95-TİN:
   "Tin'e ve 
    Zeytun'a andolsun". Tin incir demek ise de burada öyle terceme etmek pek uygun 
    olmayacaktır. Zira tefsircilerin bir çoğunun açıklamasına göre burada Tin 
    ve Zeytun birer özel isim yerindedir. Özel isim olmuş kelimelerin ise tercemesine 
    kalkışmak doğru değildir. Çünkü onlar neye isim olmuşlarsa onları mânâlarıyla 
    değil lafızlarıyla tanıtırlar. "İncir Köyü" diye bilinen bir köy, "Tin Karyesi" 
    diye terceme edilmekle tanıtılmış olmayacağı gibi, Tin adıyla anılan bir dağı 
    veya mescidi veya beldeyi de incir diye anlatmaya kalkışmak izah değil, karıştırma 
    olur. Gerçekte tefsirler burada Tin ve Zeytun hakkında başlıca iki görüş nakletmişlerdir: 
    
  BİRİSİ: Bazı 
    tefsirciler demiştir ki: Görünen şekli ile Tin ve Zeytun'dan maksat, bu ad 
    ile meşhur olan incir ve zeytin yemişleri veya ağaçlarıdır. Zira lugat itibariyle 
    görünen bu olduğu gibi Hasen, Mücahid, İkrime, İbrahim Nehai, Ata, Mukatil, 
    Kelbi ve daha bir kısım âlimlerden "O, sizin şu inciriniz ve zeytininizdir.", 
    yahut "O, yenilen incir ve sıkılan zeytindir.", yahut "o, insanların yediği 
    yemiştir." tabirleriyle rivayet edilmiş ve İbnü Abbas'a da nisbet edilmiştir. 
    Bunlardan ise, bir mecaz veya kinaye kastedildiğini gösteren bir karine (ipucu) 
    bulunmayınca, açık olan incir ve zeytin diye bildiğimiz meyveler olmaktır. 
    Fakat bu durumda insan yaratılışının güzelliğini veya çirkinliğini ve sonunun 
    acılığını veya tatlılığını anlatırken incir ve zeytine yeminle başlamanın 
    ne ilgisi olduğunu da düşünmek gerekeceğinden incir ve zeytinin insan hayatı 
    için hem gıda, hem meyve, hem ilaç, hem ticaret açısından faydaları pek çok 
    olan meyvelerin en güzel ve mübareklerinden olduğunu açıklamaya çalışmışlardır 
    ki, biz burada bunun ayrıntılarına girmeye gerek duymuyoruz. İnsan yaşamak 
    için maddi ve manevi gıdaya muhtaçtır. Maddi gıdaların en önemlileri tatlı 
    ve tuzlu veya yağsız ve yağlı yiyecekler, bunların en güzelleri de meyvelerdir. 
    İşte incir ve zeytin ya meyvelerin en faydalı ve en mübarekleri olmak itibariyle 
    özel durumlarına veya özeli zikredip geneli kastetmek yoluyla tatlı veya tuzlu, 
    yağsız veya yağlı genellikle önemli yiyecekleri temsil edecek birer misal; 
    Tur-i Sina ve Beled-i Emin de manevi gıdalara yer olan mübarek mevkiler olmaları 
    nedeniyle bunlara yemin edilmiştir, demek olabilir. Bununla beraber insan 
    yaratılış, açısından düşünüldüğü zaman "Erkeği ve dişiyi yaratana andolsun."(Leyl, 
    92/3) yemininin taşıdığı mânâdan dolayı bu iki meyvenin dişi ve erkekten kinaye 
    olmaları ihtimali de uzak değildir. Bu görüşe göre Tin ve Zeytun, incir ve 
    zeytin diye tercüme olunabilir.
   İKİNCİ görüşe 
    gelince: Birçok tefsirci de demiştir ki: Burada "tin" ve "zeytun"dan maksat 
    yemiş değil, bu isimlerle anılan mübarek yerlerdir. Turu Sinin ve Beled-i 
    Emin ile beraber zikredilmeleri de bunu gösteren bir karinedir. Alûsî de bir 
    çoğunun kabul edip inandığı üzere "bunlar, mübarek şerefli yerlere yemindir" 
    diyerek bu görüşü tercih etmiştir. Bu yerlerin nereleri olduğuna gelince de 
    birer dağ ismi, birer mescid ismi, birer belde ismi olması hakkında üç gürüş 
    zikretmişlerdir. Şöyle ki: 
  1- Birer dağdırlar.
   İbnü Cerir'de 
    Katade'den: Tin, Dimeşk'ın bulunduğu dağ; Zeytun, Beyt-i Makdis'in bulunduğu 
    dağdır. İkrime bir rivayette de: Bunlar iki dağdır.
   Rebi'den: 
    Hemedan ile Hulvan arasında iki dağ, Şam dağları.
