36-YASİN: 
    
  1-2-3- Yâsin, 
    çoğunluğun görüşüne göre Halil ve Sibeveyh'in açıkladıkları gibi sûrenin ismidir. 
    Bazılarına göre yemindir. Allah Teâlâ'nın isimlerindendir. Bazılarına göre 
    de Allah Teâlâ'nın kelâmını açtığı bir söz anahtarıdır. Bakara Sûresi'nin 
    başında hakkında yapılan açıklama genel olarak burada da geçerlidir. Yalnız 
    burada özel olarak şu iki rivayet vardır: Birisi, İkrime vasıtasıyla İbnü 
    Abbas'tan rivayet edildiği üzere, Ey insan! demek olmasıdır. Birisi de Saîd 
    b. Cübeyr'den rivayet edildiği üzere Hz. Peygamber'in bir ismi olmasıdır ki, 
    "Emin ol ki sen, hiç şüphesiz gönderilen peygamberlerdensin." hitabı bunu 
    andırır. Şifâ-i Şeri'fte anlatıldığı üzere Nakkaş, Hz. Peygamber'den: "Benim 
    Kur'ân'da yedi ismim vardır: 'Muhammed, Ahmed, Tâhâ, Yâsin, Müddessir, Müzzemmil, 
    Abdullah" diye rivayet etmiştir. "Hakâyık Tefsiri" sahibi Sülemî, Vâsıtî'den 
    ve Cafer b. Muhammed'den: "Yâsin'in yâ seyyid (ey efendi) demek olduğunu da 
    anlatmıştır. 
  Kırâet: Ebu 
    Bekir, Hamza, Kisâi, Ravh, Halefi Âşir, "yâ"nın fethasını imâle ile okurlar. 
    Aşere kırâetlerinin hepsinde "sin" vakıfta ve vasılda (duruşta ve geçişte) 
    sâkin okunur. Kâlûn, İbnü Kesir, Ebu Amr, Hafs, Hamza "nûn"u vasılda izhar, 
    diğerleri idğam ederler. Ancak Ebu Cafer hep sekit yaptığı için, onda da izhar 
    lâzım gelir. de "vâv" kasem (yemin) içindir. Yalnız Yâsin'de yemin mânâsı 
    bulunduğuna göre, atf için olmasını da caiz görenler olmuştur. Dilimizde ayrıca 
    bir yemin harfi bulunmadığından, birçok yerlerde kasemi "hakkı için" diyerek 
    ifade ediyoruz ki şöyle demek olur: Hem Kur'ân'ı Hakîm hakkı için. Hakîm: 
    Hikmetli, hikmet söyleyen, hikmet sahibi yahut çok hakim ve muhkem (sağlam) 
    mânâlarına gelir ki, Kur'ân hakkında hepsi de doğrudur. Emin ol ki sen, hiç 
    şüphesiz risalet görevi ile gönderilen peygamberlerdensin. Görülüyor ki bu 
    hitab hem yemin, hem hem , hem de isim cümlesi ile takviye edilip pekiştirilmiştir. 
    Bu kadar kuvvetli tekit ise, ancak muhatabın, konuyu şiddetle inkâr ettiği 
    makamda yakışır. Onun için burada muhatap Peygamberin kendisi olduğu halde, 
    ona tebliğde bu derece tekide ne lüzum vardı? diye bir soru sorulabilir. Buna 
    cevap şudur: Bu cümle "Fakat Allah sana indirdiği ile şahitlik eder ki, O 
    bunu kendi ilmiyle indirmiştir. (Buna) melekler de şahitlik ederler. (Aslında) 
    şahit olarak Allah yeter." (Nisâ, 4/166) buyurulduğu üzere, gerçekte Allah 
    tarafından Hz. Muhammed'in peygamberliğine bir şahitliktir. Bundan dolayı 
    bu tekitler, işin başında şiddetli küfür ve inkârlarla karşılaşan Peygamberi 
    kamu karşısında layıkıyla tatmin etmek ve güvence vermek içindir. Bu bakımdan 
    şöyle demek olur. Bütün inkârcıların, inatçıların, kâfirlerin küfür ve inkârlarına 
    rağmen emin ol ki sen, şüphesiz o peygamberlik görevi ile gönderilen, yani 
    Allah'ın tebliğ edilmek üzere emanetini taşıyan ve dinlenilmediği takdirde 
    hesabının sorulması kesinleşmiş elçileri olan hak peygamberlerdensin. 
  4- Dosdoğru 
    bir yol üzeresin. Hiç eğriliği olmayan, dosdoğru Allah'a götüren yeni bir 
    cadde üzerinde gönderildin ki, o islam şeriatıdır. Tenzile, nasb ile de ref' 
    ile de okunur. Yani zaman zaman indirdiği vahyi ile O aziz, rahîm'in, bütün 
    güç ve kuvvet, galibiyet ve zafer kendisinin olan ve kudretini tanıyan müminlere 
    vereceği nimet ve rahmetine nihayet olmayan yüce kudret sahibi Allah'ın, burada 
    Esmâü'l-Hüsnâ (Allah'ın güzel isimleri)dan" özellikle bu iki yüce ismin anılması 
    "Allah şöyle yazmıştır: Andolsun ki, galib gelecek olan ben ve peygamberlerimdir." 
    (Mücadele, 58/21) ifadesiyle "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." 
    (Enbiya, 21/107) ifadesine işarettir. 
  5-6-Bu Kur'ân'ın 
    indirilişinin hikmeti korkutup sakındırman için. Yani bu dünyanın bir âhireti 
    bulunduğunu, sonunda hep o çok güçlü ve çok merhametli olan Allah'ın huzuruna 
    varılıp hesap verileceğini, doğru yoldan gitmeyenlerin, tehlikeden korunmayanların 
    sonlarının kötü olduğunu haber verip sakındırasın diye. Bir kavmi ki, babaları 
    korkutulmadı. Pek uzak dedelerine değilse de yakın babalarına uyarıcı, yani 
    Allah korkusunu anlatacak peygamber gönderilmedi de onlar, o kavim gafil kimselerdir. 
    Doğru yolun ne olduğundan, sonucun nereye varacağından haberleri yoktur. 
  Kasas Sûresi'nde 
    "Andolsun ki biz, ilk kuşakları helâk ettikten sonra Musa'ya kitap verdik.." 
    (Kasas, 28/43) âyetinde açıklandığı üzere Musa'ya Tevrat, ilk kuşakların helâk 
    edilmesinden sonra verilmişti. O zamandan Hz. Muhammed'in peygamberliğine 
    kadar geçen orta kuşaklar arasında İsrailoğullarına birçok peygamberler gönderilmiş 
    olduğu halde, Araplara doğrudan doğruya bir peygamber gönderilmemiş olduğundan 
    büsbütün gaflet ve dini bilgilerden mahrumiyet içindeydiler. Böylece Allah'ın 
    rahmeti, Kur'ân'ın Arapça olmasını ve son peygamberin Araplardan gelmesini 
    gerektirmişti. Gerçi Kur'ân'ın uyarısı Araba mahsus değil ve Resulullah, "Ey 
    kitap ehli! Peygamberlerin arasının kesildiği bir dönemde bize ne bir müjdeci, 
    ne de bir uyarıcı gelmedi demeyesiniz diye, size açıkça anlatan peygamberimiz 
    gelmiştir. İşte böylece size müjdeci de, uyarıcı da gelmiş." (Mâide, 5/19) 
    buyurulduğu üzere, hem bütün kitap ehline gönderilmiş, hem de "Biz seni ancak 
    bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe', 34/28) âyetinin 
    ifadesince bütün insanları davetle görevli bir müjdeci ve uyarıcı ise de, 
    bu davet ve uyarı işin başında "En yakın akrabalarını uyar." (Şuarâ, 26/214) 
    emri uyarınca, en yakınından "Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden 
    başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın." (İbrahim, 14/4) âyeti 
    gereğince de Araptan başlayacaktı. Çünkü bunlar büsbütün gâfildiler. 
  7- Andolsun 
    ki, daha çoklarına karşı (azab) sözü hak oldu. Kelimesinde kaseme cevaptır. 
    "Allah'a yemin ederim ki muhakkak.." takdirinde Allah Teâlâ'nın yüce ismine 
    bir yemini işaret eder. 
  Tefsircilerin 
    çoğu burada "söz"den maksadın, "Andolsun ki, cehennemi bütün cinlerden ve 
    insanlardan dolduracağım." (Secde, 32/13) kelimesi olduğunu söylemişlerdir. 
    Nitekim "Şüphesiz Rabbinin kelimesi üzerlerine hak olanlar inanmazlar." (Yunus, 
    10/96) âyetinde de böyledir. Yani bu yüce söz gereğince haklarında azab ile 
    hüküm vacib oldu. Ancak buna şöyle bir soru sorulur: "Halkı ıslah edici kimseler 
    olduğu halde, Rabbin o ülkeleri zulüm ile helak edecek değildi." (Hûd, 11/117), 
    "Biz bir peygamber gönderinceye kadar (hiçbir kavme) azab edecek değiliz." 
    (İsrâ, 17/15) buyurulmuşken, burada "onlar gafildirler" diye gafletleri anlatılan 
    bir kavim aleyhinde azab nasıl hak olur? Cevap olarak, bunlara o sözün (azabın) 
    hak olması, peygamber gönderilmeden önce değil, gönderildikten sonra Ebu Cehil 
    gibi inad edip kabul etmeyenlere aittir, deniliyor.
   Fakat bu, 
    itibarla doğru olsa da, sonradan çoklarının imana gelmiş olduklarına göre, 
    bunlara imana gelmez bir çoğunluk denilemeyeceği gibi, peygamberin gönderilişinden 
    sonra çoğunluğun bu şekilde hemen mahkûm edilişi de "Babaları uyarılmayan 
    ve kendileri de gafil olan." mazeretiyle âyetin gelişine de uygun düşmüyor. 
    O halde bu çoğunluğun, o kavmin içinden çok dışında olması gerekir. Çünkü 
    nahivde bilinmektedir ki, ism-i tafdilin izafetle (tamlama halinde) kullanılışının 
    iki şekli vardır: Birisinde "muzâfun ileyh"ten bir cüz (parça) olması şart 
    olur. "Yusuf, insanların en güzelidir." ifadesi gibi. Diğerinde ise mutlak 
    fazlalık kastedilmekle "muzâfun ileyh"ten hariç olabilir. "Yusuf, kardeşlerinin 
    en güzelidir." cümlesinde olduğu gibi ki, işte burada "onların çoğu " bu mânâ 
    ile düşünüldüğü takdirde, bu çoğunluğun, o gafillerin dışında bulunan ve babaları 
    uyarılmış olan azgınlara yorumlanacağından bir soru gelemez. Yani sadece o 
    gafillerin içinden çoklarına değil, onların daha çoklarına, babalarına peygamber 
    gönderilmiş olduğu halde, doğru yoldan ayrılmış olan pek çok kavimlere söz 
    (azab sözü) hak olmuştur. Artık onlar imana gelmezler. Onun için korkutmaya 
    onlardan başlamak, hikmete uygun olmaz.
   8- Çünkü 
    biz onların boyunlarında birtakım bağlar, kelepçeler yapmışızdır.
   AĞLAL: Gayının 
    zammesiyle "gull"ün çoğuludur. Bahir'de denilir ki: Gull; zorlama tazyik, 
    azab etmek, esirlik mânâsıyla boynu saran ve boyun ile beraber iki veya bir 
    eli de bağlayandır. Râgıb da şöyle der: Organları ortasına alan bağdır. Bazıları 
    da azab etmek ve şiddet göstermek için eli boyuna bağlayan bağdır, diye ifade 
    etmişlerdir. Kâmus mütercimi de hapsedilenin ve delinin boynuna geçirdikleri 
    demir toka ve lâleye (halkaya) denilir, diye anlatmıştır. m Demek ki gull, 
    kelepçe ve lâle (halka) denilen demir bağlardır. Ebu Hayyan, Bahir'de diyor 
    ki: Zâhir olan bu âyetinin, istiâre değil, hakikat olmasıdır. İman etmeyeceklerini 
    haber verince, ahiretteki hallerinden de bir şey haber verilmiş demektir. 
    Bununla beraber âlimlerin çoğu bunun bir istiâre olduğunu söylemişlerdir ki, 
    hidayetlerine engel olan ruhsal ve sosyal alışkanlık ve şartların "Biz her 
    insanın kuşunu (yaptıklarını) kendi boynuna doladık." (İsrâ, 17/13) âyeti 
    gereğince kazanılmış bir ceza halinde tabiat ve ondan ayrılmayışını tasvirdir. 
    Çünkü tomruk ve kelepçe gibi bağların, ceza ve azab aletlerinden olması itibariyle 
    zorunlu olan yaratılışları değil, kazanmakla hak edişi gerektiren cezaî bir 
    zorlamayı ifade eder. İlk bakışta çağdaş medeniyetin boyun bağlarını hatırlatır 
    gibi görünen bu "ağlâl" hem ferdin yaratılış kabiliyetini yanlış hedeflere 
    sevk eden toplum baskısının kötü sıkıntılarını, hem de batıl itikatlar, çirkin 
    alışkanlıklar, kötü huylar, taklid, taassub, nefsin arzuları gibi küfür ve 
    günahlardan hoşlandırıp, imandan kaçındıran fena huylara ve durumlara nefislerin 
    alıştırıla alıştırıla değişmez hale getirilmiş olmasını temsildir. Evet o 
    kelepçeler "Allah onların kalblerini mühürlemiştir." (Bakara, 2/7) ifadesi 
    üzere çıkmaz bir şekilde boyunlarına geçirilmiş. Onlar; o demir çemberler, 
    enli, dik yakalıklar halinde Çenelere dayanmıştır. Burunları yukarı, gözleri 
    aşağı somurtmuş kalmışlardır. 
  9-Gerçeği 
    görmek için etraflarına bakmazlar ve bakamazlar. Hem önlerinden bir sed, arkalarından 
    bir sed çekmişizdir. Kendilerini sarmışızdır da artık baksalar da görmezler. 
    
