, küçük bir asli noktadır. 
    Bu nokta, âlimlerin görüşüne göre rahmin liflerine yapışıktır. Bazılarının 
    görüşüne göre o sıvının ortasında yüzmektedir. Şu ana kadar tohumun rahimde 
    ne zaman ortaya çıktığı tam olarak tesbit edilememiştir. Bukrat, "altı günde 
    o sıvının ortasında küçük şeffaf bir küre olur" demiş, bazıları da ancak ononbeş 
    günden sonra gözlenebileceğini söylemiştir. Birçok tercübelerden anlaşıldığına 
    göre tohumun yumurtalıktan rahme nakli için biraz gün gerekli olduğu anlaşılmış 
    ise de canlılardan her türün ferdi için bu zaman bir mi değil mi ortaya konamamıştır. 
    Açık olan tavşanda üç gün, köpeklerde altıdan yediye veya sekize kadardır 
    denilmiş; bazıları da ceninde insan şeklinin ancak otuzbeş günde başladığı 
    ve o zaman balarısı büyüklüğünde olduğu kanaatine varmıştır. Daha başka sözler 
    de söylenmiştir.
   İşte insan 
    o atan sudan böyle bir embriyon, sonra et parçası, sonra kemik yapılarak, 
    daha sonra bu kemiğe et giydirilerek yedinci mertebede bir başka yaratılış 
    olarak, nihayet kadının sulbü ve göğüs kemikleri arasından doğar. 
  Bu birleşme 
    ve böyle hayati birtakım görevlerin yerine getirilmesi hikmetiyle Allah tarafından 
    sağlam bir şekilde yaratılıp örtülü ve saklı yerlerde bir düzene göre gereği 
    gibi yerleştirilmiş olan üreme aygıtına "Sulb ve göğüs kemikleri arası" tabiriyle 
    işaret olunması ve bunları çevreleyen sınırların özellikle "sulb ve göğüs 
    kemikleri" ile ifade buyrulması ve bu arada "çıkar" buyrularak çıkma işinin 
    atan suya nisbet edilmesi kuşkusuz bu görevin bütün sırlarını içeren nükteleri 
    kapsamaktadır.
   Bu önce iki 
    sert kemik arasında mahsur olarak ıztıraplı bir görevin yerine getirilişine 
    ve bunu yerine getirme sırasında saklılık ve gizliliğin gerekli olduğuna işaret 
    olduğu gibi, bu kemikler dimağdan gelen sinir sisteminin bütün kollarıyla 
    ilgili olmak itibarıyla, bu görevin yerine getirilmesinin kapsamlı bir hassasiyetle 
    ilgili olarak idrak edici nefsin isteğe bağlı ve istek dışı hükmü arasında 
    cereyan ettiği ve dolayısıyla bundan insanın yaratılışı düşünülmek suretiyle 
    "Hem de Rabbin Âdemoğullarından, bellerinden zürriyetlerini alıp da onları 
    kendi nefislerine şahit tutarak: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? dedi."(A'râf, 
    7/172) mânâsı üzere yüce Allah'ın kudreti ve onun insan nefsi üzerindeki koruma 
    ve gözetimi olduğu neticesine varmanın gayet açık olacağına da dikkat çekmiş 
    olmaktadır.
   Râzi'nin 
    naklettiği gibi burada bazı inkarcılar Kur'ân'da böyle "atan su"dan bahsedilerek 
    "Sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkar." diye nitelenmesini tenkit etmişler 
    ve demişlerdir ki:"Sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkar." denilmekten maksat, 
    meni bu yerlerden ayrılır, yani dediğiniz gibi husyelerden sulbe doğru oluşur 
    demek ise öyle değildir. Çünkü o, kanın fazlasından doğup oluşur ve bedenin 
    bütün cüzlerinden ayrılır. Hatta her uzuvdan o uzvun huyunu ve özelliğini 
    alır da ondan onların, yani o uzuvların benzeri doğmaya elverişli olur. O'nun 
    için görülür ki, cinsel ilişkide aşırı gidenin bütün uzuvlarını zayıflık kaplar. 
    Eğer maksat, meninin en önemli cüzleri burada oluşur demek ise, bu da zayıftır. 
