81-TEKVİR: 
    
  Sûresi denilir. 
    
  Mekke'de inmiştir. 
    
  Âyetleri : 
    Yirmidokuz. 
  Kelimeleri 
    : Yüz otuz dokuz. 
  Harfleri : 
    Beşyüz otuzüç. 
  Fasılası : 
    harfleridir. 
  İmam Ahmed, 
    Tirmizî ve Hâkim'in İbnü Ömer (r.a)'den rivayet ettiklerine göre Resulullah 
    (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Her kim Kıyamet gününe gözüyle görüyormuş gibi 
    bakmayı arzu ederse ve sûrelerini okusun." 
  Meâl-i Şerifi 
    
  1- Güneş katlanıp 
    dürüldüğünde, 
  2- Yıldızlar 
    bulandığında, 
  3- Dağlar 
    yürütüldüğünde, 
  4- Kıyılmaz 
    mallar bırakıldığında, 
  5- Vahşi hayvanlar 
    bir araya toplandığında, 
  6- Denizler 
    ateşlendiğinde (suları çekilip, volkanlar halinde ateş püskürdüğünde),
   7- Nefisler 
    eşleştirildiğinde (iyiler iyilerle, kötüler kötülerle bir araya toplandığında),
   8- Diri diri 
    toprağa gömülen kıza sorulduğunda, 
  9- "Hangi 
    günahtan dolayı öldürüldü?" diye. 
  10- Amel defterleri 
    açıldığında,
   11- Gök sıyrılıp 
    açıldığında, 
  12- Cehennem 
    kızıştırıldığında, 
  13- Ve cennet 
    yaklaştırıldığında, 
  14- Herkes 
    ne getirmiş olduğunu anlar. 
  15- Şimdi 
    yemin ederim o sinenlere (gündüzleri gözden kaybolan yıldızlara), 
  16- O akıp 
    akıp yuvasına gidenlere, 
  17- Yöneldiği 
    an geceye, 
  18- Nefeslendiği 
    (ağardığı) an sabaha ki, 
  19- Kuşkusuz 
    o Kur'an, değerli bir elçinin sözüdür. 
  20- O elçi 
    güçlüdür, Arş'ın sahibinin yanında çok itibarlıdır. 
  21- Orada 
    ona itaat edilir, güvenilir. 
  22- Arkadaşınızı 
    cin çarpmış değildir. 
  23- Andolsun 
    o, Cebrail'i açık ufukta gördü. 
  24- O, gayb 
    hakkında cimri de değildir.
   25- O, kovulmuş 
    bir şeytanın sözü değildir.
   26- Hâl böyle 
    iken, siz nereye gidiyorsunuz?
   27- O, âlemler 
    için öğütten başka bir şey değildir,
   28- İçinizden 
    doğru gitmek isteyenler için. 
  29- Âlemlerin 
    Rabbi olan Allah dilemeyince, siz dileyemezsiniz. 
  O güneş dürüldüğü 
    vakit. Burada zaman edatı olan ile oniki olay zikredilmiş, cevabında "Her 
    nefis ne getirdiğini bilecektir." denilmiştir. 
  Bu oniki olay 
    şunlardır: 1. Güneşin dürülmesi, 2. Yıldızların bulanması, 3. Dağların yürütülmesi, 
    4. Kıyılmaz malların bırakılması, 5. Vahşi hayvanların toplanması, 6. Denizlerin 
    ateşlenmesi, 7. Nefislerin eşleştirilmesi, 8. Diri diri gömülen kıza sorulması, 
    9. Amel defterlerinin açılması, 10. Göğün sıyrılıp açılması, 11. Cehennemin 
    kızıştırılması, 12. Cennetin yaklaştırılması. 
  Bunlar bir 
    kısmı ilk üfürme ile dünyada, bir kısmı ikinci üfürme ile ahirette olmak üzere 
    kıyamet gününün en korkunç manzaraları ve anlarıdır. 
  1. GÜNEŞİN 
    DÜRÜLMESİ: Tekvir aslında yuvarlak şekle sokmak ve toplamak mânâlarıyla ilgili 
    olarak sarık sarar gibi yuvarlanmasına dürüp sarmak ve bohçalamak mânâsınadır. 
    Bir de bizim devirmek ve kürümek dediğimiz gibi yıkıp atmak mânâsına gelir. 
    Razî tefsirinde yazıldığı üzere bazıları Hz. Ömer'den gelen bir rivayete dayanarak 
    kör etmek körletmek mânâsına olduğunu da söylemişlerdir. Bunların mechûl (edilgen) 
    şekli olarak tekvir olunmak da dürülüp sarılmak veya devşirilip atılmak veya 
    körletilmek demek olur. 
  Güneşin 
    dürülmesi iki mânâda anlaşılabilir. 
  Birisi, uzaktan 
    düz görünen güneş yuvarlağının etrafı kabuk bağlayıp bir bohça gibi sarılarak 
    ışığının sönmesi ve körlenmesi demek olur ki bu hakikattır. Veya güneş tutulduğu 
    zaman olduğu gibi gözden kaybolmasıdır. Bu da mecazdır. 
  İkincisi, 
    güneş kütlesinin bizzat kendisinin ortadan kaldırılıp atılması demek olur 
    ki, bu mecazi bir mânâdır. Zira bir elbise kaldırılacağı zaman dürülüp de 
    kaldırılmak âdet olduğundan, dürülmek, gerekli olma ilgisiyle, yok etme mânâsından 
    mecaz olur. Tekvirin ikinci mânâsı olan yıkıp atmak, bu mânâda hakikat demektir. 
    Üçüncü mânâ olan köreltmek ise, öncekinin aynı demektir. 
  Şu halde "tekvir-i 
    şems" şu iki mânâdan birini taşımaktadır. Ya ışığının sönmesi veya kütlesinin 
    kaldırılıp görünmez olması. Onun için tefsirler de başlıca bu iki mânâ üzerinde 
    yürümüşlerdir. 
  Konuyla ilgili 
    rivayetler: 
  İbnü Abbas'tan 
    gelen bir rivayette tekvir-i şems, güneşin Arş'a katılması, bir rivayyette 
    de karanlık olmasıdır. 
  Mücahid, Katade 
    ve Hasen'den: Işığının gitmesidir. Yine Mücahid'den gelen bir rivayette, çöküp 
    yok olmasıdır. 
  Rebi' b. Heysem'den: 
    Güneşin atılmasıdır.
   Ebu Salih'ten: 
    Ters döndürülmesidir.
   Kurtubî de 
    şöyle der: Başa sarık dolanır gibi dürülür, sonra ışığı giderilir, sonra da 
    atılır. 
  Güneşin, ışığının 
    sönmesi suretiyle tekviri, onda yerkürenin döşenmesi gibi bir kabuk tabakasının 
    oluşması ve dolayısıyla yeni ve büyük bir yerkürenin oluşturulması demek olacağına 
    göre, daha büyük bir güneş yaratıldığı takdirde orada da yerküremizdekine 
    benzer fakat çok geniş bir yaşama yeri başlamış olabilirse de o güneşi hiç 
    nazar-ı itibara almadan bildiğimiz güneşin gerek sönmesi ve gerekse kütlesinin 
    yok edilip giderilmesi anında yerküremizdeki hayatın ve güneşten ışık alan 
    gezegenlerin derhal söneceği açıktır. İşte evvela bu dehşeti ifade ediyor. 
    Bununla beraber bu tekvir, biz insanların dışında olan bir olay olduğu gibi, 
    sırf içimizdeymiş gibi bir nitelikte de olabilir. Hele hayat ve eşyanın bizim 
    üzerimizde bıraktığı iz ve görüntü özellikle ruhumuzun yetenek ve faaliyetleriyle 
    ilgili olmasına göre, ruhların bedenlerinden ayrılması halinde de "tekvir-i 
    şems" meydana gelmiş olur. 
  2. 2. YILDIZLARIN 
    BULANMASI: Yıldızlar bulandığı zaman. İnkidâr, bulanmaktır. Bunda da iki mânâ 
    rivayet edilmiştir. 
  Birisi, nurlarının 
    parlaklığı bozulup sönmesi, silinmesi, "Yıldızlar silindiği vakit." (Mürselat, 
    77/8) âyeti de bunu açıkça göstermektedir. 
  Birisi de, 
    "Yıldızlar döküldüğü vakit."(İnfitar, 82/2) buyrulduğu üzere saçılıp dökülmeleridir. 
    Buhârî yalnız bunu rivayet etmiş, tefsirciler de çoğunlukla bunu tercih etmişlerdir. 
    Râzi şöyle der: Çünkü inkidârda asıl olan dökülmektir. İmam Halil demiştir 
    ki: "Ard arda gelip döküldüler" mânâsına denilir. Kelbî de şöyle demiştir: 
    O gün gök yıldız yağdıracak, gökte yıldız kalmayıp düşecektir. Mülk Sûresi'nde 
    geçtiği üzere Atâ demiştir ki: Çünkü yıldızlar, gök ile yer arasında kandillerde 
    nurdan zincirlerle asılıdır. Bu zincirler meleklerin ellerindedir. Gök ve 
    yerde bulunanlar ölünce o zincirler meleklerin ellerinden düşecektir. 
  Bunları bizim 
    anlayabileceğimiz şekilde ifade edecek olursak şöyle demek olur: Güneşin ışığı 
    söndüğü zaman kuşku yok ki Ay ve gezegenler gibi ondan ışık alan yıldızlar 
    tamamen bulanıp sönecektir. Sonra güneş küresi yani güneşin kütlesi patlayıp 
    atılarak yok olduğu zaman da cisimlerin dengesini tutan ve nurdan zincirler 
    diye tabir edilmiş bulunan genel cazibe ve çekim yok olarak âlemin dengesi 
    bozulmuş olacağından gökte yıldızlar alev yağmurları halinde dökülüp düşüşmeye 
    başlayacaktır.
   Türkçe'de 
    "bulanma" tabiri, inkidâr kelimesi gibi, yukarda anlatılan iki mânâyı da ifade 
    edebileceği kanaatiyle meâlde "yıldızlar bulandığı zaman" denilmekle de bu 
    mânâlar anlaşılabilir zannederim. 
  3. 3. DAĞLARIN 
    YÜRÜTÜLMESİ: Dağlar yürütüldüğü zaman yerkürenin zelzele ve depremle sarsılıp 
    patlayarak dağların yün gibi atıldığı, yerleri serap gibi olmak üzere başlar 
    üzerinden geçen bulutlar gibi göğe fırlatılıp toz halinde serpildiği andır. 
    (Hâkka Sûresi'nde geçen "yer ve dağlar kaldırıldı"(Hâkka, 69/14) âyetinin 
    tefsirine bkz.) 
  Ecel gelip 
    de ilâhî hikmet dünyada yaşayanların yaşadığı âlemin yıkılmasını, yer ve gök 
    düzeninin başka bir düzene değişmesini gerektirdiği zaman bunlar olacak ve 
    o değişim ile varılacak olan diğer âlemde bu kütle ve cisimler kalmıyacak, 
    başka bir düzen kurulacaktır.
   Düşünmeli 
    ki Güneşin dürüldüğü, yıldızların bulanıp döküldüğü ve ve yerkürenin parçalanıp 
    dağlarının yürütüldüğü bu zamanlarda hayatta olanları ne büyük bir korku ve 
    dehşet saracaktır. Hiç kuşku yok ki o zaman en kıymetli mallar boş bırakılacaktır. 
    Onun için: 
  4. 4. KIYILMAZ 
    MALLARIN BIRAKILMASI: Kıyılmaz mallar bırakıldığı zaman. İşâr, uşerâ kelimesinin 
    çoğuludur. Nifâs ve nüfesa gibidir. Uşerâ, "onlarlı" demek gibi olup Araplar 
    on aylık gebe deveye doğuruncaya kadar bu adı verirler. Onlara göre bunlar, 
    kendilerinin en kıymetli mallarıdır. Bu şekilde bunun çoğulu olan ışâr sürüsü 
    bazı yeni doğurmuş, bazısı doğurmak üzere bulunan ve en çok bakılması, gözetilmesi 
    gereken en kıyılmaz mallar demek olur.
   Bunların 
    bırakılmasından maksat ise çobansız, bakımsız, başıboş bırakılıvermesidir. 
    Zira yüz gösteren korkunç kıyamet olayları içinde sahipleri böyle en kıymetli 
    mallarını bile başıboş bırakırlar. Çünkü o gün, "O günde ne mal fayda verir 
    ne oğullar. Ancak Allah'a selim bir kalp ile varan başka." (Şuara, 26/89) 
    diye nitelenen bir gündür.
   Razî'nin 
    yazdığına göre bazıları, âyette sözü edilen "ta'til-i ışâr"ın, bulutların 
    kurumasından, yağmurların kesilmesinden kinaye olduğunu söylemişlerdir. Çünkü 
    Araplar bulutu, yağmur yüklü olduğu için hamilelere benzetirler. Bu mânâ mecaz 
    olmakla beraber dağların yürütülmesiyle münasebeti de vardır. 
  Alûsî'nin 
    nakline göre, bazıları da, "ziraat olunur, öşrü, vergisi alınır arazi", bazıları 
    ise, "diyâr" yani yurtlar demiştir.
   Bunlar kıymetli, 
    kıyılmaz malların bırakılması mânâsı içinde vardır. 
  Kurtubî demiştir 
    ki: 
    Kelâm, durumun dehşetini tasvir için temsil üzere söylenmiştir. Çünkü o zaman 
    ne kıymetli mal vardır, ne de bunların bırakılması söz konusudur. Mânâ şudur: 
    Böyle deve sürüleri olsa, sahipleri onları bırakır, kendileriyle meşgul olurlardı. 
    