  10-Onun için 
    Onlara karşı birdir de ha korkutmuşsun kendilerini, ha korkutmamışsın imana 
    gelmezler. 
  11- Ancak 
    o kimseyi korkutup uyarırsın, yani çoğunluk öyle olmakla beraber, sen yine 
    herkesi de uyaracaksın, çünkü uyarmanın o kimselere faydası olur, o kimseleri 
    sakındırır, korundurursun ki zikri (Kur'ân)ı takip etmekte; kitabı, Kur'ân'ı 
    gerçekten düşünerek vird emekte, nasihat dinlemekte ve Rahman olan Allah'a 
    gayıbda korku beslemektedir. Yani ahirette olacağı gibi henüz huzuruna varmış 
    olmayıp, gıyabında bulunduğu halde, O'nun yüceliğini ve büyüklüğünü sayarak 
    azabından korkar, Rahmân'dır diye rahmetine güvenip aldanmaz. "Kullarıma haber 
    ver ki ben çok bağışlayıcı, çok merhamet edeyim. Benim azabım da o acı verici 
    azabdır." (Hıcr, 15/49-50) buyurduğunu hesab eder, emirlerini tutar. Yahut 
    kendi gaybında içinden, yani yalnız görünürde değil, Allah'tan başka kimsenin 
    bilemeyeceği kalbinin iç yüzünden korku duyar. Hangi kavimden olursa olsun. 
    İşte onu hem bir bağışlanma, hem de şerefli bir mükafatla müjdele. Mağfiret 
    ve ecr'deki tenvinler tefhim (büyüklük) içindir. Yani hiçbir günah bırakmayıp 
    örten geniş, önemli bir mağfiret (bağışlanma) ve hiçbir minnet ve eksikliği 
    olmayan şanlı, şerefli güzel bir ecir ile müjdele. Demek ki, peygamberlik 
    yalnız korkutmak için değil, hem de böyle büyük müjde ile müjdeleme hikmeti 
    içindir. Bu korkutma ve müjdelemenin asıl sır ve hikmeti ise şudur: 
  12- Gerçekten 
    biz biziz. Bilinmektedir ki, Allah Teâlâ'nın "biz" buyurması büyüklük ve yücelik 
    içindir. Yani büyüklük şanımız olan biz, güç ve kuvveti bilinen Allah'ız, 
    yahut biz başka değil, yalnız biz ölüleri diriltiriz ve önceden gönderdikleri 
    şeyleri; hayatlarında yaptıkları iyi ve kötü bütün amelleri ve eserlerini, 
    yani geriye bıraktıkları faydalı veya zararlı eserlerini, gerek okuttukları 
    ilimler, yazdıkları kitaplar, yaptıkları vakıflar, medreseler, mescidler, 
    mektebler, yollar, çeşmeler, köprüler, hastaneler, çeşitli imaretler gibi 
    hayır ve hasenat kuruluşlarını ve gerek zulüm ve düşmanlık kanunlarını tesis, 
    günah ve isyan örnekleri tertib eden fesat ocakları gibi uğursuz şer ve kötülüklerini 
    ve hatta bütün izlerini ve gölgelerini yazarız, adlarına, hesaplarına geçiririz. 
    Sahih bir hadiste rivayet edilmiştir ki: "İnsan öldüğü zaman şu üçten başka 
    bütün ameli kesilir: Sadaka-i cariye (devam eden sadaka), kendisinden faydalanılan 
    ilim, ona dua eden salih evlat." Demek ki, bu hadis-i şerif kalacak hayırlı 
    eserlerin kısımlarını açıklamıştır. Âyet bunların zıddı olan kötü eserlerin 
    de yazılacağını açıklıyor. Ve zaten her şeyi önce açık bir kütükte, bir ana 
    kitapta, yani Levh-i mahfuz'da sayıp yazmışızdır. Yani her şey, oluşundan 
    önce Allah'ın ilminde belli olup Levh-i mahfuz'da bütün sayısıyla zabtedilmiş 
    olmakla beraber, olduktan sonra da bütün izleri ve gölgeleriyle yazılır ve 
    insanlar bu şekilde yaptıklarından sorumlu tutulur. Böyle korkut ve müjdele. 
    
  Meâl-i Şerifi 
    
  13- Sen onlara, 
    o şehir halkını örnek ver. Hani oraya peygamberler gelmişti. 
  14- Hani biz 
    onlara iki peygamber göndermiştik, fakat onlar ikisini de yalanlamışlardı. 
    Biz de (onları) üçüncü bir peygamberle destekledik. Onlara: "Şüphesiz ki biz 
    size gönderilmiş elçileriz." dediler. 
  15- Onlar 
    da: "Siz bizim gibi insandan başka birşey değilsiniz, hem Rahman olan Allah, 
    hiçbir şey indirmedi. Siz sadece yalan söylüyorsunuz." dediler. 
  16- Peygamberler 
    dediler ki: "Rabbimiz biliyor ki biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz." 
    