    Çünkü meninin en önemli cüzleri dimağda gelişir. Bunun delili de meninin görünüşte 
    dimağa benzemesidir. Bir de onu çok harcayanın önce gözlerinde zayıflık ortaya 
    çıkar. Eğer maksat, meninin karar kılıp kaldığı yer burasıdır demek ise bu 
    da zayıftır. Çünkü onun kaldığı yer meni damarlarıdır. Bunlar ise hayalardan 
    itibaren birbirine girmiş girift damarlardır. Eğer maksat, meninin çıkış yeri 
    buradadır demek ise bu da zayıftır. Zira his gösteriyor ki durum öyle değildir. 
    
  Yukarıdaki 
    açıklamalardan sonra bu itirazların haksız yere söylenmiş safsatalardan ibaret 
    olduğunu anlamak kolay olur. Bunda sade dimağ işinden ve bir de aşırı gitmenin 
    zararından bahis itibarıyla iki fayda varsa da bunları vesile edinerek yapılan 
    itirazlar boştur ve "sulb ile göğüs kemikleri arasından çıkış" sözünün ifade 
    ettiği mânânın kapsamından gafil olmaktır. 
  Bir kere meninin 
    doğup oluşması, ayrılması ve uzuvların ondan doğması keyfiyetleri hakkındaki 
    sözler kuruntu ve zayıf zandan ibarettir. Kuşkusuz Allah sözü uyulmaya daha 
    layıktır. 
  "Sulb ile 
    göğüs kemikleri arası" tabiri, hakikat ve kinayesiyle bütün iç organları ve 
    üreme aygıtını kapsayan ve sinirleri hatta bütün vücudu ve hatta birleşmeyi 
    ifade eden son derece kapsamlı ve bu konuda bütün sırları içine alan en güzel 
    bir tabirdir. 
  Bilindiği 
    gibi meninin halis meni olarak oluşması ayrılması ve karar kılması sulbe bağlı 
    olan meni torbacığında neticelenmektedir. Üreme yapması için atması şart olduğu 
    gibi, çıkışının da birleşme halinde döl yolundan rahme doğru, kadının sulbü 
    ve göğüs kemikleri arasında olması şarttır. İnsan bu şekilde yaratılmıştır. 
    Onun için burada "atan su" tabiri mutlak bırakılmayıp bu şarta işaret için 
    bu sıfatla nitelenmiştir. 
  İkinci olarak, 
    kuşku yok ki en önemli uzuvlar ve hatta bütün uzuvlar, sade bu vazifeyle değil 
    her işle ilgilidir. Bu arada en büyük parçası da dimağdır. Arkada sulb, dimağdan 
    gelen omuriliğin kalesi olduğu gibi, önden gerdan, sine ve bütün dallarıyla 
    göğüs kemikleri de böyledir. Bu şekilde sinir sisteminin dayanağı olan "sulb 
    ile göğüs kemikleri arası" bir de her canlıda daima uyanık olan ve ihtiyaçlarının 
    tamamlanmasına ve giderilmesine memur edilmiş tabii ve doğuştan var olan bir 
    meyli ifade eder. Bu bakımdan da şunu söyleyelim ki: 
  Bizim ihtiyaçlarımızı 
    gidermek için hazırlanmış olan eşyadan beyin merkezinde meydana gelen tesir, 
    daima bu tesirin meydana geldiği sırada iç organların bulunduğu hale göre 
    olur. Mesela, görme ve koklama duyusuna bir yiyecek sunulduğu zaman, mide 
    ona son derece muhtaç durumda kalmış ise onun algılanması lezzetli ve elde 
    etme arzusu kuvvetli olur. Oysa mide dolgun bulunduğu zaman aynı yiyeceği 
    nefis ihmal eder veya tiksinir de algılama merkezi o canlıda onu uzaklaştırmaya 
    mahsus hareketler meydana getirir. İşte bu hal, üreme vazifesine mahsus fiillerde 
    ve daha diğerlerinde de olur. Bundan anlaşılır ki algılama merkezinin yabancı 
    cisimler etkisine ait hükmü, onların iç uzuvlar için önemli olması veya olmamasıyla 
    bir paralellik arzetmektedir. Bu hükmün meydana gelmesi için, dış duyularla 
    algılanan ve sinirlerden algı merkezine geçen tesirin derhal bu merkezden 
    iç uzuvlara yansıması da zorunlu olmak gerekir. Bu hal zorunlu olmakla beraber 
    bu etkilenme yalnız kendisine ihtiyaç duyulan uzva yansımakla kalmaz bütün 
    sinir sistemine yayılır, şimşek gibi büyük bir hızla uzuvların hepsini etkiler. 
