1-FATİHA:
  Rahmân ve Rahîm Allah'ın 
    adıyla 
  1- Mushaf-ı şeriflerde 
    iki türlü besmele vardır. Birisi sûre başlarında yazılan ve sûreden bağımsız 
    olan besmele, diğeri Neml Sûresinin (Neml, 27/30) âyetindeki besmeledir. Bu 
    besmelenin, Neml sûresinin bu âyetinin bir parçası olduğu açıkça bilinmektedir. 
    Bundan dolayı besmelenin Kur'ân âyeti olduğunda şüphe yoktur ve bu durum, 
    açık tevatür ile ve âlimlerin ittifakıyla kesin olarak bilinmektedir. Fakat 
    sûre başlarında yazılan ve her sûreyi birbirinden ayıran ve kırâetin başında 
    okunan besmeleye gelince: Bunun o sûrelerden birinden veya her birinden bir 
    âyet veya âyetin bir kısmı veyahut başlıbaşına Kur'ân'dan tam bir parça olup 
    olmadığı, Neml sûresindeki besmele gibi besbelli olmadığından bu besmelenin 
    Kur'ân'dan olup olmadığı hususu, tefsirde ve usul ilminde bilimsel açıdan 
    tartışmalı bir meseleyi meydana getirmiştir ki bilhassa iman, namaz ve kırâet 
    konularıyla ilgilidir.
  Said b. Cübeyr Zührî, 
    Atâ ve İbnü Mübarek hazretleri besmelenin başında bulunduğu her sûreden birer 
    âyet olduğunu söylemişlerdir ki, Kur'ân'da yüz onüç âyet eder. İmam Şâfiî 
    hazretleri ve talebeleri bu görüş üzerindedirler. O halde Fâtiha'nın yedi 
    âyetinden birincisi besmeledir. Ve "en'amte aleyhim" bir âyet başı 
    değildir. Bunun için Şâfiîler namazda besmeleyi yüksek sesle okurlar. Çünkü 
    Şâfiîler diyorlar ki; selef (ilk dönem alimleri) bu besmeleleri Mushaflarda 
    yazmışlar, bunun yanında Kur'ân'ın âyet olmayan şeylerden tecrid etmesini 
    tavsiye etmişlerdir. Ve hatta Fâtiha'nın sonunda "âmîn" bile yazmamışlardır. 
    Eğer sûrelerin başındaki besmeleler Kur'ân olmasaydı onları da yazmazlardı. 
    Kısacası Mushaf'ın iki kapağı arasında Kur'ân'dan başka birşey bulunmadığında 
    İslâm alimlerinin ittifakı vardır. Ve bunu destekleyen özel hadisler de rivayet 
    edilmiştir. O hadislerden birisi İbn Abbas (r.a.)'dan: "Besmeleyi terk 
    eden Allah'ın kitabından yüz ondört âyet terketmiş olur." Ebu Hüreyre 
    (r.a.)'den: "Resulullah efendimiz 'Fâtihatü'l-Kitab (Fâtiha sûresi) yedi 
    âyettir, bunların başı "Bismillahirrahmanirrahim"dir buyurdu. Ümmü 
    Seleme (r.a.)'den: "Resulullah (s.a.v.) Fâtiha'yı okudu ve "Bismillahirrahmanirrahim 
    elhamdülillahi rabbil âlemîn"i bir âyet saydı. O halde Fâtiha'dan bir 
    âyet değilse, âyetin bir kısmıdır. Bundan dolayı namazda okunması farzdır 
    ve yüksek sesle okunur. İmam Şâfiî gibi Ahmed b. Hanbel hazretlerinden de 
    bu iki hadis arasında tereddütlü iki rivayet vardır.
  Diğer taraftan İmam 
    Mâlik hazretleri Kur'ân'ın her yerinde dahi Kur'ân'dan olduğu açıkça ve tevatür 
    yoluyla belli olacağı, halbuki hakkında değişik görüşler bulunan bir sözün 
    Kur'ân'dan olduğuna hükmedilemiyeceğinden dolayı ve Medine halkının geleneğine 
    dayanarak sûre başlarındaki besmelelerin ne Fâtiha ne de diğer sûrelerden, 
    ne de bütün Kur'ân'dan özel bir parça olmadığına ve Neml Sûresi'ndeki âyetten 
    başkasında besmelenin Kur'ân olmayıp sûreleri birbirinden ayırmak ve teberrük 
    (mübarek sayıldığı) için yazıldığı görüşünü ileri sürmüş ve bundan dolayı 
    namazda ne yüksek sesle ne de gizli okunması uygun olmaz demiştir. Bunun için 
    Mâlikîler namazda besmeleyi okumazlar.
  Hanefîlere gelince, 
    bu mezhebin en sıhhatli görüşü şudur: Sûrelerin başındaki besmele başlı başına 
    bir âyet olarak Kur'ân'dandır. Ve sûrelerin hiç birinin bir parçası olmayarak 
    sûreleri birbirinden ayırmak ve sûre başında teberrük olunması için inmiştir. 
    Gerçekten yukarıda zikredilen karşıt iki değişik görüş ve delil içinde ortaya 
    çıkan kat'î olarak bilinen nokta budur. Madem ki, yukarıda açıklanan şartlar 
    gereğince mushafın her iki kabı arasında Kur'ân'dan başka birşey yazılmadığına 
    dair ittifak vardır; o halde sûre başlarındaki besmeleler de Kur'ân'dandır. 
    Şâfiî'nin ileri sürdüğü delilin kesin iddiası budur. Madem ki besmelenin, 
    başında bulunduğu sûrelerden bir parça olduğunu bildiren açık mütevatir bir 
    delil de yoktur, o halde hiç birinden bir parça da değildir. İşte Mâlikî delilinin 
    kesin iddiası da budur. Bundan dolayı iki delilin birbirine yakın bu noktalarının 
    birlikte ifade ettiği mânâ da; söylediğimiz gibi besmelenin bütün sûrelerden 
    ayrı başlıbaşına bir âyet olmasıdır ki, bu konuyla ilgili değişik "ahad 
    haber"lerden çıkan ortak hüküm de bu olur. O halde Fâtiha gibi, besmelenin 
    her namazda okunması vacip değildir. Fakat gerek namazda ve gerek namaz dışında 
    her Kur'ân okunuşunun ve her önemli işin başında okunması sünnettir. Bunun 
    için namazın her rekatında, kırâetin başında okuruz, ortasında okumayız. Ancak 
    Fâtiha'nın bir parçası olduğu anlaşılmasın diye kırâeti yüksek sesle okunan 
    namazlarda da onu gizli okuruz ve böyle okunmasında bütün hanefîler görüşbirliği 
    içindedirler. İşte böyle seçkin bir âyettir. 
  TAHLİL: Dış görünüşe 
    göre besmele dört kelimedir. Gerçekten ve itibari olarak yedi kelimedir. Çünkü 
    gerçekte nin " "si ile 'in tarif edatları da birer kelimedirler. 
    Hükmen de böyledir. Çünkü Arap dilinde tarif edatlarına hiçbir zaman başlı 
    başına bir kelime hükmü verilmemiş olduğu halde "bâ" hem kendisi 
    bir kelimedir, hem de hazf olunmuş (silinmiş) taalluk ettiği bir fiil ile 
    failini de bildiren üç kelime hükmündedir. Bundan dolayı ile den bileşik bir 
    kelimedir. Bunda kural gibi vasl hemzesi (kelimenin ortasında düşen elif) 
    ile yazılmaktı, fakat besmeleye özgü olarak bu hemze düşürülmüş olup söylendiği 
    gibi yazılır. Ve onun yerine "bi"nin başı uzatılır. Ta ilk asırlardan 
    beri besmelenin başını bir elif uzun yazmak bir hat kuralı olmuştur ki, bu 
    kural kûfî gibi sülüs ve nesih hatlarında da hat üstadlarının bildiği bir 
    husustur. Bunun nüktesi çok kullanılmasından dolayı hafifletmedir diyorlar. 
    Fakat bunda özellikle taalluk-ı visâl kuvvetini ifade etmek gibi manevi nükteler 
    de vardır. Bazı hadislerde rastlanan gibi imalar bundan açık olarak anlaşılıyor. 
    
  Bilindiği gibi, hakiki 
    her ilmin bir tek konusu vardır, Kur'ân'ın hikmet ilminin konusu ise Allah 
    ile kâinat ve özellikle insanlar ve insanların işleri arasındaki ilişki ve 
    bağlantıdır.
  İşte bir ilahlık sıfatı 
    ve kulluk ilişkisi ile özetlenen ve önce Fâtiha'da, sonra bütün Kur'ân'da 
    tedrici olarak açıklanan bu ilişki tamamen besmeledeki nın mânâsıdır. daima 
    bir fiile veya fiile benzeyen bir kelimeye taalluk eden ve onu bir isme bağlayan 
    bir edat, bir cer edatıdır ki, asıl mânâsı yapıştırmaktır. Fakat bu yapıştırmanın; 
    karıştırma ve beraberlik, yardım dileme, pekiştirme için kullanma ve yemin 
    gibi birçok çeşitleri vardır ki, besmelede tefsirciler yalnız beraberlik veya 
    yardım dileme mânâlarından birini gösterirler. Bu bâ'nın bağlacı hazf olunmuştur 
    ki, o anda besmeleyle başlanacak olan fiil olacaktır. Başla, oku, başlıyorum, 
    okuyorum gibi. 
  :"İsim" aslında 
    sözlük anlamıyla bir şeyin zihinde doğmasını sağlayan işaret ve alâmet demektir. 
    Örfte tek başına anlaşılır bir mânâya delalet eden kelime diye tarif edilir 
    ki, o mânâya veya onun dışta veya zihinde gerçekleşen asıl şekline müsemmâ 
    denilir. Yaygın görüşe göre, ismin aslı "sümüv = yücelik" maddesidir. 
    "Vesm = damgalama"den olması da mümkündür. Fakat çoğulu "esma" 
    veya "esâmî" gelir ve bunlar tamamen dilimize mal olmuş kelimelerdir. 
    Sıfatlar da aslında ismin kısımlarındandır. Bunun için isimler özel isim veya 
    cins ismi veya umuma delalet eden isim diye kısımlara ayrıldığı gibi zat ismi 
    veya sıfat ismi diye de birbirinden ayrılır. Yüce Allah'ın Esmâ-i Hüsnâ'sında 
    bu farkın önemi vardır. İsim, aslında "ad" ve "nam" ile 
    eşanlamlı olmakla beraber dilimizde biz bunları ince farklarla kullanırız. 
    "Ben bu işi falan kimse namına yapıyorum." yerinde "falancanın 
    adına veya ismine yapıyorum" diyemiyoruz. Aynı şekilde "insan bir 
    isimdir" deriz de "bir addır, bir namdır" demeyiz. Öyle zaman 
    olur ki "o adamın adı" yerine "o zatın ismi" demeyi tercih 
    ederiz. 
  : "Allah" 
    gerçek ilâhın özel ismidir. Daha doğrusu zat ismi ve özel ismidir. Yani Kur'ân 
    bize bu en yüce ve en büyük zatı, eksiksiz sıfatları ve güzel isimleriyle 
    tanıtacak, bizim ve bütün kâinatın ona olan ilgi ve alâkamızı bildirecektir. 
    Bundan dolayı Allah diye adlandırılan en büyük ve en yüce zat kâinatın meydana 
    gelmesinde, devamında ve olgunlaşmasında bir ilk sebep olduğu gibi "Allah" 
    yüce ismi de ilim ve irfan dilimizde öyle özel ve yüce bir başlangıçtır. Yüce 
    Allah'ın varlığı ve birliği kabul ve tasdik edilmeden kâinat ve kâinattaki 
    düzeni hissetmek ve anlamak bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda telafisi 
    imkansız olan bir acıdan ibaret kalacağı gibi "Allah" özel ismi 
    üzerinde birleştirilmeyen ve düzene konmayan ilimlerimiz, sanatlarımız, bütün 
    bilgiler ve eğitimimiz de iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığımızı silip 
    süpüren, dağınık fikirlerden, anlamsız bir toz ve dumandan ibaret kalır. Bunun 
    içindir ki, bütün ilimler ve sanatlar küçük küçük birer konu etrafında bilgilerimizi 
    düzenleye düzenleye nihayet son düzenlemede bir yüksek ilim ile bizi bir birlik, 
    huzuruna yükseltmek için çalışır durur. Cisim konusunda madde ve kuvvet ile 
    hareket ve durgunluk oranında, birleştirilemeyen bir tabiat ilmi; uzaklık, 
    yer ve zamana göre, nicelik kavramında toplanmayan bir matematik ilmi; bilim 
    mefhumunda cisim ve ruh oranında toplanmayan bir psikoloji ilmi; dış dünya 
    ve zihine göre doğruluk mefhumunda toplanmayan bir mantık ilmi; iyilik ve 
    kötülüğe oranla güzellik ve çirkinlik mefhumunda toplanmayan bir ahlâk; nihayet 
    nedensellik oranında ve varlık mefhumunda toplanmayan bir hikmet ve felsefe 
    bulamayız. Varlık mânâsını düşündürtmeden, nedensellik oranının gerçek olduğunu 
    kabul ettirmeden bize en küçük bir gerçek bildirebilen hiçbir sanat yoktur. 
    Şu, şunun için vardır. İşte bütün ilimlerin çalıştığı gaye budur. Varlık, 
    gerçeklik, nedensellik ilişkileri, bütün ilim ve sanatlara hakim olan düşünme 
    ve doğru olduğunu kabul etmek prensipleridir. Nedensellik, sebebin müsebbebi 
    ile bağlantısı, orantısı ve kalıcılığı kanunu, asrımızda bütün ilimlere hakim 
    olan en büyük kanundur. Bunun için nedensellik alanında birleştirilemeyen 
    hiçbir ilim bulamayız. Bu oran ise, sebep denilen bir başlangıç ile müsebbeb 
    denilen bir sonuç arasındaki ilişkileri anlatır ve bütün kâinatın düzeni dediğimiz 
    şey de işte bu yegâne ilişkidir. Bundan dolayı biz sebep ve sonuç açısından 
    varlığı düşünüp doğrulamadan bu bağlantının tam olduğunu düşünemeyiz ve doğrulayamayız. 
    Sonra bu tasdikimiz de doğrudur diye zihnimiz ile gerçeğin uyum ve ilişkisini, 
    üzerine kurduğumuz hakkın hakikatına dayandırmazsak, bütün emek ve çabalamalarımızın, 
    bütün anlayışlarımızın, yalan, asılsız ve kuruntudan ibaret bir seraba dönüşeceğine 
    hükmederiz. Halbuki o zaman böyle hükmedebilmek de bir gerçeği itiraf etmektir. 