  17- "Bize 
    düşen de sadece apaçık tebliğdir." 
  18- Onlar 
    dediler ki: "Herhalde biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer bu işten 
    vazgeçmezseniz, andolsun ki, sizi hiç tınmadan taşlarız ve mutlaka bizden 
    size pek acıklı bir azab dokunur." 
  19- Peygamberler 
    de şöyle cevap verdiler: "Sizin uğursuzluğunuz beraberinizdedir. Size öğüt 
    verildi diye mi (uğursuzluğa uğradınız)? Doğrusu siz israfı âdet etmiş bir 
    kavimsiniz."
   20- O sırada 
    şehrin ta ucundan bir adam koşarak geldi ve: "Ey kavmim! Uyun o elçilere!" 
    
  21- "Uyun 
    sizden hiçbir ücret istemeyen o zatlara ki, onlar hidayete ermişlerdir." 
  22- "Bana 
    ne oluyor da kulluk etmeyecekmişim beni yaratana? Hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz." 
    
  23- "Hiç ben 
    O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer O Rahman, bana bir zarar dileyecek 
    olsa, onların şefaati benden yana hiçbir şeye yaramaz ve onlar beni kurtaramazlar." 
    
  24- "Şüphesiz 
    ki ben, o zaman apaçık bir sapıklık içinde olurum." 
  25- "Şüphesiz 
    ki ben, Rabbinize iman getirdim, gelin dinleyin beni." 
  26- (Sonra 
    ona) "haydi gir cennete!" denildi. O da dedi ki: "Ne olurdu kavmim bilseydi!" 
    
  27- "Rabbimin 
    beni bağışladığını ve beni kendilerine ikram edilen kullarından kıldığını." 
    
  28- Biz arkasından 
    kavminin üzerine bir ordu indirmedik, indirecek de değildik. 
  29- Sadece 
    bir gürültü oldu, onlar da hemen sönüverdiler. 
  30- Yazıklar 
    olsun o kullara ki, kendilerine glen her bir peygamberle mutlaka alay ediyorlardı.
   31- Görmediler 
    mi ki, kendilerinden önce nice kuşakları helak etmişiz. Onlar artık kendilerine 
    dönüp gelmiyorlar. 
  32- Onların 
    hepsi toplanıp, sadece bizim huzurumuza getirilmişlerdir. 
  13- "Sen onlara 
    o şehir halkını örnek ver." Eserlerin yazılmasına ve asil bir örnekte birçok 
    şeyin sayılmasına bir misal gibi olan bu mesel, gerek üzerlerine azab sözü 
    hak olanları korkutmak ve gerekse Kur'ân'a uyanları müjdelemek konusunda peygambere 
    vaad edilmiş olan inkılâbların önemli bir örneğini vermektedir ki, buna bu 
    itibarla Yâsin'in kalbi denilse yeridir. Yani Hıristiyanlığın karşısında müşrik 
    Romalılar nasıl söndüyse İslâmiyetin karşısında da öyle devletler yıkılacak 
    "Onu bütün dinlere üstün kılma." (Fetih, 48/28) sırrı ortaya çıkacaktır. Burada, 
    bu şehrin Antakya, elçilerin de İsa (a.s.)ın havarilerinden gönderilenler 
    olduğu naklediliyor. O hade şehir halkının, memleket halkı ve anılan kavmin 
    de Romalılar olduğu anlaşılır. 
  14- "Hani 
    biz onlara iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı." Bunun zahiri, 
    bunların Allah tarafından peygamberlik verilmiş resuller olduğunu gösterir. 
    Ebu Hayyan der ki: "Siz ancak bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz" 
    denilmiş olması da buna delalet eder. Çünkü bu konuşma peygamberlere karşı 
    olur. İbnü Abbas'ın ve Ka'b'ın görüşü de budur. Fakat Katâde ve diğerleri 
    demişlerdir ki, bunlar, Havarilerden olup İsâ (a.s.) kaldırılışı sırasında 
    gönderdi. Buna göre "biz gönderdik" buyurulması, Hz. İsa tarafından gönderilmeleri 
    de Allah Teâlâ'nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor. Bazıları bu ikisinin 
    Yuhanna ile Pavlus olduğunu "Biz (o peygamberleri) bir üçüncüsü ile destekledik." 
    Bu üçüncüsünün de Şem'unussafâ olduğunu söylemişlerdir. Fakat açıklamanın 
    asıl hedefinin temsil olması bakımından bunun bu şekilde ifade buyurulması, 
    Hz. Muhmmed'in peygamberliğinin şan ve şerefini temsilde açık denecek kadar 
    bir işaretle göstermek içindir. Yani ikinin bir üçüncü ile takviyesi, Hz. 
    Musa ve Hz. İsa'nın sonradan Hz. Muhammed'in peygamberliği ile "Kendisinden 
    öncekileri tasdik edici olarak." (Âl-i İmran, 3/3) güç ve takviyesini temsil 
    ediyor. Önce Musa ve İsa'yı göndermiştik, bunları yalanladılar, sonra da Muhammed 
    (a.s) ile bunlara güç ve kuvvet verdik denilmiş gibi oluyor. Elçiler o şehre 
    vardılar da haberiniz olsun biz, sizlere gönderilmiş elçileriz dediler. 
  15-19-O şehir 
    sahipleri (elçilere karşı) şöyle dediler: Siz bizim gibi bir insandan başka 
    bir şey değilsiniz." Fazla ne meziyetiniz olabilir ki öyle bir davada bulunuyorsunuz. 
    Ve Rahmân hiçbir şey indirmemiştir. Ne vahiy, ne peygamberlik, ne kitap. Siz 
    sırf yalan söylüyorsunuz. Vahiy ve peygamberliği, insanın peygamberliğini 
    esasından inkâr ettiler. Çünkü Romalılar müşrik, putperest idiler. Bununla 
    beraber Allah'ı inkâr etmemişlerdi. 
  20- O esnada 
    şehrin ta öbür ucundan bir adam bu adam, bu kahraman fedai, bu büyük mücahid, 
    bu güzel vâiz, doğru cennete giden ve Allah Teâlâ'nın özellikle ikramına kavuşan 
    bu sevgili şehit, Yâsin sahibi Habibi Neccar diye tanınmaktadır. 
  MEDİNE, şehir 
    demektir. Medine'nin aksâsı, şehrin en ucu, ta öte başı demek oluyor ki, elçilerin 
    tebliğleri ve onlara karşı edilen muamele şehrin her tarafından işitilmiş, 
    açık tebliğ yapılmıştı. Bu medine (şehir) de Antakya'dır diyorlar ve o zaman 
    büyük ve geniş bir şehir olduğunu söylüyorlar. Bununla beraber "Medinenin 
    aksâsından" demek, o memleket idarecilerinin en ileri gelenlerinden bir zat 
    mânâsını da andırır. Elçilere suikast edilmek üzere bulunduğunu haber alıp 
    bu zat geldi koşuyordu. Yani koşarak geldi, iman edenlere örnek olmak, irşad 
    etmek için bütün gayretiyle çalışıyordu. Bakınız kısaca ne güzel ögüt verdi: 
    Ey benim kavmim! Ey hemşerilerim dedi uyun, o gönderilen elçilere uyun; dedikleri 
    yola gidin. 
  21-Demek önce 
    hemşerilik şefkatini ileri sürerek öğüdü takdim ve onların resul olduklarını 
    haber vermekle imanını açıkladı, bunu gerektiren sebepleri de şu tekit ile 
    izah etti: 
  Uyun o kimseye 
    ki Sizden bir ücret itemez. Dünya ile ilgili bir maksat ve karşılık talep 
    etmez. Kendileri ise hidayete ermiş, doğru yolu tutmuşlar. Burada şöyle bir 
    kıyas-ı mukassim (ikilem, yani mantıkta iki şıkkı da aynı sonuca varan kıyas), 
    bir dilem vardır: Bir yolcunun bir rehbere uyması için iki engel düşünülebilir. 
    Ya biçimsiz bir ücret istemesi yahut ehliyetine güven duyulmamasıdır. Bunlar 
    ise hem bir ücret istemiyorlar, hem hidayet sahibi kimseler. O halde bunlar 
    resul olmasalar bile doğru ve ücret istemediklerinden dolayı kendilerine uymamak 
    için hiçbir sebep yoktur. 
  22-Hidayetlerinin 
    açıklığını beyan ile engelin olmayışından sonra imanı gerektiren şeyin varlığını 
    göstermek için de buyuruluyor ki: Hem benim neyime ki, ibadet ve kulluk etmeyeyim? 
    O beni yaradana. Bu, imanı gerekli kılan sebebe işaret ve bu söz, irşatta 
    incelik için şefkat gösterilmek suretiyle en güzel bir dokunmadır. Yani o 
    resuller, bizi, yaradana kulluk etmeye ve yalnız O'nu mabud tanıyıp, O'na 
    ibadet etmeye davet ediyorlar. Bunun doğruluğu ise açıktır. Ben sizi kendim 
    gibi düşünüyorum, ben beni yaradana kulluk etmeyi borcum, vazifem bilirim, 
    çünkü beni yaratmıştır. O'na karşı bu vazifemi yapmamak için hiçbir özrüm 
    ve engelim yok. O halde siz, o sizi yaradan Rabbinize niye ibadet etmeyesiniz. 
    Halbuki hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz. O halde O'na kulluktan nasıl 
    kaçınırsınız?
   23- Hiç ben 
    O'ndan başka ilâhlar mı edinirim, başka mabudlar mı tutarım? Çünkü eğer O 
    Rahmân, rahmetiyle beni yaratmış olan Rahmân, ya beni bir zararla, bir sıkıntı 
    ile sıkmak isterse onların, yani O'ndan başka tapılanların benden yana şefaatleri 
    hiçbir fayda vermez. Ve beni kurtaramazlar. 
  24-Hiçbiri 
    mabud olamazlar. Şüphesiz ki o takdirde beni yaradan Rahmân'dan başka mabudlar 
    edindiğim durumda apaçık bir sapıklık içindeyimdir.
   25- "Ben 
    sizin Rabbinize iman ettim, beni dinleyin." Bu güzel sözlerin sonu olan bu 
    güzel hitabede birkaç mânâ vardır: 
  Birincisi: 
    Resullere hitaptır; halkın öldürmek için hücumu üzerine onlara şöyle ikrar 
    edip şahit tutmuştur: Haberiniz olsun ey resuller! Ben sizin Rabbinize gerçekten 
    iman ettim, şimdi beni duyun da şahid olun. Yarın âhirette O'nun huzurunda 
    şahitlik edin. 
  İkincisi: 
    Yine kavmine hitaptır ki, şöyle demek olur: Haberiniz olsun, ben o sizi yaradan 
    Rabbinize şüphesiz iman ettim, ey kavmim! Gelin dinleyin beni de o resullere 
    uyun, siz de iman edin. 
  Üçüncüsü: 
    Geleceğin insanları da dahil olmak üzere duyma kabiliyeti olan herkese hitap 
    veya yemin olarak, haberiniz olsun, ben iman getirdim, Rabbiniz aşkına bundan 
    böyle dinleyin beni, benim hitabımı, mâcerâ ve menkıbelerimi ey duygusu olanlar! 
    