   Said b. Mansur 
    ve İbnü Ebi Hâtim, Ebu Habib Haris b. Muhammed'den Tin, Tur-i Tina; Zeytun, 
    Tur-i Zeyta denilen dağlardır. İyi incir ve zeytin bittiği için bu şekilde 
    isimlendirilmişlerdir. İmam Razî bunu İbnü Abbas'ın sözü olmak üzere naklederek 
    şöyle der: İbnü Abbas demiştir ki: Bunlar mukaddes topraklardan iki dağdır. 
    Bunlar incir ve zeytin yetişen yerler olduklarından dolayı bunlara Süryanice'de 
    Tur-i Tina (Tin Dağı) ve Tur-i Zeyta (Zeytin Dağı) denilmiştir. Bu takdirde 
    yüce Allah Nebilerin yetiştiği yerlere yemin etmiş demektir. Tin denilen dağ 
    İsa (a.s)'nın; Zeytun, Şam İsrailoğullarına gelen peygamberlerin çoğunun gönderildiği 
    yer; Tur, Musa (a.s)'nın peygamber gönderildiği yer; Beled-i Emin de Muhammed 
    (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderildiği yerdir. Şu halde gerçekte yeminden 
    maksat, peygamberlere hürmet ve derecelerini göstermek olur. 
  2- İki mescittirler. 
    İbnü Zeyd: Tin, Dimeşk mescidi; Zeytun, Beyt-i Makdis Mescidi demiştir. Ka'b 
    da: Tin Dimeşk Mescidi, Zeytun İliya Mescidi demiştir. İbnü Abbas'tan gelen 
    bir rivayete göre de Tin Nuh Mescidi, Zeytun Beyt-i Makdis Mescidi'dir. 
  3- İki beldedir. 
    Ka'b'ın dediğine göre Tin, Dimeşk; Zeytun, Beyt-i Makdis'tir. Şehr b. Havşeb 
    de: Tin, Kûfe; Zeytun, Şam'dır demiştir. Maksadı Kûfe'nin bulunduğu yer demek 
    olacaktır ki Nuh (a.s)'un konakladığı yere denir.
   Demek ki 
    Tin ve Zeytun, aslında bildiğimiz incir ve zeytin meyveleri ve ağaçları olmakla 
    beraber bunların yetiştiği bereketli yerler olmakla tanınmış iki dağ ve onlarda 
    iki belde ve onlarda iki mescid dahi Tin ve Zeytun adlarıyla tanınmış, bunlar 
    da Tur-i Seyna ve Mekke gibi dinin çıktığı mübarek şerefli yerler sayılmış 
    olduğundan burada hayat için maddi, manevi gıdaların ve incir ve zeytin gibi 
    faydalı meyveler verecek çalışma ve amelin ve yerin önemine ve özellikle incir 
    ve zeytinin lezzet, kıymet ve faydalarına da ima ve işaret ile beraber daha 
    ziyade peyamberlerin yetiştiği, dinlerin çıktığı yerler olarak bilinen kutsal 
    yerlere yemin edilmiştir. Bundan dolayı "Keşf" yazarının dediği gibi, bunların 
    hepsi dinî ve dünyevî hayır ve bereketi ile mukaddes topraklara ve emin bir 
    beldeye yemin demek olur. Yalnız incir ve zeytine yeminde bu ahenk ve kapsamı 
    anlamak güçtür. Onun için Tin'i ve Zeytun'u sade incir ve zeytin meyveleri 
    diye terceme etmemeli, gerek Hıristiyanlık'ta, gerek Yahudilik'te gerek İslâm'da 
    "Çevresini mübarek kıldığımız."(İsrâ, 17/1) mânâsı gereğince mübarek tanınan 
    ve hayır ve bereketinden istifade için iyi olma hususunda yarışılarak çalışılması 
    arzu edilen mukaddes topraklara dahi işaret olmak üzere sözü geçen incir ve 
    zeytin isimleriyle şöyle demelidir: 
  2. Yemin olsun 
    o Tin'e ve Zeytun'a ve Tur-ı Sinin'e yemin olsun, Sinin Dağı'na ki Hz. Musa'nın 
    Allah ile konuşma şerefine nail olduğu dağ olup sin harfinin kesresi veya 
    fethası ve nunun uzatılmasıyla Tur-ı Sina ve Tur-i Seyna diye de tanınmış 
    ve meşhur olmuştur. Sonu kısa ve uzatılmadan Tur-i Seyna da denildiği "Kamus"ta 
    yazılıdır.
   Ebu Hayyan, 
    "Bunun Şam'da bir dağ olduğunda ihtilaf yoktur." demiş; Şihab yazarı da; "bu, 
    meşhur olanın aksi olduğu, çünkü bu gün bilinen Tur-i Sina'nın Akabe ile Mısır 
    arasındaki Tih yakınlarında bulunduğu" beyanıyla itiraz etmiş ise de Ebu Hayyan'ın 
    maksadı da Mısır toprakları karşısında bulunan ve Filistin'i dahi kapsayan 
    mutlak Şam toprakları olmalıdır. İhtilaf yoktur denilmesi bunu gösterir. Nitekim 
    İbnü Cerir de hep "Şam'da bir dağdır, bir mübarek dağdır." diye rivayet etmiştir. 