  Bununla beraber 
    âyetler sıralamayı gösteren "fâ" ile değil de "vav" ile birbirlerine bağlanmış 
    olduğundan bunlar, dağlar yürütülmeden önce ve yerkürede sarsıntıların başladığı 
    sırada olabilir. O zaman deve sürüleri de, yurtlar da, diğer kıymetli mallar 
    da mevcut iken dehşetler içinde hepsi başıboş bırakılır. Şu da öyle olmalıdır: 
    
  5. 5. VAHŞİ 
    HAYVANLARIN TOPLANMASI: Vahşi hayvanlar toplandığı zaman. 
  VUHÛŞ, vahşi 
    hayvanlar mânâsına olup "vahş" kelimesinin çoğuludur. Vahş, tekil olan vahşî 
    kelimesinin cins ismidir. İnsana yakın olmayan kara hayvanlarına bu ad verilir. 
    Ehlî ve evcilin zıddıdır. Dilimizde yabani diye de söylenir. Bunun, önceki 
    âyette geçen "develer"le münasebeti evcile karşılık yabaninin söylenmiş olmasıdır. 
    Bu münasebetle "vâv" ile birbirlerine bağlanmalarında bu zıtların bir araya 
    getirilmesi var demektir. Bundan dolayı maksat, evcil ve yabani mutlak olarak 
    hayvanların toplanması denilmiştir. Bu da üç şekilde tefsir edilmiştir: 
  Birincisi, 
    her taraftan canlıları saran o korku ve dehşet içinde hayvanların, öteden 
    beri korka geldiği şeyleri unutarak deliklerinden ve yuvalarından çılgıncasına 
    fırlayıp ne birbirlerinden ne de insanın saldırısından çekinmeksizin bir araya 
    toplanması demektir ki, kıyamet alâmetlerinden olmak üzere ilk üfürmeden önce 
    insanları ve hayvanları sürüp sevkedecek olan ateş çıktığı vakit olacaktır. 
    
  İkincisi, 
    hayvanların toplanması, ölüm ve helakte toplanmalarıdır denilmiştir. Çünkü 
    kıtlık çıktığı yıl denilir ki, "kıtlık helak etti" demektir. 
  Üçüncüsü, 
    Katade ve daha başkalarından rivayet olunduğu üzere vahşi hayvanların toplanması, 
    hayvanların da kısas için diriltilip mahşer yerine toplanmalarıdır. Müslim 
    ve Tirmizî'de Ebu Hureyre'den rivayet olunduğu üzere Resulullah (s.a.v) şöyle 
    buyurmuştur: "Muhakkak hakları sahiplerine vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun 
    boynuzlu koyundan kısas yoluyla hakkı alınacak.". Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde: 
    "Ve hatta karınca karıncadan hakkını alacak." Katade de bu âyette demiştir 
    ki, "Her şey, hatta sivrisinek kısas için haşr olunacak." Razî de tefsirinde 
    şöyle der: Mutezile demiştir ki: Yüce Allah o gün hayvanların hepsini toplayacak 
    ki, dünyada ölüm, öldürme ve diğer yollarla onlara gelmiş olan elemlerin karşılığını 
    versin. Ondan sonra bir kısmını cennette bırakmak isterse, cennette kalmaları 
    iyi olduğu takdirde yapar. Dilerse, haberde geldiği gibi yok eder. Biz ehl-i 
    sünnetin âlimlerine göre ise yüce Allah üzerine "buna hak kazanmıştır" diye 
    hüküm vermek suretiyle bir şey vacip olmaz. Fakat o vahşi hayvanların hepsini 
    toplayacak da boynuzsuzun boynuzludan hakkı alınacak. Sonra onlara "ölün!" 
    denecek, ölecekler. Bazıları, "İnsan ve cinden başkası yükümlü olmadığı için 
    haşr olunmaz." demişlerdir. Fakat Tirmizî hadîse "hasen sahih" demiştir. Şu 
    kadar varki o hadis, bu âyetin tefsiri mahiyetinde söylenmiş değildir. Burada 
    vahşi hayvanların haşri, kıyılmaz malların bırakılması ile denizlerin ateşlenmesi 
    arasında zikredilmiş olmasına göre de bu haşrin sorusu gibi tekrar dirildikten 
    sonra değil, dünyada olacak olaylar sırasında olması açık görünür. Onun için 
    birinci mânâ tercihe layıktır. Hadis, ilâhî adaleti ayrıca bir beyan olarak 
    sahihtir. Fakat bu, âyetin onunla tefsir edilmesini gerektirmez. Ancak bu 
    âyet onu da hatıra getirebilmek itibariyle o mânâ da düşünülebilir. Çünkü 
    "vâv" ile iki cümleyi birbirine bağlamak, arada bir sıralama bulunmuş olmasını 
    gerektirmez. 
  6. 6. DENİZLERİN 
    ATEŞLENMESİ: Denizler ateşlendiği zaman. 
  Tescir, alevli 
    ateşle fırın kızdırmak ve doldurmak mânâlarına gelir. Burada da bu iki mânâdan 
    hareketle üç şekilde tefsir edilmiştir: 
  Birincisi, 
    denizlerden volkan halinde ateşler çıkarak sularının çekilmesi ki, Buhârî'de 
    Hasen'den, "Bir damla su kalmayacak." diye rivayet edilmiştir.
   İkincisi, 
    Mücahid'den rivayet edildiği üzere "doldurmak" mânâsıdır ki bu da iki şekilde 
    düşünülmüştür. Birisi, önceki mânâ gibi ateşle doldurulmuş olması; birisi 
    de "Denizler yarılıp birbirine karıştığı vakit." (İnfitâr, 82/3) âyetinden 
    açıkça anlaşıldığı üzere, denizlerin yarılıp akıtılarak yerkürenin her tarafını 
    bir deniz halinde istila etmesidir ki, zelzeleler ve volkanlarla yerkürenin 
    çalkandığı ve dağların yürütüldüğü an ile birliktedir. Bu üç mânâ Buhârî'de 
    de özetle nakledilmiştir. 
  Bir de İbnü 
    Atiyye Tefsiri'nde yazıldığı gibi denilmiştir ki; tescirin, sâcurdan türetilmiş 
    olma ihtimali vardır. Sâcur, köpeğin boynuna bağlanmak için geçirilen toka 
    ve tasma demek olduğundan,tescir, toka takmak veya tasma geçirmek mânâsıyla 
    zaptedip malik olmaktan mecaz olarak denizlerin o çalkanma halinde abluka 
    edilmiş gibi zaptedilip bağlanmasını ifade eder. 
  Abd b. Humeyd 
    ve İbnü Münzir Ebu Aliye'den şöyle rivayet etmişlerdir: Bu sûreden altı âyet 
    dünyada ve insanlar bakarlarken, altısı da ahirettedir. Güneşin dürülmesi... 
    denizlerin ateşlenmesi dünyada; Nefislerin eşleştirilmesi... cennetin yaklaştırılması, 
    bunlar da ahirettedir. 
  İbnü Ebi'd-dünya, 
    İbnü Cerir ve İbnü Ebi Hatim de Übeyy b. Ka'b'tan şöyle rivayet etmişlerdir: 
    Altı âyet kıyamet gününden evvel insanlar çarşı ve pazarlarında ikendir: Güneşin 
    ışığı gider, o haldelerken yıldızlar bulanır, dağlar düşmeye, yerküre hareket 
    ve sarsıntı ile çalkanmaya başlar. Bunun üzerine korkudan cinler insanlara, 
    insanlar cinlere bağırıp çağırır. Hayvanlar, bütün vahşi kuşlar karışıp birbirine 
    girerler, kıyılmaz mallar bırakılır. Cinler insanlara, "size bir haber getirelim" 
    deyip denize fırlarlar. Bakarlar ki deniz ateş olmuş, alevler içinde. O haldelerken 
    yer bir çatlayış çatlar, bir rüzgar gelir hepsini öldürür. 
  Bazıları, 
    "ilk altı, iki üfürme arasındadır. Dünyada diyenlerin maksadı da budur" demişler; 
    bazıları "bunlar ilk üfürmeden önce, sonrakiler ikinci üfürmeye kadardır" 
    demişler. Bununla beraber bu sonuncuların muradı da gaye mugayyaya dahil olarak 
    ikinci üfürmeyi de kapsamış olmalıdır. Çünkü suâl sonradır. 
  7. 7. NEFİSLERİN 
    EŞLEŞTİRİLMESİ: Nefisler eşleştirildiği zaman. 
  Nüfûs, bilindiği 
    gibi nefs'in çoğuludur. Nefis de kişi ve can mânâlarına gelir. Nitekim, "şurada 
    şu kadar nüfûs var" dediğimiz zaman, şu kadar kişi veya şu kadar can var demek 
    olur. 
  Tezvîc de; 
    eşi eşe, dengi denge, benzer ve yaşıtları birbirine katıp bir yere getirmek, 
    çatmak, çiftleştirmek, kısacası sınıflandırmak ve birleştirmek mânâlarını 
    ifade eder.
   Bunun tefsirinde 
    başlıca iki rivayet vardır. 
  Birincisi: 
    Saffât Sûresi'nde "Zalimleri ve eşlerini toplayın." (Sâffat, 37/22) ve Vâkıa 
    Sûresi'nde "Siz üç sınıf olduğunuz zaman, amel defterleri sağlarından verilenler; 
    ne mutlu insanlardır, amel defterleri sağlarından verilenler! Amel defterleri 
    sollarından verilenler; ne mutsuz insanlardır, amel defterleri sollarından 
    verilenler! İmanda en ileri geçenler ise..."(Vâkıa, 56/7-10) âyetlerinin ifade 
    ettiği mânâ üzere şu rivayetlerle izah edilmiştir: 
  Buhârî'de: 
    Hz Ömer "cennetlik ve cehennemlik nefisler benzerleriyle bir araya getirilir." 
    dedi. Sonra âyetini okudu. 
  İbnü Cerir 
    ve daha başka tefsirlerde şöyle yazılıdır: Numan b. Beşir (r.a) demiştir ki: 
    Ömer b. el-Hattâb hutbe okuyordu, dinledim. " âyetini okudu. Sonra âyetini 
    okudu ve daha sonra "bazı eşler cennette, bazıları cehennemdedir" dedi. 
  Yine Numan 
    b. Beşir merfu olarak Hz. Peygamber (s.a.v)'den rivayet ederek şöyle demiştir: 
    "durebâ" (sınıflar ve benzerleri)dır, yani, "Herkes, kendisi gibi amel eden 
    her toplulukla beraberdir." dedi. Zira yüce Allah: buyuruyor ki, bunlar "durebâ" 
    dır dedi. 
  DUREBÂ, sınıf 
    ve benzer mânâsına gelen "darîb"in çoğulu olarak sınıflar ve benzerleri demektir. 
    Yani "ezvâcen selâse" âyetinde geçen "ezvâc", fertleri birbirine benzeyen 
    sınıf mânâsına "zevc" in çoğulu olduğu gibi burada da tezvîc, aynı mânâdan 
    sınıflandırmak demek olup "Kim bir topluluğa benzerse o da onlardandır." mânâsı 
    üzere herkes amelde benzerleriyle, iyiler iyilerle, kötüler kötülerle dizilip 
    haşrolunacağı vakit demek olur.
   Diğer rivayetler 
    de şöyledir. 
  İbnü Abbas'tan: 
    "insanlar üç sınıfa ayrıldığı vakit", 
  Mücahid'den: 
    İnsanlar içinde benzerler birbirleriyle toplandığı vakit"
   Katâde'den: 
    "Her insan kendi tarafına; yahudiler yahudilere, hıristiyanlar hıristiyanlara 
    katıldığı vakit" 
  Rebi b. Haysem'den: 
    "Herkes sahip olduğu ameliyle haşrolunur: Kişi, sahip olduğu ameliyle beraber 
    gelir." diye rivayet edilmiştir ki, bütün bunlarda nüfûs kelimesi kişiler; 
    tezvic kelimesi de iyi ve kötü amelde benzer olanları bir araya toplayıp sınıflandırmak 
    mânâsına olarak "O 
    gün bütün insanları önderleriyle çağıracağız. O gün kime kitabı sağından verilirse, 
    onlar kitaplarını okuyacaklardır."(İsra, 17/71) mânâsı üzere insanların, iyi 
    ve kötü amelde peşlerinden gelenleri ve birbirlerine benzerleri ile sınıf 
    sınıf, bölük bölük mahşere çağrılıp büyük mahkemede amel defteri, sağından 
    verilenler, amel defteri solundan verilenler diye, bir grup cennete, bir grup 
    cehenneme gitmek üzere yeniden diriltilip sınıflara ayrıldıkları vakit demek 
    olur ki bunda "Kâf Sûresi'nde geçen "Her nefis, beraberinde bir sevk memuru 
    ve şahit ile gelmiştir."(Kâf, 50/21) mânâsı; dostun dost ile, hasmın hasım 
    ile yanyana ve karşılıklı olarak durma yerindeki duruş ve seçilişleri mânâsı 
    da dahil olur. Sözünden bazıları, müminlerin cennette zevceleri ve huriler 
    ile bir araya getirilişleri ve kâfirlerin cehennemde şeytanlarla çatılmaları 
    mânâsını da anlamak istemişlerse de "cennet yaklaştırıldığında" âyetinden 
    anlaşıldığına göre bu henüz cennet ve cehenneme girilmeden önceki sınıflandırma 
    ve ayırmayı anlattığı için "cennete girecek sınıflar", "cehenneme girecek 
    sınıflar" demek olması daha doğrudur. 
  İkincisi: 
    İkrime, Dahhâk ve Şa'bi'den rivayet olunduğu üzere nüfûs, ruhlar mânâsına 
    olarak, ruhların bedenlere iade olunup birleştirildiği vakit diye tefsir edilmiştir 
    ki bu da ikinci üfürme ile ruhun vücuda tekrar girişindeki dirilme vakti, 
    demek olur. 
  Demek ki bu 
    iki tefsirin ikisine göre de kıyametin ikinci safhası demek olan öldükten 
    sonra dirilme hallerini anlatmaktadır. Rivayet itibariyle önceki daha kuvvetli 
    ve mânâ itibariyle de daha kapsamlıdır. Bunun özellikle iki tarafı "büyük 
    mahkeme"ye getirmek mânâsında soru ve hesap ile ilgili olduğu da şununla anlatılıyor: 
    