    Bir yırtıcı hayvan, mesela bir kurt farz edelim, bir yerde bulunuyor ki, bulunduğu 
    yerden hem dişisini hem de bir koyunu aynı anda görmesi mümkün oluyor. Duyular, 
    beyne ancak bu iki hayvanın dış şeklinin etkisini nakleder. Bunun üzerine 
    beyinden çıkacak hüküm de iki türlü olur. Çünkü dişisini görmekle üreme uzuvları 
    uyanır, koyunu görmekle de yemek arzusu uyanır. Eğer kurtta yemek ihtiyacı 
    hakim ise, önce koyunu avlayıp yemek için saldırır. Eğer cinsel ilişki ihtiyacı 
    ağır basarsa dişisine saldırır. Buna "Bu şekilde farklı iki tesirin olması, 
    farklı iki hayvandan olduğu içindir." diye itiraz etmenin mânâsı da yoktur. 
    Çünkü bu farklılık, sırf o iki etkinin aynı anda ulaştığı iki organın farklılıığndan 
    meydana geliyor. Kurt iğdiş olsaydı, kuşkusuz dişisini bırakıp avına koşacaktı. 
    Bir koyunu bir taraftan bir kurt, bir taraftan da bir koç görseydi kurt yemeğe, 
    koç aşmaya koşacaktı. 
  Bunlar gibi 
    daha birçok misalden anlaşılır ki, bir şeyden iki ayrı uzuvdaki etkisine göre 
    farklı iki hüküm çıkar. Biri erkek biri dişi iki kaplanı bir araya getirsek, 
    bunlar birbirleriyle cinsel ilişkide bulunma arzusu duydukları zamanın dışında 
    birbirinden kaçınır, böyle bir zamanda ise yanaşırlar. Aralarında ortak olan 
    bu etki öncekinin aksine olur. 
  Demek ki, 
    aynı etkilerden iç uzuvların durumuna göre farklı fiiller oluştuğu, bunların 
    her zaman bütün uzuvlara aynı anda yansıdığı ve ihtiyacı daha fazla olan uzvun 
    beyne, bu tesiri diğerlerinden daha şiddetle geri çevirdiği kesindir. İç uzuvların 
    isteklerine dair algı merkezine vuku bulan duyurudan ve bu isteklerin yerine 
    getirilmesi için hazırlanan fiillerden zihinsel belirtiler meydana gelir. 
    Her ne zaman canlı, bu isteklerin algılanması ile bunların yerine getirilmesine 
    mahsus hareket arasında bir zaman geçirmezse, onun fiilleri başka değil, sadece 
    ilham kuvveti (estinque)nden meydana çıkar. Zira yalnız bu ilham kuvvetidir 
    ki, terkipçe en aşağı derecede bulunan canlıların fiilleri bununla tamam olduğu 
    gibi, terkipçe en mükemmel olan canlılar, hatta doğumundan hemen sonra insan 
    da böyledir. Fakat beyin gelişip zihin sağlamlaşmaya başladıkça insan kendisini 
    tanımaya başlar, Bu vazifeler gelişmede en yüksek dereceye ulaştığı zaman, 
    iç organların etkisinin beyin üzerinde önceki gibi otoritesi kalmaz. O vakit 
    evvvelki ihtiyaçlardan hemen yapılan fiiller zihin kuvveti ile türlü şekillerde 
    nevilenmiş olur. Bu kuvvetten öyle yeni ihtiyaçlar ortaya çıkar ki, bunların, 
    o gayesi hayatı korumak olan ihtiyaçlarla ilgili olmadığı açık olur. Bu şekilde 
    hayattan fedakarlığı gerektiren bu zihinsel ihtiyaçları ya kendinden başka 
    gaye gözetmeyen boş, oyun ve eğlence zevkinden ibaret bir düşüş ve aklî ve 
    bedeni bir kötüye kullanış olur; bunlar "Dinlerini oyun ve eğlence edinenler." 
    (A'râf, 7/51) dir. Yahut kendinden fedakârlık ederek Allah'ın kullarına yararlı 
    olmak için Hak yolunda can feda etmek derecesine kadar varacak ilâhî bir olgunluk 
    gayesini hedef edinen yüksek bir ruhani zevk olur ki, bunlar da "Onlara mühürlü 
    halis sudan içirilir. Onun sonu misk kokar."(Mutaffifîn, 83/26) diye anlatılanlardır. 