    Tur, dağ ve özellikle bitkili dağ demektir.
   SİNİN, o 
    dağın bulunduğu ve kendisine nisbet edildiği yerin ismi olup Beyrun ve benzeri 
    kelimeler gibi muamele görerek çoğul kelimeler gibi "vav" ve "ya" ile irab 
    aldığı, bazı kere de "ya" ile bırakılıp sonundaki "nun"a irab harekeleri verildiği 
    söylenmiştir. Görünen şekliyle "Sinler Dağı" demek gibidir. Ahfeş demiştir 
    ki: Sinin kelimesi ağaç mânâsına çoğuldur. Tekili "Sine"dir. Sanki Tur-i Eşcar 
    yani, Ağaçlar dağı demek gibidir. Kelbi'den de "ağaçlı dağ" diye rivayet edilmiştir. 
    Bunlar, "Derken ona varınca mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısındaki ağaçtan 
    şöyle seslenildi: Ey Musa!..."(Kasas, 28/30) âyetinde mübarek yerdeki Musa 
    ağacına işaret olsa gerektir. 
  İbnü Ebi Hatim, 
    İbnü Münzir, Abd b. Humeyd İbnü Abbas'tan, "sinin, hasen yani güzel demektir" 
    diye rivayet etmişlerdir. Dahhak'ten de böyle rivayet olunmuş, İkrime'den 
    de bunun güzel mânâsına olması Habeş lisanı olduğu ziyadesiyle rivayet olunmuştur. 
    İbnü Cerir ve İbnü Asakir Katade'den de; "Sinin; mübarek, güzel ağaçlı demektir." 
    dediğini rivayet etmişlerdir. Bununla beraber İbnü Cerir demiştir ki: Bu görüşlerden 
    doğru olan, "Tur-i Sinin, bildiğimiz dağdır." diyenlerin görüşüdür. Çünkü 
    Tur, bitkili dağ demektir. Sinin dağı denilmesi onu tarif içindir. Eğer "sinin 
    kelimesi, güzel ve mübarek mânâsınadır" diyenlerin dediği gibi Tur'un sıfatı 
    olsaydı, Tur tenvinli okunurdu. Çünkü bir şey bir sebep bulunmadıkça kendi 
    sıfatına muzaf (belirtilen) kılınmaz. Yani "sinin", güzel ve mübarek mânâsında 
    olsaydı, "Tur-i sinin"in bir sıfat tamlaması olması lazım gelir ve "Tur" kelimesi 
    munsarif olduğundan tenvin alması gerekirdi. Oysa tenvin olmadığı için tamlama, 
    isim tamlamasıdır diyor. Bu da çoğunlukla kabul edilmiş bulunuyorsa da, anlatıldığı 
    üzere "sinin, güzel ve mübarek mânâsınadır" diyenler tamlamanın vasfı olduğu 
    görüşüne varmış değillerdir. "Ağaç" veya "yer" gibi, nitelenen bir kelime 
    takdiriyle veya sıfat-ı galibe türünden isim olarak tarif için muzafun ileyh 
    (belirten) yapılmış olmasına engel olmaz. Maksatları güzel dağ demekten ibaret 
    değil, yerinin veya otunun, ağacının mübarekliğini, güzelliğini beyan etme 
    mânâsına "mübarek, güzel dağı" demek olmasında ve Hz. Musa'nın Allah'la konuştuğu 
    o meşhur Tur-i Sina'ya bu mânâ ile "Tur-ı Sinin" denilmiş olmasında bir sakınca 
    bulunmadığı gibi Kur'ân'da onun hakkında gelmiş olan "Vadi-i Mukaddes" (Kutsal 
    Vadi), "Va-di-i Eymen" (Uğurlu Vadi) ve "Mübarek yerde bulunan ağaç" nitelikleriyle 
    de pek çok ilgi ve uygunluğu vardır. Burada biraz sonra gelecek olan "Ahsen-i 
    takvim" (en güzel biçim)den bahsetmeye bir başlangıç ve giriş olmağa da yakışır. 
    Bu şekilde o Tin, Zeytun ve Tur-i Sinin'e yani bu üçüne yemin, Mukaddes Arz'a 
    yemin mânâsında olur. Şu da "vav" atıfası (bağlacı)yla üçüne birden bağlanmış 
    olur. 