    Bundan dolayı insan doğruyu inkar ederken bile onun doğru olduğunu kabul mecburiyetinden 
    kurtulamaz. Mümkün olan gerçekler üstünde varlığı zaruri olan Hakk, gerek 
    ilmimizin, gerek varlığımızın ilk başlangıç noktası ve ilk sebebidir. Ve "Allah" 
    onun ismidir. İnsan üzerinde etkili olan ve insanı kendine çeken hiçbir şey 
    düşünülemez ki, arkasında Allah bulunmasın. 
  Yüce Allah varlığı 
    zaruri olan öyle bir zattır ki, gerek nesnel ve gerek öznel varlığımızın bütün 
    gidişatında varlığının zaruretini gösterir ve bizim ruhumuzun derinliklerinde 
    herşeyden önce Hakk'ın zatına ait kesin bir tasdikin var olduğu inkâr kabul 
    etmez bir gerçektir. Hatta bizim varlığımızda bu yüce gerçeğe basit ve öz 
    ve sınırsız bir ilişkimiz, bir manevi duygumuz vardır. Ve bütün ilimlerimizin 
    temeli olan bu gizli duygu; sınırlı duygularımızın, anlayışlarımızın, akıllarımızın, 
    fikirlerimizin hepsinden daha doğru, hepsinden daha kuvvetlidir. Çünkü onların 
    hepsini kuşatıyor. Ve onları kuşattığı halde O'nun zatı sınırlandırılamaz 
    ve bu âlem O'nun kudret ve kuvvetinin bir parıltısıdır. Durum böyle iken biz 
    birçok zaman olur ki, dalgınlıkla kendimizi ve varlığımızın geçirdiği zamanları 
    unuturuz. Ve çoğunlukla yaptığımız hataların, sapıklıkların kaynağı bu gaflet 
    ve dalgınlıktır. Böyle kendimizden ve anlayışımızın inceliklerinden dalgınlığa 
    düştüğümüz zamanlardır ki, biz bu gizli duygudan, bu ilk anlayıştan gaflete 
    düşeriz ve o zaman bunu bize aklımız yolu ile hatırlatacak ve bizi uyaracak 
    vasıtalara ve delillere ihtiyaç duyarız. Kâinat bize bu hatırlatmayı yapacak 
    Allah'ın âyetleri (işaretleri) ile doludur. Kur'ân, bize bu âyetleri, kısa 
    ve özlü sözlerle hatırlattığı ve bizi uyardığı için bir ismi de "ez-Zikr"dir. 
    Allah'ın hikmeti de bize buradan birçok mantıkî, akla uygun ve ruhî delilleri 
    özetleyiverir. Diğer taraftan biz o gizli duygunun diğer sınırlı ve belirgin 
    duygularımız gibi içimizde ve dışımızda ortaya çıkma ve kesintiye uğrama anlarıyla 
    sınırlı bir şekil kazanmasını ve bu şekilde varlıkların parçalarının gözle 
    görülen şeyler gibi anlayışımızın sınırına girecek bir şekilde açıklanmasını 
    arzu ederiz. Bu arzunun hikmeti, O'nun tecellisindeki süreklilikte duyulan 
    bir görme lezzetidir. Fakat bunda bilgisi ve kuvvetiyle herşeyi kuşatan Allah'ı, 
    yaratılmış varlıklara çevirmeye çalışmak gibi imkansız bir nokta vardır ki, 
    nefsin gururunu kıracak olan bu imkansız nokta birçok insanı olumsuz sonuçlara 
    ulaştırabilir. O zavallı gururlu nefis düşünemez ki, bütün kâinatın o ilk 
    başlangıç noktasına açık, anlaşılabilir, başı ve sonu belli olan bir sınır 
    çizmek, görünen eşyada olduğu gibi bir kesinti anına bağlıdır. Mümkün olmayan 
    böyle bir kesinti anında ve noktasında ise bütün his ve bütün varlık kökünden 
    kesilir ve yok olur. Öyle bir tükenme ise apaçık bir his ve anlayışa varmak 
    değil, yokluğa karışmaktır. Aklî delillere böyle bir gaye ile bakanlar ve 
    Allah'ın görünmeyen ve görünen bütün varlıkları kuşatan sonsuz tecellisi karşısında 
    nefislerinin gururunu kırmayarak şuhûd zevkinden mahrum kalanlar "Allah'ı 
    aradım da bulamadım." derken, sanat ve felsefe adına zarara uğradıklarını 
    ilan etmiş olurlar. Allah'ı sezmek için kalp ile doğru ve yanlışı birbirinden 
    ayıran gözü ve ikisi arasındaki farkı ve ilişkiyi belli bir oranda idrak edebilmelidir. 
    
  İşte "Allah" 
    yüce ismi, bütün duygularımızın, düşüncelerimizin ilk şartı olan öyle derin 
    ve bir tek gizli duygunun, görünen ve görünmeyen varlıkların birleştikleri 
    nokta olan bir parıltı halinde, hiçbir engel olmaksızın doğrudan doğruya gösterdiği 
    yüce Allah'ın zatına delalet eden, yalnızca O'na ait olan özel bir isimdir. 
    Yani bu isim önce zihindeki bir mânâ ve ikinci olarak o vasıta ile Allah'ın 
    zatının ismi ise özel bir isimdir. Zihindeki bir mânâ olmayarak yalnızca ve 
    bizzat belli zatın ismi ise bir özel isimdir. Birincisinde kelimeden anlaşılan 
    mânâya, mânâdan gerçeğe geçeriz ve ismi bu mânâ ile tanımlarız. Mesela Allah, 
    bütün sıfat-ı kemâliyyeye (eksiksizlik ve olgunluk vasıflarına) sahip bulunan, 
    varlığı zaruri olan zatın ismidir. Yahut hakkiyle tapılacak olan yüce zatın 
    ismidir, deriz. İkincide bizzat bulunan gerçeğe intikal ederiz. Bu şekilde 
    o gerçekten kendimizde hiçbir pay yoksa Allah isminden gerçekte yine kendisinden 
    başka birşey anlayamayız. Bize göre isim ile, isimlendirilen varlık aynıdır. 
    Fakat o gerçekten kendimizde herhangi bir tarz (üslub) ile bir pay bulabilirsek 
    isim ile kendisine isim verileni birbirinden ayırırız ve bu iki şekilde de 
    Allah'ı isbat etmeye ihtiyaç duymayacağız. Fakat bu isimden bir mânâ anladığımız 
    ve o mânâyı gerçekte bir mahiyete delalet için vasıta olarak kabul ettiğimiz 
    zaman o gerçekten bizzat bir payımız olmasa bile bu isimden birşey anlarız. 
    Fakat o şeyin varlığını isbat etmeye ihtiyaç duyarız. Bundan dolayı isim, 
    isbat etmeden önce konulmuş bulunursa o gerçeğin özel ismi olursa da alem 
    ismi olamaz. Fakat isbat edildikten sonra konmuş ise bizzat alem ismi olur. 
    Mesela anadan doğma körler için "ülker" ismi ancak bir özel isim 
    olabilir, görenler için ise bir alem ismidir. Normal dilde özel isim ile alem 
    isminin farkı aranmazsa da ilim dilinde bunlar arasında fark vardır. İşte 
    bu sebeplerden dolayı yüce Allah için zat ismi ve alem ismi mümkün müdür, 
    değil midir? diye bilginler arasında derin bir tartışma vardır. Fazla uzatmamak 
    için şu kadar söyleyelim ki, üç tecelli algılanır. Zatın tecellisi, sıfatın 
    tecellisi, eserlerinin tecellisi. İsimlerinin tecellisi de bunlardan biri 
    ile ilgilidir. Zat isminin, zatın tecellisini ifade eden bir isim olması gerekir, 
    çünkü sıfat tecellisini ifade eden isimlere sıfat isimleri, eserlerin tecellisini 
    ifade eden isimlere fiil isimleri denilir. Zat, sıfat ve eserleri ile de vasıta 
    ile tecelli ettiği gibi bizzat tecelli etmesi de bizce mümkündür. En azından 
    kendine tecellisi mümkündür ve alem olan zat ismine bu da yeterlidir. Ve biz 
    bunu bütün isimlerde esas olarak bildiğimiz için Allah'ın isimleri tevkîfîdir 
    yani Cenâb-ı Hakk'ın vahiy yoluyla bize bildirmiş olduklarından ibarettir, 
    diyoruz. Bundan dolayı zat isminin mefhumu olan bir özel isim veya mefhumu 
    olmayan bir şahıs ismi olması aslında mümkündür ve bizim için yeterlidir. 
    
  Şu kadar var ki; biz 
    kendimize zatın tecellisi meydana gelmeden alem ismini koyamayız. Nitekim, 
    yeni doğan çocuğa, onu görmeden koyduğumuz isim, henüz bir özel isimdir ve 
    bu durumda duyduğumuz alem isminden de yalnız bir ismin tecellisini anlarız 
    ve o zaman isim ile kendisine isim konulan varlık birleşir. Fakat bunu sıfat 
    isimleri ve fiil isimleri ile yorumlaya yorumlaya nihayet eserlerin tecellisine 
    ve ondan sıfatın tecellisine ve ondan zatın tecellisine ereriz. Her söz başlangıçta 
    bir ismin tecellisini anlatır, Kur'ân da bize yüce Allah'ı önce isminin tecellisi 
    ile anlatıyor: v.d. Bundan dolayı Kur'ân'a başlarken doğrusu hiçbir düşünce 
    ile meşgul olmayarak önce Allah'ın ismini bir zat ismi (özel isim) olarak 
    alacağız. Râhman ve Rahim vasıflarını da bu ismi kısaca yorumlayarak bu iki 
    vasıfla ona bir genişlik kazandırıp mânâsını zikredeceğiz ki, bu mânânın kısacası, 
    en mükemmel ve katmerli bir rahmetin alanı ve yayılma noktasının başlangıcı 
    olacaktır. Sonra yavaş yavaş bu isimler ile bu mânâyı açıklayarak ortaya çıkaracağız 
    ve o zaman yerlere, göklere sığmayan Allah'ın zat isminin kalbimizde yaratılıştan 
    saklı olan tecellilerini görmeye başlayacağız. İsimlerin tecellisinden eserlerin 
    tecellisine geçeceğiz, kâinatı dolaşacağız, eserlerin tecellisinden sıfatların 
    tecellisine ereceğiz, görünmeyenden görünene geçeceğiz. Görünen alemle ilgili 
    zevkimiz arttıkça artacak, o vakit zatın tecellisi için sevgi ve neşe ile 
    çırpınacağız, bütün zevkler, lezzetler, bütün ümitler, bir noktada toplanacak; 
    bazen gözyaşlarını döküp yüreklerimizi ezen günah yükünü yıkacağız, bazen 
    vuslat rüzgarı esecek, mutluluk ve hoşnutluk ile kendimizden geçeceğiz. Nihayet 
    "Ey huzura eren nefis! Razı olmuş ve kendisinden razı olunmuş olarak 
    Rabbine dön! (Benim sevgili kullarım arasına sen de gir ve cennetime gir!)" 
    (Fecr, 89/27-30) daveti gelecek, yüce Allah'ın ziyafetinde sonsuza dek O'nun 
    cemalini seyretmeye dalıp kalacağız. "O gün bazı yüzler ışıl ışıl parlar, 
    Rabbine bakar." (Kıyamet, 75/22-23). 
  "Allah" zat 
    ismini, özel isim olarak düşünebilmek için, Allah'ın selbî ve subutî bütün 
    zat sıfatları ile fiilî sıfatlarını bir arada tasavvur etmek, sonra da hepsini 
    bir bütün olarak topluca ele almak ve öyle ifade etmek gerekir. Bundan dolayı 
    bu da şu şekilde ifade edilmiştir: "O zat-ı vâcibü'l-vücûd ki, bütün 
    kemâl sıfatlarını kendisine toplamıştır." Sadece "zat-ı vacibu'l-vücûd" 
    demek de yeterlidir. Çünkü bütün kemal sıfatlarını kendisinde toplamış olmak, 
    varlığı zaruri demek olan "vacibu'l-vücûd"un bir açıklamasından, 
    niteliğinin belirlenmesinden ibarettir. 
  Bunun bir özeti de 
    "Hakkıyla mabud = Hakiki ilâh, gerçek Tanrı" mânâsıdır. Arapça'da 
    bu mânâ belli ve bilinen tanrı demek olan "el-İlâh" özel ismi ile 
    özetlenmiştir. "Hâlik-ı âlem = Kâinatın yaratıcısı" veya "Hâlik-ı 
    Küll = Herşeyin yaratıcısı" mânâsı ile de yetinilebilir. Bunları yüce 
    Allah'ın isim ile veya sözle tanımlanması olarak alabiliriz. Biz her durumda 
    şunu itiraf ederiz ki, bizim "Allah" yüce isminden duyduğumuz (anladığımız) 
    bir mânâ, bu mânâların hepsinden daha açık ve daha mükemmeldir. Bundan dolayı 
    bu özel ismin, bir alem isim olması kalbimize daha yakındır. Gerek özel ismi, 
    gerek şahıs ismi olan "Allah" yüce ismi ile Allah'tan başka hiçbir 
    ilâh anılmamıştır. "Sen O'nun bir adaşı olduğunu biliyor musun?" 
    (Meryem, 19/65) âyetinde de görüldüğü gibi, onun adaşı yoktur. Bundan dolayı 
    Allah isminin ikili ve çoğulu da yoktur. O halde ancak isimlerinin birden 
    çok olması caizdir. Hatta özel ismi bile birden çok olabilir ve değişik dillerde 
    yüce Allah'ın ayrı ayrı özel isminin bulunması mümkündür. Ve İslam'a göre 
    caizdir. Bununla beraber, meşhur dillerde buna eşanlamlı bir isim bilmiyoruz. 
    Mesela Tanrı, Hudâ (Farsça) isimleri "Allah" gibi birer özel isim 
    değildir. İlâh, Rab, Mabud gibi genel anlam ifade eden isimlerdir. Hudâ, Rab 
    demek olmayıp da "Hud'ay" kelimesinin kısaltılmışı ve "vâcibu'l-vücûd 
    = mutlak var olan" demek olsa yine özel isim değildir. Arapça'da "ilâh"ın 
    çoğulunda (âlihe); "rabb"in çoğulunda (erbâb) denildiği gibi Farsça'da 
    "hudâ"nın çoğulunda "hudâyân" ve dilimizde tanrılar, ma'bûdlar, 
    ilâhlar, rablar denilir. Çünkü bunlar hem gerçek, hem de gerçek olmayan ilâhlar 
    için kullanılır. Halbuki "Allahlar" denilmemiştir ve denemez. Böyle 
    bir kelime işitirsek, söyleyenin cahil olduğuna veya gafil olduğuna yorarız. 