  26-Bakınız 
    sonuç ne oldu gir cennete! denildi. Yani şehit edildi, doğrudan doğruya cennete 
    girmekle kendisine ikram edildi ki, Allah yolunda şehit olanlar hep böyledir. 
    Böyle denince ne dedi, bilir misiniz? Dedi ki: ay! Bu ne güzelmiş! keşke kavmim 
    bilselerdi 
  27- Rabbim 
    bana ne büyük mağfiret buyurdu da beni böyle ikram edilen kullarından kıldı. 
    Kavmi hakkında böyle temennide bulundu. Demek kavmini unutuvermemiş, kin ve 
    intikam duygusu da beslememiş, düşmanlarına bile merhamet eden evliyâ ruhu 
    ile istemişti ki, kendinin erdiği mutluluğu bilseler de, cinayetlerine, küfürlerine 
    tevbe edip iman ve ibadet yolunu tutsalar, Allah yolunda fedailik etseler. 
    Bununla beraber bu temenni, haklı bir öğünme mânâsından uzak değildir. 
  28-Şimdi hiç 
    şüphe yok ki, burada hatıra şöyle bir soru gelir: Böyle bir kahramanı, böyle 
    yüksek bir öğütçü ve mücahidi öldüren o kavme Allah Teâlâ ne yaptı? Böyle 
    bir soruya karşı buyuruluyor ki: Onun arkasıdan da kavminin üzerine gökten 
    bir ordu indirmedik. Yani onu dinlemeyip öldüren kavmini de onun arkasından 
    sağ bırakmadık, gerçi o şehidin arkasında ve Resullerin elinde bir ordu yoktu. 
    Bununla beraber onlarla harp için gökten bir ordu da indirmedik, indirmiş 
    de değildir. Yani bu gibi durumlarda gökten apaçık bir ordu indirivermek Allah'ın 
    âdeti olmamış olduğu gibi, olağanüstü olarak da indirmedik. Daha doğrusu indirecek 
    de değildik. Allah'ın bir kavmi mahvetmesi için öyle ordular indirmesine gerek 
    yoktur. "Bedir" de, "Hendek"te melekler indirmesi bile sadece müminlere bir 
    müjde ile kalblerini huzura kavuşturmak içindi. O bir iş dileyince sadece: 
    "ol!" der, oluverir. 
  29-Onun için 
    olan hadise başka değil, sâde bir gürültü oldu. Tek bir ses, bir haykırma, 
    Cebrail'in bir haykırması. Hemen sönüvermişlerdi. Önüne geleni yakmak isteyen 
    o ateşli kavim, o zamandan itibaren sönmüşlerdir. Bundan Antakya halkının 
    mahvolduğunu, helâk olduğunu anlamak istemişlerse de Hıristiyanlık daveti 
    karşısında müşrik Roma devletinin ortadan kalkmış olduğunu anlamak daha kapsamlıdır.
  30- Yazıklar 
    olsun o kullara... Bu yalnız o sönenlere bir üzüntü duymak değildir. Kendilerine 
    azab sözü hak olan çoğunluğa, meselin özlü tatbiki olan bir uyarı, gafillere 
    de bir tenbihtir. 
  31- Ya görmediler 
    de mi onlar? 
  O alay edip 
    duran kullar? Kendilerinden önce ne kadar nesiller helak etmişiz. Onlar, kendilerine 
    dönüp gelmiyorlar, yani dünyaya bir daha dönmüyorlar. 
  32- Ve hepsi; 
    o helâk edilen ve henüz edilmeyen, hepsi başka değil, yalnız toplanıp bizim 
    huzurumuza getirilmekte olan bir toplum bulunuyorlar. Böyle iken nasıl olur 
    da başka ilâhlar edinip şirk koşarlar? 
  İHZAR: Huzura 
    getirmek demektir. Mahkemeye rızasıyla gelmeyen kimseyi tutup, zorla hakimin 
    huzuruna getirmek mânâsında kullanılır ki, burada özellikle bu mânâyadır. 
    Yani herkes ölmekle yok olup gitmiyor, hesap ve ceza için Hak Teâlâ'nın huzuruna 
    toplanıp sevk ediliyorlar. 
  Bu tebliğden 
    sonra bir de aklî delillerle aydınlatılarak buyuruluyor ki: 
  Meâl-i Şerifi
   33- Hem bir 
    delildir onlara ölü toprak. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık 
    da ondan yiyip duruyorlar. 
  34- Biz orada 
    hurmalıklardan, üzüm bağlarından bahçeler yaptık. İçlerinde pınarlardan sular 
    fışkırttık. 
  35- (Bunu), 
    Onun ürününden ve kendi elleriyle yaptıklarından yesinler diye (yaptık). Hâlâ 
    şükretmeyecekler mi? 
  36- Yerin 
    bitkilerinden, kendi nefislerinden ve daha bilemeyecekleri şeylerden bütün 
    çiftleri yaratan Allah'ın şanı ne yücedir. 
  37- Gece de 
    onlara bir delildir. Biz ondan gündüzü soyar çıkarırız, bir de bakarlar ki 
    karanlığa dalmışlar. 
  38- Güneş 
    de bir delildir ki kendi yolunda akıp gidiyor. İşte bu çok güçlü ve her şeyi 
    bilen Allah'ın takdiridir.
   39- Ay'a 
    gelince, ona menziller tayin ettik. Nihayet o eski hurma salkımının çöpü gibi 
    (yay haline) dönmüştür. 
  40- Ne güneşin 
    aya çatması yaraşır, ne de gece gündüzü geçebilir; onların her biri kendi 
    yörüngesinde yüzerler. 
  41- Onlar 
    için bir delil de bizim, onların neslini dolu bir gemide taşımamızdır. 
  42- Yine kendileri 
    için onun gibi binecek şeyler yaratmamızdır. 
  43- Eğer dilesek 
    onları boğarız da o zaman ne onların feryadına yetişen bulunur, ne de onlar 
    kurtarılır. 
  44- Ancak 
    tarafımızdan bir rahmet ve bir zamana kadar yaşatmak başka. 
  45- Durum 
    böyle iken onlara: "Önünüzdekinden ve arkanızdakinden korkun ki size rahmet 
    edilsin" denildiği zaman, 
  46- Ve kendilerine 
    Rablerinin âyetlerinden herhangi bir âyet geldiği zaman mutlaka ondan yüz 
    çevirirler. 
  47- Onlara: 
    "Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden hayra harcayın" dendiği zaman, 
    o kâfirler, müminler için: "Allah'ın dileyince doyurabileceği kimseyi biz 
    mi doyuracağız? Siz apaçık bir sapıklık içinde değil de nesiniz?" dediler. 
    