  3. Ve bu emin, 
    güvenli beldeye yemin olsun. Yani, Ey Muhammed! Bu bulunduğun, doğup büyüdüğün, 
    peygamber olarak gönderildiğin, kudret, ululuk ve saygı hitabıyla emniyete 
    erdiğin, emin yani güvenli vasfıyla tanınan beldeye de yemin olsun. Tefsirciler 
    buna oy birliğiyle Mekke demişlerdir. Çünkü Beled Sûresi'nde de geçtiği üzere 
    Mekke'nin bir ismi olduğu gibi "Hani biz Kabe'yi insanlara vaktiyle bir sevap 
    mahalli ve emin bir sığınak yapmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim'den namaz kılacak 
    bir yer edinin."(Bakara, 2/125) buyurulduğu üzere insanlara bir sevap yeri, 
    bir sığınak olan Ka'be ve İbrahim'in makamı olarak ve "Biz onları, her şeyin 
    ürünlerinin toplanacağı emin bir Harem'de yerleştirmedik mi?"(Kasas, 28/57) 
    buyurulan "Emin Harem" orada olduğu için Beled-i Emîn adıyla tanınan da odur. 
    
  Alûsî'nin 
    yazdığına göre merfu bir hadiste de: "O, âlemlere hidayet olan Kâbe'nin bulunduğu 
    yer ve Resulullah'ın doğduğu ve peygamber gönderildiği beldedir." diye gelmiştir. 
    Bundan bu sûrenin Mekke'de indiği anlaşılırsa da hicretten önce mi, yoksa 
    sonra mı indiği anlaşılmaz. Hicretten sonra inenler, Mekke'nin fethinden sonra 
    Mekke'de inmiş bulunsalar bile Medenî sayıldığına göre hicretten evvel inmiş 
    mânâsına Mekkî olmasını gerektirmez, Medenî de olabilir. Şu halde bu sûre 
    Mekke'nin fethinden sonra orada inmiş ise, Katade'den rivayet edildiği üzere 
    Medenî demek olur. Çoğunluğu,"Mekke'de inmiştir" demesi de Mekke içinde inmiş 
    olması mânâsıyla yorumlanabilir. Bu mânâ, bu sûrenin kendinden öncekine bir 
    netice gibi olan mânâsına da pek yakışır ise de, Mekkî olmakta meşhur olan 
    mânâ hicretten önce olmasıdır. Şu halde Resulullah (s.a.v)'a bu güvence daha 
    o zaman verilmiş demektir. 
  EMİN, "emanet" 
    kökünden feil kalıbında fakat fail mânâsında yani emniyette kılan, zulüm ve 
    haksızlık yapmaktan uzak, kendisine bırakılan şeyi iyi koruyan, güvenilir 
    demektir. Bu mânâda "amin" şeklinde ism-i fail (etken ortac)i duyulmuş değildir 
    deniliyor. (Kasas, 28/57) âyetinde olduğu gibi "amin" kelimesinin "emn" yerinde 
    kullanılması "zu emn" yani emniyetli meâlinde olarak nisbet mânâsında olduğu 
    söylenmiştir. Çünkü ism-i fail (etken ortaç) olarak "amin" emniyeti olan, 
    yani korkusu olmayan, yahut emniyet eden veya emniyet ve korkusuzluk veya 
    emanet veren demektir. Beldenin eminliği de, içinde bulunan kimseleri güvenilir 
    bir adamın emaneti koruması gibi muhafaza eder, tecavüzden korur olmasıdır 
    ki bu benzetme yoluyla verilmiş bir mânâdır veya emniyet ve korkusuzluk mânâsına 
    gelen "emn" kökünde ism-i mef'ul (edilgen ortaç) olup me'mun, yani korkulmaz, 
    korkutulmaz, emniyet ve sükun içinde demektir. Beldenin bu mânâca emin olması 
    da, içindeki halkın korkusuz ve tehlikesiz olması, yani dert ve sıkıntılardan 
    korkulmaması mânâsına "isnad-ı mecazi"dir. Şu halde emniyetli demek iki mânâyı 
    da ifade edebilir. Mekke-i Mükerreme'nin böyle emin bir belde oluşu ise "Allah 
    Ka'be'yi, o Beyt-i Haram'ı insanlar için bir düzen vesilesi kıldı."(Mâide, 
    5/97) mânâsı gereğince Allah tarafından insanların durumu için Beyt-i Haram 
    yapılmış olan Ka'be-i Muazzama makamına harem olması ve ziraatsiz bir vadi 
    olduğu halde Hz. İbrahim'in "Ey Rabbimiz! Ben soyumdan bazısını senin Ka'be'nin 
    yanında ekin bitmez bir vadide yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Namazı kılsınlar 
    diye yaptım. Artık insanlardan bir kısmının kalplerini onlara meylettir. Onları 
    ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler." (İbrahim, 14/37) duasına mazhar 
    olarak "Biz onları herşeyin ürünlerinin toplanacağı emin bir Harem'de yerleştirmedik 