    Son yıllarda edebiyatımızda saygı maksadıyla özel isimlerden çoğul yapıldığı 
    ve örneğin "Ebussuudlar, İbni Kemaller" denildiği bir gerçek ise 
    de; Allah'ın birliğine delalet eden "Allah" yüce isminde böyle bir 
    ifade saygı maksadına aykırı olduğundan dolayı hem gerçeğe, hem de edebe aykırı 
    sayılır. Bu yüceliği ancak yüce Allah, (biz) diye gösterir. Halbuki Tanrı 
    adı böyle değildir, mabud ve ilâh gibidir. Hak olmayan mabudlara da "Tanrı" 
    denilir. Fakat bu bir cins ismidir. Allah'a şirk koşanlar birçok tanrılara 
    taparlardı. Falancaların tanrıları şöyle, falancalarınki şöyledir denilir. 
    Demek ki "Tanrı" cins ismi "Allah" özel isminin eş anlamlısı 
    değildir, daha genel anlamlıdır. Bundan dolayı "Allah ismi" "Tanrı 
    adı" ile terceme olunamaz. Bunun içindir ki, Süleyman Çelebi Mevlidine 
    "Allah" adıyla başlamış, "Tanrı adı" dememiştir ve o bahrin 
    sonunda "Birdir Allah, andan artık tanrı yok." diyerek tanrı kelimesini 
    ilâh karşılığında kullanmıştır. Bu açıklamanın tamamlanması için bir kelime 
    daha söylemeye ihtiyaç duyuyoruz. Fransızca "diyö" kelimesi de ilâh, 
    tanrı kelimeleri gibi bir cins ismidir, onun da çoğulu yapılır, onu özel isim 
    gibi büyük harf ile göstererek kullanmak gerçeği değiştirmez. Bunun için Fransızlar 
    tevhid kelimesini terceme edememişler, monoton tercemesinde "Diyöden 
    başka diyö yok." diyorlar ki "İlâhtan başka ilâh yok." demiş 
    oluyorlar; meâlen tercemesinde de "Yalnız diyö, diyödür." yani "yalnız 
    ilâh ilâhtır." diyorlar. Görülüyor ki, hem ilâh, hem Allah yerinde "diyö" 
    demişler ve Allah ismi ile ilâh ismini birbirinden ayıramamışlardır; ve ikisini 
    de özel isim gibi yazmalarına rağmen "diyö" ancak "ilâh" 
    kelimesinin tercemesi olmuştur. Bu ise ilk bakışta laf kalabalığı ve anlamsız 
    bir söz gibi görünmekte, aynı kelimeleri önce olumsuz yapmak sonra olumlu 
    kılmak, görünürde bir çelişki örneği arzetmektedir. "Diyöden başka diyö 
    yok, yalnız diyö diyödür." demek görünürde ya bir haşiv (boş söz) veya 
    çelişkidir. Halbuki diyen öyle demiyor; "Allah'tan başka Tanrı yoktur." 
    diyor ve asla içinde çelişki ve tutarsızlık olmayan açık bir tevhid (birleme) 
    söylüyor. Bundan başka Fransızca'da "diyö"nun özel isim olabilmesi 
    Allah'ın, Hz. İsa'nın şahsında cesed ve şahıs şekline girme düşüncesine dayanır. 
    Bu noktalardan gafil olanlar "diyö" kelimesini Allah diye terceme 
    ediyor ve hatta "Allah" dediği zaman bu terceme diliyle "diyö"yu 
    söylüyor. 
  Tefsirciler, " 
    " özel isminin dil tarihi açısından incelemesine çalışmışlar ve dinler 
    tarihi meraklıları da bununla uğraşmışlardır. Bu araştırmada başlıca gayeler 
    şunlardır: Bu kelime aslında Arapça mı? Değil mi? Başka bir dilden mi alınmıştır? 
    Üzerinde düşünülmeden söylenmiş bir söz mü? Türemiş mi, türememiş bir kelime 
    mi? Tarihi nedir? Bunlara kısaca işaret edelim: 
  İşin başında şunu itiraf 
    etmek gerekir ki bilgimiz, gerçekten ibadete layık olan Allah'ın zatını kuşatmadığı 
    gibi özel ismine karşı da aynı şekilde eksiktir. Ve Arapça'da kullanma açısından 
    " " (Allah) yüce ismine benzeyen hiçbir kelime yoktur ve bunun aslını 
    göstermek imkansızdır. Dil açısından buna delalet eden bazı hususları da biliyoruz. 
    
  Önce Hz. Muhammed (s.a.v.)'in 
    peygamberliği asrında bütün Araplar'ın bu özel ismi tanıdığı bilinmektedir. 
    Kur'ân-ı Kerim de bize bunu anlatıyor: "Andolsun onlara: 'Gökleri ve 
    yeri kim yarattı?' diye sorsan, elbette 'Allah' derler." (Zümer, 39/38), 
    Bundan dolayı şimdi bizde olduğu gibi o zamanda bu ismin, Arap dilinin tam 
    bir malı olduğundan şüphe yoktur. Sonra bunun Hz. İsmail zamanından beri geçerli 
    olduğu da bilinmektedir. Bu itibarla da Arapça olduğu şüphesizdir. Halbuki 
    Kur'ân'dan, bu yüce ismin daha önce varolduğu da anlaşılıyor. Bundan dolayı 
    Hz. İbrahim'den itibaren İbrânice veya Süryânice gibi diğer bir dilden Arapça'ya 
    geçmiş olduğu üzerinde düşünülüyor ve bu dillerden Arapça'ya geçtiği görüşünü 
    ileri sürenler oluyor. Fakat Âd ve Semud hikayelerinde ve daha önce yaşamış 
    olan peygamberlerin dillerinde de yalnız anlamının değil, bizzat bu özel ismin 
    de dönüp dolaştığını anlıyoruz ve İbrânî veya Süryanî dillerinin de mutlak 
    surette Arapça'dan önce olduğunu da bilmiyoruz. Bunun için kelimenin Arapça'da 
    daha önce kökten ve katıksız Arap olan ilk devir Araplarına kadar varan bir 
    tarihi bulunduğu açıktır. Bundan dolayı "İsrail, Cebrail, Mikail" 
    kelimeleri gibi İbrânice'den Arapça'ya geçmiş yabancı bir kelime olduğunu 
    zannetmek için bir delil yoktur. 
  İkincisi; Arap dilinin 
    aslında, Arapça olmayan bazı yabancı kelimeler hakkında dikkatli olmayı gerektiren 
    birtakım özel incelikler vardır ki, bunlarla bir kelimenin aslını incelemek 
    mümkün olur. 
  Bu açıdan bakılınca 
    " " (Allah) yüce isminin, o dilde benzeri olmayan bir kullanılış 
    şeklinin bulunduğunu görürüz. Bir görüşe göre, başındaki "el" en-Necm, 
    el-ayyuk v.s. gibi kelimeden ayrılması caiz olmayacak şekilde kelimeden ayrılmayan 
    bir belirleme edatı gibidir. Hemzesi, sözün başında bulunduğu durumda üstündü, 
    sözün ortasında başka bir kelime ile birleştiği zaman "Vallah, Billah, 
    İsmüllah, Kâlellah" v.s. gibi yerlerde söylenişte veya hem telaffuzda 
    hem yazıda hazf olunur (düşürülür). Diğer bir görüşe göre de "el" 
    belirleme edatı değildir. Çünkü birine çağırma halinde "" diye hemze 
    sabit kalabiliyor ve bir de "Yâ eyyühe'l-kerim" gibi çağırma edatı 
    ile çağırılan isim arasında gibi ayıran bir kelime eklemeye gerek kalmıyor. 
    Halbuki "el" belirleme edatı olsaydı böyle olmayacaktı. 
  Eğer "el" 
    belirleme edatı ise kelime herhalde başka birşeyden nakledilmiştir ve yüce 
    Allah'a isim olarak verilmesi ikinci bir kök sayesinde mümkündür. Fakat bunun 
    başlangıçta Arap dilinde diğer bir isimden veya sıfattan alınmış olması mümkündür 
    ve aslolan budur. Belirleme edatı "el" kalkınca da "lâh" 
    kalır. Gerçekten Arapça'da "lâh" ismi vardır. Ve Basralı alimlerin 
    büyük bir kısmı bundan nakledildiğini söylemişler. "Lâh" gizlenme 
    ve yükselme mânâsına fiilinin masdarı olduğu gibi bundan "ilâh" 
    anlamına da bir isimdir ve bundan "lâhüm", "lâhümme" denilir. 
    Bir Arap şairi: "Ebu Rebâh'ın bir yemini gibi, Allah'ım onu büyükler 
    işitir." demiş. Aynı şekilde Peygamber Efendimiz'in dedesi Abdülmuttalib 
    Fil vak'asında Kâbe kapısının halkasına yapışarak; "Ey Allah'ım! Kul 
    kendi evini korur, Sen de evini koru! onların haçı ve hilesi düşman olarak 
    senin tedbirine galip gelmesin!" diye Allah'a yalvarmıştı. (Bkz. Fîl 
    Sûresi Tefsiri) . 
  Şu halde "lâh" 
    isminin başına "el" getirilerek "Allah" denilmiş ve özel 
    isim yapılmış demektir. Bazıları ise daha ileri giderek Arapça "lâh" 
    isminin Süryânice olduğu söylenen "lâha" isminden Arapça'laştırılmış 
    olduğunu zannetmişlerdir. Çünkü Belhli Ebu Yezid "lâh" Arapça olmayan 
    bir kelimedir demiştir. Çünkü, Yahudiler ve Hristiyanlar "lâha" 
    derler. Araplar bu sözcüğü alıp değiştirerek "Allah" demişler, bunun 
    gibi "lâhüm" ile ilgili olarak İbrânice'de "elûhim" vardır. 
    Fakat tarih açısından Arapça'daki "lâh" mı öncedir, yoksa Süryanice'deki 
    "lâha" mı öncedir? Bunu tesbit etmek mümkün olmadığı gibi iki dil 
    arasında böyle bir kelimede ilişkinin bulunması, birinin diğerinden nakledildiğine 
    mutlak surette delil olamaz. Eğer arka arkaya gelme yoksa her ikisinin daha 
    önce bulunan bir ana dilden yayıldığını kabul etmek daha uygun olur. Ve bunu 
    destekleyen delil de vardır. Çünkü Allah kelimesinin Arapça'daki kullanılışında 
    hiçbir yabancı dil kokusu yoktur. Sonra "lâh, lâhüm" her ne kadar 
    Arapça dışındaki bir dilden nakledilmiş olsalar bile "Allah" "el" 
    takısı "lâh" ile birleştirilerek ondan alınmış olsaydı onun hemzesinin 
    nida (çağırma) halinde yerinde kalmasına dilin kuralı müsaade etmezdi. Bunun 
    içindir ki, birçok dil bilgini ve bunların içinde Kufeliler, Allah kelimesinin 
    "lâh"dan değil, "ilâh" cins ismi ile eş anlamlı olan "el-ilâh"dan 
    nakledilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu şekilde ilâhın hemzesi hazf edilmiş 
    ve "el" belirleme edatının hemzesi onun yerine konmuş ve belirleme 
    lâmı da "en-Necmü, Es-Sa'ku" gibi kelimenin ayrılmaz bir parçası 
    olmuştur. Bundan dolayı, aslına göre başındaki hemze, cümle içinde hazf ve 
    başka bir harf yerinde kullanıldığına işaret edilerek de nida (çağırma) halinde 
    düşmemiştir. "İlâh" kelimesi de aslında ilâhet, ulûhet, ulûhiyet 
    gibi ibadet mânâsı ile veyahut serbest olma mânâsı ile veyahut kalbin huzura 
    ermesi ve rahat olması mânâsı ile veyahut korku mânâsı ile ilgili olarak "me'luh" 
    yani kendisine ibadet edilen, yahut akılların hayret ettiği, yahut kalplere 
    rahatlık ve iç huzuru veren yahut sıkıntıdan, korkudan kurtaran demek olur 
    ki, "mabud" (kendisine tapılan)'da bu mânâların hepsi var gibidir. 
    "Allah" da ise gerçekten bu mânâların hepsi vardır. Zemahşerî, Kâdı 
    Beydâvî gibi birçok büyük araştırmacı bu incelemeyi kabul etmişlerdir. Buna 
    göre "lâh" kelimesinin de aslı "ilâh"dır. (nâs) ve (ünâs) 
    kelimeleri gibi. Gerçekten çoğulunda hep "âlihe" deniliyor ki, Arap 
    dilinde masdar ve küçültme ismi gibi, çoğullar da kelimenin aslını gösteren 
    delillerdendir 
  Özetle dilde bu iki 
    incelemeye göre Allah'ın ismi büyük türeme ile türeyen bir Arapça isimden 
    nakledilmiş ve onun asıl mânâsını ihtiva etmiştir. Hem de aslı ve kendisi 
    Arapça'dır. Bu arada bazılarının zannına göre aslı Arapça değil, fakat Arapça'ya 
    nakledildikten sonra sırf Arapça'dır. 
  Nahiv âlimi tefsirci 
    Endülüslü Ebu Hayyan diyor ki: Bilginlerin çoğuna göre; " " yüce 
    ismi hemen söylenmiş bir sözdür ve türememiştir. Yani ilk kullanıldığında 
    yüce Allah'ın özel ismidir . İmam Fahreddin Râzî de "Bizim seçtiğimiz 
    görüş şudur: Allah kelimesi yüce Allah'ın özel ismidir ve aslında başka bir 
    kelimeden türememiştir. İmam Halil b. Ahmed ve Sibeveyh, usul alimleri ve 
    İslam hukukçularının hepsi bu görüştedirler." diyor. Gerçekten çağırma 
    kipinde Allah kelimesinin başındaki hemzenin düşmeyişi ve araya bir şey girmeden 
    çağırma edatı ile birleşmesi bu hemzenin, kelimenin aslından olduğunun bir 
    delilidir. Bundan dolayı "el" belirleme edatı değildir. Ancak kullanmayı 
    kolaylaştırmak için çoğunlukla bu edat gibi kullanılmıştır ve Allah kelimesinin 
    sonuna tenvin getirilmemiştir. Gerçi hemzenin hazf edilmesi, kelimede kalmasından 
    daha çoktur ve daha fazladır. Fakat " = yâ" ile " = el" 
    belirleme edatları bir araya gelmedikleri ve bundan dolayı "yennecmü" 
    v.s. denilemeyip (Yâ eyyühennecmü), yâ hâze'l-Harisü, yâ eyyühennâsü gibi 
    araya veya gibi kelimeler konduğu halde (yâ Allah) diye hemzenin yerinde kalması 
    ile yetinilmesi ve sonra bu kelimenin Allah'tan başka hiç kimse için asla 
    kullanılmamış bulunmasından dolayı "en-Necmü, en-nâsü ve'l-ünâsü" 
    cinsinden olmadığını gösterdiğinden kelime ve mânâ itibariyle bu özelliğin 
    tercih edilmesi gerekmiştir. 