    
  Bu ihtiyaçların 
    da sinir sistemine intikal etme durumları öncekilerin intikal ediş şeklinden 
    farklı olmaz. Bu şekilde bu kuvvetin iç uzuvlarda da bağ ve dalları vardır 
    ki bunlar sulb ve göğüs kemikleri arasıdır. Bu hikmet ile de yüce Allah "sulb 
    ve göğüs kemikleri"ni özellikle zikretmiştir. Bundan da anlaşılır ki, dimağa 
    işaret edilmemiş diye sulb ve göğüs kemikleri arasından bahsedilmiş olmasına 
    itiraz eden inkârcılar, bunların sinir sistemi ile ilgisini ve sinir sisteminin 
    dimağa ait olduğunu bilmediklerinden dolayı o lafları söylemişler ve imanları 
    olmadığı için ilâhî kelâmın irşatlarından yoksun kalmışlardır.
   Bu şekilde 
    insanın nutfeden yaratılışına dikkatleri çekmenin yararı da pek büyüktür. 
    Çünkü yukarda da hatırlattığımız gibi bu, insana kendini tanıtacak ve üzerinde 
    koruyup gözetici tek üstün varlık olan yüce Allah'ın yaratıcılığını ve kudretini 
    anlatacak en açık delillerdendir. 
  İLK OLARAK, 
    İnsan Sûresi'nin başında da geçtiği gibi, insan vücudunda enteresan terkipler 
    çoktur. Dolayısıyla onun sümük gibi değersiz ve basit görünen bir maddeden 
    yaratılışı, dilediği gibi hareket eden güçlü yaratıcının varlığını ve gücünü 
    gösteren en büyük delildir. Bir nutfenin düşünen, bakan, akıl eden, koruyan 
    ve yüce değerlere sahip olan bir insan haline getirilmesi ne büyük yaratıcılık 
    ve güçlülüktür?!... 
  İKİNCİ OLARAK, 
    insan kendi hallerini başkalarının hallerinden daha iyi anlar ve görür. Onun 
    için bu delil olmada daha tamamlayıcı bir yol oynar. 
  ÜÇÜNCÜ OLARAK, 
    insan bu halleri hem kendi evladında hem de diğer canlıların doğumlarında 
    devamlı olarak gözleyebilmektedir. Onun için bunun, dilediğini yapan bir yaratıcının 
    varlığına delil olması daha kuvvetlidir. 
  DÖRDÜNCÜ OLARAK, 
    bunun delil olarak kullanılması, hikmet sahibi bir koruyucu ve dilediğini 
    yapan bir yaratıcının varlığını kesin olarak gösterdiği gibi, aynı şekilde 
    bu, öldükten sonra dirilmenin ve haşir ve neşrin doğru olduğuna da kesin delildir. 
    Çünkü insanın sonradan yaratılışı anne ve babasının vücudunda ve hatta bütün 
    âlemde dağılmış olan cüzlerin bir araya getirilmesi ve ona ruh üfürülmesi 
    sebebiyle olduğu için, onu öyle toplayıp düzeltmek suretiyle de düzgün bir 
    insan yapan yaratıcının kudreti düşünülünce, ölüm ile o cüzlerin dağılmasından 
    sonra onları bir araya getirmeye ve önceki gibi düzgün yaratıklar yapmaya 
    gücü yettiğini itiraf elbette gerekli olur.
  8. Onun için 
    buyruluyor ki: Kuşkusuz o yaratıcının onu geri döndürmeye elbette gücü yeter. 
    Yani bu yaratılış şekline gerek bir bütün olarak ve gerek ayrıntılarıyla bakılınca 
    insanı başlangıçta yaratanın tekrar geri döndürmeye gücü yettiği, onu ölümle 
    çevirip yeniden dirilterek huzuruna dikmeye ve o suretle kendini tanıtmaya 
    kadir olduğu anlaşılır ve bu şekilde size onu haber verir.
   Burada "Ancak 
    ona döndürüleceksiniz." (Bakara, 2/245) mânâsını ifade eden bu geri döndürüş, 
    insanın Müminûn Sûresi'nde anlatılan yaratılışının dokuz aşamasından sekizinci 
    ve dokuzuncu mertebe olarak "Sonra siz bundan sonra muhakkak öleceksiniz. 
    Sonra da muhakkak siz kıyamet günü diriltileceksiniz." (Mü'minûn, 23/15-16) 
    âyetleriyle haber verilen ölüm ve kıyamet günü yeniden dirilme aşamalarını 
    anlatmaktadır. 