  8. 8. DİRİ 
    DİRİ GÖMÜLEN KIZA SORULMASI: Diri diri toprağa gömülen kız çocuğuna sorulduğunda,
   9. hangi 
    günahla öldürüldü? diye. 
  MEV'ÛDE, küçükken 
    diri olarak gömülüp öldürülen kızcağız demektir ki kökünden türetilmiştir. 
    Ve'd aslında evd gibi ağır basmak mânâsıyla ilgili olup cahiliyye Araplarının 
    kız çocuklarını diri diri toprağa gömme şeklindeki âdi âdetlerine denilir. 
    Tefsircilerin yazdıklarına göre cahiliyye Araplarında bu çirkin âdet yaygın 
    idi ve bunu türlü türlü yaparlardı. Kimisi kızlar yüzünden bir ar gelmek korkusuyla 
    yapar, kimisi parasızlık ve besleyememek korkusuyla yapar, kimisi de melekler 
    Allah'ın kızlarıdır, dediklerinden dolayı kızlarını da meleklere katmak üzere, 
    Allah'a daha layıktırlar diye yaparlardı. 
  Alûsî'nin 
    yazdığına göre, bir değil birçok kişi şöyle demiştir:
  Bir adamın 
    bir kızı doğduğu vakit öldürmeyip, hayatta bırakmak istediği zaman ona yünden 
    veya kıldan bir cübbe giydirir, çölde koyun veya deve güttürürdü. Öldürmek 
    istediği takdirde de bırakır, altı yaşlarına doğru gelince anasına, "bunu 
    temizle, süsle, hısımlarına gezmeğe götüreceğim" der, oysa çölde bir kuyu 
    kazmıştır, onu oraya götürür, "bak şunun içine" der, sonra arkasından iter 
    ve üzerine toprağı yığar, kuyuyu yerle dümdüz edene kadar örterdi. Bir de 
    gebe kadın, vakti yaklaştığı zaman bir kuyu kazar, ağrısı tutunca başına gider, 
    kız doğurursa kuyunun içine atar, oğlan doğurursa alıkordu, denilmiştir. Kâmus 
    Şârihi der ki: Cahiliyye devrinde Araplar kız çocuklarını açlık veya ar gelme 
    korkusundan kabre gömerlerdi. Bazıları açlık korkusundan erkek çocuğunu dahi 
    gömerlerdi. "Diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda" âyeti bu konuyla 
    ilgili olarak inmiştir. 
  Mısır Müftüsü 
    Abduh burada şöyle demiştir: Bak şu insafsızlığa, şu katı yürekliliğe, şu 
    fakirlik ve ar korkusundan başka günahı olmayan suçsuz kızcağızları öldürme 
    vahşetine ki, Arab'ın kalbine müslümanlık karıştıktan sonra nasıl bunun yerini 
    merhamet ve şefkat almış! İslâm bu çirkin âdeti tamamen ortadan kaldırmakla 
    bütün insanlığa ne büyük bir nimet olmuştur. 
  Alûsî, Bezzar, 
    Hâkim "Kûnâ"da ve Beyhakî "Sünen"de Hz. Ömer (r.a)'in şöyle dediğini rivayet 
    etmişlerdir: Temim kabilesinden Kays b. Asım Resulullah (s.a.v)'a geldi ve: 
    "Ben, dedi, cahiliye döneminde sekiz kızımı diri diri toprağa gömdüm." Hz. 
    Peygamber (s.a.v): "Herbirine karşılık bir köle azat et." buyurdu. Kays: "Benim 
    develerim var." dedi. Hz. Peygamber (s.a.v): "O halde her birine karşılık 
    bir deve kes." buyurdu. "İslâm, kendisinden önce olanları keser atar." olmasına 
    göre bu emir, tevbenin sahih olması için bunu yapmanın vacip olduğunu ifade 
    etmez, bunun müstehap ve mendup olduğunu gösterir. Bunda kız çocuğunu diri 
    diri toprağa gömmenin pek büyük bir suç olduğuna ayrıca bir uyarı vardır.
   Bununla beraber 
    Araplar içinde kız çocuğunu bu şekilde toprağa gömmeyi çirkin görenler de 
    vardı. Ferezdak'ın dedesi Sa'sa'a b. Naciye el-Mücaşi kendi kavmi olan Beni 
    Temim'den toprağa gömülecek kız çocuklarını fidye ile kurtarırdı. Ferezdak 
    şu beytinde: 
  "Çocuklarını 
    diri diri gömen kadınları yasaklayan dedem hakkı için! Dedem bu şekilde gömülecek 
    olanın yaşamasını sağladı da gömülmez oldular." diye dedesiyle iftihar etmiştir.
   Taberanî 
    adı geçen bu Sa'sa'a'dan şöyle rivayet etmiştir: "Ey Allah'ın Resulü! dedim. 
    Ben cahiliyye devrinde bazı işler işledim. Onlarda bir ecir ve sevap var mıdır? 
    Diri diri gömülecek olan üçyüzaltmış kız çocuğunun hayatını kurtardım. Her 
    birini iki tane on aylık gebe deve ile satın alırdım. Bunlarda bana bir ecir 
    var mıdır? Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Sana onun ecri var. Çünkü yüce 
    Allah sana nimet olarak İslâm'ı verdi."
   Ve'd denilen 
    bu büyük suçun özeti, çocuğunu öldürmekten ibaret olduğu ve bunun en önemli 
    sebebi fakirlik ve çocuğu besleyememek korkusu bulunduğu için En'âm Sûresi'nde 
    "Yoksulluktan dolayı çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin ve onların rızkını veren 
    biziz." (En'âm, 6/151) âyeti ve İsrâ Sûresi'ndeki "Bir de fakirlik korkusuyla 
    çocuklarınızı öldürmeyin. Onlara da sizlere de rızkı biz veririz. Onları öldürmek 
    elbette büyük günahtır."(İsra, 17/31) âyetiyle de defalarca yasaklandığı gibi 
    Hz. Peygamber (s.a.v) kadınlardan biat alırken "Çocuklarını öldürmemek" kaydının 
    da açıkça konduğu Mümtehine Sûresi'nde geçmişti. 
  Bu âyetlere 
    göre yalnız gömmek suretiyle değil, her hangi bir şekilde olursa olsun çocuklarını 
    kasten öldürmek de büyük bir cinayettir. Onun için "büyük bir günah" buyrulmuştur. 
    Şu halde çocuk aldırmak, kasten çocuk düşürmek dahi çocuğunu öldürmek olduğu 
    için aynı mahiyette bir öldürme suçu olduğu unutulmamalıdır. Cahil bedevilerin 
    çocuklarını diri diri toprağa gömme vahşetlerini dinlerken tüyleri ürperen 
    medenilerin, çocuk düşürme cinayetlerinden yüzleri kızarmamasına da ne kadar 
    esef edilse azdır. Hatta azlin yani cinsel ilişki sırasında erlik suyunu dışarı 
    akıtmanın dahi gizli bir tür çocuk öldürme olduğu hakkında bir hadis-i şerif 
    rivayet edilmiştir. Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, İbnü Mâce, İmam Ahmed, 
    Taberanî ve İbnü Merduye Huzame binti Vehb'ten şu rivayeti yapmışlardır: Resulullah 
    (s.a.v)'a azil hakkında soru soruldu. Resulullah (s.a.v): "O gizli çocuk öldürmedir." 
    buyurdular. Bundan dolayı azlin haram olduğu kanaatine varanlar olmuşsa da 
    Fıkhî araştırmalar neticesinde bunun mekruh olduğu hükmüne varılmıştır. Çünkü 
    azil, nesli kesmeye bir yol, bir kötüye kullanmadır. 
  Azil, gizli 
    öldürme olunca şekli ve yaratılışı ortaya çıkıp belli olmuş bir çocuğu düşürmenin 
    ve yeni doğmuş yavruları yok etmenin gerek sebep olma gerekse doğrudan yapma 
    itibariyle çocukları açıkça doğrudan veya sebep olarak öldürme mânâsında "Çocuklarınızı 
    öldürmeyin" açık yasağının hükmü dahilinde haram bir cinayet olduğunu anlamak 
    kolay olur. 
  Şurası çok 
    dikkate değer bir husustur ki burada nefislerin eşleştirileceği bildirildikten 
    sonra sorumluluk vakti hatırlatılırken çocukları diri diri toprağa gömmenin 
    ve haksız yere kişileri öldürmenin sorumluluğundaki ağırlık anlatılmak üzere 
    her şeyden evvel koruyucusu yok varsayılan o diri diri toprağa gömülen kızcağıza 
    sorulan soru açıkça belirtilmiş ve bu sorunun evvela öldürene değil öldürülen 
    suçsuz kıza sorulacağı anlatılarak "Diri diri toprağa gömülen kızcağıza, hangi 
    suçtan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman" buyrulmuştur. Cinayetin sebebi 
    doğrudan doğruya onu işleyene sorulmayıp da davacısı olan suçsuz kıza sorulması, 
    o diri diri gömme işini yapan katilin vicdanını sızlatacak ve koruyucusuz 
    gördüğü mazlumun karşısında mağlubiyetini duyuracak ve haksızlığını tam mânâsıyla 
    tanıtarak Hakk'ın huzurunda hiç bir savunma yapamayacak şekilde öfke ve cezayı 
    hak edeceğini anlatacak şiddetli bir uyarı ve taşlama vardır ki, buna tebkit= 
    "susturma" denilir. Nitekim hıristiyanlar karşısında Hz. İsa'ya, "Ey İsa! 
    Sen mi dedin o insanlara: Beni ve annemi Allah'ı bırakıp da ilâh edinin diye."(Maide, 
    5/116) şeklinde sorulması da hıristiyanlara bu kabilden bir taşlama ile susturma 
    mânâsı taşır. 
  10. Bundan 
    başka her türlü amelin hesabının görüleceği de şununla anlatılıyor: 
  9. AMEL DEFTERLERİNİN 
    AÇILMASI: Ve sayfalar açıldığı vakit. Burada iki türlü sahife zikredilmiştir: 
    