  Özetle " " 
    ismi türemiş veya başka bir dilden Arapça'ya nakledilmiş değildir. Başlangıçtan 
    itibaren özel bir isim olarak kullanılmıştır. Ve yüce Allah'ın zatı bütün 
    isimler ve vasıflardan önce bulunduğu gibi " " ismi de öyledir. 
    Allah ismi ulûhiyyet (ilâhlık) vasfından değil, ilâhlık ve mabudiyet (tapılmaya 
    layık olma) vasfı ondan alınmıştır. Allah, ibadet edilen zat olduğu için Allah 
    değil, Allah olduğu için kendisine ibadet edilir. Onun "Allah"lığı 
    tapılmaya ve kulluk edilmeye layık olması kendiliğindendir. İnsan puta tapar, 
    ateşe tapar, güneşe tapar, kahramanlara, zorbalara veya bazı sevdiği şeylere 
    tapar, taptığı zaman onlar ilâh, mabud (kendisine tapılan) olurlar, daha sonra 
    bunlardan cayar, tanımaz olur, o zaman onlar da iğreti alınmış mabudiyet ve 
    tanrılık özelliklerini kaybederler. Halbuki insanlar, ister Allah'ı mabud 
    tanısın, ister mabud tanımasınlar, O bizzat mabuddur. O'na herşey ibadet ve 
    kulluk borçludur. Hatta O'nu inkar edenler bile bilmeyerek olsa dahi ona kulluk 
    etmek zorundadırlar. Araştırma mantığına göre iddia edilebilir ki, özel isimler 
    kısmen olsun cins isimlerinden önce konulur. Daha sonra bir veya birkaç niteliğin 
    ifade ettiği benzeme yönü ile cins isimleri oluşur. Bundan dolayı her özel 
    ismin bir cins isminden veya nitelikten alınmış olduğu iddiası geçersiz sayılır. 
    
  Üçüncüsü: Denilebilir 
    ki, yukarıda açıklanan kullanma tarzından, " " yüce isminin Arap 
    dilindeki özelliği ve bundan dolayı bir özel isim olduğu anlaşılıyor. Fakat 
    böyle olması diğer bir dilden alınmış olmasına neden engel sayılsın? Allah'ın 
    isimlerinin birden çok olmasının caiz olduğu da önce geçmişti. Gerçekten deniliyor 
    ki İbranice'de "iyl" Allah demektir. Çünkü Kâdı Beydâvî ve diğer 
    tefsircilerde bile "İsrail" Allah'ın seçkin kulu veya Abdullah mânâsına 
    tefsir edilmiştir ki, hemzenin hazf edilmesi ile "isrâl" ve yâ'ya 
    çevirilmesi ile "İsrayil" şeklinde de okunur. Diğer taraftan Süryanice'de 
    "lâha", Arapça'da "lâh" da varmış. Bundan dolayı Arapça'da 
    bu iki ismin birleştirilmesi ile "illah" terkibinden "Allah" 
    özel ismi vazedilmiş olduğu hatıra gelir ki; "Allah" ilâh meâlini 
    hatırlatır ve "ilâhü'l-âlihe" (ilâhların) mabudların Allah'ı mânâsını 
    ifade eder.
  Fakat böyle bir mantık 
    ilişkisi, gerçeğin böyle olduğuna delalet etmez. Böyle olsaydı mutlaka dil 
    bunu bize bildirirdi. Çünkü her şeyden önce kelimenin ucme ve özel isim olmasından 
    dolayı gayri munsarif ve belki mebni olarak kullanılması gerekirdi. Çünkü 
    Ba'lebek, İsrail, Cebrail, İbrahim, İsmail ve benzeri özel isimlerin hepsi 
    gayri munsarifdirler. Halbuki " " ismi mureb ve munsariftir. İkincisi, 
    hemzenin hazf edilmesi durumuna uygun ise de hemzenin sabit kalması durumuna 
    uygun değildir. Çünkü Arapça'da "il" hemzenin kesri ile okuna geldiği 
    halde "Allah"da hemze üstün ile okunur. Ve doğrusu "îl" 
    "ilah" mânâsınadır. Çünkü " = ili" diye müzaf (tamlanan) 
    oluyor. Sonra îl, Allah demek ise ve ondan alınmış olsaydı "il lâh" 
    diye bir terkip düşünmeğe ne ihtiyaç kalırdı? Kısacası, Allah isminin diğer 
    bir dilden alınmış veya türemiş olduğunu bu şartlar altında belirlemek mümkün 
    değildir. Ve bu yüce isim, lisan açısından da adının sahibi gibi, bir ezeliyet 
    perdesi içindedir. Ve bütün bunlardan en basit bir mânâ edinmek için söylenecek 
    söz, hayret ve büyüklüktür. Allahu ekber! 
  : "er-Rahmân"; 
    Bu da yüce Allah'a mahsus bir isimdir. Bunun özel bir mânâsı vardır. Fakat 
    zat ismi değil, sıfat ismidir. Hem vasıflanarak hem vasıflanmadan kullanılır. 
    Bundan dolayı katıksız isim ile katıksız sıfat arasında bir kelimedir. Bunun 
    için cer edatı ile geçişli olmaz, fiil gibi amel yapmaz. "Buna rahmandır." 
    denilmez. Fakat izafetle (tamlama ile) "Dünya Rahmânı" gibi amel 
    eder. Böyle olması bu kelimenin fiil sıfatı değil, zat sıfatı olduğunu gösterir. 
    Ve böyle sıfatlara sıfat-ı galibe (üstün sıfat) ismi verilir. Aslında içerdiği 
    niteliğe sahip olan her şahsı nitelemek uygun olduğu halde o sıfatla seçkin 
    olan özel bir kişi için kullanılması çokça görüldüğünden yalnız onun sıfatı 
    olarak kullanılmış demektir. Üstünlük bir derece daha kuvvet bulunca isim 
    olarak da kullanılır ki, Rahmân böyledir. Ve bu üstün gelme ya gerçekten veya 
    varsayım şeklinde olur. Eğer önce genel olarak kullanılmışsa ve daha sonra 
    bir şeye tahsis edilmesi gerekmişse "gerçek anlamıyla"; eğer önce 
    genel olarak kullanılması bizzat meydana gelmemiş de dil ile ilgili bir kural 
    gereğince ise "varsayım anlamıyla" denilir. 
  er-Rahmân) ismi de 
    varsayım tarafı ağır basan ve yalnızca Allah için kullanılan bir özel isimdir. 
    Çünkü dil açısından (rahm) ve (rahmet)ten türemiş ve sürekli ve pek fazla 
    acıma mânâsına gelen bir sıfat-ı müşebbehe kipidir ki çok merhametli, çok 
    rahmet sahibi mânâsına bir sıfattır. Böyle olunca da bu sıfat kimde bulunursa 
    ona (er-Rahmân) demenin kıyas yoluyla mümkün olması lazım gelir. Halbuki hiç 
    böyle kullanılmamış, rahmeti sonsuz, ezelî ve gerçek anlamda nimet veren bir 
    mânâya tahsis edilmiş olduğundan dolayı başlangıçtan itibaren yüce Allah'tan 
    başkasına Rahmân denilmemiştir. Ancak yalancı peygamber Müseylimetü'l-Kezzâb'a 
    bir defa haddini aşan yağcı bir şair lâmsız olarak "Sen rahmân olmaya 
    devam ediyorsun." tabirini kullanmış ve buna rağmen (er-Rahmân) dememiştir. 
    Böyle olduğu halde İslâm dini açısından değil, dil açısından bile bu şairin 
    hata ettiği belirtilmiştir. Din açısından ise şairin yanlış bir ifade kullandığı 
    haydi haydi sabittir. Öyle ise mutlak surette "Rahmân" yüce Allah'a 
    ait bir sıfat ismidir. Bundan dolayı aslında sıfat olması itibariyle çok rahmet 
    sahibi, pek merhametli, çok merhametli, gayet merhametli veya sonsuz rahmet 
    sahibi diye tefsir edilebilse de özelliğinden, isim olmasından dolayı tercemesi 
    mümkün olmaz. Çünkü özel isim terceme edilmez. Özel isimlerin terceme edilmesi 
    onların değiştirilmesi demektir ve dilimizde böyle bir isim yoktur. Bazılarının 
    Rahmân'ı "esirgeyici" diye terceme ettiklerini görüyoruz. Halbuki 
    "esirgemek" aslında kıskanmak, yazık etmek mânâsınadır. "Benden 
    onu esirgedin." denilir. Sonra kıskanılanın korunması, saklanması tabiî 
    olduğundan esirgemek, onun gereği olan korumak mânâsına da kullanılır. "Beni 
    esirgemiyorsun." deriz ki, "Beni korumuyorsun." demektir. Fakat 
    "Bana merhamet etmiyorsun." gibi, "bana esirgemiyorsun" 
    denilmez. Bundan dolayı esirgeyici aslında "kıskanç" demek olacağından 
    Rahmân'ın gelişigüzel bir tefsiri de olmamış olur. Elemlenmek, acı duymak 
    demek olan acımaktan "acıyıcı" da tatsız ve kusurludur, kuru bir 
    acımak merhamet değildir. Merhamet, acı felaketini ortadan kaldırmak ve onun 
    yerine sevinç ve iyiliği koymaya yönelik olan bir iyilik duygusudur ki dilimizde 
    tamamen bilinen bir kelimedir. Biz merhametli sıfatından anladığımız tatlı 
    mânâyı öbürlerinden tam olarak anlayamayız ve hele pek merhametli yerinde 
    "acıyıcı, esirgeyici" demeyiz. Bunun için eskilerimiz burada "yarlığamak" 
    fiilinden "yarlığayıcı" sıfatını kullanırlardı. "Rabbim rahmeti 
    ile yarlığasın", "rahmetinle yarlığa ya Rabbi!", "Rahmetinle 
    yarlığa kıl ya gani (zengin)" gibi ki, bu kelimeyi hafifleterek "yarlamak" 
    ve "yarlayıcı" denildiği de olmuştur. Ve aslında "yar (dost) 
    muamelesi yapmak" demektir ki, merhametin sonucudur. Fakat "yarlığayıcı" 
    da isim değil sıfattır. Özetle Rahmân "pek merhametli" diye noksan 
    bir şekilde tefsir olunabilirse de terceme olunamaz. Çünkü "pek merhametli", 
    ne yalnız Allah için kullanılan bir sıfattır, ne özel isimdir, "Rahim" 
    demek de olabilir. Sonra yüce Allah'ın rahmeti, merhameti; bir kalb duygusu, 
    psikolojik bir meyil mânâsına gelen bir iyilik duygusu değildir. Fâtiha sûresi 
    tefsirinde açıklanacağı üzere iyiliği kasdetmek veya sonsuz nimet verme mânâsınadır. 
    Dilimizde de rahmet bu mânâ ile bilinir, fakat bu ilgiden dolayı "Rahmân" 
    ismini "Vehhâb = çok bağışlayan" ismi ile karıştırmak da uygun olmaz. 
    Vehhâb, Rahmân gibi özel isim değildir. Bundan dolayı Rahmân, Vehhâb veya 
    Afüvv (çok affeden) mânâlarına gelen "bağışlayıcı" sıfatı ile de 
    terceme edilemez. Bu ismi ezberleriz ve tercemesi ile değil, tefsiri ile rahmet 
    mânâsından anlamağa çalışırız. 
  : "er-Rahîm" 
    de sıfat-ı müşebbehe veya mübalağa ile ism-i fâil olarak ikinci bir sıfattır. 
    İki sıfatın farkının daha açık olması için burada ikincisi daha uygundur ki 
    "çok merhamet edici" demek olur. Bu da yüce Allah'ın sıfatlarından 
    biridir. Fakat yalnız sıfat olarak kullanılır, mevsufsuz (nitelenen olmadan) 
    tek başına kullanılmaz. Bundan dolayı Rahmân gibi sıfât-ı gâlibe (genellikle 
    sıfat olarak kullanılan kelime) ve özel isim olmayıp Allah'dan başkası için 
    de kullanılabilir ve fiil amelini yapar. Başındaki belirleme edatı da bilinen 
    zat içindir. Şu halde sıfat terkibindeki kelimelerin ilki yalnız isimdir, 
    ikincisi hem isim, hem sıfat, üçüncüsü yalnız sıfattır. Üç kelimeden oluşan 
    sıfat, özel isimden umumî mânâya doğru açılmıştır. Ve bu iki sıfat, "Allah" 
    zat ismine kalbimizde anlam kazandırmıştır. Bunlar, Allah'ı görmenin ilk cemâl 
    tecellileridir. 
  Görüyoruz ki; (Rahmân, 
    Rahîm) ikisi de rahmet masdarından mübalağa (pek çokluk) ifade eden birer 
    sıfat olmakla beraber aralarında önemli farklar vardır. Bu farkları göstermek 
    için müfessirler epeyce açıklamada bulunmuşlardır. Biz şu kadarıyla yetineceğiz: 
    Yüce Allah'ın Rahmân oluşu, ezele (başlangıcı olmayışa), Rahim oluşu ise lâ 
    yezale (ölümsüzlüğe) göredir. Bundan dolayı yaratıklar, yüce Allah'ın Rahmân 
    olmasıyla başlangıçtaki rahmetinden, Rahim olmasıyla da sonuçta meydana gelecek 
    merhametinden doğan nimetler içinde büyürler ve ondan faydalanırlar. Bu noktaya 
    işaret etmek için dünyanın Rahmân'ı, ahiretin Rahîm'i denilmiştir. Aslında 
    yüce Allah, dünyanın da, ahiretin de hem Rahmân'ı, hem de Rahîm'idir. Ve bu 
    tabir de eski âlimlerden nakledilmiştir. Fakat her ikisinde öncelik itibariyle 
    Rahman, sonralık itibariyle Rahim olduğuna işaret etmek için dünya Rahmân'ı 
    ve ahiret Rahîmi denilmiştir ki, "hem müminlerin, hem kâfirlerin Rahmân'ı, 
    fakat yalnız müminlerin Rahîm'i" denilmesi de bundan ileri gelmektedir. 
    "Allah müminlere karşı çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." (Ahzâb, 
    33/43). 
  Bu hususu biraz açıklayalım: 
    Rahmân, yüce Allah'ın bir özel ismi olduğundan dolayı ezeli ve ölümsüzlüğü 
    içine alır. Bundan dolayı, bu cins rahmet, merhamet ve nimet vermenin kullardan 
    ortaya çıkması düşünülemez. Rahim ise yalnız Allah'a ait olmadığından sonsuzluğu 
    gerektirmez. Ve bundan dolayı böyle bir merhametin ve nimet vermenin kullar 
    tarafından da yapılması düşünülebilir. Demek Rahmân'ın rahmeti bir şarta bağlı 
    değil iken, Rahîm'in rahmeti şarta bağlıdır, şarta bağlı olarak gerçekleşir. 