  9. Bütün sırların 
    yoklanacağı, imtihan meydanına çıkarılıp bildirileceği gün ki bu, arz ve hesap 
    günüdür. 
  SERÂİR, "Serire"nin 
    çoğuludur ki kalplerde gizlenen inançlar, niyetler, sevgiler, kinler ve maksatlar 
    gibi sırf batıni işlerden olan sırları ve gizli şekilde yapılan iyi veya kötü 
    gizli işleri kapsar. Bu sırların imtihan meydanına çıkarılması, yoklanması 
    da iyisini kötüsünü, pisini temizini ayırmak için ortaya çıkarılıp teftiş 
    ve tetkik edilerek seçilmesi ve tanınmasıdır.
   Bazı hadislerde 
    tevhid, oruç, namaz, zekat, cünüplükten temizlenme yüce Allah'ın buyurduğu 
    sırlardır diye buyrulmuştur. Bunların "sırlar" olmasının iki türlü izahı vardır: 
    
  Birisi, bunların 
    doğru olmasının, sırf kalp ile ilgili işlerden olan tasdik ve niyete bağlı 
    olmasıdır. İkincisi de, tevhidin dışındakilerin sırf ibadetle ilgili işlerden 
    olmasıdır. Bununla beraber hadisten maksadın, sadece bunların sırlardan olduğunu 
    başkalarının olmadığını ifade etmek değil, güzel sırların esaslarının beyan 
    olduğu açıktır. Çünkü âyetteki sırlar, iyi ve kötü bütün sırları içerip kapsaması 
    ve ortaya çıkması da korkulacak kötü sırları içine alması nedeniyle büyük 
    bir korkutma akışı içersinde söylenmiş bulunduğu açık olduğundan belli bazı 
    sırlara mahsus kılınamaz. Onun için Hasan-ı Basri Hazretleri Şair Ahvas'ın: 
    
  "Sırların 
    yoklanacığı gün, kalbin ve iç uzuvların derinliklerinde, 
  Onun için 
    bir sevgi sırrı kalacaktır." beytini işittiği zaman "Ve's-semâi ve't-târık"tan 
    ne kadar gaflet etmiş! diyerek şairin cahil olduğunu söylemiştir. Çünkü şair 
    kendisinin kalp ve iç uzuvlarının derinliklerinde sevgilisine ait bir sevgi 
    sırrının, sırların ortaya çıkarılacağı gün dahi sır olarak kalacağını iddia 
    etmiş bulunuyor. 
  Âyetteki "yevm" 
    kelimesi ilk bakışta zannedilebileceği gibi "kâdir" kelimesinin mef'ul (tümlec)ü 
    değil, rec' yani geri çevirme kelimesinin mef'ulü (tümleci)dür. Çünkü Allah'ın 
    buna kudreti o gün ile kayıtlı değil, her zaman için mutlaktır. Onun için 
    bunun, arada mukadder bir soruya cevap olan başlangıç cümlesi olması daha 
    uygundur. Yani, "o geri çevirme ne vakit olacak?" denilirse, "o, sırların 
    ortaya çıkarılacağı gün olacaktır" demek olur. 
  10. O vakit 
    insan için ne bir kuvvet vardır, ne de bir yardımcı, yani Allah'a karşı kendisini 
    korumak, sırlarını meydana döktürmemek için o gün insanın ne kendinde bir 
    kuvvet bulunur, ne de dıştan bir yardımcı. Çünkü "O gün mülk yalnız Allah'ındır."(Hacc, 
    22/56) O halde o gün o insanın ortaya dökülen sırları yüz karartmıyacak, güzel, 
    temiz, pak sırlar ise; o kimse öyle bir temiz kalp ile yüce Allah'ın huzuruna 
    varmış ise ona ne mutlu! Yok eğer o sırlar içinde yüz karası olacak, ortaya 
    dökülmesi elem verici azap teşkil edecek iğrenç şeyler ise vay haline!... 