  48- Yine onlar: 
    "Eğer doğru söylüyorsanız bu (kıyamet) vaadi ne zaman?" diyorlar. 
  49- Onlar 
    sadece bir tek çığlığa bakıyorlar, bir çığlık ki, onlar çekişip dururken kendilerini 
    yakalayıverir. 
  50- O zaman 
    bir vasiyette bile bulunamazlar. Ailelerine de dönemezler. 
  33- Hem bir 
    âyet, yani Allah Teâlâ'nın kudretinin büyüklüğüne ve ölüleri diriltebileceğine 
    açık bir delil ve alamettir. Onlara, o gafillere ve inkârcılara o ölü arz, 
    arz, toprak bilinmektedir ki cansızdır. Hatta Hıcr Sûresi'nde "Yeryüzünü sönmüş 
    kül halinde görürsün." (Hacc, 22/5) buyurulduğu üzere sönmüş bir taş halinde, 
    hayat ile tamamen zıt bir durum ölüdür. Hele bir öğle sıcağında bir Arabistan 
    çölünün manzarası düşünülürse onun hayattan ne kadar uzak olduğu görülür. 
    Eğer tabiata kalsaydı o ölü toprakta bir ot bile bitmezdi. Fakat biz ona hayat 
    verdik. Onda hayat yarattık, bitkisel ve hayvansal organlarla dirilik, şenlik 
    meydana getirdik.
   Hayatın önce 
    bir hücreden başladığını göstererek de buyuruluyor ki: ve ondan, yani yerden 
    bir dâne çıkardık. 
  HABB: "Habbe" 
    (dâne)nin cins ismidir ki, azına da çoğuna söylenir. Çoğulu "hubûb", onun 
    çoğulu "hubûbat"tır. Dilimizde olduğu üzere özellikle buğday, arpa, pirinç, 
    susam gibi yenen dânelerde yaygın olmakla beraber, genellikle ot ve çiçek 
    tohumlarında da bilinmektedir. Kamus sahibi "Besâir"de der ki: "Hubub"un bir 
    tekine "habbe" denilmesi, şey'in aslı ve öz maddesi olması itibarıyladır." 
    Bu bakımdan bir "habbe" (dâne), hayatın ilk başlangıcı olan bir hücre (cellule) 
    demektir. Burada da bu cinse işaretle "ondan bir dâne çıkardık" buyurulmuştur. 
    Fen ilimleri açısından düşünüldüğü zaman yerin unsurlarından bir hayat hücreciğinin 
    oluşumu, bir habbe (dâne)nin çıkması tabiî değildir. Tohumsuz bir hayat hücreciği 
    tabiî olarak teşekkül edemez, (genration spontane'e olmaz). Gerçekten bir 
    eksinin, kendiliğinden bir artı oluvermesi akla da uygun gelmez. Bununla beraber 
    yerde hayat işi meydana geldiği için, yine fen ilimleriyle uğraşanlar derler 
    ki: Fakat başlangıçta ilk tohumun, ilk hücrenin tabiat dışı olarak meydana 
    gelmiş olduğunu kabul etmek zorunludur. İşte bu nokta doğrudan doğruya tabiatlar 
    üzerinde hakim olan yüce yaratıcının ölülere hayat veren ilâhî kudretini gösterir. 
    Bunun bir seçim olduğunu söylemek de aynı mânâyı ispat etmektir. Çünkü seçimin 
    (insanın peygamber olarak gönderilmesinin) her derecesi tabiat üstü bir gelişme 
    arzeder. (En'am Sûresi, 6/95. âyetinin tefsirine bkz.) Bu şekilde ölü toprağa 
    bitkisel hayattan başlayan bir hayat verilip ondan dâneler çıkarıldığı ve 
    böyle tek hücrelerden başlayan bu hayatın, insan hayatına doğru yetiştirilip 
    geliştirildiği ince bir imtihan tarzında edebî bir vecize ile hatırlatılarak 
    buyuruluyor ki: Ondan bir dâne çıkardık da şimdi ondan yiyorlar. Belli ki 
    bu şöyle demektir: O insanları da yarattık da o dânelerden yiyip duruyorlar. 
    