    
  Rahmân olmanın Allah'a 
    mahsus olması ve ondan başkasına ait bir özelliği ilgilendirmemesi ve ancak 
    izafet ile amel etmesi, bütün âlemlerde bir şeyi şart koşmadan genel bir mânâ 
    ifade eder. Yüce Allah Rahmân olduğu için ezelî rahmeti umumîdir. Her şeyin 
    ilk yaratılışı ve icadında almış olduğu bütün fıtrî kabiliyet ve ihsanlar 
    Allah'ın Rahmân oluşundan kaynaklanan izafî oluşlardır. Bu itibarla içinde 
    rahmet izi bulunmayan hiçbir varlık düşünülemez. Fakat varlıkların ilk yaratılışları 
    yalnız Allah vergisi ve cebrîdir. Yani hiç kimsenin çalışması ve seçimi ile 
    değil, yalnız Rahmân'a dayanmakla meydana gelir. Taşın taş, ağacın ağaç, insanın 
    insan olması böyle zorlayıcı bir rahmetin eseridir. Bu görüş açısından kâinattaki 
    her şey Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur. Bundan dolayı Allah'ın Rahmân oluşu 
    bütün varlık için güven kaynağı ve hepsinin ümididir. Göğünden yeryüzüne, 
    gökcisimlerinden moleküllere, ruhlardan cisimlere, canlısından cansızına, 
    taşından ağacına, bitkilerinden hayvanlarına, hayvanlarından insanlarına, 
    çalışanlarından çalışmayanına, itaat edeninden isyan edenine, mümininden kâfirine, 
    Allah'ın birliğine inananından Allah'a şirk koşanına, meleklerinden şeytanına 
    varıncaya kadar âlemlerin hepsi Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur ve bu itibarla 
    korkudan kurtulmuştur. Fakat bu kadarla kalsa idi, ilim ile bilgisizliğin, 
    hayat ile ölümün, çalışma ile boş durmanın, itaat etme ile isyan etmenin, 
    iman ile küfrün, nankörlük ile şükrün, doğru ile eğrinin, adalet ile zulmün 
    hiç farkı kalmamış olurdu. Ve böyle olsaydı kâinatta iradeyi gerektiren iş 
    ve hareketlerden hiçbir iz bulunmazdı. İlim ve irade ile, çalışma ve çabalama 
    ile ilerleme ve yükselme imkanı ortadan kalkardı ve o zaman hep tabiî olurduk, 
    tabiatçılardan (Natüralistlerden), cebriyecilerden olurduk. Hem kendimizi, 
    hem de Allah Teâlâ'yı yaptığı şeylerde mecbur görürdük. Tabiatı, rahmetin 
    gereğine mahkum tanırdık. Çünkü ne onun, ne bizim irade ve seçme hürriyetimizden 
    bir iz bulamazdık, duyduğumuza gidemez, bildiğimizi işleyemez, arzularımızın 
    yanına varamazdık, bütün hareketlerimizde bir taş veya bir topaç gibi yuvarlanır 
    durur veya bir ot gibi biter, yiter giderdik. Ahlata armut, idris ağacına 
    kiraz, limona portakal, Amerikan çubuğuna çavuş üzümü aşılayamazdık; tarlamıza 
    ekin ekemez, ekmeğimizi pişiremez, rızıklarımızı, elbisemizi ve diğer ihtiyaçlarımızı 
    sanatlar ve ustalıklar (meslekler) vasıtası ile elde edemezdik; göklere çıkmaya 
    özenemez, cennetlere girmeye çare bulamazdık; hayvan gelir, hayvan giderdik. 
    Bu şartlar altında ise Allah'ın Rahmân oluşu mutlak bir kemâl olmazdı. Bundan 
    dolayı yüce Allah'ın kendi irade ve istediği şekilde davranmasını göstermesi 
    ve onun bir eseri olarak irade sahibi varlıkları yaratması ve onları güzel 
    irade ve isteklerine göre terakki ettirerek rahmetinden nimet içinde büyümeleri 
    ve ondan faydalanmaları ve aksi takdirde ise kötü irade ve çalışmalarına göre 
    nimetlerden mahrum etmekle, onları elem ve ceza ile cezalandırması, o iradelerin 
    toplamının kendi iradesi ile uyum ve ahengini sağlaması ve onlara da rahmetinden 
    bir pay vermesi hikmet gereği olurdu. İşte tabiata ait bir hikmetin değil, 
    ilâhî bir hikmetin eseri olan bu mükemmellik gerçeğinden dolayı yüce Allah, 
    Rahmân olmasından başka bir de Rahim olmakla vasıflanmış ve Rahmân oluşunun 
    rahmeti kendisine ait iken Rahim olmasıyla rahmetinden irade sahiplerine de 
    bir pay vermiştir. Ana kuşlar, Rahmân'ın bir eseri olan yaratılıştan var olan 
    içgüdüleri ile yavrularının başında kanat çırpar, ahlâklı insanlar da Rahim 
    olma etkisiyle hayır işleri üzerinde acıma ve şefkatle yarışırlar. Bitkilerin, 
    hayvanların anatomisi ve uzuvlarının faydalarıyla ilgili ilimlerde Allah'ın 
    Rahmân oluşunun nice inceliklerini görür, okuruz. Ahlâk ilminde, insanlık 
    hayatının olgunluk sayfalarında, peygamberlerin, velilerin menkıbelerinde 
    büyük insanların biyografilerinde de iradeyle ve çalışılarak kazanılan işlerde 
    Rahîmiyetin etkilerini okuruz. Başlangıçta çalışana, çalışmayana bakmadan 
    varlık âlemine göndermek ve o şekilde idare etmek Rahmân oluşun bir rahmetidir. 
    Daha sonra çalışanlara çalıştıkları maksatlarını da ayrıca bağışlamak Rahîm 
    oluşun bir rahmetidir. Demek ki; Rahmân oluşun rahmeti olmasaydı biz yaratılamazdık, 
    yaratılıştan sahip olduğumuz sermayeden, Allah'ın bağışladığı zaruri yeteneklerden, 
    en büyük nimetlerden mahrum kalırdık. Allah'ın Rahim oluşundan gelen rahmeti 
    olmasaydı yaratılıştan var olan kabiliyet ve ilk yaratılış durumundan bir 
    adım dahi ileri gidemezdik, nimetlerin inceliklerine eremezdik. Allah'ın Rahmân 
    oluşu mutlak ümitsizliğe, genel ümitsizliğe imkan bırakmayan bir mutlak ümit, 
    bir ezeli lütufdur. Allah'ın Rahim oluşu ise; özel ümitsizliğin cevabı ve 
    özel emel ve maksatlarımızın, çabalama ve faaliyet göstermemizin zamanı ve 
    sorumluluğumuzun mükafatı olan bir arzunun sebebidir. Demek ki, Allah'ın Rahmân 
    oluşunun karşısında dünya ve ahiret, mümin ve kâfir eşit iken Rahim oluşunun 
    karşısında bunlar açık bir farkla birbirinden ayrılıyorlar. Yani "Bir 
    bölük cennette, bir bölük de ateştedir." (Şûrâ, 42/7) oluyor. 
  İşte dünya ve ahiretin 
    Rahmân'ı ve ahiretin Rahîm'i, yahut mümin ve kâfirin Rahmân'ı, müminin Rahîm'i 
    denilmesinin sebebi budur. Rahmetli Şeyh (Muhammed) Abduh'un lügatta bu mânâlara 
    işaret yoktur zannetmesiyle eski alimlerin bu terimlerle gösterdikleri farkları 
    ihmal etmesi doğru değildir. Çünkü "Rahmân" lügatte de Allah'a ait 
    olan sıfatlardandır ve bir fiille bağlantısı yoktur. Ezelîlik (başlangıcı 
    olmama) bildirir ve başlangıç noktasına bakar. Rahim'de ise bu özellik yoktur 
    ve bir fiille bağlantısı vardır. Demek ki, zevalsizlikte geçerlidir. Rahmân'ın 
    rahmeti, başlangıçta iyiliği dilemeye yönelik Allah'ın zatına ait bir sıfattır. 
    Rahîm'in rahmetinin de sonunda iyilik yapmaya yönelik bir fiilî sıfat olarak 
    kabul edilmesi en güzel görüştür. Şu halde Rahmân ile Rahim, rahmetin değişik 
    birer mânâsını ihtiva etmekle birbirlerinden birer yön ile üstün olmuş oluyorlar. 
    Demek ki Rahmân, Rahim sıfatları yalnız bir pekiştirme (te'kid) için tekrar 
    edilmiş değildirler. Ve her birinin kendine mahsus özel bir mânâsı ve bir 
    mübalağa yönü vardır. Bir taraftan Rahmân'ın rahmeti en üstündür. Çünkü her 
    yaratılmışa izafe olur, diğer taraftan Rahîm'in rahmeti en üstündür. Çünkü 
    öbüründen (Rahmân'dan) daha fazla fiilî bir feyiz ve bereketi içine almakta 
    ve Allah'a vekaleten kullarında da bulunur. Bazı tefsirlerde de buna işaret 
    edilerek Rahmân'ın rahmeti yüce nimetler, Rahim'in rahmeti ise nimetlerin 
    incelikleri ile ilgilidir derler. Rahmân'ın kullanılışı özel, ilgi alanı ise 
    geneldir. Rahîm'in kullanılış alanı genel, ilgi alanı ise özeldir ve işte 
    yüce Allah böyle katmerlenmiş bir rahmet sıfatı ile vasıflanmıştır ve bunlar, 
    insanlardan ümitsizlik duygusunu silmek ve onun yerine sonsuz bir iyimserlik 
    duygusunu kurmak için yeterlidir. Genel bir şekilde istenen iman ve güven 
    duygusunun ruhu da budur. Rahmân, Rahîm olan Allah'ı inkâr eden kâfir istediği 
    kadar ümitsiz olsun, fakat müminin ümitsiz olması için hiçbir sebep yoktur. 
    "Sonuç günahlardan sakınan müttakilerin olacaktır." (Kasas, 28/83). 
    Ve besmeleden alınacak ilk ilâhî feyz bu sevinçtir. 
  BESMELE'NİN TERKİBİ: 
    Besmele görünüşte bir izafet tamlaması ile iki sıfat tamlaması ve başında 
    bir ilgi edatı ilişkisinden birleşmiş, bağımsız bir tam cümledir. Gerçekte 
    ise bu bağlantının ifade ettiği hazfedilmiş ve (mukadder) sözün gelişinden 
    anlaşılan tam bir bağlantı ile gayet kısa, öz ve açık anlamlı tam bir sözdür. 
    " " bir izafet tamlaması, "" bir sıfat tamlaması, " 
    " diğer bir sıfat tamlamasıdır. İsmin Allah'a izafeti, "lâm" 
    veya "min" edatının gizli bulunduğu izafet olabilir ki, birincisinde 
    "Allah'ın ismi", ikincide ise "Allah ismi" demek olur. 
    Birincisinde sıfatlar izafetten önce; Rahmân ve Rahim sıfatları ile vasıflanan 
    "yüce Allah'ın ismi ile" gibi veya izafetten (tamlamadan) sonra; 
    "Yüce Allah'ın ismi ile ki o hem Rahmân hem Rahim sıfatları ile nitelenmiştir." 
    gibi bir mânâ düşünülebilir. Fakat ikincide ( açıklama tamlamasında) "Allah" 
    ismi tamlamadan önce sıfatlarıyla birlikte düşünülüp topluca bir isim gibi 
    zikredildikten sonra isim kelimesini açıklamak için ona müzâfün ileyh (tamlayan) 
    kılınmış olur. Ve bu şekilde zikretme durumunda sıfatlar yalnız lafzın sıfatı 
    olarak zikredilmezler. Ancak irâbı anlatmaktan vazgeçerek ve zat isminin önemini 
    iyice araştırmak için bir izafetin irâbı üç kelimeye dağıtılmış bulunur ki, 
    buna zaruri irâb ismi verilir. (lâm)'ın gizli olduğu izafette "" 
    başlangıç kabul edilir ve mânâ açısından mutlak (kayıtsız) kalır. (min) açıklama 
    ifade eden izafette ise "" kendisinden sonra Rahmân ve Rahîm sıfatları, 
    gelen "Allah" ismi ile açıklanmış olur. Tefsircilerin çoğu birincisini 
    (lâm'ın gizli bulunduğu tamlamayı) tercih ediyorlar. Çünkü onda hem irâb açıktır 
    hem de isimler ve sıfatların mânâsı bizzat kasdedilir. İsim kelimesinin mânâ 
    açısından mutlak (kayıtsız) kalması da işaret yoluyla özel isim ile bağlanmış 
    olur. Bazıları ise Lebid'in "... Gelecek yıla kadar, sonra selam ismi 
    üzerinize olsun" mısraındaki "ismü's-selam" gibi açıklama ifade 
    eden izafeti tercih etmişlerdir. Çünkü mevlid sahibi (Süleyman Çelebi) "Allah 
    adı" derken bunu göz önünde bulundurmuştur. Bundan anlaşılır ki, besmelede 
    " " izafet tamlamasını söyleyenin maksadına göre "Allah'ın 
    ismi" veya "Allah ismi" mânâlarından her birine uygun düşecek 
    şekilde bunlardan biri ile terceme edildiği zaman bu çok mânâlı olması ortadan 
    kalkmaz. Allah özel ismi ve "Rahmân" özel sıfatının da tercemelerinin 
    -değiştirmek ve bozmak olacağından mümkün olmadığını göstermiş idik. 