    O gün "Allah'a selim bir kalp ile varanın dışında hiç kimseye ne malın ne 
    de oğulların fayda vermeyeceği gün." (Şuarâ, 26/89)dür. Onun için insan neden 
    yaratıldığına bakmalı da, sulb ile göğüs kemikleri arası gibi bir kafes, bir 
    geçit olan dünyada yaratıcının kendisine verdiği kuvveti kötüye kullanmamalı, 
    nefsini uzuvlarının adi ve iğrenç etkilerine kaptırmamalı, üzerinde daima 
    bir koruyucu ve gözetici bulunduğunu bilerek sırların ortaya döküleceği günde 
    temiz sırlar ile Hakk'ın huzuruna varmak için lekesiz bir selim kalp ile hareket 
    etmeli, bu dünya geçidinde sıkıntılara göğüs gererek bu ten kafesinden kâmil 
    bir iman ve güzel bir amel ile Allah'a gitmeye gayret sarfetmelidir. 
  11. O dönüşlü 
    göğe, 
  12. o yarılıp 
    çatlayan yeryüzüne yemin olsun ki.
   REC', geri 
    çevirmek veya geri dönmek mânâlarına müteaddi (geçişli) de lazım (geçişsiz) 
    da olduğuna göre; "semai zati'r-rec", dönümlü gök veya döndürümlü gök demek 
    olabilir. Bundan ilk zihne çarpan mânâ göğün kendisinde veya içine aldığı 
    kütle, cisim ve olaylarda tekrar eden (yinelenen) devirli hareket ve değişimlerin 
    hepsini kapsayan "geri dönme" veya "döndürme"dir. 
  Kadî Beydâvî 
    gibi bazıları bundan, göğün her turunda hareket ettiği yere dönmesi mânâsına 
    olabileceğini söylemişse de bizzat göğün kendisi, felekleri, hareket ettiğine 
    dair bir delil bilinmediği ve feleklerin hareketleri hakkındaki eski astronomi 
    nazariyeleri sabit görülmediği için nakledilen tefsirlerde bu dönüşü göğün 
    kendisine nazaran değil, içindekilerin devir ve değişimlerine nazaran tefsir 
    etmişlerdir ki "dönüp duran" veya "döndürülüp duran gök" demek olur. 
  İbnü Zeyd'den 
    nakledildiğine göre gök, bildiğimiz göktür. "Dönmek" de, güneş, ay ve yıldızların 
    halden hale, bir konaklama yerinden diğerine geri dönüşleridir. 
  İbnü 
    Abbas'tan da bunun "yağmurlu bulut" şeklinde tefsir edildiği rivayet edilmiştir. 
    Hansâ'nın: 
  "Ayrılık günü 
    öyle akan gözyaşları görürsün ki, 
  Geceleyin 
    gelip kaplayan ve devamlı yağdıran kara buluttaki yağan devamlı yağmura benzer." 
    
  demek olan 
    beytinde, aynı şekilde bir kılıcı anlatan Hüzelî'nin:
   "Bembeyaz 
    yağmur suyu gibi berrak bir keskin kılıç ki, 
  Her ne zaman 
    bir toplanma yerinde öterse biçer." 
  beytinde geldiği 
    gibi Arapça'da "rec"ın yağmur ve su mânâsına kullanıldığı çoktur. 
  Zeccâc ve 
    diğer dilcilerin açıklamasına göre, rec'in yağmur mânâsında kulanılması, baştan 
    bu mânâ için konulmuş bir isim olarak değil, mecazdır. Bu mecazın birkaç yönden 
    güzel olduğunu söylemişlerdir: 
  1. Sesin tekrarlanması 
    mânâsından alınmıştır ki, sesi tekrar tekrar söylemek ve harfleri birbirine 
    eklemektir. Yağmur da tekrar tekrar dönüp yağdığı için rec' denilmiştir.
   2. Geri dönüşü 
    hayra yorulduğu için söylenmiştir.
   3. Her sene 
    dönüp rızık getirdiği içindir. 
  4. Bir de 
    denilmiştir ki, bulutların yerdeki deniz ve diğer sulardan çıkan su buharından 
    hasıl olması dolayısıyla güya göğün yerden aldığı suyu yine geriye çevirmesi 
    ve iade etmiş olması düşünülmüştür. Bu şekilde rec' kelimesi "mercu'" yani 
    geri döndürülmüş mânâsına olarak iade edilmiş, döndürülmüş demek olur. 