    mi?"(Kasas, 28/57) ve "Onlar görmediler mi ki, çevrelerindeki insanlar çarpılıyorlar 
    iken biz Mekke'yi emin bir yer yaptık."(Ankebut, 29/67) nimetleri kriterince 
    emin bir harem bulunması ve Resul-i Ekrem (s.a.v) Hazretleri'nin doğduğu ve 
    peygamber olarak gönderildiği yer olması, "Oysa sen içlerinde iken Allah onlara 
    azap edecek değildi. Mağfiret diledikleri halde Allah onlara azap edecek değildir."(Enfal, 
    8/33) ilâhî vaadi gereğince halkının, hem Resulullah (s.a.v.) içlerinde bulunduğu 
    müddetçe hem de yüce Allah'ın mağfiretini isteyerek istiğfar ettikleri sürece 
    azap olunmayacaklarına dair garanti verilmiş bulunması nedeniyledir. Emniyet 
    ise hayatın en önemli şartlarından olduğu için, Mekke'ye böyle "emin belde" 
    adıyla yemin edilmesi, bunun bu emniyet itibarıyla Tin, Zeytun ve Tur-i Sinin 
    diye işaret edilen ve çekişme ve kavgadan uzak bulunmayan Arz-ı Mukaddes'teki 
    yerlerden daha mukaddes ve dolayısıyla ilâhî ahit ve yeminde daha yüksek bulunduğunu 
    anlatan ve bu şekilde bu yeminlerde maddi tattan manevi emniyet zevkine doğru 
    yükselen bir ilerleme vardır ki, bu bize insan yaratılışı için yurt emniyetinin 
    ömemini ve yurtların, beldelerin kıymeti, hakiki emniyeti ile uygun, bunun 
    da din ile ilgili olduğunu anlatır. Bu nedenle "emin belde" vasfı Mekke'yi 
    göstermekle beraber diğer beldelerin de kıymetlerinin en çok emniyet ve sükun 
    açısından ölçülmesi gerekeceğine işaret eder ki bu işaret 
  "Allah bir 
    beldeyi misal yaptı ki, emniyet ve sükun içinde idi. Ona rızkı her yerden 
    bol bol geliyordu. Derken, halkı Allah'ın nimetlerine nankörlük etti. Allah 
    da onlara, yaptıkları sebebiyle açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun 
    onlara içlerinden bir peygamber geldi de onu yalanladılar. Zulmederlerken 
    azap kendilerini yakalayıverdi. Artık Allah'ın size verdiği rızıklardan helal 
    ve hoş olarak yeyin de Allah'ın nimetine şükredin. Eğer gerçekten ona ibadet 
    edecekseniz."(Nahl, 16/112-114) âyetlerinin mânâsıdır. 
  İşte Tin, 
    Zeytun, Tur-i Sinin ve bu Emin Belde isimlerinin bilinen ahit mânâlarıyla 
    zihinlere açık açık veya delalet yoluyla ifade ettiği bu mânâ ve kavramların 
    derecelerine göre, sırasıyla önemleri yemin ile hatırlatıldıktan sonra bu 
    yeminlere cevap olarak buyuruluyor ki: 
  4. Gerçekten 
    biz insanı en güzel bir biçimde yarattık, yani insan cinsini maddi ve manevi 
    olarak, doğrultmanın, kıvama koymanın, biçimlendirmenin en güzelinde, en güzel 
    biçimde olarak yarattık. terkibi, "Kıvama koymanın en güzelinde olduğu halde" 
    mânâsında zarf-ı müstekarr olarak insanın yaratılırkenki halini bildirmektedir.
   TAKVİM, eğriyi 
    doğrultmak, kıvama nizama koyma, kıymet biçmek, kıymetlendimek mânâlarına 
    gelir. Sonundaki tenvin belirsizlik ve büyüklük için olarak "ahsen-i takvim", 
    herhangi bir biçimlendirmenin veya büyük bir biçimlendirmenin en güzeli demek 
    olur. Bu ise her mânâsıyla biçimlendirmenin en güzel biçimi demek olacağından 
    maddî manevî her türlü güzelliği kapsar. Belinin doğrulmasından, biçiminin 
    güzelleşmesinden, kuvvet ve melekelerinin yükselmesinden akıl, irfan ve ahlâkıyla 
    ilâhî güzelliğe ermesine kadar gider. Belinin doğrulmasını, boy posunun düzgün 
    olmasını bütün bu mânâlardan kinaye olarak veya dıştan içe geçmek, yerden 
    göğe yükselmek için bir başlangıç olarak düşünebiliriz. 
  Ebu Hayyân 
    der ki: Nehai, Mücahid ve Katade, "şekil ve duygularının güzelliği" demişler, 
    boyunun doğruluğu da denilmiştir. Ebubekir b. Tahir, "akıl, idrak ve iyiyi 
    kötüden ayırt etme gücü ile süslenmesi" demiş, İkrime de, "gençliği ve kuvveti" 
    demiş ise de en iyisi, her en güzel olanı içine alacak şekilde genelliğidir. 