  Birisi, amel 
    defterleridir ki, bunların açılması hesap için açılmaları demektir. İbnü Münzir'in 
    İbnü Cüreyc'den rivayet ettiği gibi, "İnsan ölünce defteri dürülür, sonra 
    kıyamet günü açılır. Ona göre hesabı görülür." 
  İkincisi de 
    Hâkka Sûresi'nin "Kitabı sağından verilmiş olan kimseye gelince.." (Hâkka, 
    69/19) âyetinde de geçtiği gibi, hesabın görülmesinden sonra mahkeme neticesini 
    bildirme gibi açılıp dağıtılacak sayfalardır ki, bunların açılması da dağıtılıp 
    sahiplerine verilmesi demektir. Buna bazı hadislerde "tetayürü suhuf" yani 
    "sahifelerin uçuşması" tabir edilmiştir. 
  Alûsî'nin 
    kaydettiği üzere Mersed b. Vedâa'dan şöyle rivayet edilmiştir: Kıyamet günü 
    olunca Arş'ın altından sahifeler uçuşur. Müminin sahifesi "yüksek cennette" 
    diye eline düşer. Kâfirlerin sahifeleri de, "cehennemde, kaynar ateşte" diye 
    ellerine düşer. Yani o sahifelerde bunlar yazılıdır. 
  Burada birinci 
    mânâ daha uygundur. Bundan sonraki sûrede "Oysa üzerinizde muhakkak gözcüler 
    var. Dürüst yazıcılar var. Her ne yaparsanız bilirler." (İnfitar, 82/ 10-12) 
    âyetleri de bunu açıklar mahiyettedir. O, defterlerin açıldığı hesap günüdür. 
    O gün insanın bütün amelleri ortaya dökülür. 
  11. 10. GÖĞÜN 
    SIYRILIP AÇILMASI: Ve gök sıyrıldığı vakit. 
  KEŞT, kesilmiş 
    bir hayvanın derisini yüzmek ve ağacın kabuğunu soymak ve yüzden örtüyü sıyırmak 
    gibi, örtülü bir şeyi bürüyen örtüyü yüzünden atıp açmaktır. Göğün böyle sıyrılması 
    da hayvanın derisi soyulur gibi sökülüp, yok edilmesiyle tefsir olunmuştur. 
    Bundan ilk bakışta "O gün göğü, kitapların sahifelerini dürer gibi düreceğiz."(Enbiya, 
    21/104) gibi yüce âlemin harap edilmesi ile tam yokoluş mânâsı akla gelirse 
    de, bu mânâ, güneşin dürülmesi ve yıldızların bulanması sözlerinden de anlaşılmış 
    olduğu için bundan muradın, göğün dürülmesinden sonra yüce Allah'ın "İlk yaratışa 
    başladığımız gibi yine onu iade edeceğiz."(Enbiya, 21/ 104) buyurduğu üzere 
    yeni kurulacak olan âlemde örtünün kaldırılarak tam arz ile her hakikatın 
    tecelli etmesi mânâsının olması ifadenin akışına daha uygundur. Nitekim Nisâburî 
    bunu tefsirinde, "gök açılıp giderilerek üstünde cennet ve Arş ortaya çıkacak" 
    meâlinde ifade etmiştir. 
  Demek ki o 
    gün o âlemde, bu dünyanın kütle ve cisimlerinden bir şey kalmayacağı gibi, 
    hakikati örten hiç bir şey de kalmayacak, Hakk'ın Arş'ı ortaya çıkıp her hakikat, 
    kendisinde hiçbir şüphe olmayacak şekilde açılacaktır ki bu mânâ, "Andolsun 
    sen bundan gaflette idin, şimdi senden perdeni açtık, artık bugün gözün keskindir."(Kâf, 
    50/22), "O gün arz olunursunuz. Öyle ki gizli bir şeyiniz kalmaz." (Hâkka, 
    69/18), "Ogün yeryüzü başka yeryüzüne çevrilir. Gökler de değişir. Hepsi, 
    o tek ve her şeye üstün olan Allah'ın huzurunda toplanacaklar."(İbrahim, 14/48) 
    ve "O gün onlar ortaya çıkarlar. Allah'a hiçbir şeyleri gizli kalmaz. Bugün 
    mülk kimindir? Tek ve her şeye üstün olan Allah'ın."(Mümin, 40/16) âyetleriyle 
    beyan olunan mânâdır. Bundan sonraki sûrede de göğün yarılması ile başlanıp 
    "O gün kimse, kimse için bir şeye malik olamaz. Emir o gün yalnız Allah'ındır." 
    (İnfitar, 82/19) sözü ile bitirilmek suretiyle bunun din günü olduğu beyan 
    olunarak bu mânâ izah edilecektir. 
  Gök bu surette 
    sıyrılıp örtü kaldırıldığı vakit Hakk'ın Arş'ı ortaya çıkacak, insan nefisleri 
    Hakk'ın şu iki tecellisi arasında bulunacaktır. Bir taraftan bütün dehşet 
    ve azametiyle ilâhî öfkenin tecellileri, bir taraftan da bütün güzellik ve 
    enginliğiyle ilâhî rahmetin tecellileri: 
  12. 11. CEHENNEMİN 
    KIZIŞTIRILMASI: Ve cehennem kızıştırıldığı vakit, bütün şiddetiyle alevlendirilip 
    kızıştırıldığı zaman ki, Âdem oğullarının kötü amelleri ve yüce Allah'ın gazabı 
    ile azgınlar için kızıştırılacaktır. "Azgınlar için de cehennem apaçık ortaya 
    çıkarılmıştır." (Şuara, 26/91). 
  13. 12. CENNETİN 
    YAKLAŞTIRILMASI: Ve cennet yaklaştırıldığı vakit ki, cennet Allah'ın lütuf 
    ve rahmeti ile güzel amellerin sevabından donanmış olarak takva sahiplerine 
    yaklaştırılacaktır. "Cennet de takva sahiplerine uzak olmayarak, yaklaştırılmış 
    olacak."(Kâf, 50/31) 
  Demek ki bu 
    vakit henüz cehennemlikler cehenneme, cennetlikler cennete girmek üzere ayrıldığı 
    son hüküm faslında olacak ve bunlar bir şeyin vuku bulacağı zamanı gösteren 
    edatı ile ifade edildiği için kesinlikle olacaktır. 
  14. İşte bir 
    kısmı dünyada bir kısmı ahirette demek olan bu oniki âyet ve delil vuku bulduğu 
    zaman her nefis ne hazırlamış olduğunu bilecektir. Hayır mı, şer mi? İyi mi, 
    kötü mü? Dünyada ne yapmış, o gün için ne hazırlamış olduğunu kesin bir bilgiyle 
    bilip anlayacaktır. Çünkü bir zerre miktarı da olsa, hayır veya şer olarak 
    yapmış olduğu her amelin, defterinde getirilip terazisine konduğunu ve karşısında 
    kendisine şekillendiğini görecektir.
   Bu cümle, 
    zaman bildiren şart edatlarının "ve" atfı (bağlacı) ile birbirlerine bağlanmasından 
    sonra hepsinin birden cevabıdır. Şu halde, bu vakitlerin herbirinde bilecek 
    demek olmayıp, bunları kapsayan uzun vakit içinde bilecek demek olur. İşte 
    bir çok âyette "O size yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecek." (Maide, 
    5/105; Tevbe, 9/94, 105; Zümer, 39/7, Cuma, 62/8) diye hatırlatılan bu biliş 
    ve anlayıştır ki öldükten sonra dirilmenin ifade ettiği acı veya tatlı en 
    büyük uyanıklıktır. "İnsanlar uykudadır. Öldükleri vakit uyanırlar." denilmesi 
    de bundandır. "O gün her nefis ne hayır işlemiş ve ne kötülük yapmışsa onları 
    önüne konmuş vaziyette bulur."(Âl-i İmran, 3/30) buyrulan gün de bugündür. 
    