  İşte iki sıfat ilgisi 
    ile bir tamlama ilgisinden oluşan terkibi başındaki " = b" edatı 
    ile dolaylı bir nesne veya bir hal meydana getirip gizli bir fiil cümlesinin 
    failine bağlanarak tam ve tafsilatlı bir sözün beliğ (düzgün ve sanatlı söz) 
    ve kısaltılmışı olmuştur. Burada hazf edilmiş (gizlenmiş) olan fiil besmele 
    çeken kimsenin teşebbüs edeceği okurum, yazarım, yerim, içerim, kalkarım, 
    otururum, başlarım v.s. gibi bir fiildir. Herhangi bir kimse başlamak üzere 
    olduğu maksadını kalbinde gizleyerek besmeleyi çeker ve Allah'ın ismini işinin 
    başına ara vermeden yapıştırabilir. İşte bu genel faydayı temin etmek için 
    cümlenin iki unsuru olan fiil ve fâil hazf edilmişlerdir. Bu hazf etmeye delâlet 
    eden ipucu " = bi"dir. Konuşan şahsın, durumuna ve yerine göre hazf 
    edilen fiil ve faili belirlemek için ipucu olur. Böyle hazifler Arapça'da 
    çok olduğu gibi dilimizde de vardır. Mesela misafiri uğurlarken "devletle, 
    selametle"; "devlet ve selametle", "şerefle" gibi 
    ve iyi bir gelecek dileyen sözlerle yahut "uğurlar olsun" deriz 
    ki, "gidiniz" fiilini kalbimizde gizleyerek bir kelimeden bile tam 
    ve düzgün bir cümle yaparız ve kendisine hitab ettiğimiz kimse de bunu açıkça 
    anlar. Bunların diğer fiillerde de benzerleri çoktur: "Falan adına", 
    "falan şerefine" ki "yapıyorum", "yiyorum" demek 
    olduğu gibi, aynı şekilde "sıhhat ve afiyetle yiyiniz" demektir.. 
    v.s. İşte besmele de bunlara benzer. Fakat burada hazf edilmiş fiil, besmelenin 
    sonunda var sayılmalıdır. Yani " = bi" bağlı bulunduğu fiilden önce 
    gelmiştir. Gerçi Arapça'da Türkçe'nin tam tersine sözü tamlayan kelimelerin 
    sonradan gelmesi gerekir. "...Rabbinin adıyla oku." (Alâk, 96/1) 
    gibi. Fakat cümlenin son kısmında gelmesi gereken tamamlayıcı unsurları cümlenin 
    baş tarafına getirmek bir önem ve özellik ifade eder. Gerçekten 'deki emir 
    aslında okumaya yönelik olduğu için, cümledeki en önemli unsur okumak iken 
    'de en önemli olan husus, Allah'ın ismini okumak v.s. gibi hususları, girişilecek 
    işten önce zikretmektir. Ve işte bu öne alma, yardımın yalnızca Allah'tan 
    dileneceğini belirtmek ve mânâyı yalnızca ona ait kılmak içindir. Çünkü bilindiği 
    gibi her millet en önemli işine, büyüklüğüne inandığı bir isim ile başlar. 
    Arap müşrikleri de sözlerine veya işlerine "Lât'ın ismi ile", "Uzzâ'nın 
    ismi ile" gibi putlarından birinin ismi ile başlarlardı. İnsanlar arasındaki 
    alış veriş ve diğer işlerde, özellikle açılış törenlerinde ve özel programlarda 
    "falancanın adına, falanın şerefine" gibi bunun değişik örneklerini 
    görürüz. İşte besmelede fiilin cümlenin sonuna bırakılmasıyla Allah'ın isminin 
    öne alınması bütün bunları red etmekle, başlamayı yalnız Allah'ın ismine tahsis 
    etmek içindir ki, "Ne kendim ve ne başkası yani akla gelebilen hiçbir 
    isim ile değil ancak yüce Allah'ın ismi ile şu işime başlarım, başlıyorum." 
    demektir. Bundan dolayı besmele bu şekilde bir de tevhid mânâsını içermiştir. 
    Türkçe açısından ise cümlenin tali unsurlarının fiilden önce ve fiilin tabiî 
    olarak cümle sonunda gelmesi gerekli olduğundan tahsisi anlatma şekli değişir 
    ve "başlarım Allah'ın ismi ile" demek gerekir. Bu anlatım tarzında 
    ise anlatma fiilinin gerçek fiil ile beraber olması temin edilmemiş olur. 
    O halde "Allah'ın ismi iledir ki, başlarım, okurum, kalkarım, giderim." 
    gibi bir anlatım tarzı takdir edilebilirse cümleden bu beraberlik anlaşılır. 
    Fakat hazf edilen fiilin "der ki başlarım" şeklinde olduğuna dilimizce 
    ipucu bulmak zordur. Zikir halinde kısaltmadan anlaşılan bütün faydalar ortadan 
    kaldırılmış ve bayağı bir söz söylenmiş olur. 
  Bu açıklamadan sonra 
    da besmelenin dilimize göre mümkün farz edilebilecek tercemesi şu şekillerden 
    biri olması gerekir: 
  1- Çok merhamet edici 
    bir Rahmân olan Allah'ın ismi ile, (lâm mânâsına olan tamlama)
  2- Rahmân, Rahim olan 
    Allah'ın ismi ile (lâm mânâsına olan tamlama) 
  3- Rahmân-ı Rahîm olan 
    Allah ismi ile (yahut adı ile açıklama tamlaması )
  4- Rahmân Rahim olan 
    Allah adına. 
  Fakat ilk bakışta bu 
    dört şeklin her birindeki "olan" sıfat bağlacı, yanlış bir anlamaya 
    yol açıyor. Çünkü "olmak" fiili dilimizde hem var olma, hem de durumun 
    değişmesi mânâlarında ortak olarak kullanıldığından dolayı; önceden değil 
    imiş de sonradan Rahmân-ı Rahim olmuş, sonradan meydana gelmiş gibi bir mânâyı 
    ifade edebilir. Olan yerine bulunan kelimesini de bağlaç olarak kullanmak 
    iyi olmuyor. Bundan dolayı bu bağlacın düşürülmesi ile; 
  5- "Rahmân, Rahim, 
    Allah'ın ismi ile, veya; 
  6- Rahmân, Rahim Allah 
    ismi ile" demek daha doğru olacaktır. Bunda da Allah zat isminin en önemli 
    olan öne alınmasına riayet edilmemiş ve neticede araya giren fiil ile rahmetin 
    arası açılmış olur. Bundan dolayı Allah ismini sıfatları ile beraber bir isim 
    gibi anlatarak; 
  7- Allah-i rahmân-i 
    rahim ismi ile, veya; 
  8- Allah-i rahmân-i 
    rahîm'in ismi ile, denilirse doğrudan Allah ismi başlangıç yapılmış olacak 
    ve bununla beraber rahmet bağlantısı yine temin edilemeyecektir. Bunu "Allah, 
    rahmân, rahim ismi ile" şeklinde söylemek dilimize göre hepsinden akıcı 
    olacak ise de; bunda da bir teslis şüphesi akla gelebilir. Gerçi ismi ile 
    denilip, isimleri ile denilmemesi bu şüpheyi ortadan kaldırmak için yeterlidir. 
    Ve aynı zamanda isimlerin ve sıfatların birden çok olması zatın birliğine 
    engel değil ise de böyle teker teker saymak şeklinde üç ismin birer zat ismi 
    gibi düşünülmesi hemen akla geleceğinden bunları sıfat "i"si ile 
    birbirine bağlayarak bir kelime gibi okumak daha güvenli olacaktır. Fakat 
    bunda da terkiplerin birbiri ardında gelmeleri kuşkusundan kurtulamayacağız. 
    
  O halde ne tek tek 
    kelimelerini ve ne de terkiplerini tam olarak terceme etme mümkün olmayan 
    ve hele belağat yönlerini, beyan ahengini nakletmek hiçbir şekilde mümkün 
    olmayan, dudaktan başlayıp bütün karnı dolaştıktan sonra yine dudakta sona 
    eren harflerinin tatlı düzeni bile başlı başına mükemmel ve eşsiz olan ve 
    bununla beraber her müslümanın ve her Türk'ün çok iyi bildiği ve az çok anladığı 
    bir vecize anlamı bulunan besmeleyi bir "ile" veya "adıyla" 
    ifade tarzı hatırı için terceme etmeye kalkışmayıp, her zaman aslına göre 
    söylemek ve bu gibi açıklamalar ve tefsirlerle de mânâsını düşünmeye çalışmak 
    kaçınılmaz bir iştir. Bundan dolayı her şeyin anahtarı ve bir tevhid (Allah'ın 
    birliğinin) âyeti olan " " kıymetli ve ahenkli sözünü, Allah'ın 
    birliğine inanan kimseyi müşrik durumuna düşürecek olan mânâsını andıran "esirgeyici 
    bağışlayıcı tanrı adıyla" gibi beğenilmeyen tercemelerle bozmaya özenmekten 
    sakınmaya mecburuz. 
  BESMELE'NİN YÜCE TEFSİRİ: 
    Anladık ki besmeledeki kelimelerin sıralanışında en fazla etkili olan nokta 
    baştaki " = bâ" harfidir. "Ba" harfi sayesinde biz Allah'ın 
    ismine ulaşırız. Bütün varlıkların ve varlıkların gelişmesinin ilk başlangıç 
    noktası ve tek isteği olan "Allah-i rahmân-ı rahîm"in ismini; kalbimizde 
    niyet ettiğimiz ve henüz meydana gelmesini görmediğimiz, yapmayı kasdettiğimiz 
    işimize bağlayarak kelimeleri kısa, mânâsı dünyayı kaplayan bir özlü söz söyleyebilmemize 
    vesile olan ancak bu " = bâ"dır. İşimizde istediğimizi yapmakta 
    ne kadar serbest olursak olalım, yaptığımız şeylerin tam sebebi olmadığımız 
    bir gerçektir. Çünkü bizim isteklerimiz, varlık zincirinin kesin bir ilk sınırı 
    değildir, onun akışı içinde bir değişme anıdır. Ve bunun için biz bütün iradelerimizin 
    istek ve dileklerimizin aksamadan ve sıkıntısız meydana geldiğini görmüyoruz. 
    Demek ki başarılarımız, herşeyin ilk sebebi ile isteklerimiz arasındaki münasebetin 
    bereketine bağlıdır ki, bu bereket başlangıçta Rahmân'a ait, sonunda Rahim'e 
    aittir. Biz ister bilelim, ister bilmeyelim kâinatta bu oran, bu ciddiyet, 
    bu ilişki, bu bağlantı bütünlük arzeden genel bir kanundur ve eşyanın varolması, 
    bu kanunun meydana çıkmasıdır. İşte besmele " =bâ"sı ile bizde bu 
    kanunu anlaşılır hale getiren bir sözlü etkendir. Bu hiss parıltısından kastedilen 
    en son hedef bu varoluş noktasıdır. Bu açıdan besmelenin tefsirinde odak noktası 
    " = bâ"dır ve bundan dolayı besmelenin mânâsı " = bâ"dadır. 
    Bâ'nın sırrı da noktasındadır denilir. Bu hikmete ve bu kanuna işaret etmek 
    içindir ki, Türk şairlerinin övünç kaynağı olan Hâkânî Hilyesi'nde: 
  "Eğer besmele 
    yazılışında uzatılmasaydı hiç eşya cinsi meydana gelir miydi?" demiştir. 
    
  En büyük müfessirler 
    diyorlar ki: " = bâ"nın buradaki bitiştirme mânâsı ya sığınma ve 
    beraberlik veya yardım dilemektir. Yani hafızamızda meydana gelen ilişki "Allah-i 
    rahmân-i rahim" ismine bir sığınma ve beraberlik hissi veyahut isminin 
    ve (Rahman, Rahim) sıfatları ile isimlendirilen ve delalet ettikleri mânâya 
    göre Allah'ın rahmetinden medet ve yardım isteme hissidir ki, birincisinde 
    besmele ibaresi gramer açısından "hal" , diğerinde dolaylı tümleç 
    olur. 
  Merhum Şeyh Muhammed 
    Abduh Fâtiha sûresinin tefsirinde zikretmeye değer bir mânâ daha yazmış ve 
    şöyle demiştir: "Bütün milletlerde ve bu cümleden Arap milletinde de 
    bilindiği gibi birisi bir reis veya büyük bir zat hesabına -ve kendi şahsından 
    bahsetmeden- yalnız onun için bir iş yapmak istediği zaman "falanın adına" 
    der. Ve o zatın ismini söyler ki "O ve onun emri olmasaydı ben bu işi 
    yapmazdım ve yapamazdım." demek olur. Bunun en açık örneğini devlet mahkemelerinde 
    görürüz. Hakimler gerek sözlü hükümlerinin ve gerek ilâmlarının başında "falan 
    hükümdar adına veya falan reis adına" başlığını söylerler. İşte bunlar 
    gibi bir müslüman da "şu işe başlıyorum" derken "Ben bu işi 
    kendim için değil, Allah adına, onun emri ile ve ancak onun için yapıyorum." 
    demiş olur. 
  Bu yoruma göre besmelenin 
    meâli "Rahman Rahim Allah adına" demek oluyor ki, bunun da " 
    = bâ"daki sığınma mânâsıyla ilgisi bulunur. Fakat bunun kısacası başkası 
    adına yapmayı itiraf etmektir. Bir işe başlarken "falan adına" demek 
    "Ben bunu ona isnad ederek, onun yerine, onu temsil ederek, onun bir 
    aleti olarak yapıyorum, bu iş gerçekten benim veya başkasının değil, ancak 
    onundur." demek olur. Bu da vahdet-i vücud düşüncesi ile ilgili bir (fenâ 
    Fillah) durumudur ki, ancak peygamberlik, velilik, hakîm olma ve tasarruf 
    sahibi olma gibi özel manevi makamlarla ilgilidir. Ve bundan dolayı yalnız 
    sûre başlarında bulunmasından dolayı besmelenin bir mânâsı olarak gösterilebilirse 
    de İslâm hukukunun genel olan ve kişinin şahsiyet payını yok etmeye değil, 
    canlandırmaya yönelik bulunan faydalanma ve istifade etme makamlarına tatbik 
    olunamaz. Mesela yemeğe başlarken besmele çekmek sünnettir. Halbuki "Allah 
    adına yemek yiyorum." demek pek hoş değildir. Bunda yalnız "Allah'ın 
    ihsan ettiği yemeği yiyorum." mânâsı anlaşılabilseydi doğru ve uygun 
    olurdu. Fakat yedirmekte değil, yemekte Allah'a vekillik yapmak anlamsız ve 
    edebe aykırı bir söz olur. Hatta "Allah adına ibadet ediyorum." 
    demek de doğru değildir. Çünkü ibadet Allah'a yapılırsa da Allah adına, O'nun 
    yerine değil, kulun kendi vekilliğini kuvvetlendirmek için kendi adına bizzat 
    kendisi tarafından yapılır. Halbuki "Falancanın adına istiyorum." 
    diyen bir vekilin, bir elçinin veya "Falancanın adına hükmediyorum." 
    diyen bir hakimin makamı böyle değildir. Orada kendi şahsiyetinden tecerrüd 
    ederek istekte bulunmasında veya karar vermesinde bir tek vücud gibi olduğunu 
    meydana çıkarır. Mesela o hâkim, bağlı olduğu hükümet başkanının şahsiyeti 
    içinde kendi şahsiyetini eritmekle yetki aldığı kaynağın asıl olduğunu ve 
    onunla bir vücud gibi olduğunu ilan etmiş olur. Bu da peygamberlik, velilik, 
    hikmet sahibi olmak ve manevi güce sahip olmak gibi özel manevi makamlardan 
    birinde bulunan müslümanın çekeceği besmeleye uygun olabilirse de besmele 
    çekilmesi uygun ve müstehab olan her yerde uygulanması mümkün değildir ve 
    bundan dolayı, besmelenin genel bir mânâsı olamaz. 