    Yani gerek boyunun posunun doğruluğu ile günden güne artan görünen şeklinin 
    güzelliği ve gerek aklının, zihninin hak ve hayır âyetlerini ve hatırlatılan 
    güzellik ve yücelikleri idrak edebilecek şekilde güzel kabiliyeti ve gerek 
    ilâhî ahlâk ve niteliklerle ahlaklanıp nitelenebilecek derecede gelişme ve 
    olgunlaşmaya elverişli olan ahlâk güzelliği gibi maddi ve manevi her türlü 
    güzelliği kapsar.
   Gerek fizikî 
    ve cismanî bakımdan, gerek ahlâk ve maneviyat itibariyle ruhani bakımdan insan 
    en güzel bir kıvama erebilecek en güzel bir biçimde yaratılmıştır. Gerçekten 
    insanın mahiyet ve aslına, insanlık âlemine derin ve araştırıcı bir bakışla 
    bakan ve onun dışında ve içinde bulunan incelikleri düşünüp fikir yürüten 
    kimse onu bazı ulu kişilerin dediği gibi görünen ve görünmeyen âlemlerin aktıkları 
    yerlerin birleşme noktası, ifade ve istifade feleklerinin iki nuru olan güneş 
    ve ayın doğduğu yeri, Hak Kalemi ile yaratılış kitabına yazılmış enteresan 
    satırlardan oluşan metin ve ibareleri kapsayan ve onlardaki ilâhî sırların 
    ve eşi benzeri olmayan güzelliklerin olmuş ve olacak mânâlarını açıklayan, 
    kısa fakat birçok mânâları toplayan bir nüsha olarak görür ve Hz. Ali'nin 
    söylediği bildirilen şu mânânın doğruluğundan haberdar olur: 
  "İlacın sendedir 
    de farkında olmazsın, 
  Derdin de 
    sendendir fakat ki görmezsin, 
  Sanırsın ki 
    sen sade küçük bir cisimsin 
  Oysa sende 
    dürülmüş en büyük âlem." 
  Nakledildiğine 
    göre, Kadi Yahya b. Eksem ve bazı Hanefiler; karısına: "Sen aydan daha güzel 
    olmamış isen boşsun." diyen kimse karısını boşamış olmaz diye fetva vermişler 
    ve bu âyeti delil göstererek bu hükme varmışlardır. Kuşku yok ki bu güzelliği 
    yalnız o küçük cisimde, maddi şekil ve kıyafette arayan hata etmiş olur. Yüzler 
    ne kadar yaldızlansa onda bir ay ışığı parıltısı olmaz, fakat ay ışığını gören 
    göz, güzelliği ve aşkı sezen bir öz vardır ki güzellik ondadır. Sevgililerini 
    parlak aydan, ışık saçan güneşten daha güzel olarak niteleyip anlatan şairlerin 
    aşk macerasını inleyen hesaba gelmez şiirlerinde parlayan güzellik ve alımlılık 
    cazibesi bile sade topraklara gömülmeye mahkum maddi görünüşün değil, gönüllerde 
    kaynaşan ruhani bir tecellinin cilvesidir. Güzellik ve aşk dışa dikilen bir 
    şekil değil, gönülde kaynayan bir mânâdır: 
  "Hayaliyle 
    tesellidir gönül meyl-i visal etmez 
  Gönülden özge 
    bir yar olduğun aşık hayal etmez." 
  diyen şair 
    de bu mânâyı terennüm etmek istemiştir. 
  Kısacası, 
    insanın güzelliğinin en güzel biçimde olması, duygusuz olan şekil ve suretinde 
    değil, duygusunda ve özellikle "güzellik" denilen mânâyı anlamasında ve o 
    duygudan güzellerin güzeli, en güzel yaratıcıyı ve onun mutlak güzellikle 
    en güzel olan kemal sıfatlarını tanıyıp onun ahlâkıyla ahlâklanmış olmasındadır. 
    İnsan yaratılışının kıvamı ve aday olduğu olgunlaşma budur. İnsan ilk doğuşunda 
    bu olgunlukta olarak değil, fakat bu kıvama, bu olgunluğa, bu güzelliğe doğru 
    ilerleme kabiliyeti verilmek mânâsına en güzel biçimde yaratılmıştır. Yoksa 
    onda hiçbir fanilik lekesi, bir aşağılık hali bulunmazdı. Oysa böyle olmadığı 
    görülüp duruyor. Fertlerin güzelliğinde mertebelerin bulunduğu ve her ferdin 
    fanilikten, aşağılık âlemden, mutlak güzelliğe yaraşmayan lekelerden ve ihtiyaçlardan 
    başlangıçta bir hissesi, günah denilen ve günden güne atılması gereken bir 
    derdi bulunduğu ve bu şekilde beden yükünü ata ata ruhların temizliğe ve kurtuluşa 
    gittiği ve böyle bazılarının yükselmesine karşılık diğer birçoklarının da 
    hiçbir güzellik hissesi kalmayarak en alt tabakalara kadar yuvarlanıp durduğu 
    görülüyor. Onun için buyuruluyor ki:
   5. Sonra. 
    Bunda açık olan zamanda gecikmedir. Bununla beraber rütbede olduğu da düşünülebilir, 
    deniliyor. Buna göre bazı insanlar başlangıçta da en güzel biçimde olmamış 
    olur. Bundan da "Allah'ın insana gücü yetmeyeceği şeyi yüklemesi" konusunun 
    tartışmaya açılması gerekir. Doğrusu "en güzel biçim"den hiç hissesi olmayana 
    insan ismini vermek doğru olmaz. Bir insan denilince elbette onda bir hissesi 
    olmuştur. O halde gecikme rütbe ile ilgili değil, zamanla ilgilidir. Yani, 
    bir zaman sonra onu, (o en güzel biçimde yaratılan insanı) aşağıların en aşağısına 
    çevirip döndürdük. Yahut, "Sefillerin en sefili yaptık." Yahut "o güzel biçimden 
    döndürüp de maddî ve manevî olarak kötülenmiş en sefil bir halde cehenneme 
    veya cehennemin en aşağı tabakasına doğru ittik." Temizlik yerine eğrilik, 
    güzellik yerine çirkinlik, ilerleme yerine gerileme, sıhhat yerine zayıflık 
    ve hastalık, gençlik yerine ihtiyarlık, akıl ve bilgi yerine bunaklık ve cahillik, 
    çalışma ve gayret yerine tembellik, bolluk yerine darlık, güçlük yerine zelillik, 
    lezzet yerine elem ile bunaklık dönemine, ondan hayata karşılık ölüme, çürüyüp 
    kokmaya, ondan kıyamette dünyaya karşılık cehenneme veya cehennemin en alt 
    tabakasına doğru kaktık, "Cehennemin en alt tabakasında" (Nisâ, 4/45) olacak 
    kadar geri çevrilmiş kıldık.
  6. Ancak iman 
    edip iyi ameller işleyen o en güzel biçime yaraşır, Allah'ın rızasına uyarak 
    ilerisi, ahireti için hayra yarar, meyve verir, güzel işler yapan kimseler 
    hariç, bunlar öyle geri çevrilmez, o aşağılık çukuruna düşmez, görünüş güzelliğini, 
    maddi kıvamı kaybetseler bile ona karşılık kurtuluşa, en güzel olan mutlak 
    güzelliğe, daha çok sevimliliğe, o iman ve amelin meyvelerini koparacak güzel 
    sona doğru giderler. Çünkü onlar için öyle bir ecir vardır ki kesilmez, tükenmez 
    veya başa kakılmaz, başa kakılmadan sonsuza kadar devam eder. O bedenler amel 
    edemez olduğu, yokluğa gittiği halde de o ecir, bir başa kakma olmadan, sonsuza 
    kadar sürer. Dolayısıyla onlar sefil olmak şöyle dursun, çalışma zahmetinden 
    dahi kurtularak o en güzel biçimlendirmenin olgunluk zirvesine ermiş, en güzele 
    ve onun ziyadesiyle Hakk'ın cemaline kavuşmuş olur. İşte o Tin ve Zeytun'un, 
    o Tur-ı Sinin'in, o emin beldenin asıl hatırlattığı mânâ da budur. Yüce yaratıcının 
    lütuf ve ihsanına ve emir ve hükmüne, bu cezalandırma ve ödüllendirme kanunu 
    ile sorumluluğa inanıp gereğince Allah için güzel ameller işleyerek o en güzel 
    biçimlendirmeyi olgunluk zirvesine götürmeye çalışanların kesilmez bir ecir 
    ve mükafata ermeleri, bunların dışındakilerin, yani iman ile iyi ameli olmayanların 
    da aşağıların aşağısına yuvarlanmaları önermesidir. İmanı olmayanların, her 
    ne yapsalar o sefillik ve aşağılığa düşecekleri kesindir. Dinin bütün mânâsı 
    da bu ceza ve sorumlulukta, bu iman ile Allah için iyi amel yapma kanununda 
    özetlenir ki bu, kul tarafından iman ve itaat ile iyi amel işlemek; Allah 
    tarafından da iyilik ve kötülük yollarını bildirerek iyiliğe iyilik, kötülüğe 
    kötülük ile mükafat ve ceza verme mânâsını taşır. "Doğrusu Allah katında din 
    ancak İslam'dır."(Âl-i İmran, 3/19) buyurulan İslâm da bu iki özelliği içerir. 