  "Kamus"ta 
    yazıldığına göre, göle ve suyun anafor yaptığı su durağı yere, menfeat ve 
    faydaya ve baharda biten bitkiye de rec' denilir. Bundan dolayı birçok tefsirci 
    burada rec' kelimesini "yağmur" diye tefsir etmişlerdir. Bu şekilde "sema", 
    bildiğimiz gök mânâsına olabileceği gibi Mücahid'den rivayet edildiği üzere 
    "bulut" mânâsına olma ihtimali de vardır. Buna göre meâli: Döndürüp döndürüp 
    yağmur yağdıran gök, yahut dönüp dönüp yağan bulut demek olur. "Rec"in böyle 
    yağmur ve su ile tefsiri, insanın yaratılışında anılan "atan su" meselesine 
    göre bir nevi muraâtı nazîr (benzerini gözetme) sanatı ifade etmiş olur. 
  Hasen'den 
    gelen rivayette de, "Yağmur ve rızıktır. Çünkü yağmur her sene döner rızık 
    getirir." denilmiştir ki bunda su, bitki ve fayda mânâlarını içerme vardır.
   Bir de "rec"i, 
    kulların amelleriyle geri döndükleri için, melekler diye tefsir etmişlerdir 
    ki, gökten yere inip çıkan ve bütün olup giden olaylarla eserleri görülen 
    melek kuvvetleri diye düşünmek de uygun olur. Bununla beraber hangisi olursa 
    olsun, sözün asıl akışı yukarki hükmünce, sırların ortaya çıkarılacağı günde 
    geri çevirme ve iadeyi vurgulamak ve ispat ile ilgili olduğundan dolayı hepsinde 
    de geri çevirme ve iade mânâsını düşünmek gerekir. En meşhur olan "yağmur" 
    mânâsına olduğunda dahi bu geri çevirme mânâsı ile yaratılıştaki iade kanununa 
    işaret kastedildiğinde şüphe etmemek lazımdır. Onun için gerek cisimlerin 
    devirleri, doğma ve batmaları; rüzgarın, bulutların akımları gibi kütlesi 
    olsun ve gerek ışık ve karanlık, sıcaklık ve soğukluk, nemlilik ve kuruluğun 
    birbirinin peşinden gitmesi gibi kütlesel olmasın bütün hareket ve değişimleri, 
    olmak ve bozulmaktan sonra iadeyi ifade eden mutlak geri çevirme mânâsıyla 
    bütün bu tefsirleri kapsayan bir fiil ve etki mânâsı kastedilmekle hepsinin 
    arası bulunmuş ve bu ihtilaflar kesilmiş olur. 
  ARZ-I ZÂT-I 
    SAD' ın mânâsına gelince: 
  SAD': Şakk 
    ve infitar kelimeleri gibi yarılmak, çatlamak ve çatlak demek olduğu için 
    bunun da iki üç şekilde izahı yapılmıştır: 
  BİRİNCİSİ: 
    "Sonra yeri yardık ve (bu suretle) orada daneler ve üzüm...bitirdik." (Abese, 
    80/26-28) mânâsı üzere yerkürenin bitki için çatlayışına işarettir ki, bu 
    münasebetle mecazî olarak bitkilere de saddenilir.
   İKİNCİSİ: 
    Genellikle yerkürede bulunan ve gerek ekin, gerek diğer sebeple meydana gelen 
    çatlakla, yarıklar, arklar, hendekler, vadiler ve yolcuların çiğneyip iz yaptığı 
    yollar gibi herhangi bir çatlaklığa işaret olmasıdır. 
  ÜÇÜNCÜSÜ de 
    özel olarak kabirlere işaret olmasıdır ki, insanın yaratılış mertebelerinde 
    ölüm ile öldükten sonra diriltilip toplanma arasında bir berzah, bir geçiş 
    yeri olmak itibarıyla ana rahmi yerindedir. Hem gömülmek, hem de dirilip çıkmak 
    için yarılır. 
  Bu üç mânânın 
    üçünde de yerkürenin çatlayışı, üzerinde yapılan etkilere karşılık verme ve 
    boyun eğme mânâsı ifade etmekte birleşir. O halde göğün dönüşü, yukardan gelen 
    fiil ve tesiri; yerkürenin çatlayışı da aşağıda bulunan kabullenmeyi ve boyun 
    eğmeyi ifade etmek itibarıyla gök ve yerkürenin dönme ve çatlamalarında biri 
    diğerini kucaklayıp sararak döllenmeyi sağlayan karı-koca durumunda olup bunlar 
    arasından doğmuş olan insanın yine bunlar arasından, sulb ve göğüs kemikleri 
    arasından çıkar gibi çıkarak Allah'a dönmek üzere ahiret âlemine gideceğine 
    ve bütün bunlar yüce Allah'ın yaratma ve korumasıyla gözetimi ve gücü altında 
    cereyan etmekte bulunduğuna dikkat çekilmiş ve buna irşat yapılmış olur. Bundan 
    dolayı sofilerden bazıları göklere "babalar", yerlere de "analar" tabir etmişlerdi. 