  Halbuki yukarıda açıklandığı 
    üzere "Bismillahirrahmanirrahim, her kitabın anahtarıdır." "Bismillah 
    ile başlanmayan önemli işlerde başarıya ulaşılmaz." gibi hadis-i şerifler 
    bize besmelenin İslam'a uygun olan her işimizin başında anahtar olabilecek 
    bir genel anlamını hatırlatmaktadır. Bu da tefsir âlimlerinin açıkladıkları 
    iki mânâdan biri olabilir. Bununla beraber Kur'ân'ın, Kur'ân sûrelerinin inişi, 
    okunması ve yazılması açısından bunların başında besmelenin bulunduğunu göz 
    önünde bulundurarak onun mânâsında Şeyh Muhammed Abduh'un yaptığı yorum ve 
    açıklama doğru olduğu gibi, özel yerlerde de kayda değer bir önem taşımaktadır. 
    
  FAYDALI BİR NOT: Besmele 
    çekerken üzerinde durmak noksan ve çirkin, deyip durmak yeterli ve doğru yine 
    yeterli ve doğru. tam bir vakıftır. 
  BESMELE'DEN ÇIKAN HÜKÜMLER: 
    Kur'ân yazarken "Tevbe" sûresinden başka sûre başlarında yazmak 
    farzdır. Hayvan keserken veya ava silahla ateş ederken sadece demek de farzdır. 
    Kasıtlı olarak besmele terk edilirse o hayvanın eti yenmez. Fakat besmele 
    unutulursa bir sakıncası yoktur. "(Kesilirken) üzerine Allah'ın adı anılmayan 
    hayvanlardan yemeyin." (En'âm, 6/121). Bunda ve bu gibi bazı yerlerde 
    denilmemesi sünnettir. Namaz dışında Kur'ân okumaya başlarken sûre başlarında 
    ise demek, (Eûzü-besmele) âlimlerin çoğuna göre sünnettir. Bu cümleden olarak 
    Atâ gibi bazı imamlara göre vacibdir. Yalnız "Tevbe" sûresinde besmele 
    okunmaz. İki sûre arasında ise iki kırâet vardır. Bizim Âsım kırâetinde besmele 
    okumak mendubdur. Kur'ân okumaya başlamak, sûre başından değil de ortasından 
    veya sonundan ise "Eûzü-besmele" okumak mendubdur. Yukarıda açıklandığı 
    üzere namazda biz Hanefilere göre Fâtiha'dan önce gizlice "Eûzü-besmele" 
    okumak sünnet, Şâfiîlere göre gizli veya sesli besmele çekmek farz; Mâlikîlere 
    göre okunmaması mendubdur. İki sûre arasında ise biz Hanefilerce de böyledir 
    (mendubdur). 
  Kırâetten başka diğer 
    önemli ve İslâm'a uygun işlerde veya ile başlamak işin önem derecesine göre 
    ya mendub veya sünnet veya vacibdir. Bu konuyla ilgili uzun uzadıya açıklama 
    kırâet ve fıkıh kitaplarına aittir. İleride konuyla ilgili âyetlerin tefsirlerinde 
    de gerekli açıklamalar yapılacaktır. İstiâze (Eûzü billahi mine'ş-şeytânirracîm 
    demek) konusu, "Kur'ân okumak istediğin zaman kovulmuş şeytandan Allah'a 
    sığın." (Nahl, 16/98) âyetinde; besmeleden daha genel olan tesmiye konusu 
    "Yaratan Rabbinin adıyla oku." (Alâk, 96/1) âyetinde; hayvan keserken 
    besmele okuma konusu da En'âm sûresinde (6/121) inşaallah açıklanacaktır. 
    Neml sûresinde de (27/30) yine besmele ile ilgili açıklama yapılacaktır. 
  ÖZETLE: Lütuf ve ihsanı 
    herkesi ve herşeyi kuşatan Allah (c.c.), büyük dostu şanlı peygamberi Hz. 
    Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'i "Ve Sen büyük bir ahlâk üzerindesin." 
    (Kalem, 68/4) ve "(Ey Muhammed), Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak 
    gönderdik." (Enbiya, 21/107) şereflendirmesiyle bahtiyar kılmak için 
    "Ruh-i emini = Hz. Cebrail'i" ile "hakk-ı mübinini = her şeyi 
    apaçık açıklayan Kur'ân-ı Kerim'i" indirirken herşeyden önce onun seçimine, 
    ıslahına ve terbiyesine önem vermiş. İlâhî yardıma mazhar kılmış ayrıca kendisine 
    bağlılığını göstermek ve ilâhî ismini öne almak sureti ile başlamanın kutsal 
    edebini öğrettiği gibi bunu tatbik etmek için de bütün gönülleri ümidin başlangıcı 
    ve emellerin en son noktası Rahmân olan Allah'ın yardımı ve Rahim olan Allah'ın 
    rahmetini varlık âleminin bütün görüntülerinin en büyük kanunu bulunan ilâhlık 
    ve kulluk ilişkileri altında, apaçık bir dil ile Allah'ın birliğini ifade 
    etme, gayet kısa ve kısa olması ile birlikte son derece derli toplu ve olağanüstü 
    akıcı ve açık bir beyan üslubu içinde özetleyen düsturunu, her şeyin bir anahtarı 
    gibi ihsan etmiş ve sonra bu kanunu ve bu edeb ve terbiyeyi bütün İslâm ümmetinin 
    kitapları, yazıtları, Kur'ân okumaları, nutukları ve diğer önemli işleri ve 
    ihtiyaçlarının başında iktibas edecekleri ve uyacakları kıymetli bir gelenek 
    kılmıştır. Gerçekten Resûl-i Ekrem Efendimiz'in hadis-i şeriflerinde de şöyle 
    buyurulmuştur: "Besmele her kitabın anahtarıdır". Bundan başka "Besmele 
    ile başlanmayan her mühim iş sonuçsuz kalır." Mutlaka Allah Teâlâ'nın 
    ismi ile başlanmayan herhangi bir iş, onun yüce huzuruna sunulamaz, sunulamayınca 
    da sonuçsuz, tamamlanmamış kalır. 
  Demek ki, bize ile 
    Allah kitabının öyle bir anahtarı verilmiştir ki, biz bunda Kur'ân ilminin 
    kısaca konusunu, gayesini bulacağız ve önce Fâtiha'da, ikinci olarak birbirinin 
    ardı sıra Kur'ân'ın bütün sûrelerinde bunun Sidre-i müntehâ'yı geçen manevî 
    sırlarının ortaya çıkmasını etraflıca göreceğiz. Bu manevi sırların görünmesinde 
    Kur'ân'ın sûreleri ve âyetleri arasındaki tertip ve ilişkiler, sade ince ve 
    nazik edebiyatla ilgili bir zevki değil, derin ve geniş bir hikmet ilminin 
    bile hesaba sığmaz tertip ve düzen şekillerini içine almaktadır. O bazı yabancıların 
    zannettikleri gibi, yalnızca gözle görüldüğü şekilde uzun, orta ve kısa yazılma 
    gibi maddi anlamda ve matematiksel niceliklerin ifadesi değildir. Onun içinde 
    sonsuz boyutlarıyla gelişen bir hayatın parçaları ve unsurları arasındaki 
    tabii ve güzel nicelik ve nitelik ilişkilerinden başka, duyarlı bir kulağın 
    güzel ahenklerine, kalblerde uyanan duyguların, sezişlerin çeşitli niceliklerine, 
    akıl ve mantıkla ilgili anlayışların sağlam hikmetlerine uygun düşen, sayılamayacak 
    kadar manevi ilişkiler parlıyor ki, gökteki Ülker yıldızı ile dünyamız arasında 
    genel çekim kanununun özel ilişkisi tamamen ölçülüp ilmî olarak hesaplandığı 
    zaman bile Kur'ân âyetleri arasındaki ilgi ve uyum yine sonsuzluğunu koruyacaktır. 
    "De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsa, Rabbimin 
    sözleri tükenmeden önce deniz tükenir. Yardım için bir o kadarını daha getirsek 
    (yine yetmez)." (Kehf, 18/109). 
  Kur'ân'ın sûreleri, 
    âyetleri rastgele bir tesadüfün veya sadece şairane bir duygunun gücü ile 
    ortaya çıkıvermiş karışık bir divan değil, o baştan başa gibi geniş anlamlı 
    tek bir cümle ve belki fasih bir kelime düzeninde sağlam bir uyum ve çok hikmetli 
    bir beyan ve üslup ile inmiş ilahî bir sözdür. Başında sonunda bulunur. İşte 
    Kur'ân'ın bütün beyan dizisi bu başlangıç ve sonuç arasındaki bağlantıların 
    anlatılması gibi, yüce Allah'tan, görünen ve görünmeyen bütün yaratıklarına 
    ve özellikle insanlara gelen ve insanlardan yüce Allah'a giden varlık ve hayat 
    ilişkilerinin sonsuzluk zevkiyle tadlandırılmış sağlam bir anlatım tarzıdır. 
    Bakınız ve ve hep birer fasih sözdür ki, Hz. Ali'den rivayet edilen bir hadise 
    göre, her hatimde böyle okuruz ve buna (halli mürtehil=dünyadan göçen kimsenin 
    göçü) denilir ki bu bize, ölen kimsenin varlık âleminden ilişkisinin büsbütün 
    kesilmediğini anlatır. Buna bilimsel bir örnek olarak astronomi ilmini gösterebiliriz. 
    Bugün biliyoruz ki; astronomi ilminin bütün konusu, çekim kanununu anlatmaktır. 
    İlim dilinde biz buna ve daha doğrusu bu itibarla "gök cisimleri"ne 
    astronomi ilminin konusudur deriz. Yalnız gök cisimleri ve parçacık yığınları 
    arasındaki karşılıklı ilişkileri anlatan ve genel çekim kanunu adıyla birleştikleri 
    bu yönle biz, kâinatın otomatik hareketlerini, cisimleriyle gezegenlerin birbirini 
    çekmelerini ve itmelerini ve bu arada gökcisimlerinin hareket etmesinden ve 
    durmasından; inme ve yükselmesinden; birbirine yaklaşma ve uzaklaşmasından; 
    çarpışma ve patlamasından meydana geldiğini kabul ettiğimiz kâinatın şekli 
    üzerinde düşünürüz ve gezegenlerimizin durumlarını bir dereceye kadar hesap 
    ederiz. Fakat bununla varlık âlemiyle ilgili bütün kanun ve düzenlerin tamamını 
    kavrayan bir bilgi seviyesine erdiğimizi iddia etmeyiz. Astronomi ilminin 
    konusu dışında kalan daha nice ilim ve fen konuları vardır ki; doğru bir sınıflandırmada 
    astronomi ilmi onların tali bir dalı halinde kalır. O, önce sayısal matematiğin 
    ve araştırma teknikleriyle mantık kurallarına bağlı ilkelerin etkisi altındadır. 
    Bundan dolayı, onun çekimi tam anlamıyla herşeyi kapsayan genel bir çekim 
    değildir. Gerçekten astronomide ne gök cisimlerinin zerreleri veya tek tek 
    parçaları arasındaki atomların çekimi veya tek tek parçaların birbirine tutunmaları 
    ve bütünleşmeleri gibi kimyasal ilişkileri, ne canlılığın gelişmesini anlatan 
    beslenme ve üremesindeki organik çekimi; ne nefsin iyilik ve kötülük arasındaki 
    sevgi ve nefret, şehvet ve öfke gibi meyillerini ve heyecanını anlatan vicdanla 
    ilgili ilişkileri; ne duygusal izlenimleri ve hayal gücüyle elde edilebilen 
    tasavvur ve tasarımları dile getiren ve onları belli sentezlere kavuşturup 
    anlaşılabilir misaller halinde sunan bir özellik görürüz. Madde aleminin kendisinde 
    insan zihninin tasavvur gücü ve düşünce kalıpları ile realiteyi özünden kavrama 
    ve ondaki gerçeklik payını anlama ve anlatma özelliği demek olan bilgi edinme 
    kabiliyetine benzer bir kabiliyet de yoktur. Kısacası mekan içinde mekan, 
    zaman içinde zaman varmış gibi, subjektif ve objektif anlamda mekana ve zamana 
    bağlı olarak meydana gelen bütün olay ve oluşları bir tek anlayış çizgisinde 
    birleştirip bir çırpıda bize sunan, görüleni ve görülmeyeni, duyu alanı içine 
    gireni ve duyular ötesinde kalanı kendi bütünlüğü içinde toplayıp bize ezel 
    ve ebedi bile haber verip bildiren ve sonra varlık ile yokluk, zaruret ile 
    hür seçim arasındaki farkı göstermek için yaratıcı kudretin varlığına açıkça 
    delalet eden mücerred bir irade gücü ile görülmeyen âlemlerdeki varlıkları, 
    görülen âlemdeki varlıklara çeviren ruhun gerek kendi kendisini idrak, gerek 
    dış dünyada olup bitenleri anlayıp sezebilmesinde kendini belli eden manevî 
    çekim kuvvetini, nihayet insanlık âleminde ve toplum hayatında bunların hepsini 
    bir araya getiren toplumsal çekim kuvvetini bir bütün olarak ele alan bir 
    başka kitap bulamayız. Halbuki Kur'ân ilmi, bütün bu değişik çekim kuvvetlerini 
    birer yönüyle içine alıp birleştiren öylesine uyumlu, öylesine bütünleştirici 
    evrensel bir çekim kanunu haline getiren bir anlatım demetidir ki, biz bunda 
    ister küllî, ister cüz'î, ister maddi, ister ruhani bütün varlığın, varoluşuyla 
    ilgili özellikleri kayıtsız şartsız ortaya koyan ve mutlak çekim kuvveti demek 
    olan yaratıcı gücün kanununu, Allah ile varlık ilişkisini, özellikle insanlar 
    arasındaki çok yönlü ilişkilerde O'nun ledünnî tecellilerini bütün incelikleriyle 
    düşüneceğiz. Çok eksik bir düşünce ile ve haksız yere "Evrensel Çekim 
    Kanunu" dediğimiz gök cisimlerinin birbirini çekmesi O'nun âyetlerinden 
    sadece küçük bir örnektir. Gerçekte işin böyle olduğunu göreceğiz. Bu öylesine 
    bütünlük arzeden bir konudur ki, ilimleri sistemleştirmeye çalışan filozoflar 
    ile en büyük edebiyatçıların tarih boyunca ortaya koyabildikleri ortak değerlerin 
    toplamından bile üstündür. En büyük filozofların ve felsefî ekollerin düşünce 
    sistematiği bundaki hikmet düzeninin zamana yansıması, en yüksek edebiyatın 
    renkli parıltıları, bundaki estetik güzelliklerin bir anlık parıltısıdır. 