  Bu şekilde 
    bu âyette geçen "bir nefis" de "her nefis" meâlinde olarak her bir nefis demektir. 
    Hazırlanıp getirilen şey de, iyi veya kötü amellerdir. 
  Amellerin 
    hazırlanması, ya "sahifelerin açılması"ndan anlaşıldığına göre defterleriyle 
    huzura getirilmesi veya dünyadaki amellerin, iyi veya kötü olmalarına göre 
    ahirette birer özel şekil ile temsil ve tecelli ederek huzurda bulundurulmasıdır. 
    Nitekim dünyada bile her nefes bir ateş halinde, bir hareket, bir ziya halinde 
    veya bir bina veya bahçe şeklinde görünür. Öyle olduğu içindir ki yapılan 
    çalışmalardan iyi veya kötü şeyler imal edilir. Bu suretle insanların ahiretteki 
    canlanışları da dünyadaki amellerinin ürünlerinden ibaret olarak görünecek 
    olan gerçek nefisleri olmuş olur. Bundan dolayı. "Yetimlerin mallarını haksız 
    yere yiyenler, karınları dolusu bir ateşten başka bir şey yemiş olmazlar."(Nisa, 
    4/10) âyetini benzetme mânâsına yorumlamaksızın zulüm ile yetim malı yemenin 
    gerçekten ateş yemek demek olduğu görüşünü benimseyenler olmuştur. 
  Amellerin 
    bu şekilde görünüp şekillenmesi onların yazıldığı sahifeler olarak da düşünülebilir. 
    Her iki takdirde de amellerin böyle hazırlanması yüce Allah'ın emriyle olduğunda 
    şüphe yoktur. Fakat kazanıp elde etmek itibariyle amelleri kul yapıyor denildiği 
    ve buna bağlı olarak "her nefis ne hazırladığını bilecek" denildiği için sebebiyet 
    ilgisi ile bunları kulun kendisi hazırlayıp getirdi demek de mecaz olarak 
    sahih olur. 
  Bu iki izah 
    şeklinden dolayı diye başlayan Âl-i İmran Sûresi'ndeki âyette ameli yapanın 
    kulun kendisi olduğu söylendiği halde hazırlamanın kul tarafından yapıldığı 
    söylenmemiş, her nefsin o ameli hazır bulacağı anlatılmış, burada ise "her 
    nefis hazırladığını bilecektir." buyrularak hazırlama işinin kul tarafından 
    yapıldığı belirtilmiştir. Şu halde kulun kendisine göre "hazırladığı şey" 
    gerçekte "yaptığı şey" mânâsında olup herkes dünyada iyi mi kötümü ne yapmış 
    olduğunu ve böylece Hakk'ın huzurunda kendisi için ne hazırlamış bulunduğunu 
    o gün bilecektir demek olur. 
  Burada "bilecektir" 
    sözünün mânâsı da iyi kötü bütün amellerini defterinde hiç eksiksiz ayrıntılarıyla 
    yazılı bulup hepsini görecek "Ne acayip bir defter bu! Ne küçük bırakmış, 
    ne büyük hepsini kayda geçirmiş."(Kehf, 18/49) diyecek; yahut "Bütün yaptıklarını 
    hazır bulurlar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez."(Kehf, 18/49) mânâsınca hepsini 
    iyiliğine ve kötülüğüne göre bir şekle bürünmüş olan gerçek durumu üzere hazır 
    bulup gerçek bir görüşle görecek demektir. Zira dünyada heva ve hevesine uygun 
    gelerek hoş gördüğü bir takım amellerin o gün çirkin ve acı bir şekilde ve 
    dünyada bir takım sıkıntı ve meşakkatlerle birlikte olduğundan dolayı güç 
    gelerek yapılan ibadetlerin de o gün güzel ve sevimli bir biçimde karşısına 
    dikilmiş olduğunu görecektir. Şâirin: 
  "Yakında toz 
    duman açıldığı zaman göreceksin, 
  Altındaki 
    at mı imiş yoksa eşek mi?" dediği gibi, o gün gök sıyrılıp bütün gerçek ortaya 
    çıktığı vakit insan da dünyada yaptığı amellerin kendisini cehenneme mi yoksa 
    cennete mi götürdüğünü anlayacaktır. Bu biliş ve anlayış ise haber verilen 
    oniki vaktin herbirinde değil, amel defterlerinin açılması ve göğün sıyrılıp 
    açılmasından sonra olmalıdır. Onun için "bilecektir" sözü 'ların herbirine 
    değil, toplamına bir cevap olmak üzere tefsir edilmiştir. Gerçi bu durumda 
    açık olan, başta bir ile yetinilmiş olmaktı. Fakat bunların bir kısmı başlangıç, 
    bir kısmı netice olmak ve her biri esasen özellikle düşünülmesi ve ayrıca 
    bir uyanış ifade etmesi gereken en büyük olaylardan bulunması nedeniyle bu 
    durum ve değişikliklerin her birinin ayrı ayrı dehşet ve önemine dikkat çekmek 
    için 'lar tekrar edilmiş ve hüküm, hepsine birden bağlanmıştır. 
  İbnü Atıyye 
    tefsirinde demiştir ki: Bir topluluk, bu zikrolunan şeylerin Âdemoğulları'ndan 
    her biri ve ölüm sırasındaki durumları hakkında istiare olduğu ve dolayısıyla 
    güneşin, onun nefsi ve yıldızların da gözleri ve duyuları olduğu görüşüne 
    varmıştır. Bu ise Allah'ın kitabında bir takım rumuzların bulunduğunu savunan 
    bir görüştür."
   Ebu Hayyan 
    da bunu naklettikten sonra şöyle der: Bu, Batınıyye mezhebi ve müfrit sofiyyeden 
    İslâm'a intisap etmiş görünenlerin mezhepleridir. Bunlar yayılıp İslâm dinine 
    mensup olmuş görünerek gizlenen zındıklardır. Allah'ın "kitabı apaçık Arap 
    lisanı ile"(Şuara, 26/195) gelmiştir. Onda ne remiz, ne bilmece bulmaca türü 
    şeyler, ne gizli mânâlar vardır. Felsefecilerin ve tabiatçıların savundukları 
    şeylere ima da yoktur. İbnü Hatib-i Re'y adıyla bilinen Ebu Abdillah Razî 
    de tefsirine felsefecilerin, yıldızlarla uğraşanların ve astronomi bilginlerinin 
    görüşlerinden bazı şeyler almış ise de bunlar Allah kitabının tefsirinden 
    uzaktır. Aynı şekilde "Tahrir ve Tahbîr" adlı kitabın yazarının tefsir etmiş 
    olduğu âyetlerin sonunda zikrettiği tasavvuf ehli kişilerin sözleri ve "hakikatler" 
    mânâsını verdiği şeyler de böyledir. Bunların içinde inanılması şöyle dursun 
    yazılması bile caiz olmayanlar vardır. Yüce Allah'tan dinimizde ve inançlarımızda 
    selamet dileriz.
   Bununla beraber 
    Ebu Hayyan'ın bu sözlerinde ifrat ve tefrit yok değildir. Kuşkusuz Kur'ân-ı 
    Kerim apaçık Arap dili ile inmiştir. Kur'ân'ın dili bilmece ve muamma gibi 
    remizden ibaret sembolik bir ifade değildir. Yine kuşku yok ki bir metinde 
    aslolan, hakiki mânâyı vermeye engel bir karine bulunmadıkça görünen mânâya 
    yorumlanmasıdır. Bununla beraber şu da kesindir ki Kur'ân'ın, "Kitabın anası" 
    olan ve mânâsı açık açık bilinen âyetleri yanında hafi, müşkil, mücmel ve 
    müteşabih âyetleri; hakikatı, mecazı, sarihi, kinayesi, istiaresi, temsili, 
    tensisi, imâsı, belagat nükteleri, tarizleri, telmihleri, remizleri de vardır. 
    Bütün bunlarda en açık olan mânâ kastedilmiş olmakla beraber müstetbeat-i 
    terakib (ifade ve cümlelerin yan mânâları) denilen ve ikinci derecede aranıp 
    istenen nice ifadeler de vardır. 
  "Usûl ilmi"nde 
    bilindiği üzere görünen mânânın açıkça belli olmasının tevil, tahsis ve mecaz 
    ihtimallerini kesmeyi gerekmeyeceği için o zahiri mânâya zıt olmadan ve onunla 
    çelişki teşkil etmeden zahirî mânâ ile beraber bazı ihtimallerle ikinci derecede 
    birçok işaretin anlaşılabilmesi, mânâları açık olan âyetlerin açıklık ve beyanına 
    zıt olamıyacağı gibi, aksine bu, Kur'ân dilinin açık bir Arapça olmasının 
    gereklerindendir. Bundan dolayı "Kur'ân'da hiç batınî mânâ, remiz ve imâ yoktur." 
    demek de doğru olmaz, gibi sûre başlarında bulunan hurûf-i mukattaa (kesik 
    harfler) ne şekilde tefsir edilirse edilsin, kesinlikle her tefsir remizle 
    yapılmış bir tefsir olur. Bunun aksi söylenemez. Doğrusu bazı eserlerde de 
    geldiği üzere Kur'ân'ın hem zahiri vardır, hem batını, hem haddi vardır, hem 
    matlaı. Fakat Kur'ân "Eğer Kur'ân Allah'tan başkası tarafından olsaydı, elbette 
    içinde birçok çelişkiler bulurlardı."(Nisa, 4/82) buyrulduğu üzere gerçekte 
    farklılık ve çelişkiden uzak son derece beliğ bir açık kitap olduğu için zahiri 
    ile batını arasında zıtlık ve çelişki yoktur.
   Bu esas Kur'ân'ın 
    hadlerinden biridir. "İki denizi salıvermiştir, birbirleriyle neredeyse kavuşacaklar. 
    Aralarında engel vardır, bir an birbirlerine tecavüz etmezler."(Rahmân, 55/19-20) 
    mânâsı üzere zahir ve batın denizlerinin karşılaşmalarıyla beraber birbirlerinin 
    sınırını geçmeye engel olan haddi aşılmamak şartıyla ondan zaman zaman Allah 
    vergisi ve zevki olarak alınan ani kalbe doğuş ve ilhamlara bir nihayet de 
    düşünülemez. "De ki, eğer Rabb'imin kelimeleri için deniz mürekkep olsa idi, 
    kesinlikle Rabb'imin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi. Bir o kadar 
    daha yardımcı getirsek bile."(Kehf, 18/109) 
  Buna karşı 
    gerek filozoflar ve hakimler ve gerek yıldızlarla ilgilenenler ve astronomi 
    bilginleri ve diğer âlimler, akıllılar, belağatçılar, edebiyatçılar, entellektüel 
    zümre ve halk tabakasıyla bütün insanlığın zihnine, ruhuna temas eden ve edebilecek 
    olan durumlar, fikirler ve konular hakkında Kur'ân'da ret veya isbat yollu 
    bir ima yoktur demek ve Razî gibi o yolda fikirleri aydınlatmaya hizmet edenleri 
    tenkit etmek doğru olmadığı gibi, metinlerin ve muhkem âyetlerin zahirini 
    gidermiyecek şekilde Kur'ân'ın ruhî ve vicdanî zevklere doğabilen işaret ve 
    yorumlarından bahseden sofiyye tefsirlerinin hepsini de Karamita ve Hurufiyye 
    batıniyyesi gibi zındıklardan saymak da doğru değildir. Mesela Kaşani ve Arais 
    tefsirlerini, sırf zahirî olan mânâ ve hükümleri yok saymak için yazılmış 
    Hasan Sabbah ve aşırıya kaçan İmamiyye kitapları gibi düşünmek isteyenler 
    hiç şüphe yok ki yanlış yola gitmiş olurlar. Evet, mânâsı açık olan âyetler; 
    bırakıp da "Kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve kendi arzularına 
    göre onun teviline yeltenmek için onun müteşabih olanına tabi olurlar."(Âl-i 
    İmran, 3/7) beyanına rağmen müteşabih âyetlerin arkasına düşmek, alay ve eğlenceye 
    sapmak, fitne ve fesat yolunda tevil aramak kalp çarpıklığından, ruh bozukluğundan 
    kaynaklanan bir sapıklık ve inkârdır. Fakat âyetlerin zahirî mânâ ve hükümlerini 
    beyan ve tesbit ettikten sonra onlara zıt olmayacak şekilde bir takım işaret 
    ve tevillerden de bahseden kişilerin kalplerine doğan fikirlerden yararlanmamak 
    da nasibi tepmek olur. Çünkü Kur'ân "Kuşkusuz bunda inanan bir toplum için 
    âyetler vardır."(Nahl, 16/79), "Kuşkusuz bunda aklı eren bir toplum için ibretler 
    vardır."(Nahl, 16/12), "bilen bir toplum için"(A'râf, 7/31), "düşünen bir 
    toplum için"(Ra'd, 13/3), "zikreden bir kavim için"(Nahl, 16/13), "bilen bir 
    kavim için"(En'âm, 6/98), "iyice bilen bir toplum için" (Casiye, 45/20), "sakınan 
    bir kavim için."(Yunus, 10/6) ve "akıl sahipleri için deliller vardır."(Âl-i 
    İmran, 3/195) gibi nice âyetlerinde muhatapların niteliklerine ve özel kabiliyetlerine 
    göre türlü mânâlarla hitap edip dururken tefsirlerin böyle zihin, fikir, ahlâk 
    ve irfanın mertebelerine göre inceliklerle ilgilenmemesi Kur'ân'ın hadd ve 
    matlaına ve herkesi aydınlatmaya yönelik olan maksatlarına uygun da olmaz. 
    Herhalde âyetlerin zahirine göre mânâ vermekte ifrat etmek de batınî mânâ 
    verme konusunda ifrat etmek kadar zararlıdır. En doğrusu "Adalet ve orta yolu 
    ayakta tutan ilim sahipleri." (Âl-i İmran, 3/18) âyetinin ifade ettiği gibi 
    orta yolu bulmaktır. Kur'ân'da tefsir de vardır, tevil de vardır. Kuşku yok 
    ki kendi fikir ve hevesine saplanıp da Güneşi inkâra kadar gidenler herşeyi 
    inkâr edebilirler. "Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar bulandığı zaman" âyetlerinde 
    geçen güneş ve yıldızları her şeyden önce kendi hakiki mânâlarıyla anlamaya 
    engel olacak aklî ve naklî hiçbir ipucu olmadığı için, bunlara bu bilinen 
    mânâları ve hakikatleri ile inanmak gerekir. Bunu belirttikten sonra dürülme 
    ve bulanmanın oluş şekline göre mânâlarındaki hakiki ve mecazî ihtimalleri 
    düşünmek bu imana aykırı olmıyacağı gibi, aynı zamanda Güneş ve yıldızlardan 
    mecaz ihtimali üzere daha genel bir mânâ ve işaret düşünmek de o imana aykırı 
    olmaz. Nitekim "kıyılmaz mallar bırakıldığında" âyetini tefsir ederken Kurtubî 
    bu sözün istiare ve temsil üzere gelmiş olduğunu söylemekle, bunun beyana 
    aykırı bir rümuzdan ibaret olduğunu iddia etmiştir, denilemiyeceği gibi henüz 
    ayrıntıları tam anlaşılmayan bu âyetlerin daha bazı lâfızlarında mecaz ve 
    istiare ihtimallerini düşünerek o olayları bir dereceye kadar zihinde canlandırmaya 
    çalışmak da Kur'ân'ın apaçık bir Arap dili ile inmiş olmasına aykırı sırf 
    bir sembollük ve harflerden mânâ çıkarma, bir sembolizm ve "Kalplerinde eğrilik 
    bulunanlar sırf fitne aramak ve kendi arzularına göre onun teviline yeltenmek 
    için onun müteşabih olanına tabi olurlar." (Âl-i İmran, 3/7) kriter ve ölçüsüne 
    göre, eğrilik ve fitneden ibaret olan batınilik kisvesine bürünmek değildir. 
    Aksine büyük kıyamet koparken olacak olayları küçük kıyamet olaylarıyla zihinlere 
    yaklaştırarak imanı kuvvetlendirmeye çalışmaktır. 
  Nitekim Nizamuddin 
    en-Nisaburi "Garaibu'l-Kur'ân ve Regaibu'l-Fürkan" adlı tefsirinde bu âyetleri 
    zahiri mânâlarıyla usulüne uygun olarak tefsir ettikten sonra yorumcuların 
    zikri geçen görüşlerini de şöyle nakletmiştir: 
  Yorumcular 
    dediler ki: Bu hallerin küçük kıyamet hakkında olduğunu kabul etmek de mümkündür. 
    Küçük kıyamet ise ölüm halidir. O halde güneş insanın ruhu, yani insanın diğer 
    canlılar arasında yerini belli eden cevheridir. Bunun dürülmesi ise, onunla 
    ilginin kesilmesidir. Yıldızların dökülmesi ise, insanın kuvvetlerinin birer 
    birer düşmesidir. Dağların yürütülmesi büyük uzuvların fiillerinden ayrılıp 
    uzaklaşmasıdır. "Işâr", bedendir. O zaman beden iş yapmaz olur. Vahşi hayvanların 
    toplanması, şahıs üzerinde hayvani ve canavarca fiillerin neticelerinin ortaya 
    çıkmasıdır. Denizlerin ateşlenmesi, batıl kuruntu ve boş emellerin tükenmesidir. 
    Çünkü o vehim ve kuruntular öyle bir deryadır ki onun isteğe bağlı ve zorunlu 
    ölümden başka sahili yoktur. Nefislerin eşleştirilmesi her melekenin kendi 
    cinsine; karanlığın karanlığa, aydınlığın aydınlığa katılıp birleşmesidir. 
    Mev'ûde, yükümlü kişinin, kendisi için yaratıldığı şeyin dışında kaybettiği 
    kuvvetidir. Bazı araştırmacı hocalarımdan, akla ansızın gelip de yazılmayarak 
    yok olmuş olan her meseleye mev'ude denilmiş olduğunu da işittim. Gök de, 
    ruhların göğüdür. Geri kalanların mânâsı açıktır."
   Demek oluyor 
    ki bu yorumları yapan yorumcuların maksatları, bu âyetlerin esas itibariyle 
    büyük kıyamet hakkında olmadığını söyleyip inkâr etmek değil, bununla beraber 
    "İbret alın ey basiretli kişiler!"(Haşr, 59/2) çağrısına göre bunlardan, küçük 
    kıyamet olan ve herkesin kesin olarak göreceği ölüm halleri hakkında da ibret 
    alacak mânâlar anlamanın mümkün olduğunu da göstermektir. Bunun ise iman ve 
    inanca zararı değil, faydası vardır. Bu itibar ile yalnız "Kim ölürse kıyameti 
    kopmuş demektir." hadis-i şerifinin mânâsı gereğince küçük kıyamet olan ferdin 
    ölümü değil, orta kıyamet olan bir milletin ölümü hakkında da bu mânâ ve olayları 
    düşünmek çok ibretlidir. 
  Bunların hepsinde 
    "her nefis ne hazırlayıp getirmiş olduğunu bilecektir" âyetinden bir uyarı 
    ve ders alma hissesi vardır. Çünkü onlar da küçük kıyametin bir geçidi ve 
    bir numunesidir. Fakat hiç unutmamak gerekir ki, hepsinin tamamı büyük kıyamette 
    olacaktır. Bu âyetler de asıl büyük kıyamet hakkındadır. Bütün hak ve hakikatın 
    ortaya çıkışı, o ebedî cennet ve cehennemin öne konduğu, o hüküm verme zamanında 
    olacaktır. İşte herkes ne hazırlayıp getirmiş olduğunu tam anlamıyla o vakit 
    bilecektir. 
  15. Şimdi 
    bu sonun o dehşetli hakikatleri böyle haber verildikten sonra bu haberlerin 
    gerçek olduğunu vurgulamak suretiyle hikmet ve faydalarını da beyan etmek 
    için bunları haber veren Peygamberin şanını, Peygamberliğin güçlü olduğunu 
    ve Kur'ân'ın mahiyetini bildirip anlatmak gayesiyle yemin ile buyruluyor ki: 
    (Bunun tefsiri hakkında geniş bilgi için ve sûrelerine bkz.) Yani, "bunun, 
    üzerine artık başka söz yok, ancak yemin ederim ki" sinenlere veya dönenlere 
    
  HUNNES, "hânis" 
    kelimesinin çoğuludur. Hans ve hunûs, büzülüp sinmek veya gerilemek ve geri 
    kalmak mânâlarına lazım (geçişsiz) ve müteaddi (geçişli) olduğuna göre hânis; 
    sinen, gaip olan veya sindirip gaip eden yahut geri kalan veya gerileten demek 
    olur. "Ha"nın ve "nun"un fethiyle "hanes" de, sığır ve ceylanların burunlarında 
    olduğu gibi, burunun ucu dudaktan geride biraz kalkık ve gerisi basık olmaya 
    denir ki, bu, "fatas" denilen "yass"dan yakışıklıca olur. Onun içindir ki 
    ceylanlara ve yanaklarına ve sığırlara "hunüs" denilir. Burada hans, çoğunlukla 
    lazım (geçişsiz) mânâda kullanılarak geri dönmek ve sinmek demek olur. Dolayısıyla 
    "hunnes", sinenler veya geri dönenler mânâlarıyla tefsir edilmiştir. 
  16. Cereyan 
    kökünden türetilmiş olan "câriye"nin çoğulu, akanlar demek olup "el-Hunnes"in 
    sıfatı veya ondan bedeldir. "Yuvasına girenler" Bu kelime, "kânis" kelimesinin 
    çoğuludur. Kânis, süpürmek mânâsına kens'ten türemiş olması durumunda süpüren; 
    künûs mastarından türemiş olmasına göre de kinas (kümes)a giren demektir. 
    Kinâs, ceylanların ağaçlık ve ormanlık aralığında gizlendiği yatağına, yuvasına 
    denir ki, kumu toprağa kadar süpürüp açtığı için böyle denmiştir. Çokları 
    bu "cevâri"nin gezegenler, özellikle "beş yıldız" adı verilen Zühal, Müşteri, 
    Merih, Zühre ve Utarid gezegenleri olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bunlar güneş 
    ile beraber akıp gider, sonra geri dönmüş görünür, sonra da güneşin ışığında 
    gizlenirler. Görme itibariyle geri dönüşleri hunûs; güneşin ışığında gizlenişleri 
    künûs'tur, demişlerdir ki eski yıldız falcıları bu beş yıldıza "hamse-i mütehayyire" 
    yani "beş gezegen" adını vermişlerdi. Birçokları da genel olarak bunların 
    yıldızlar olduğunu nakletmişlerdir. Bunun şu şekilde izahı yapılmıştır: Çünkü 
    yıldızlar gündüzleyin siner, gözlerden kaybolurlar. Geceleyin de künûs eder, 
    yani yataklarındaki ceylanlar gibi ortaya çıkar, doğarlar. Fakat künûs'un 
    böyle yalnız ortaya çıkmak, görünmek şeklinde tefsir edilmesinde bir kapalılık 
    vardır. Onun için daha doğru olmak üzere şöyle denilmiştir: Çünkü yıldızlar, 
    gündüzleyin ufuk üstünde oldukları halde bile gözlerden gizlenirler. Bu sinmelerine 
    hunûs denilir. Doğduktan sonra da batarak ceylanların yuvalarına girdikleri 
    gibi, ufkun altına girerler. Buna da künûs denilir. âyetinin bu şekilde genel 
    mânâda yıldızlar diye tefsiri Hasen ve Katâ'de'den rivayet edildiği gibi Hz. 
    Ali'den de rivayet edilmiştir. Bununla beraber "beş gezegen" şeklinde tefsir 
    edilmesinin de Hz. Ali'den rivayet edildiği söylenmiştir. İkisinde de "kens" 
    ile nitelenmesi, sığır ve geyik gibi ceylanlara benzetme yoluyla istiâre demektir. 
    Çünkü "hans" gibi, künûs ve kinâs da vahşi sığır ve ceylanlar hakkında kullanılan 
    sıfatlardandır. Bundan dolayı İbnü Abbas, Saîd b. Cübeyr ve Dahhâk'ten, zıba 
    yani geyik; İbnü Mesud'dan ise vahşi sığır demek olduğu da rivayet edilmiştir. 
    İbnü Cerir'in bir rivayetine göre İbrahim ile Mücahid bu âyetini müzakere 
    etmişler. İbrahim Mücahid'e: "bunun hakkında işittiğini söyle" demiş. Mücahid: 
    "Biz bir şey işitiyorduk. Bazı insanlar da bunlar yıldızlardır diyorlar." 
    demiş; İbrahim de (Nehaî olacak): "Onlar bunu Hz. Ali diye ona yalan isnat 
    ediyorlar." demiş.
   Fakat geyik 
    ve vahşi sığır gibi ceylan kısmından burada bir mecaz ve istiâre düşünülmediği 
    takdirde, bu âyetlerden önce ve sonra zikredilenlere göre bunlara yemin edilmesinde 
    açıkça bir münasebet görülmez. Bu olsa olsa onların yırtıcı hayvanlardan kaçmaları 
    halinde develerin ve vahşi hayvanların toplanması manzarasına bir işaret olabilir. 
    