    Özellikle "rec"i yağmur, "sed"i de nebat diye düşündüğümüz takdirde "atan 
    su"yun tohumu döllemesi; yağmurun gök muhiti içinde bir tohum demek olan yerküreyi 
    nebat çıkarması için döllemesi kabilinden olup asıl hayatın yaratılışının 
    sırf ilâhî bir fiil olduğuna bir imâ dahi yapılmış olur. "Bütün çiftleri yaratan 
    Allah noksan sıfatlardan uzaktır."(Yâsîn, 36/36) 
  Kısacası, 
    ne taraftan bakılırsa bakılsın yukardan etkisini sürdüren bir döndürme, bir 
    döndürüş ve çeviriş tecellileri; aşağıda bir çatlayış, bir etkilenme ve boyun 
    eğme ile "olma"yı ve "bozulma"yı kabullenme tezahürleri bulunduğu muhakkaktır. 
    
  13. İşte sizin 
    arasında bulunduğunuz o döndürüşlü göğe ve o çatlayışlı yerküreye yemin olsun 
    ki o, size başlangıç ve sonla ilgili olan bu âyetleri bildirerek o geri çevirme 
    ve geri dönmeyi haber veren Kur'ân kuşkusuz bir ayırıcı sözdür, hak ve batılı 
    ayıran kesin bir söz, keskin bir hükümdür. 
  14. O asla 
    bir şaka değildir. 
  Târık'tan, 
    delen yıldızdan, nefisten, nefis üzerindeki koruyucudan, yaratıcının kudretinden, 
    sırların ortaya döküleceği günden bahsederken ölüm ve geri dönüşü, başlangıç 
    ve sonu göstermek üzere atan sudan, sulb ve göğüs kemiklerinden bahsetmesi 
    şiir ve mizah türünden bir şaka değildir. Hepsi ciddi ve gerçektir. Bunun 
    için onu hak kulağıyla dinlemeli, hükümlerinden ve irşatlarından faydalanıp 
    sırların açıklanacağı günde gerçek murada ermelidir. 
  15. Haberin 
    olsun onlar, o kâfirler, bu âyetlerin inmesine sebep olan Mekke kâfirleri 
    bir tuzak kuruyorlar, yani Ku'ân'ı geçersiz saymak ve onun nurunu söndürmek 
    suretiyle hakkın emrine karşı gelmek için bir takım hileler kuruyorlar, entrikalarla 
    önlemler almak istiyorlar. 
  16. Ben de 
    hilelerine karşı hile kuruyorum ki "Biz onları bilemedikleri yönden derece 
    derece azaba yaklaştıracağız."(Kalem, 68/44), "Benim tuzağım sağlamdır."(Kalem, 
    68/45)
  17. onun için 
    o kâfirlere mühlet ver mühlet ver onlara biraz. Çünkü Ve'n-Nâziât Sûresi'nde 
    geçtiği üzere "Onlar onu görecekleri gün sanki dünyada bir akşam veya kuşluk 
    vaktinden başka durmamışa dönecekler."(Nâziât, 79/46)dir. 
  EMHİL, âyetin 
    başında geçen "mehhil"den bedeldir. "Ruveyden" aslında mühlet mânâsına "rûd" 
    mastarının küçültme ismidir. "Bir mühletçik ver." demek gibidir. Ebu Hayyan'ın 
    ifade ettiğine göre, mühlet vermek mânâsına gelen "irvâd" mastarının, kısaltıldıktan 
    sonra yapılmış küçültme ismidir. Burada küçültme ismi yapılması hakir görmek 
    ve az olduğunu ifade etmek içindir. Bundan başka bu kelimenin iki kullanış 
    şekli daha vardır. Birisi, emir mânâsına fiil ismi olur. "Zeyd'e mühlet ver." 
    mânâsına denir. Birisi de, hal olarak kullanılır. "Ağır ağır, acele etmeden 
    yürüdüler." mânâsına denilir. Burada mef'ulu mutlaktır. yahut, yani, az bir 
    mühlet demektir. 
  Böylece Târık 
    Sûresi de bitti. Bunun ardından Â'lâ Sûresi gelecektir.