    Yani din, Allah ile en güzel biçimde yarattığı kullar arasında bir ilgi, bir 
    bağlılık kanunudur ki, kullar tarafından mânâsı, yaptığı işe göre karşılık 
    alacağına inanıp iman ve salih amel ile esenliğe ermek; Allah tarafından mânâsı 
    da iyiyi kötüyü, güzeli çirkini bildirip ona göre hüküm ve cezasını uygulayarak 
    kötüleri aşağıların aşağısına iterken iman edip iyi işler yapanları adi âlemden 
    yüce âlemde esenliğe çıkarmak, kesilmez ecir ve mükafat ile ilâhî meclise, 
    birlik âlemine almaktır. Onun için idi ki, önceki sûrenin sonuda, "Ancak Rabb'ine 
    yönel."(İnşirah, 94/8) buyurulmuş idi. İşte burada bu ecir ve ceza özetlenmiş, 
    dinin mânâsı da bu ödül ve ceza kanununda toplanmış bulunduğu için netice 
    olarak buyuruluyor ki: 
  7. O halde 
    artık sana dini ne yalanlatabilir? Bu hakikat böyle iken, bu ödül ve ceza, 
    o en güzel biçim ile yaratılma, sonra aşağıların aşağısına çevrilme ve iman 
    edip iyi amel işlemeye tükenmez ecir bir taraftan görülen, akılla anlaşılan, 
    nakledilen bunca şahit ve delil ile bilinmiş; bir taraftan da bu ilâhî vaad 
    ve haber ile vurgulanmış ve kesinleşmiş ve sırf maddi gözle bakıldığı zaman 
    bile çalışmayanların ücret alamadığı ve bedenlerin neticede çürüyüp kokarak 
    atıldığı göz önünde dururken bundan sonra artık sana "din yalandır, o cezanın, 
    o ödülün aslı yoktur" diye yalan söyletecek ve dolayısıyla seni imandan ve 
    iyi amelden alıkoyup o tükenmez ecirden yoksun edecek ve yalancılıkla, dinsizlikle 
    aşağıların aşağısına ittirecek ne gibi bir sebep olabilir? Ey o en güzel biçimde 
    yaratılmış ve sonra aşağıların aşağısına çevrilme tehlikesiyle karşı karşıya 
    bırakılmış olan insan! Yahut, ey Muhammed! Bu hakikat, bu ecir ve ceza böyle 
    sabit ve dünyada bile görülüp dururken ve sende bu en güzel biçimde yaratılma 
    ve iman gibi yüce ahlâk varken sana, "din hakkında yalan söylüyorsun" diye 
    seni yalancılıkla itham ettirecek ne gibi bir sebep olabilir? 
  8. Allah, 
    hakimlerin hakimi, hükümdarların hükümdarı değil mi? Hakimler, hükümdarlar 
    isyan edenlere ceza; itaat edenlere, iş görenlere ecir ve ödül verir bir "din" 
    demek olan ceza ve sorumluluk kanunlarını uygularlar da, onların hepsinin 
    üzerinde hakim olan yüce Allah hükmünü yerine getirmez, ceza ve ödül vermez, 
    dinini yürütmez olur mu? Elbette olmaz. Hiç kuşku yok ki insanı o en güzel 
    biçim ile yaratan Allah, hakimlerin hakimidir. Onun dini her dinden üstün 
    hak dindir. O dinini yürütecek, güzel ile çirkini, yalancıyı doğruyu ayıracak, 
    iman edip samimiyet ve ihlasla güzel güzel ameller yapan müminlere mükafat 
    verecek; kâfirleri, dinsizleri de aşağıların aşağısına yuvarlıyacaktır. O 
    halde insan olan, dine yalan dememeli, cezayı inkâr etmemeli, insan kuvvetli 
    olunca haklı olur, her yaptığı kalır, ceza görmez, ceza kanunu acizlere özgüdür 
    sanmamalı; hakim, hükmünde kendi kuvvetine aldanıp da hak ve adaletten ayrılmamalı, 
    o hakimler hakiminin hüküm ve kudretinden korkmalı, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan 
    sakınmalı, onun dinine girmeli, ona iman edip Allah'ın kullarına karşı adalet 
    ve âlemin düzelmesine hizmet ile o tükenmez ecir ve mükafata ermelidir. Yoksa 
    insanı o en güzel biçimde yaratan Allah'ı, hakimlerin hakimi değildir zanneden 
    kendine yazık etmiş olur. Bu durumda bu âyet kâfirlere tehdit, müminlere müjdedir. 
    
  Tirmizî, Ebu 
    Davud ve İbnü Merduye Ebu Hureyre (r.a.)'den Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle 
    dediğini rivayet etmişlerdir: Her kim 'yi okuyup da "Allah hakimlerin hakimi 
    değil midir?" âyetine geldiğinde "Evet, ben de ona şahitlerdenim." desin buyurmuştur. 
    Bazı rivayetlere göre de Resulullah (s.a.v) bu âyete geldiği vakit "Allah'ım 
    sen noksan sıfatlardan uzaksın, evet." derdi.
   Bu sûrede 
    insanın yaratılışı ve dininin hakikatı bu şekilde tesbit edilip özetlenerek 
    hem evvelki sûreler bir özete bağlanmış hem de bundan sonraki sûrelere bir 
    hazırlık yapılmıştır. Din yalan değil, hak; Allah da hakimlerin hakimi olunca, 
    "Oku, Rabb'inin ismiyle oku!" diye okutmaya başlamak ne kadar güzel ve ne 
    kadar yerindedir.