  34- Sonra 
    onların birleşmesi ve gelişmesiyle bilhassa insan hayatının devam etmesinin 
    ve gelişmesinin sebeplerine destek sağlandığı anlatılmak üzere de buyuruluyor 
    ki hem onda, o yerde bahçeler yaptık. O tek hücreli hayatı üretip, birleştirip, 
    düzenleyerek birbirine girmiş güzel, hoş bağlar meydana getirdik. Hurmalıklar 
    ve üzümlükler, neler. İşte bunlar bitkisel hayatın en mükemmel şekli ve insan 
    zevklerinin en tatlı kaynaklarıdırlar. Ve onda, yani yerde yahut o bahçeler 
    içinde kaynaklardan çaylar, pınarlar akıttık 
  35- ki onun 
    ürünlerinden, Allah'ın verdiği meyvesinden, gelirinden ve ellerinin yaptığı 
    şirası, pekmezi ve teferruatı gibi mamüllerinden yesinler, faydalansınlar 
    diye. Buna göre de işareti vardır. Okurken burada durulmaz. Bununla beraber 
    burada nın nâfiye (olumsuzluk edatı) olması da caiz görülmüştür. Buna göre 
    de durmak caiz olup mânâ şöyle olur: "Ürününden yesinler. Onu, onların elleri 
    yapmadı". Yani o bağlara bakmaları, suyu ve çapası gibi işlerinde çalışmaları 
    gerekirse de alıp istifade edecekleri o ürün, onların yapısı değil, Allah'ın 
    vergisidir. Hâlâ şükretmeyecekler mi? Şirk ve nankörlükten vazgeçip tevhid 
    ve iman ile ibadet ve kulluk etmeyecekler mi? 
  Abdülkadir 
    Geylanî (k.s.) "Fütûhu'l-Gayb"da der ki: "Şükür ya dil, ya kalp veya organlarla 
    olur."
   Dil ile şükür: 
    Nimetin Allah Teâlâ'dan olduğunu kabul ve yaratıklara nispeti terk etmektir. 
    Ne kendine, ne güç, kuvvet ve kazancına, ne de senden başkasından ellerinde 
    meydana gelenlerin hiç birine isnad etmemek. Çünkü sen de, onlar da hep o 
    nimet için sebep, âlet ve vasıtasınız. Onu taksim eden, gönderen, var eden, 
    onunla uğraştıran, sebepleri yaratan azîz ve celîl olan yüce Allah'tır. Kısmet 
    eden O, veren O, var eden O'dur. Şükre en layık olan O'dur. Hediyeyi getiren 
    uşağa bakılmaz, gönderen efendiye bakılır. Bu bakışı bilmeyenler hakkındadır 
    ki "Onlar dünya hayatından görüleni bilirler. Ahiretten ise habersizdirler." 
    (Rum, 30/7) buyurmuştur. Zahire, sebebe bakıp da, ilmi ve anlayışı ondan ilerisine 
    geçmeyen cahildir, eksiktir, aklı kısadır. Çünkü akıllıya akıllı denmesi, 
    işin sonunu görmesi itibarıyladır. 
  Kalb ile şükür: 
    Sende olan nimetlerin hepsinin, açıkta, gizlide, hareket ve sakinliğindeki 
    menfaatlerin, lezzetlerin tamamının başkasından değil, ancak Allah'tan olduğuna 
    sürekli bir itikadla sağlam bir şekilde bağlanmaktır ki, dilinle şükrün, kalbindeki 
    şükrün tercümanı olur. "Allah, gizli ve açık olarak nimetlerini size bol bol 
    vermiştir." (Lokman, 31/20), "Sizde nimet adına ne varsa, hepsi Allah'tandır." 
    (Nahl, 16/53) ve "Allah'ın nimetlerini sayacak olsanız saymakla bitiremezsiniz." 
    (İbrahim, 14/34) buyuruluyor ki, mümin için Allah'tan başka nimet verici kalmaz.
   Organların 
    şükrüne gelince: Bütün organlarını yüce Allah'a ibadette hareket ettirip kullanmaktır. 
    O halde Allah'tan yüz çevirme bulunan herhangi bir hususta yaratıklardan hiçbirine 
    uymamak gerekir ki bu, nefsi, arzuyu, iradeyi, uzun amelleri ve diğer yaratıkları 
    içine alır. Allah'a itaati asıl ve uyulacak şey, O'nun dışındakileri de fer' 
    (teferruat) ve tabi kılmak gibi ki, başka başka türlü yaparsan zorba, zalim 
    ve Allah'ın hükmünün dışında hüküm vermiş olursun. "Her kim Allah'ın indirdiği 
    hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir." (Mâide, 5/44) 
  Bakara Sûresi 
    (32. âyet) inde ve İsrâ Sûresi'nin başında (İsrâ, 17/1) açıklandığı üzere 
    "sübhan" tesbihinin özel adıdır. Bununla beraber büyük hayret yerinde de kullanılır. 
    Tesbih de tenzihin en ileri derecesidir. Yani herhangi bir lekeden, yaraşıksızlıktan 
    itikatta, sözde, fiilde son derece tenzihtir. Bu şekilde, "tesbih ederim" 
    yahut "tesbih ediniz" anlamını ifade eden bu tesbihin, burada böyle sözün 
    başında getirilmesi ne güzeldir!
  Birincisi: 
    Bu, bir taraftan şükretmeyenleri kınama, bir taraftan da şükredeceklere şükrün 
    başının, mükemmel bir tenzih ile tevhid olduğunu öğretmektir. 
  İkincisi: 
    Sıla yerinde anılan kudretin eserlerinin önemini vurgulamakla şükrü gerektiren 
    sebepleri fazlasıyla tekittir. 
  36-Üçüncüsü: 
    Eşleri yaratanın eşsizliğini, ortak ve benzerden münezzeh birliğini ispat 
    eden edebî bir tıbak sanatı vardır: Tesbih O yaradana yahut ne yüce sübhandır 
    O yaradan ki bütün o çiftlerin hepsini yarattı. 
  EZVAC: "Zevc"in 
    çoğuludur. Zevc, çift ve eş demektir ki, Ragıb'ın açıkladığı gibi, iki yakının 
    her birine de ve bir diğerine benzer veya zıt olarak ilgili bulunan her şeye 
    de denir. Bu itibarla dünyadaki şeylerin hepsi, bir zıddı veya benzeri yahut 
    da herhangi bir bileşiği ve karşıtı bulunması yönüyle çifttirler. Mesela cisim 
    ve ruh, madde ve kuvvet, cevher ve araz, iç ve dış, yer ve gök, karanlık ve 
    aydınlık, dünya ve ahiret gibi ki elektrik bile artı ve eksi diye ikiye ayrılıyor. 
    O halde "Çiftleri yarattı" demek, "bütün çeşit ve sınıflarıyla âlemi yarattı" 
    demeye eşittir. Ancak burada asıl sevk, bütün âlemin yaratılışını anlatmak 
    değil, bir ortak ve benzeri bulunan bütün eşlerin, bütün çiftlerin yaratılmış 
    olduğunu ve dolayısıyla yaratılmışın yaratıcıya eş olamayacağını anlatatarak 
    yaratıcının böyle şeylerden tenzih edilmiş olduğunu ve birliğini ispat etmektir. 
    Bundan başka "ezvac" (çiftler) denmesinde diğer bir nükte daha vardır ki, 
    insan hayatı için önceki nimetlerden daha fazla önem taşıyan evlenme nimetinin 
    yaratılmasına işaretle şükre yöneltmeyi ifade eder. Nitekim çiftler şöyle 
    açıklanıyor: O çiftleri ki yerin bitirdiklerinden, önceki âyette anlatılan 
    ve anlatılmayan bitki ve ağaç çeşitleri, ve kendi nefislerinden, erkek ve 
    dişi ve daha bilemeyecekleri şeylerden ki ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, 
    ne de bir insanın hatırına gelmiştir. 
  37- Onlara 
    bir delil de gecedir. Mekânda tecelli eden (görülen) ilâhî kudreti hatırlattıktan 
    sonra, bununla da zamanda tecelli eden ilâhî kudrete işaret buyuruluyor. Şöyle 
    ki: Ondan gündüzü yüzeriz. "Selh kelimesi, biri diğerinin lazımı iki mânâ 
    ile kullanılır saymak çıkarmak: denilir ki, "koyundan deriyi yüzdüm, soydum, 
    giderdim" demek olur. Diğerinde ise "Koyunu deriden soydum" denilir ki, açtım, 
    meydana çıkardım demek olur. Türkçe'de de "elmayı soydum" yahut "elmanın kabuğunu 
    soydum" dediğimize göre, biz de "soymak" kelimesinde bu iki şekli, farklı 
    farksız kullanıyoruz demektir. Burada her iki mânâ ile de tefsir edilmiştir 
    ki, ikisi de doğrudur. Birincisine göre geceden gündüzün yüzülmesi, bir kurbanın 
    derisi yüzülüyormuş gibi çevreden ışığın sıyrılıp sönmesiyle, asıl yokluğu 
    hatırlatan karanlığın ortaya çıkışı, yani akşam olma hadisesi demek olur ki, 
    "derken bir de bakarlar ki, onlar karanlığa dalmışlardır" sözünde takib ve 
    müfâcee (hemen arkasından ve birden bire oluş) bu mânâda açık olduğundan tefsircilerin 
    çoğu bu yönü tercih etmişlerdir. Bu şekilde gece yalnız bir korkutma delili 
    olarak hatırlatılmış oluyor. İkinci mânâya göre ise geceden gündüzün yüzülmesi, 
    karanlık içinden aydınlığın çıkarılması, yani sabah olma hadisesi olmuş oluyor 
    ki, bunda ölülere hayat vermekten örnek olan bir müjde neşesi vardır. Nitekim 
    "geceler gebedir" denilir. Buna göre "Bir de bakarlar ki onlar karanlığa dalmışlardır." 
    ifadesi, yine aynı günün sonunun geceye varacağını göstermiş olur. 
  38- Güneş 
    de, bir âyettir. Yani gece ve gündüzün sebebi gibi görünen güneş de Allah'ın 
    kudretine bir delildir. Kendisi için takdir edilen bir müstekar için cereyan 
    ediyor (akıp gidiyor). Güneşin bu akışının yalnız mekanda hareketi diye anlamamalı, 
    mekan ve zamanla ilgili bütün eserleri ve durumlarıyla varlık âleminde sürüp 
    gitmesi mânâsına anlamalıdır. Mesela ışık ve ısı yayması da onun bir cereyanı 
    (akışı)dır. 
  MÜSTEKARR: 
    Mimli masdar, ismi zaman, ismi mekan olabildiği, da birkaç mânâya geldiği 
    için, bu ifade birçok mânâlara uygundur. 
  Birincisi: 
    Güneş kendisi için takdir ve tahsis edilmiş ve istikrar sebebiyle, yani sabit 
    bir karar, düzenli bir kanun ile cereyan eder. Hesapsız, başı boş, kör bir 
    tesadüf ile değil. 
  İkincisi: 
    Bir istikrar için, yani kendi âleminde bir karar ve ölçü meydana getirmek 
    hikmet ve gayesiyle yahut sonunda bir sükunete erip durmak için cereyan ediyor 
    (akıp gidiyor). 
  Üçüncüsü: 
    İsmi zaman olduğuna göre kendine mahsus bir istikrar zamanı için, yani duracağı 
    bir vakte, belirli bir zamana kadar cereyan eder ki, bu vakit, "Güneş toplanıp 
    dürüldüğü zaman." (Tekvir, 81/1) ifadesindeki vakittir. 
  Dördüncüsü: 
    İsmi mekan olduğuna göre, kendine özgü bir istikrar yerine mahsus, yani yerinde 
    sabit olarak cereyan eder, kendi ekseninde döner yahut kendisinin karargahı 
    olan âlemin menfaatleri için cereyan eder. Bu mânâda vatana hizmet için bir 
    teşvik de vardır. Nihayet birinci "ilâ" mânâsına olmak üzere şu mânâ da vardır: 
    Kendisi için bir istikrar noktasına doğru gitmektedir. Tatbiki, birkaç şekilde 
    açıklamaya muhtemel bulunan bu mânâya göre, güneşin diğer bir merkeze doğru 
    hareket etmekte bulunduğu da anlaşılabiliyor. Nitekim bir hadis-i şerifte 
    de "Güneşin istikrar yeri Arş'ın altındadır." diye rivayet edilmiştir. 
  İşte o, şaşırtıcı 
    cereyan o azîz ve alîm olan Allah'ın takdiridir. Yani kudretiyle her şeye 
    galib ve hakim ve ilmiyle her şeyi kuşatmış olan ve sana Kur'ân'ı indirip 
    doğru yolu gösteren Allah'ın takdiri, yani bütün sınırlarını ve genişliklerini 
    bilip biçmesiyledir. Yoksa ne yaptığını bilmez, kör bir tabiatın eseri değil, 
    bizzat ezelî bir müessir (etken) hiç değildir. 
  39- Aya gelince 
    ona konak konak ölçü biçmişizdir. O güneş gibi istikrarlı bir şekilde akıp 
    gitmez. Ona birtakım konaklar ve her konaklamaya göre bir ölçü tayin etmişizdir. 
    Gezegendir, her gün bir konak yerine gelir, her konağa göre bir şekilde görünür. 
    Araplar, ayın konaklarını şunlarla saymışlardır: Şertan, butayn, süreyya, 
    deberan, hek'a, hen'a, zira', nesre, tarf, cebhe, zübre, sarfe, avva, simâk, 
    gafir, zubânâ, iklîl, kalb, şevle, neâim, belde, sa'düzzâbih, sa'dübüla', 
    sa'düssüud, sa'dül'ahbiye fer'uddelvil, muahhar, reşa. Bunlardan her gece 
    bir konağa konar da geleceğe kadar nuru (aydınlığı) arta arta, sonra da eksile 
    eksile son konakta -ki kavuşumdan öncedir- iyice incelir, kavislenir. Nihayet 
    dönüp eski urcun gibi olana kadar. 
  URCÛN: Eğri 
    salkım çöpü demektir. Özellikle hurma salkımının dip çöpü ki eskisi, yani 
    geçen seneninki, daha ince, daha eğri, daha renkli olur. Bu benzetme, çok 
    şaşırtıcı bir güzelliktedir. Zannedildiği gibi hilâlin ilk ve son şeklini 
    göstermekle kalmıyor, Ay'ın o konaklarda giderken dünya etrafında bir ayda 
    kat ettiği yörüngenin bir hattını da göstermiş oluyor. 
  Eski denilmekle 
    bu yörünge üzerinde Ay'ın her konaktaki hacmi de hayal ettirilmiş bulunuyor 
    ki, eski astronomiciler bu benzetmenin inceliğini kavrayamazlardı.
   40-Bu takdir 
    o kadar güzel ve bu vazife dağılımı o kadar yerindedir ki ne güneşin kendisine 
    aya çatmak yaraşır, ne gece gündüzün önüne geçer. Hepsi bir felekte (yörüngede) 
    yüzerler. Biri diğerine çarpmaz, vazifeleri o kadar güzel ve düzenli dağıtılmıştır. 
    "yüzerler" çoğul kipiyle getirilmekle hepsinden maksadın, yalnız güneş ve 
    aydan her biri değil, bütün gök cisimleri olduğu anlatılmıştır. Bu bakımdan 
    yeni astronomi kanunlarına işaret eden bu âyetin bir benzeri Enbiyâ Sûresi'nde 
    geçmiş olduğundan (Enbiyâ, 21/33) âyetinin tefsirine bakınız. 
  Yalnız güneşin 
    yüzdüğü felek nedir? Bu bir yörünge olduğuna göre, onun da bir gezegen olması 
    gerekmiyor mu? diye sorulabilir. Gerçi ekseni etrafında da dönme yeri mânâsına 
    yörünge denebilirse de bundan zahir (açık) olan, güneşin yukarda anlatıldığı 
    üzere, hadis-i şerifin gösterdiği gibi arşın altında diğer bir istikrar yerine, 
    bir merkeze doğru hareket ettiğini ve dolayısıyla onun yüzdüğü feleğin de 
    ona olan yörünge ve hareket yeri olduğunu kabul etmek gerekir.
   41- Bizim, 
    dolu gemide nesillerini taşımamız da kendileri için bir delildir. "Dolu gemi" 
    denilince önce Hz. Nuh'un gemisi hatıra gelir. Fakat burada "nesilleri" kaydı, 
    bunu kastetmeye engeldir. Bu karîne (ipucu) ile burada "dolu gemi", hamile 
    kadınların rahimlerinden mecazdır, beliğ bir istiâredir. Evet babanın sülbünden 
    (belinden) bir tufan ile atılan nesiller, anaların rahimlerinde Hz. Nuh'un 
    gemisi gibi bir kurtuluş gemisi bulur.
   42- Kendileri 
    için onun gibi binecek şeyler de yarattık. Bu bütün deniz ve kara bineklerini 
    içine alır. 
  43- Ve dilesek 
    onları, o nesilleri dolu gemi gibi olan rahimlerde, kendilerini de onun gibi 
    bindikleri gemilerde boğarız da ne o nesiller için bir feryatçı, bir feryad 
    eden veya feryada yetişen bulunur ne de berikiler boğulmakta oldukları denizden 
    kurtarılırlar. 
  44- Ancak 
    bizden bir rahmet ile ve bir zamana kadar yaşatmak için olursa başka. Ancak 
    o takdirde kurtarılırlar. 
  45-46- "Onlara: 
    Korunun... dendiği zaman..." Objektif ve yaratılışla ilgili delillerden sonra 
    Allah'ın indirdiği âyetlerden de yüz çevirdiklerini açıklamadır.
   47- "Onlara: 
    Allah'ın size verdiği rızıktan infak edin dendiği zaman inkâr edenler dediler 
    ki..." Bu âyetin zındıklar hakkında indiği söylenir. Mekke'de birtakım zındıklar, 
    sadaka ve yardım için teşvik edildiklerinde Allah fakir edecek, biz besleyeceğiz 
    öyle mi? diye böyle küfür ederlermiş ki, bu zındıkların eski İran'dan aksetmiş 
    olmaları gerektir. 
  48- Bir de 
    derler ki ne zaman bu vaad? Bu ölülerin dirilmesi, bu Allah'ın huzuruna getirilme 
    vaadi eğer doğru iseniz, yani böyle diyerek alay etmek isterler.
   49- Fakat 
    başka değil, bir tek çığlığa bakıyorlar. Ki ilk üfürülüşü, yani sûrun birinci 
    üfürülüşü. Bir çığlık ki un idgamıdır. Yani bir çığlık ki, onlar birbirlerine 
    geçmiş çekişip dururlarken kendilerini alıverir.
   50- O zaman 
    artık bir tavsiyeye, -hiçbir işleri hakkında bir kelime vasiyet etmeye- bile 
    güçleri yetmez. Ailelerine de dönecek değiller. 
  Meâl-i Şerifi
   51- Sûr'a 
    üfürülmüştür, bir de ne baksınlar kabirlerinden Rablerine doğru akın ediyorlar. 
    