  Gezegenlerin 
    güneşle irtibatlarına göre gidiş ve hareketlerindeki farklılığı düşünmede 
    bir mânâ varsa da, bu gezegenlerin sadece beş tane olduğunu söylemede açık 
    bir mânâ yoktur. Genel olarak yıldızlara yemin etmede ise, âlemde yer işgal 
    eden bütün kütlelerin "Herbiri belli bir vakte kadar yürür gider." (Ra'd, 
    13/2) âyetinin ifade ettiği mânâya göre belli bir zamana doğru akıp gittiğini 
    haber vererek sûrenin başında söz edilen sona doğru gitmekte bulunduklarını 
    hatırlatmak için önce mekanla ilgili şeylere, ikinci olarak da gece ve sabah 
    ile zamanının akışına yemin edilmiş olmakta açık bir münasebet vardır. 
  Bununla beraber 
    İbnü Cerir rivayetleri naklettikten sonra hiçbirinin doğrusu şudur diye belirlenmeyip 
    genelliği üzere bırakılmasının daha iyi olacağı görüşüne varmış ve şöyle demiştir: 
    Yüce Allah, bazan hunûs eden yani kaybolan ve bazan akıp giden sonra da yerlerine 
    dönen birtakım şeylere yemin etmiştir. Kinâs, meknis ve mekânis, Arap dilinde 
    vahşi sığır ve geyiklerin girdikleri yerlere denir. Bununla beraber yıldızların 
    bulundukları yerlere istiâre olunması da reddedilebilecek bir şey değildir. 
    Âyette sadece bunlardan biri olduğunu gösteren bir delil bulunmadığından bu 
    sıfatları taşıyanların hepsine genelleştirilmesi daha doğru olur. Fakat bu 
    durumda genelleme yapmak, genel mecaz olmuş olur. Oysa hakiki mânâyı vermek 
    mümkün olur, mecaz olduğunu gösteren bir karine de (ipucu da) bulunmazsa genelleme 
    yapmak nasıl doğru olur? Genelleme yapmanın doğru olduğunu söyleyebilmek için 
    de mecazı gösteren bir karine bulunduğunu itiraf etmek gerekir ki o da söylediğimiz 
    gibi yıldızların kaybolmak ve yerlerine girmek ile akıp gidişlerinin âyetlerin 
    akışına uygun olmasıdır. Bu karine ile rivayetleri toplayıcı olmak üzere genel 
    mecazın daha iyi olduğuna hükmedilebilir. Genel mecaz olarak mânânın özeti, 
    "kaybolmak, akıp gitmek ve yerlerine geri dönmek şeklinde ifade edilebilen 
    vasıflarla hakikat veya mecaz olarak nitelenebilen şeyler" demek olur. Bu 
    ise gaybta sinen ve sonra şu gördüğünüz âlemde hareket edip de yine gayb âleminde 
    karar kılacağı yere varıp gözlerden gizlenen her şeyi kapsar ki bu da âlemin 
    sonradan yaratılması ve yok olması ile "Bütün işler Allah'a döndürülür." (Bakara, 
    2/210; Âl-i İmran, 3/109; Enfal, 8/44; Hacc, 22/76; Fâtır, 35/4; Hadid, 57/5) 
    mânâsı üzere başlangıç ve sona bir delil olur. Bunu düşündürmek için özellikle 
    ahuların vasıflarının düşünme âleti olarak alınmış olmasında da hayvanî ve 
    insani hayat bakımından düşünülecek incelikler vardır. 
  Bu rivayetlerde 
    görülüyor ki "el-Künnes" vasfı hep kinasa girmek yani ceylanların ağaçlık 
    ve ormanlık aralığında gizlendiği yataklarına girmesi demek olan "künüs"tan 
    olmak üzere düşünülmüş ve kelimenin aslı olan kens, yani süpürmek mânâsına 
    hiç işaret olunmamıştır. Oysa bu kelimenin, asıl maddesine göre daha kapsamlı 
    olmak üzere bu mânâya da ihtimali vardır. Bu durumda "kens"in müteaddi (geçişli) 
    olan bu mânâsıyla hunûs'un geçişsiz olan iki mânâsından her birine göre şu 
    meâlleri ifade eder.
   Birincisi: 
    "Yemin ederim o gayb âleminde gizlenenlere, o akıp akıp süpürenlere." demek 
    olur ki, in "hunnes" kelimesinin sıfatı olarak bunda fesat âlemi olan dünyada 
    temizlik yapma işini yerine getirmekle görevlendirilmiş olan meleklere yemin 
    edilmiş olur. 
  İkincisi, 
    "Yemin ederim o sinip sinip dönenlere, o akıp akıp süpürenlere." demek olur 
    ki, bunda da "hunnes", dünyaya gelip gidenlere; "el-cevâri'l-künnes" de ondan 
    bedel olarak onları alıp alıp ahirete götüren meleklere işaret olmuş olur. 
    Başvurduğum tefsirlerde meleklere işaret olmasına dair bir nakil görmedim. 
    Ancak "Kâmus"da: "Etrafında melekler dahi" denildiği yazılmıştır. Nazmın da 
    buna ihtimali vardır. Şu halde İbnü Cerir'in dediği gibi, mecazın genelliği 
    daha iyi olunca, "hakiki veya mecazî mânâ ile kendisine "kaybolan, akıp giden 
    ve yerine dönen" denilebilen şeyler" sözünün ifade ettiği gibi bütün bu mânâların 
    düşünülmesi daha iyi olur. 
  Bu geniş açıklamalardan 
    şunu anlamış oluyoruz ki, iş bu yemininde âlemdeki değişiklik ve halden hale 
    geçişleri anlatmak üzere "Ve'l-Mürselâti" ve "Ve'n-Nâziâti" sûrelerinin başındaki 
    yeminleri de kısaca ifade eden bir kapsam vardır. Nitekim şu yeminlerde de 
    zamanın uğradığı değişiklikler hatırlatılmak suretiyle açık bir korkutma ve 
    müjde görülmektedir. 
  17. Yöneldiği 
    an geceye yemin ederim. 
  AS'ASE, zıt 
    anlamlı kelimelerden olmak üzere hem gelmek, hem de gitmek mânâlarına gelmesi 
    nedeniyle, burada bazıları bunu gelmek, çokları da gitmek mânâsıyla tefsir 
    etmişlerdir. Gecenin gelme vakti, kararmaya başladığı ilk saatlerdir. Bunda 
    bir korkutma mânâsı vardır. Gecenin gitme vakti de, yok olmaya yüz tuttuğu, 
    sabaha yöneldiği son saatleridir ki sabahın müjdecisidir. Çoğunluk bu mânâyı 
    tercih etmiştir. Buhârî de bu mânâyı, rivayet ederek, "As'ase, gitti mânâsınadır." 
    demiştir ki bu, Müddessir Sûresi'ndeki "Gittiği an geceye andolsun." (Müddessir, 
    74/33) gibi olur. Meâlde "yöneldiği an" demekle de bu iki mânâya işaret ettiğimizi 
    zannediyoruz. 
  18. Teneffüs 
    ettiği an sabaha yemin ederim. Sabahın teneffüsü de, "açtığı zaman." (Müddessir, 
    74/34) âyetinde belirtildiği gibi açılmağa başladığı sıradır ki tatlı tatlı 
    esen sabah rüzgarının hoşluğuna da işaret eder. Bunun gece sıkıntısını yok 
    eden bir müjde ifade ettiğinde ise kuşku yoktur. Bu şekilde bu yeminlerde 
    Hz. Peygamber (s.a.v)'e ve müslümanlara "Kuşkusuz ahiret senin için dünyadan 
    daha hayırlıdır." (Duha, 93/4) âyetinin mânâsı üzere iyi bir son vaad ve müjde 
    edilmektedir. Bu, dünya onlar için sabaha yönelmiş bir gece ve herkesin ne 
    hazırlamış olduğunu bileceği o kıyamet vakti böyle gelmekte olan bir sabah 
    demek olduğunu müjdelemektedir. 
  19. Bütün 
    bunlara yemin olsun ki O, (yani olacak dehşetli olayları haber veren bu Kur'ân 
    kuşkusuz bir değerli elçinin, yani yüce Allah katında ikrama layık, saygın 
    bir elçinin getirdiği kelâmdır. Hâkka Sûresi'nde de anlatıldığı üzere burada 
    bu değerli elçiden maksat, Kur'ân'ı Hz. Peygamber (s.a.v)'e getiren Ruh-i 
    Emin Cebrail (a.s)'dir. "Kuşkusuz onu Allah'ın izniyle senin kalbine o indirdi."(Bakara, 
    2/97) 
  20. Pek kuvvetli, 
    yüklendiği elçilik görevini, aldığı emri yerine getirmede güçsüz değil; karşı 
    konulmaz, kuşku götürmez büyük bir kuvveti var, güçlü bir elçi. Öyle ki, "Çok 
    çetin kuvvetlere sahip, güçlü."(Necm, 53/5-6) (Necm Sûresine bkz.)
  Arş'ın sahibi 
    olan ve onu gönderen yüce Allah'ın katında çok itibarlı, yani büyük bir şeref 
    ve itibarı var. 
  21. Öyle ki 
    orada sözü dinlenen, yüce Allah'ın huzurunda Allah'a yakın melekler ona itaat 
    eder, emrini dinlerler. Ondan emir alır ve ona baş vururlar. Güvenilir, her 
    yönüyle kendisine güvenilebilir, vahyi iletmekte ve elçilikte son derece emin, 
    "Benim güvenilirliğim şu: Bana bir şey emredilsin de ben o emrin dışına çıkayım, 
    böyle bir şey olmaz." diye kendisinden rivayet olunduğu üzere, aldığı emirde 
    asla sınırı aşmaz, görevini gereği gibi yerine getirir. Getirmiş olduğu vahiyle 
    kusuru, hatası, hainliği düşünülemez. 
  22. Sizin 
    arkadaşınız sohbetinde bulunduğunuz arkadaşınız, yani Hz. Peygamber (s.a.v) 
    deli değil. Necm Sûresi'nin başındaki "Arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da."(Necm, 
    53/2) âyetinde olduğu gibi, burada da Resulullah (s.a.v)'ın kötü sıfatlardan 
    uzak tertemiz olduğu açıklanırken "sizin sohbetinde bulunduğunuz kişi" diye, 
    onun, muhatapların arkadaşı olduğu belirtilerek "sohbet" ünvanıyla nitelenmesinde, 
    Yunus Sûresi'nde geçen "Bilirsiniz ki ben sizin aranızda bundan evvel yıllarca 
    kaldım. Siz hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?"(Yunus, 10/16) mânâsı üzerine 
    ince bir taşlama vardır. Yani, ey o Kur'ân'a ve peygamberlik haberlerine inanmamak 
    için Peygamber'e cin çarpmış diye iftira etmek isteyenler! 
  O Peygamber 
    (s.a.v) sizin arkadaşınızdır. Siz yıllarca onun sohbetinde bulundunuz. Aklının, 
    ahlâkının yüksekliğini denediniz. Görüş ve fikrine baş vurdunuz, konuştunuz. 
    Bilirsiniz ki o deli ve mecnun değildir. Akıl ve anlayışı tam, fazilet ve 
    erdemliliği herkesce kabul edilmiş, sizin iyiliğinizi isteyen bir zattır. 
    Dolayısıyla o size bu sözleri bir mecnun gibi söylemiyor, "Hayır, o Hak ile 
    geldi ve bütün Peygamberleri tasdik etti."(Sâffat, 37/37) kriterince Allah'ın 
    gönderdiği o değerli elçiyi tasdik ederek hakkı söylüyor. 
  23. Vallahi 
    o arkadaşınız, Muhammed onu, (yani o Arş'ın sahibinin yanında bulunan, son 
    derece güvenilir, emrine uyulur, onurlu, kuvvetli ve değerli elçi Cebrail 
    (a.s)'i) gördü, hem nasıl apaçık ufukta. 
  Açığa çıkaran 
    veya açık ufuk demek olan "ufuk-ı mübin", Necm Sûresi'nde "yüksek ufuk" (Necm, 
    53/7) denilen ufuktur ki, gündüzün geldiği, güneşin doğduğu, eşyayı ortaya 
    çıkarıp gösteren Doğu tarafı diye tefsir edilmiştir. Mücahid'den bir rivayette 
    "Ecyâd tarafından apaçık yüksek ufukta" şeklinde gelmiştir. Bir adı da Ciyâd 
    olan Ecyâd, Mekke'nin doğusunda bir dağın veya yerin ismidir. Bir de Mekkeliler 
    için burçların doğduğu yerlerin en yükseği, yengeç burcunun göründüğü en yüksek 
    yer olduğundan, "en yüksek ve apaçık ufuk"tan maksat odur denilmiştir.
   Rasulullah 
    (s.a.v)'ın Cebrail'i apaçık ufukta bu görüşü gerçek şekliyle görüşüdür ki 
    Hira'dan sonra olmuştu. Yer ve gök arasında Kürsî üzerinde, yüce Allah'ın 
    yarattığı şekliyle gördü. Altıyüz kanadı vardı diye rivayet edilmiştir. 
  İbnü Cerir 
    de İbnü Humeyd'in Cerir kanalıyla Ata'dan, Amir'den rivayetinde şöyle der: 
    "Peygamber (s.a.v) Cebrail'i kendi suretinde bir kere görmüştü. Diğerlerinde 
    Dihye denilen bir zatın suretinde gelirdi. Kendi suretinde gördüğü gün ise, 
    gelmiş bütün ufku kaplamıştı. Üzerinde inci takılı yeşil bir sündüs vardı. 
    "Andolsun O, Cebrail'i açık ufukta gördü." ilâhî sözü budur." Fakat Necm Sûresi'nde 
    "Andolsun ki onu bir kere de inişte gördü. Sidre-i Münteha'nın yanında." (Necm, 
    53/13-14) diye açıkça belirtildiği üzere Resulullah (s.a.v)'ın Cebrail'i hakiki 
    şekliyle Sidre-i Münteha'nın yanında bir kere daha görmüş olduğu da kesindir. 
    Nitekim Taberânî ve İbnü Merduye'nin tahric ettikleri gibi İbnü Abbas'tan 
    buradaki görmenin Sidre-i Münteha'nın yanındaki görme olduğu da rivayet edilmiştir. 
    