  52- Onlar: 
    "Eyvah başımıza gelenlere! Mezarımızdan bizi kim kaldırdı? O Rahmân'ın vaad 
    buyurduğu işte bu imiş. Gönderilen peygamberler de doğru söylemişler" derler. 
    
  53- Başka 
    değil, sadece bir tek çığlık olmuş, derhal hepsi toplanmış huzurumuza getirilmişlerdir.
   54- Artık 
    bugün hiç kimseye zerre kadar zulmedilmez. Ancak yaptıklarınızın cezasını 
    çekeceksiniz. 
  55- Gerçekten 
    cennetlik olanlar bugün bir meşguliyet içinde zevk etmektedirler. 
  56- Kendileri 
    ve eşleri gölgelerde koltuklar üzerine kurulmuşlardır.
   57- Onlara 
    orada bir meyve vardır. İsteyecekleri her şey onlarındır. 
  58- (Onlara) 
    Rahîm olan Rab'den "selâm" sözü vardır. 
  59- Ey günahkârlar! 
    Bugün siz bir tarafa ayrılın. 
  60-61- "Ey 
    Âdemoğulları! Şeytana tapmayın, o size apaçık bir düşmandır ve bana kulluk 
    edin, doğru yol budur, diye size and vermedim mi?" (buyurulacak) 
  62- Böyle 
    iken o sizden birçok nesilleri yoldan çıkardı. Ya o zaman düşünmüyor muydunuz? 
    
  63- İşte bu 
    size vaad edilen cehennemdir. 
  64- Bugün 
    yaslanın ona bakalım inkâr ettiğiniz için. 
  65- Bugün 
    biz onların ağızlarını mühürleriz de neler kazandıklarını bize elleri söyler, 
    ayakları da şahitlik eder. 
  66- Hem dileseydik 
    gözlerini üzerinden silme kör ediverirdik de yola dökülürlerdi. Fakat nereden 
    görecekler? 
  67- Yine dileseydik 
    oldukları yerde kılıklarını değiştirirdik de ne ileri gidebilirlerdi, ne de 
    geri dönebilirlerdi. 
  51-54- "Sûra 
    üfürülür." İkinci üfürüş: "Sonra ona bir daha üfürülür, bu kere de o yıkılanlar 
    kalkmış, bakıyorlardır." (Zümer, 39/68), "O gün hiç kimseye zulmedilmez..." 
    Burada a kadar o gün onlara söyleneceği hikâye etmektir. 
  55-58- Haberiniz 
    olsun ki, cennetlikler, salih amellerle cennete sahip olanlar. Gerçi cennete 
    girmek, esas itibarıyla Allah'ın lütfuyladır. Fakat "ancak yaptıklarınızın 
    cezasını çekeceksiniz" buyurulması itibarıyla burada bu mânâ hatırlatılmıştır. 
    "meyve" denmesi de sırf zevkten çok, çalışmanın meyvesine işaret eder. Erîkeler. 
    Erike, haclede, yani gelin odasında döşenen süslü koltuktur. Ve onlara iddia 
    ettikleri, istedikleri var, davayı kazandılar, yani selam var Rahîm olan, 
    yani sonunda müminleri rahmetiyle murada erdiren ve ortağı benzeri olmayan 
    bir Rabden doğrudan doğruya söylenen bir selam. Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber 
    (s.a.v.) demiştir ki: "Cennet ehli nimetleri içinde zevke ererlerken kendilerine 
    bir nur parıldar, başlarını kaldırır bakarlar ki üzerlerinden Rab, kendilerini 
    cemalinin şerefi ile şereflendirmiş. "Ey cennet ehli! 
  Selam üzerinize 
    olsun." buyuruyor. İşte ilâhî sözü budur. Bunun üzerine onlara nazar buyurur, 
    onlar da O'na bakarlar ve baktıkları müddetçe diğer nimetlerden hiçbir şeye 
    iltifat etmezler. Ta perdeleninceye kadar ki, o zaman da üzerlerinde ve yurtlarında 
    nur bâki kalır. 
  59-65- Sizden 
    birçok nesilleri şaşırttı, yani birçok toplumların ahlâklarını bozdu. "Bugün 
    biz onların ağızlarını mühürleriz..." İşte Nur Sûresi'nde "O gün onların dilleri, 
    elleri ve ayakları, işledikleri şeyler hakkında kendilerine şahitlik ederler." 
    (Nur, 24/24) buyurulan gün, bu gündür. 
  66- "Eğer 
    dileseydik gözlerini üzerinden silme ederdik." Bu da ahirete ait zannedilmiş 
    ise de dünyaya ait bir tehdit olarak "bir tek çığlığa bakıyorlar" sözüne atfedilmiş 
    olması, mânâ itibarıyla daha uygundur. Yani ahirette öyle olacağı gibi biz 
    de dilersek şimdi o nankörlüğü yapan, "Allah dileseydi onları doyururdu" diyen 
    kâfirlerin gözlerini büsbütün siler, kör ediverirdik de yola dökülürlerdi, 
    yola gelmekte yarış ederlerdi. Çünkü her küfredenin gözü kör edilivermiş olsaydı, 
    bu bir sığındırma olur, hepsi imana gelirdi. Fakat o kâfirler nerden görecekler? 
    Burada "görmez" kalb gözü ile tefsir edilmiştir. Yani o kadar ilâhî delilleri 
    görmeyen o basiretsiz kâfirler, bunu böyle yapabileceğimizi idrak etmezler. 
    
  67- Dilesek 
    onları tam kuvvetleri çağında mesh de ediverir (kılıklarını değiştirir) oldukları 
    yere donduruverirdik de ne geçebilir ne dönebilirlerdi. Şu halde böyle irade 
    buyurulmuyorsa yapılamayacağından değil, cezaları ahirette verileceği içindir. 
    Bununla beraber: 
  Meâl-i Şerifi 
    
  68- Bununla 
    beraber kimin ömrünü uzatıyorsak, yaratılışta onu (güç ve kuvvetini alarak) 
    tersine çeviriyoruz. Hâlâ akıllanmayacaklar mı? 
  69- Biz ona 
    şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da... O sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur'ân'dır. 
    