  Bu durumda 
    "ufuk-ı mübin" yani "apaçık ufuk," Sidre-i Münteha demek olur. Oysa Sidre-i 
    Münteha'daki görme "en yüksek ufukta görünme"(Necm, 53/6-7) nin dışında, iniş 
    sırasında vuku bulan bir görme olduğu Necm Sûresi'nde belirtildiği için bu 
    sûrede geçen "ufuk-ı mübin"in, Necm Sûresi'nde geçen "ufuk-ı â'lâ"dan başka 
    olması gerekir. 
  Şu halde burada 
    anlatılan görme, iki görmenin ikisini de kapsamak ve iki rivayeti de birleştirici 
    olmak üzere "ufuk-ı mübin"i "ufuk-ı a'la" ve "Sidre-i Münteha" dan daha genel 
    düşünmek daha uygun olacaktır. Allah bilir ya, İbnü Abbas'ın maksadı da bu 
    olsa gerektir. Bu hususta Necm Sûresi daha ayrıntılı bilgi verdiğinden, inişi 
    gerek önce olsun, gerek sonra olsun, buradaki görmenin ona göre tefsir edilmesi 
    gerekir. Yani Resulullah (s.a.v)'ın Cebrail (a.s)'i hakiki yaratılışı şekliyle 
    iki kere görmüş olduğu kesindir. 
  24. Ve O, 
    yani arkadaşınız gayp üzerine, yani kendisine öyle vahy geldiğine ve gayp 
    ile ilgili diğer işlere dair vermiş olduğu haberler gibi sizin duygu ve deneme 
    sahanıza girmeyen gaybe ait hususlarda cimri de değildir. 
  DANİN, Cimrilik 
    demek olan "dann" kelimesinden türetilmiş "faîl" kalıbında bir kelimedir. 
    Cimrilik ve kıskançlık yapan mânâsına gelebileceği gibi, kıskanılan kişi mânâsına 
    da gelebilir. Yani o sizin görebildiğiniz şeyler hususunda cimri olmadığı 
    gibi gayb ile ilgili hususlarda da kıskanç değildir. Almış olduğu vahyi duyurmada 
    ve sizin gözlem ve ilminizin dışında kalan bilmediğiniz şeyleri haber verip 
    bildirmede cimrilik etmez. Gayb bilgiçliği taslayan, gayb satıcılığı yapan 
    kâhinler veya bildiğini ücretsiz belletmeyen kimseler gibi ücret alma sevdasıyla 
    kıskançlık yapmaz. Dolayısıyla onun hakkında menfaat elde etmek gibi bir maksat 
    ve suçlama da söz konusu olamaz. 
  "Danin" kelimesi 
    "madûn" yani kıskanılan kişi mânâsına olduğuna göre de âyet şöyle demek olur: 
    "Sizin gözlem sahanıza giren durumlarda akıllı ve erdemli olduğunu bildiğiniz 
    O Muhammed (s.a.v) gaybe karşı kıskanılacak bir kimse değildir. Onun gaybten 
    haber vermesi, vahy alması, sizin bilmediğiniz şeyleri bilmesi çok görülmez. 
    Onu o yüksek tabiat ve ahlâkta yaratan yüce Allah'ın, gayb ilminden onu vahy 
    ve Peygamberlikle şereflendirmesi de kendisine kıskanılacak, çok görülecek 
    bir şey değildir, "İnsanlar için, içlerinden bir adama "insanları uyar" diye 
    vahyedişimiz şaşılacak bir şey mi oldu ki?"(Yunus, 10/2). 
  Bazı kırâetlerde 
    yeri ile "zanîn" okunur. 
    Bu da iki mânâ ile tefsir olunmuştur: 
  Birincisi, 
    töhmet mânâsına zınne'den olup, "O, gayb üzerine zanlı, töhmetli değildir, 
    emin ve güvenilir birisidir." demek olur. Ki bu, birinci mânâ ile aynı gibidir. 
    
  İkincisi, 
    suyu az olan kuyuya denilmesinde olduğu gibi zayıflık ve azlık mânâsından 
    olarak, "O, nefsinde kuvveti zayıf, hafızası çürük, kuruntu ve zan ile söyleyen, 
    heva ve hevesine kapılan bir kimse de değildir." demek olur. Yani vahyi alma 
    ve yerine ulaştırma hususunda hiçbir zayıflığı yoktur. Onun aldığı vahyi normal 
    insanların kuruntu ve zan karışan ve ilim sebeplerinden olmayan ilham ve kalbe 
    doğuşları gibi zayıf zannetmemek gerekir. O kuvvetli, güvenilir ve saygın 
    elçiden tam bir gözlem üzere aldığı bildirileri tam bir kuvvetle alıp koruyarak 
    hiçbir harfini kaybetmeksizin kesin ve kuşkusuz bir şekilde alır ve yerine 
    ulaştırır. İşte O Kur'ân bu arkadaşınızın apaçık ufukta gördüğü öyle güvenilir, 
    emrine uyulur ve Arş'ın sahibi yanında şerefli, son derece kuvvetli, saygın 
    bir elçiden böyle kuvvet ve emniyetle alıp yerine ulaştırdığı bir kelâmdır 
    ki bunu o Arş'ın sahibi yüce Allah'ın göndermiş olduğunda hiç kuşku yoktur.
   25. O Kur'ân, 
    kovulan bir Şeytan'ın, (yani ilâhî rahmetten uzaklaştırılmış, taşlanacak bir 
    Şeytan'ın) sözü değildir. O arkadaşınıza görünen elçi, kâhinlere görünenler 
    gibi, büyük ve ileri gelen meleklerin toplandığı yerden kulak hırsızlığı edip 
    de "Her taraftan kovulup atılırlar, uzaklaştırılırlar."(Sâffat, 37/8-9) ölçüsüne 
    göre her taraftan taşlanan aldatıcı şeytanlardan değil, saygıdeğer ve itaat 
    olunması gereken güvenilir bir melek, bir Allah elçisi olduğu sözü geçen niteliklerden 
    bilindiği gibi, onu gören ve size haber veren arkadaşınız da Şeytan'dan ve 
    şeytanlıktan uzaktır. Bunu arkadaşınızın aklı ve ahlâkı üzerindeki tecrübelerinizle 
    bilmeniz, inanmanız gerekir. Ahiretin dehşet ve sorumluluğunu ve o vakit "her 
    nefis ne hazırlayıp getirmişse onu bilecek" olduğunu ve bu kadar kuvvetli 
    yeminlerle o hakikatlerin gerçekleşeceğini size O Arş'ın sahibi tarafından 
    haber verip duran arkadaşınıza inanmamakta ne büyük tehlikeler bulunduğunu 
    düşünmelisiniz. 
  26. O halde 
    siz nereye gidiyorsunuz? Bu hakikatlere karşı doğru yolu bırakıp da hangi 
    görüş ve düşüncelere kapılıyorsunuz? Ne büyük sapıklıklara düşüyorsunuz. 
  27. Haberiniz 
    olsun ki O (Kur'ân), başka değil katıksız, bir zikirdir. Unutulmaması gereken 
    bir öğüttür. Bütün akıllı âlemler için. 
  28. Fakat 
    gerçek mânâda akıllı olanların kimler olduğu anlatılmak üzere 'den bedel olarak 
    Özellikle içinizden doğru yolda olmak, (hakkı ve doğruyu arayarak doğru gitmek) 
    dileyenler için. Çünkü hatırlatmadan, vaaz ve öğütten yararlanacak olanlar 
    onlardır. Gerçekte akıllı olanlar da onlar demektir. 
  İşte Kur'ân'ın 
    indirilmesinden ve bu haberleri bildirmekten asıl hikmet ve gaye böyle doğru 
    yolda olmak isteyenlere doğruya giden yolu anlatmaktır. Doğru gitmek istemeyen 
    kimseler ise bu hatırlatmadan hoşlanmaz, ondan istifade etmezler. O zikir 
    onlara etki etmez, gafletlerinden uyandırmaz. Uyandırsa da onlar eğrilikten 
    hoşlandıkları için onu eğip bükerek aksine gitmek ister, daha çok zarar görürler. 
    "Bu, zalimlerin ancak görecekleri zararı artırmış olur"(İsra, 17/82). 
  Görülüyor 
    ki zikir ve fikir yükümlülüğü, önce buyrularak bütün akıl sahiplerine yöneltildikten 
    sonra özel olarak da doğru yolda gitmek isteyenlerin dilemesine bağlanmıştır. 
    Demek ki yükümlülük ve sorumluluk ihtiyari işlerle ilgilidir. Bunda hidayet 
    de yükümlülerin dilemesine bağlıdır. Hakk'ı arayıp bulmak için her şeyden 
    önce kişinin fikrini hakka ve hayrı kazanmak için azim ve iradesini hayra 
    yöneltmesi farzdır. Fakat bununla beraber şunu da bilmek gerekir ki yükümlünün 
    dilemesinin şart olmasından, bunun başarı için ne yeterli bir şart ne de müstakil 
    bir illet olması gerekmez. Zikir ve öğütten faydalanabilmek kulun doğru yolda 
    gitmeyi dilemesi şartına bağlı olduğundan dolayı insan irade ve dilemesinde 
    tamamen hür ise ve dolayısıyla doğru yolda olmayı dilemek isterse hemen dileyiverir, 
    dilerse hemen doğru yolda oluverirmiş zannetmemelidir. "Her insanın ettiğini 
    kendi boynuna taktık." (İsra, 17/13) âyetinin ifade ettiği mânâya göre her 
    insanın sorumluluğu itibariyle mukadderatı kendi dilemesine bağlanarak kendi 
    boynuna geçirilmiş olmakla, o mukadderatında bütün illet ve sebepler insanın 
    dilemesinden ibaret imiş gibi bütün başarı da insanın kendine verilmiş değildir. 
    