  70- (Bu), 
    diri olanları uyarmak ve kâfirlere de azab sözünün hak olması içindir. 
  71- Şunu da 
    görmediler mi: Biz onlar için kudretimizin meydana getirdiklerinden birtakım 
    hayvanlar yaratmışız da onlara sahip bulunuyorlar. 
  72- Onları, 
    kendilerinin hizmetine vermişiz de, hem onlardan binekleri var, hem de onlardan 
    yiyorlar.
  73- Onlarda 
    daha birçok menfaatleri ve türlü içecekleri de var. Hâlâ şükretmeyecekler 
    mi? 
  74- Onlar, 
    Allah'tan başka birtakım ilâhlar edindiler. Güya yardım olunacaklar. 
  75- Onların, 
    onlara yardıma güçleri yetmez. Kendileri ise onlar için bazı askerlerdir. 
    
  76- O halde 
    onların sözleri seni üzmesin. Biz onların içlerini de biliriz, dışlarını da. 
    
  77- İnsan, 
    kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi de, şimdi apaçık bir hasım 
    kesildi? 
  78- Yaratılışını 
    unutarak bize bir de mesel fırlattı: "Kim diriltecekmiş o çürümüş kemikleri?" 
    dedi. 
  79- De ki: 
    "Onları ilk defa yaratan diriltecek ve o her yaratmayı bilir." 
  80- Size o 
    yeşil ağaçtan bir ateş yapan O'dur. Şimdi siz ondan tutuşturmaktasınız. 
  81- Gökleri 
    ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kâdir değil midir? Elbette kâdirdir. 
    Çünkü o her şeyi yaratandır, her şeyi bilendir. 
  82- O'nun 
    emri, bir şeyi dileyince ona sadece "Ol!" demektir. O da hemen oluverir.
   83- O halde 
    her şeyin mülkü ve tasarrufu (hükümranlığı) elinde bulunan Allah'ın şanı ne 
    yücedir. Siz de yalnız O'na döndürüleceksiniz. 
  68- Bununla 
    beraber her kimin ömrünü uzatıyorsak; gençlik çağında almayıp uzun ömürle 
    yaşatıyorsak yaratılışta tepesi üstü dikiyoruz. Yani başlangıçtakinin, gençliğin 
    aksine olarak günden güne kuvvetten düşürüp zayıflığını artırıyor, ölüme doğru 
    yürütüyoruz. Hâlâ akıllanmayacaklar mı?Bunu yapan kudretin daha önce o gözle 
    silmeyi ve kılık değiştirmeyi de yapabileceğini anlayıp da doğru yolu tutmayacaklar 
    mı? 
  69- Biz ona, 
    yani peygambere şiir öğretmedik. Bu söylenenleri bir şiir saymamalıdır. Kur'ân'ın 
    ne söz olarak, ne de mânâ olarak şiir olmadığı açıktır. Bir kere Kur'ân'ın 
    sözlerinde şiir sözünün vezin ve kafiyesi yoktur. Mânâ bakımından ise şiir, 
    gerçek olup olmadığı aranmaksızın hoşlandırmak veya tiksindirmek, coşturmak 
    veya küstürmek gibi hisleri gıcıklayan hayalî kuruntulara, zanna dayanan kıyaslara, 
    duygu oyunlarına aittir. Kur'ân ise Hakk'ın doğru yolunu gösteren hikmetler 
    ve hükümler ile irfan nuru, kesin iman rehberi bir ilâhî yadigârdır. Fakat 
    kâfirlerin birçokları onu bir şiir gibi düşünmek ve düşündürmekte ısrar ettikleri 
    ve bu şekilde peygamberi bir şair gibi tanıttırmak istedikleri için buyuruyor: 
    Biz ona şiir öğretmedik. Hem o , ona yaraşmaz da. Çünkü "Şairlere gelince 
    onlara da azgınlar uyar." (Şuara, 26/224). Ne peygamberlik makamına şairlik 
    yaraşır, ne de Kur'ân'a şiir demek. 
  O Kur'ân başka 
    değil, ancak bir zikir; sırf Allah tarafından bir öğüt ve irşad ve apaçık 
    bir Kur'ân'dır. İbadetlerde ve ibadethanelerde okunacak Allah kelâmıdır. 
  70- Hayatı, 
    yani aklı, duygusu olanı korkutup, gafletten uyandırmak, küfürde ısrar ile 
    kâfirlik edenler aleyhine azab sözünün hak olması için. Bundan önce çoklarına 
    olduğu gibi azab ile hükmün vacib olması için. 
  71-76- Şunu 
    da mı görmediler, o gafiller ki, uyanmıyorlar. Biz kendileri için ellerimizin 
    yaptığı şeylerden, yani başka hiçbir sanatın katkısı olmayıp, doğrudan doğruya 
    kendimizin var ettiğimiz nimetlerden en'am, yumuşak hayvanlar yarattık... 
    Bu hatırlatmada birçok yönlerden incelikler vardır ki, bunu tefsirden çok, 
    okuyanların zevki takdir edecektir. 
  77-78-79-*} 
    "İnsan, kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi?" Rivayet olunuyor 
    ki Ubey b. Halef Hz. Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna bir çürümüş kemikle gelmiş, 
    onu eliyle ufalayarak "Allah bunu böyle çürüdükten sonra diriltir der misin?" 
    demiş. "Evet, seni de diriltir ve ateşe kor." buyurmuş ve bu âyet, bu sebeple 
    inmiştir. Ve O, yaratmanın hepsini hakkıyla bilir. Yani her yarattığını bütün 
    incelikleriyle, her birinin toplanan ve dağılan bütün parçaları, usul ve fürûu 
    (aslı ve dalları), durumları, halleri, nicelikleri, miktarları, her türlü 
    özellikleriyle bilir. Her yaratmayı, yaratmanın her türlüsünü bilir, maddeli 
    maddesiz, âletli âletsiz, örnekli örneksiz, gerek ilkin, gerek sonra her çeşidini 
    bilir. Bütün mesele bundan ibarettir. 
  80- O Allah, 
    size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı. Meşhur olan bu ağaç, "merh" ile "afar" 
    denilen iki ağaçtır ki, ikisi de yemyeşil, suları damlarken merh çakmak yerinde 
    afare sürtülmek suretiyle ateş çıkarılır, bedevîlerce bilinmektedir. Bunun 
    birini erkek, birini dişi yerinde de varsaymışlardır. Bununla beraber "Her 
    ağaçta bir ateş vardır. Fakat merh ile afar bol bulmuştur" diye bir mesel 
    vardır. Bu bakımdan bazı tefsirciler demişlerdir ki, ağaçtan maksat cinstir. 
    Merh ve afar misal yoluyla anılmıştır. Ancak burada dikkate değer nokta şudur 
    ki, bundan maksat ağaçtaki odun veya kömürü göstermek değil, sürtme ve temas 
    ile yeşil ağaçtan meydana gelen hararet ve tutuşmayı anlatmaktır. Bu ise şimdi 
    bildiğimize göre bir elektrik olayıdır. Demek ki bu şekilde âyet elektriğe 
    işaret etmiş ve bu işaretten "ol" emrini anlamaya zihinleri yaklaştırmak için 
    bir misal de verilmiş oluyor. Yapmış da siz ondan çakıp çakıp hemen tutuşturuyorsunuz. 
    Yani bilfiil deneyle bildiğiniz şüphesiz bir ateş. Demek ki sırf teorik akıl 
    ile bilinemeyecek gerçekler deneyle ortaya çıkar. 
  81- Hem o 
    gökleri ve yeri, yani bütün şu âlemi yaratmış olan Allah, onların benzerini, 
    onlar gibisini, yani o çürümüş insanlar gibi küçüğünü, hatta bütün o âlemin 
    benzerini diğer bir yaratış ile, yine yaratmaya kâdir değil midir? Evet kâdirdir. 
    Ve o, öyle yaratan, öyle bilendir. 
  82-*} O'nun 
    emri, bir şeyi dileyince ona sadece "ol!" demektir. O hemen oluverir. 
  83- O halde 
    tesbih O'na, her şeyin hükümranlığı elinde bulunan, her şeyde dilediği gibi 
    tasarruf eden Sübhan'a (şanı yüce Allah'a) dır. Hep de döndürülüp O'na götürüleceksiniz. 
    O'na Yasin sahibi (Habib Neccar) gibi koşa koşa iman ve İslâm ile, kendi rızasıyla 
    dönüş yaparak, bağışlanmaya ve ikrama kavuşmak istemeyenler de sonunda zorla 
    döndürülecekler, yakalanıp O'nun yüce huzuruna götürülecekler, hesapları görülüp 
    cezaları verilecektir.
   İbnü Abbas 
    hazretlerinden rivayet edilmiştir ki Yasin hakkında rivayet edilen faziletlerin, 
    niçin ona mahsus olduğunu bilmiyordum, bu âyet için inmiş. 
  Melekût (hükümranlık) 
    yukarılarda da geçtiği üzere "mülk"ün mübalağa sigasıdır ki, tam bir hakimiyetle 
    saltanatın idare sırları demektir. 
  Şimdi bu melekût 
    ve döndürülmeye bir açıklama olmak üzere "Vessâffâti" Sûresi başlıyor.