  29. Gerçekte 
    insanın doğruya ermeğe muvaffak olabilmesi için dilemesi bir şarttır. Fakat 
    bütün şart ve sebepler ondan ibaret değil, onun da bir şartı vardır. Onun 
    için burada zikirden faydalanma hükmü insanın doğruya ermeği dilemesine bağlanmış 
    olmakla insanlar kendi işlerinde tamamen hakim imişler gibi bir vehim ve zanna 
    kapılmamak ve dileme hususunda da istikamet noktası anlatılmak üzere hal bildiren 
    veya yeni bir cümle başladığını gösteren "vav" ile şöyle buyruluyor: "Âlemlerin 
    Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz". 
  Burada hitap, 
    "akıllı âlemler için bir zikirdir" genellemesine göre genel görünmekle beraber 
    "sizden doğru yolda olmak isteyenler" ifadesindeki karine sayesinde bu hitabın 
    özellikle doğru yolda olmak isteyenlere yapılmış olduğunu düşünmek daha kuvvetlidir. 
    Şu halde birisi âyetlerin yakın akışına göre nass olarak âyetin ibaresinden 
    anlaşılan, birisi de âyetlerin uzak akışına göre veya âyetlerin akışını göz 
    önüne almayıp görünen ve işaret yoluyla anlaşılan mânâ olmak üzere derece 
    derece iki mânâ düşünülebildiği gibi, âyetin başında bulunan nın, şimdiki 
    zaman veya gelecek zamanın olumsuzluğunu ifade eden bir edat olabilmesine 
    ve dilemelerin bir kayda bağlı olup olmamalarına, bir de "ancak Allah'ın dilediği" 
    şeklindeki "istisna-i müferra"ın, "ancak Allah'ın dilemesiyle...", bir ihtimale 
    göre de "ancak Allah dilediği vakit.." takdirinde olabileceğine göre metnin 
    kendisinde dahi birkaç izah şekli ihtimali bulunmakla beraber âyetlerin asıl 
    akışı, doğru yolda olmayı dilemek üzerine bir hatırlatma ve öğüt olup diğerleri 
    ikinci derecede kalır. 
  Dilemek, mutlak 
    mânâda dilemek gibi görünmekle beraber, bu dilemenin, doğru yolda olmayı dilemek 
    olması sözün akışı gereğidir. Yani sözün gelişi bunu göstermektedir. Bu bakıştan 
    evvela bir karine bulunduğu zaman gelecek zamanı olumsuz yapmakta da kullanılırsa 
    da asıl olarak şimdiki zamanı olumsuz yapmakta kullanıldığına göre şu mânâ 
    akla gelebilir: Bununla beraber siz dilemiyorsunuz, doğru yolda olmak istemiyorsunuz. 
    Ancak ilerde Allah'ın dilemesi yani doğru yolda olmanızı dileyip de sizi bunu 
    dilemeye mecbur etmesi hali hariç. Bunda "şimdi dilemiyorsunuz", da "Allah'ın 
    ilerde dilemesi" demek olur. Fakat bu durumda hitap, sadece doğru yolda olmak 
    istemeyenlere yapılmış, yüce Allah'ın dilemesine de "Dilersek gökten üzerlerine 
    bir âyet indiriveririz de ona boyunları eğilekalır." (Şuara, 26/4) gibi zorlayıcı 
    ve mecbur bırakıcı bir dileme mânâsı verilmiş olur. İnsanı dilemesinde tamamen 
    hür ve fiilinin yaratıcısı saymak isteyen Mutezile bu mânâya sarılmak istemiş 
    ise de bunda doğru yolda olmak isteyenlere bir öğüt verilmemiş, ancak istemeyenlere 
    hitap ile bir korkutma yapılmış oluyor. Bu ise "sizden doğru yolda olmak isteyenler 
    için" şeklinde âyetin akışına uygun düşmez. Buna uygun olan hitap, ya genel 
    veya doğru yolda olmak isteyenlere yöneltilmiş olarak doğru olma hususunda 
    da kulun dilemesinin Allah'ın dilemesiyle beraber olduğunu hatırlatmaktır. 
    Bununla beraber, ey insanlar, veya ey doğru yolda olmayı dileyenler! Siz o 
    doğru yolda olmayı başka bir sebep ve suretle dilemiyorsunuz, ancak Allah'ın 
    onu dilemesiyle, yani sizin dilemenizi dilemesi, irade etmenizi irade etmesiyle 
    diliyorsunuz. 
  O halde doğru 
    yolda olmayı başaranlar başarıyı kendilerinden bilmemeli, bunu Allah'ın lütuf 
    ve ikramından bilmelidirler. 
  Yahut, siz 
    hiçbir takdirde o dilemeyi kendi kendinize yapamazsınız, o doğru yolda olmayı 
    dileyemezsiniz. Ancak Allah dilediği, yani sizin dilemenizi istediği takdirde 
    dilersiniz, yaparsınız.
   Bu iki mânânın 
    ikisinden de elde edilen netice şu olur: Allah'ın iradesi olmayınca sizin 
    ne iradeniz olur, ne muradınız, ne doğru yolda olmanız, ne de öğüt almanız. 
    Bunların hiçbiri meydana gelmez. Çünkü Allah âlemlerin Rabbidir. Onun mülkünde, 
    o istemedikçe hiçbir şey olamaz. Onun için doğru yolda olmayı isteyenler de 
    buna muvaffak olmayı kendi iradelerinden bilmemeli, Allah'ın lütuf ve ikramından 
    bilmelidirler. İşte sözün akışına göre bu âyetin zikir olmasının faydası budur. 
    
  Görülüyor 
    ki bu mânâlarda "sizden doğru yolda olmayı isteyenler için" karinesiyle, "siz 
    dilemezsiniz" âyeti, "siz doğru yolda olmayı dilemezsiniz" şeklinde; "Allah 
    dilemedikçe" âyeti de "Allah sizin dilemenizi dilemedikçe" diye tefsir edilmiştir. 
    Ebu's-Suud, demekle daha ince bir mânâ ifade etmiştir. Yani, "Siz doğru yolda 
    olmayı gerektirecek bir dileme ile hiçbir vakit dileyemezsiniz.".Ancak Allah 
    o dilemeyi istediği vakit dilersiniz. Çünkü Allah'ın dilemesi olmayınca sizin 
    dilemeniz doğru yolda olma neticesinin gerçekleşmesini gerektirmez." demiştir. 
    Gerçekte Allah irade etmeyince kul irade edemez. Fakat Allah kulun irade etmesini 
    irade etmekle onun muradını da irade etmiş olması gerekmez. İnsan bir şey 
    elde etmek ister de muradını elde edemeyebilir. Niceleri doğru gitmek ister 
    de başı döner, düşer. O vakit Allah onun irade etmesini irade etmiş, fakat 
    irade ettiği şeyin meydana gelmesini istememiş olur. Zira Allah kulun irade 
    etmesini irade etmese idi, o irade edemezdi. Eğer muradını yani istediği şeyin 
    meydana gelmesini isteseydi o şey meydana gelirdi. Demek ki Allah'ın dilemesi, 
    istenilen şeyin olmasını gerektirici, fakat kulun dilemesi, Allah dilemedikçe 
    istenilen şeyin olmasını gerektirici değildir. Burada doğru yolda olmayı dilemekten 
    murat, bunun meydana gelmesi olduğu için, onun olmasını gerekli kılmayan dileme, 
    bahis konusunun dışında ve hükümsüz olacağından "siz dilemezsiniz" den murat 
    da istenilen şeyin olmasını gerektiren dileme olmalıdır. 
    Şu halde böyle bir kaydın özeti, kulun hem iradesinin hem de irade ettiği 
    şeyin meydana gelmesi için ikisinin de Allah'ın iradesine bağlı olmasının 
    şart olduğunu anlatmaktır. Çünkü doğru yolda olmak isteyenlere onları buna 
    ulaştırmayan neticesiz bir dileme ile lütufta bulunmanın mânâsı olmaz. O lütuf, 
    ancak doğru yola varmaya muvaffak olmaları durumunda faydalı olmuş olur.
   Şu halde 
    "Allah dilemedikçe" âyeti mutlak görünmekle beraber metinde anılmayan bir 
    mef'ûl (tümlec)ü vardır. Böyle bir mef'ûlün olup da zikredilmediğini gösteren 
    karine fiilin müteâddi (geçişli) olması bu zikredilmeyen mef'ûlün ne olduğunu 
    gösteren karine de "siz dilemezsiniz" âyetidir. Dolayısıyla mânânın, "Allah, 
    sizin dilemenizi dilemedikçe" demek olduğu kuşkusuzdur. Bu da hem dilemeyi 
    hem de onun mef'ûllünü kapsamış olmak için anılan dilemenin, dilenen şeyin 
    olmasını gerektirici olması, sözün akışının gereğidir, daha düşün "Siz dilemezsiniz" 
    fiili de aynı şekilde müteaddi olduğu için bir mef'ûlü (tümleci)nin bulunması 
    gerekir. Bu tümleç de daha önce geçenlerden anlaşıldığına göre "doğru yolda 
    olmak"tır. Ancak hitap herkese olduğuna göre, bunda daha genel olarak "herhangi 
    bir şey" yani "herhangi bir şeyi dileyemezsiniz" mânâsı ihtimal dahilinde 
    olduğu gibi, fiili lâzım (geçişsiz) fiil yerine koymak suretiyle yani, "siz 
    hiçbir dileme yapamazsınız" demek olma ihtimali de vardır. Bu durumda ise 
    doğru yolda olmak mânâsı üzerinde minneti ifade için yaklaştırma, tamam olmak 
    üzere bunun bir büyük önerme mevkiinde bulunması ve dolayısıyla "doğru yolda 
    olmayı dilemeniz de ancak Allah'ın dilemesiyledir" diye örtülü bir dallandırma 
    daha gözetilmesi gerekir. Birinci izah şeklinde ise buna ihtiyaç kalmamış 
    olacağından doğrudan doğruya "siz doğru yolda olmayı dileyemezsiniz" diye 
    anlamak daha kestirme ve daha iyi olmuş olur. Onun için araştırmacı âlimler 
    bizim söylediğimiz gibi hep bunu tercih etmişlerdir. 
  Bununla beraber 
    hitap genel olmak için fiili lâzım (geçişsiz) fiil yerinde veya "siz hiç bir 
    şey dileyemezsiniz" şeklinde bir büyük önerme olmasını tercih edenler de olmuştur. 
    Çünkü bu durumda Allah'ın dilemesi olmadıkça kulun hiçbir dilemesinin olamıyacağı 
    açık seçik ve ibare ile ifade edilmiş olur ki, bu da Ehl-i Sünnet'in tam görüşüdür. 
    Doğru yolda olmayı dilemesiyle kayıt altına alındığı takdirde ise, bu büyük 
    önerme ibare yoluyla değil, delalet yoluyla anlaşılmış olacaktır. Bu zahirî 
    mânâya daha uygun gibi görünürse de beyan ettiğimiz şekilde doğru yolda olma 
    siyakına takribinde bir mukaddimeye daha muhtaç olacağından dolayı asıl söylenecek 
    şeyden uzaklaşmaktır.
   Bundan başka 
    bazıları bu "siz dileyemezsiniz" şeklindeki mutlak mânâyı bir zorlama düsturu 
    gibi saymışlar ve mutlak olarak kulun dilemesinin olmadığını söyleyerek yalnız 
    Allah'ın dilemesinin bulunduğunu göstermek istemişlerdir. Fakat bu hiç doğru 
    değildir. Zira istisna-i müferrağlarda hüküm istisnâdan sonra olduğu için 
    burada kulun dilemesi tamamen yok sayılmış değil, Allah'ın dilemesi olmadıkça 
    hiçbir dilemenin olmayacağı belirtilmiştir. Allah'ın dilemesi ile kulun da 
    dileyebileceği ve hatta istediğinin olmasını gerektirecek bir dilemeye sahip 
    olduğu gösterilmiştir. Nitekim "sizden doğru yolda olmayı isteyen için" sözünde 
    de kulun dilemesinin olduğu açıkça görülmektedir. Burada, olsa olsa, bir şeyi 
    yapmaya zorlama değil de "cebr-i mutavassıt" (orta derecede zorlama) denilen 
    "dilemeye zorlama" düşünülebilir. Bu ise doğrudur. Bununla beraber kulun dilemesi 
    Allah'ın dilemesine göre olunca, ilâhî irade ne ile ilgili olursa, kulun iradesinin 
    de o şekilde olması gerekir. Şu halde Allah'ın dilemesi, kulun, iradesinde 
    serbest olması şeklinde tecelli ederse kul dilemesinde serbest bırakılmış 
    olacağından cebr-i mutavassıtın da kalkmış olması mümkün olur. Nitekim Maturidiyye 
    mezhebi bu esas üzerinedir. Kulun irade-i külliyesi yani irade kuvveti yaratılmış 
    ise de irade-i cüz'iyyesi başkaca bir yaratılışa muhtaç olmıyacak şekilde 
    itibâri bir emirdir, demekle bunu söylemiştir. Fakat kulun dilemesi Allah'ın 
    dilemesinden büsbütün ayrı ve ona aykırı olabilecek şekilde serbest ve hür 
    olduğunu zannetmek de Allah'ın, âlemlerin Rabb'i olduğunu düşünmemektir. Allah'ın 
    dilemesi dışında hiçbir olay düşünülemez. Onun için kulların kendi tercihlerini 
    kullanarak yaptıkları fiillerde ne sırf cebir, ne de sırf serbest bırakma 
    vardır. Aksine kullar için sırf cebir yani zorlama cereyan eden birçok zorunlu 
    fiiller bulunduğu halde sırf serbestlik yoktur. "Rabbin dilediğini yaratır 
    ve seçer. Onlar için ise seçme hakkı yoktur."(Kasas, 28/68), "İyi bilin ki, 
    yaratmak ve emretmek ona mahsustur. O, âlemlerin Rabb'i olan Allah ne yücedir."(A'râf, 
    7/54). Dolayısıyla insanlar doğru yolda olmayı dileyerek hakkı ve doğruyu 
    aramalı ve böylece bu zikirden yararlanmalıdır. Fakat doğru yolda bulunmaya 
    muvaffak olanlar da bu başarıyı Allah'tan bilmeli ve yüce Allah'ın, vermiş 
    olduğu dilemeyi kaldırıp yok edebileceğini de unutmamalı, "sizden doğru yolda 
    olmayı dileyenler için" buyrulmakla, "madem ki iş bizim dilememize bırakılmıştır, 
    o halde biz her ne dilersek hak ve doğru olur" zannına düşmemeli, dilemeleriyle 
    sorumluluğun kendilerine ait olduğunu daima hatırda tutmalıdır. 
  Alûsî'de Süleyman 
    b. Musa ve Kasım b. Muhaymire'den şöyle rivayet olunmuştur: âyeti inince Ebu 
    Cehil: Demek ki iş bize bırakılmıştır. Dilersek doğru yolda oluruz, dilersek 
    olmayız." demişti. Bunun üzerine âyeti indi. Buna göre de bu âyet, cebrin 
    olduğunu göstermek için değil, tamamen serbest bırakmanın olmadığını göstermek 
    suretiyle doğru yolda olmayı Allah'tan dilemeye teşvik akışı içinde inmiştir. 
    Korkutmaya ve dileme mecburiyetine delaleti işaret yoluyladır. Bu iki özellikte 
    yine aşağıda olduğu gibi açıklanacaktır.