    Kur'ân'ın nazm-ı celîli, bilimsel düzen ile estetik düzenin kucaklaşıp bütünleştiği 
    bir alandır. Bundan dolayı Kur'ân'ın ortaya koyduğu mantık düzeni, ilim ve 
    sanatın ortaya koyduğu düşünce bütünlüğünden daha sağlam ve daha tutarlıdır. 
    Edebiyatın ortaya çıkardığı değişik renkteki güzelliklerden daha renkli, daha 
    çeşitlidir. Muhkemat ile müteşabihatın böylesine uyum sağlaması ve estetik 
    bir düzen meydana getirmesi ancak yaratılışta görülebilir. "Kur'ân üzerinde 
    derinden derine düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah tarafından değil de bir başkası 
    tarafından indirilmiş olsaydı, onda pek çok çelişki bulurlardı." (Nisâ, 
    4/82). 
  Mesela, astronomide 
    genel çekim kanununun, yalnızca ay, güneş ve dünya üçlüsü arasındaki düzen 
    ve orantısını dahi tam anlamıyla ölçüp aydınlığa kavuşturamamış olan teknolojimiz, 
    elde ettiği verilere dayanarak, ne güneş sisteminde, ne de galaksiler sisteminde 
    ve bunların düzen ve işleyişinde ilme, mantığa ve estetiğe ters düşen hiçbir 
    nokta bulunmadığını bütün gücüyle savunmaktadır. Yaratılışın bu düzeni, bizim 
    gözümüzde nasıl böyle hem zâhir, hem de bâtın ise Kur'ân'ın sûreleri ve âyetleri 
    arasındaki bilimsel, mantıkî ve estetik düzen dahi onun gibi, hatta ondan 
    daha ziyade zahir ve ondan daha ziyade bâtındır. Zahir olması kemalinden, 
    batın olması da sonsuzluğundandır. İşte bundan dolayıdır ki, bir şairimiz: 
    
  "Bikr-i fikri 
    kâinatın çâk çâk oldu, fakat Perde-i ismette kaldı mânii Kur'ân henüz." 
    
  "Kâinatın bâkir 
    fikirleri parça parça oldu. Fakat Kur'an'ın mânâları hâlâ koruma perdesi içinde 
    kaldı." demiştir. 
  Biz mantıkî düşünürken 
    estetiğin ölçülerini, edebî düşünürken de mantığın kural ve ilkelerini feda 
    etmek alışkanlığında olduğumuz için, Kur'ân'daki uyum ve ahengi bütün yönleriyle 
    bir cetvel çizer gibi düşünce yoluyla ölçemiyor isek de o fıtratı yaşarken 
    onun yüce zevkini vecd ile duyabiliriz. Kur'ân da, bu zevki, okuyanlardan 
    ziyade yaşayanlarına ihsan etmek için "Bu, takva ehline hidayettir." 
    (Bakara, 2/1) diye hitap edecektir. Bundan dolayı herşeyden önce gafletimizden, 
    vesvesemizden, şeytanlıklardan arınmak için bütün bilinç gücümüzle Allah'a 
    sığınarak "Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım." diyelim ve o her 
    şeyi çeken kuvveti yaşamak için; "Rahmân ve Rahim Allah'ın adıyla." 
    demek olan besmele anahtarına yapışalım ve bir teşekkür duygusu ile Fâtiha'sından 
    başlayalım.
  Meâl-i Şerifi 
  1- Rahmân ve Rahîm 
    olan Allah'ın ismiyle. 
  2- Hamd o âlemlerin 
    Rabbi,
  3- O Rahmân ve Rahim, 
    
  4- O, din gününün maliki 
    Allah'ın. 
  5- Ancak sana ederiz 
    kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti. (Ya Rab!). 
  6- Hidayet eyle bizi 
    doğru yola,
  7- O kendilerine nimet 
    verdiğin mutlu kimselerin yoluna; o gazaba uğramışların ve o sapmışların yoluna 
    değil. 
  ÂYETLER ARASINDAKİ 
    İLİŞKİLER:
   2- Kur'ân'da 
    sûreler, sûrelerin çoğunda kıssalar, kıssalarda âyetler, âyetlerde kelimeler, 
    kelimelerde harfler ve bütün bunlar arasında açık veya kapalı, sözle veya 
    mânâ ile birçok yönden tam bir uyum ve belli bir düzen vardır ki, bunların 
    tek tek araştırılması ve ayrıntılarının açığa çıkarılması sayısız denilebilecek 
    kadar çoktur ve hemen hemen bütün ilimleri ve sanatları da yakından ilgilendirir. 
    Bu ilimlerin en başta geleni de Nahiv (Dilbilgisi) ve Belağat (sözü yerinde 
    söyleme sanatı) ilimleridir. Kur'ân'ın nazmında cümlenin yapısı, sözün öncesiyle 
    ilişkisi, sözün gelişi ve akışı, anlam ve kavram, söz ile mânâ arasındaki 
    uyum (mutabakat), sözün içeriği ile gereği, ibare, işaret, delalet, iktiza, 
    açıklık ve gizlilik, hakikat, temsil, sarahat, kinaye, îmâ, telmih, mantık, 
    hikmet, maksada uygunluk gibi beyan ilmini ilgilendiren yönleriyle sözün öncelikle 
    kulağa hoş gelmesi ve kolay anlaşılması gözetilmiştir. Ondan sonra da sözün 
    kalbe dolmasını ve etki yapmasını sağlayan fesahat (açık ve anlaşılırlık), 
    tatlılık, düzgünlük, akıcılık, incelik, ölçülülük, çarpıcılık, kolaylık, sanatlılık, 
    yenilik, çok yönlülük, tutarlılık, uyum ve ahenk, dile hakimiyet, üslup, söz 
    ile anlam arasındaki denge, sözü uzatma, az ve öz sözle çok anlam ifade etme 
    ve nihayet kimseyi taklit ve tekrar etmemek demek olan ibdâ ve harikuladelik 
    gibi özellikler açısından, hem söz güzelliğini, hem de anlam derinliğini ve 
    zenginliğini birlikte içine alan pekçok güzellik ve estetik incelik bulunmaktadır. 
    Kısacası, Kur'ân'da kelimelerin asıl dil ve sözlük mânâları açısından delalet 
    ettikleri anlam, akıl ve mantık açısından delalet ettikleri anlam, tabiî zevk 
    ve sezgi açısından delalet ettikleri anlam olmak üzere üç çeşit delaletin 
    bileşkesi olan ve sonludan sonsuza doğru yol alan uyum ve ahengin hissedilebilen 
    ilişkilerini özetle dile getiren inceliklerdir bunlar. İşte bunlar tefsirin 
    ruhunu teşkil eder. Genelde avam için dil açısından sözün mânâya delaleti, 
    alimler için akıl ve mantık açısından delaleti, edebiyatçılar ve estetikçiler 
    ve hikmet ehli olanlar için zevk, sezgi ve fıtrata uygunluk açısından delaleti 
    önem taşır. Terceme ile dil değiştiği için birinci ve üçüncü hususlarda kendiliğinden 
    büyük kayıplar olur. Ayrıca bundan akıl ve mantık açısından söz konusu olan 
    delalet de etkilenir. Bunun için biz bazı yerlerde bu ilişkileri kısaca göstermeye 
    çalışacağız. Çünkü etraflıca anlatmaya insanın gücü yetmiyor. Bundan dolayı 
    da Fâtiha sûresi üzerinde diğer sûrelerden daha fazla duracağız. Fâtiha'da 
    ilk önce iki açıdan kelimeler arasındaki uygunluğu ele alalım. Siyâk, sibâk 
    yani sözün gelişi ve akışı ki, birincisi (sibak) sözün kendinden önceki kelimelerle, 
    ikincisi (siyak) de sözün kendi parçaları ile kendisine ve kendinden sonrasına 
    göre olan uyum ilişkileridir. Besmele, Fâtiha'nın bir kısmı sayıldığına göre, 
    birincisi (sibak) burada söz konusu olamaz, bu olsa olsa âyetin nüzulü (inişi) 
    açısından "Rabbinin adıyla oku." (Alâk, 96/1) âyetiyle ilişkili 
    olur ki, bu da Kur'ân tertibine göre kendisinden sonraki âyetlere ait bir 
    siyak ilişkisidir. Fakat besmele başlı başına bir âyet olduğu için önce onu 
    inceleyelim. 
  SİBAK (Sözün gelişi): 
    Besmelenin bir fiile bağlı olması ilişkisinden başka burada hiç bir şey düşünülemiyeceğinden 
    dolayı genel olarak Fâtiha'nın da besmele ile ilişkisi olduğu bellidir. Besmele 
    ile Fâtiha okuyorum, Fâtiha yazıyorum, hamd ediyorum, Kur'ân'a başlıyorum, 
    v.s. gibi. Fakat bundan başka özel şekilde de kuvvetli ilişkileri vardır. 
    O kadar ilişki vardır ki, besmeleyi Fâtiha'dan bir âyet sayabilirsiniz. İlk 
    önce, nazım ve fâsıla (âyet sonu) ilişkisi, ikinci olarak kelimeler arasındaki 
    ilişkiler, üçüncü olarak özetle onun açıklaması şeklinde çeşitli mânâ ilişkileri 
    vardır. Bir kere besmeledeki rahmetin çekiciliğine karşılık Fâtiha'nın bir 
    teşekkür etme demek olduğu ilk bakışta görülüyor. Bu ise besmele ve Fâtiha 
    arasında gizli ve tam bir bağlantının bulunmasıdır. Sonra Fâtiha besmelenin 
    bir açıklaması, ve mânâlarının açığa çıkmasıdır.
  Şöyle ki: Besmele, 
    gerçekten ve itibari olarak yedi kelimeden oluşmuştur. Bunlardan dört tanesi 
    başlıbaşına birer kelime olup üçü Allah'ın ismidir. Bu terkibin tamamı ise 
    bir kısmı zikredilen, bir kısmı da sözün gelişinden anlaşılan ve gizli bulunan 
    iki taraf ile bir bağlaçdan " = bâ" edatı, yani müteallik (ilişiği 
    olan), müteallak (kendisine bağlanan) ve ilişki vasıtası olan üç kısımdan 
    birleşen tam bir söz idi. Buna karşılık Fâtiha, yedi âyet, başlı başına dört 
    söz, üç tam vakf (durak)dan birleşen tam bir söz düzeninde güzel bir sûredir 
    ki; bu üç tam vakfdan birincisi üç âyetle bir cümle olarak birinci tarafı, 
    ikincisi iki cümle ile bir tevhid âyeti olarak ortadaki bağlama ilişkisi, 
    üçüncüsü yine üç âyetli bir cümle olarak, son kısmını meydana getirmiştir. 
    Ve bu şekilde Fâtiha, besmele gibi ve onunla bir cinsten olan bir söz şeklindedir. 
    
  Mânâya gelince: Besmele 
    bize bir tamlama bağı, iki sıfat bağı ve başında bir bağlantı harfi ile sonunda 
    gizli olan tevhidi içeren tam bir bağlantı veriyordu. Orada özel (isim)den 
    genel mânâya doğru yayılan (genişleyen) isim ve sıfatı zikredilmiş iken biz 
    ezelde (başlangıcı olmayan bir zamanda) olduğumuz gibi fiillerimiz ile beraber 
    saklı ve gizli idik. Daha doğrusu Allah var, biz yoktuk. "Allah vardı, 
    onunla birlikte hiçbir şey yoktu." Çünkü ondan önce bu ilişki ile Allah'a 
    ait olmaya sarılmamıştık. dediğimiz zamandır ki, bu bağlantı meydana gelmiş 
    ve Fâtiha'da Allah'a teşekkür etmekle birlikte varlık aleminde ortaya çıkmamıza 
    sebep olmuştur. 
  Gerçekten Fâtiha bir 
    teşekkür (cümlesi) ile başlıyor ve bizi gizli, ilahî bir ilişki ile başlangıçta 
    kâinatın içinde varlık sahasına atıyor ve o sırada Rahmân ve Rahim bir daha 
    tecelli ediyor ve gerçekleri tebliğ etmekle bir iki ıslah döneminden sonra 
    ilahî bir mükellefiyetin gereğini sezecek kadar idrakimizi terbiye ederek 
    ve konuşmayı öğretmek sureti ile iyilikte bulunarak Allah'ı ve kendimizi tanımak 
    için bizi yoktan var ediyor ve işte o zaman Allah'ın birliğine "Yalnız 
    sana ibadet ediyoruz ve sadece senden yardım diliyoruz" diye bir bey'at 
    anlaşması yaptırmak üzere bize konuşma hakkı veriyor. Ve biz de bütün sosyal 
    vicdanımızla konuşarak söze başlayıp bu anlaşmayı yapıyor ve o bağlantı ilişkisini 
    böyle ezelî bir rahmet ile zevalsiz bir sosyal ve hukukî sözleşmeyi yapıyoruz 
    ve o vakit bizim de "neste'în" (yardım diliyoruz) derken biz de 
    bir irademizin, bir şeyi istemeye hak ve yetkimizin olduğunu anlıyoruz ve 
    derhal duası ile Allah'ın huzurunda yer alarak sonuna kadar söylüyoruz. Bu 
    şekilde ezeldeki (başlangıcı olmayan zaman) ve besmeledeki gizli (mânâ), Fâtiha'da 
    ve şimdiki zamanda konuşan biri olarak ortaya çıkıyor da ezelî zâhir olan 
    görünmüyor ve sonunda bizim idrakimizde ve konuşmamızda hazır olması ile merkezimizde 
    ve çevremizde bir muhatab olarak hazır bulunuyor. işte ezeli ve sonsuz bütün 
    hayat dengeleri bunun içindedir. Basit birkaç cümle gibi görünen Fâtiha, yaratılışın, 
    yaratanın, yaratıkların bütün sırlarını toplayan bir kanun-i küldür, (genel 
    ve temel ilkedir). Baş tarafındaki üç âyet ile sonundaki üç âyetin bağlantısı 
    gibi olan bu bir âyetle Fâtiha böyle sonsuz üstü bir varlıklar denklemini 
    kayda geçirmiştir. 
  Fâtiha'daki bu ruhu, 
    bu manevî inceliği ve bu denklemi, şu kudsî hadis ne güzel açıklamıştır: "Ben 
    namaz sûresi olan Fâtiha'yı kendim ile kulum arasında yarı yarıya taksim ettim; 
    yarısı benim ve yarısı kulumundur. Kuluma istediğini veririm." Hz. Peygamber 
    (s.a.v.) Efendimiz de bu hadisi şöyle açıklıyor: Kul der; Allah da; "kulum 
    bana hamdetti" der; kul der. Allah da "kulum beni övdü" der; 
    kul der, Allah da der ki; "kulum beni ululadı". Ve buraya kadar 
    benimdir. kulumla benim aramda, sûrenin sonu ise yalnız kuluma aittir ve kulumun 
    istediği kendi hakkıdır, diyor. 
  Fâtiha, işte yüce Allah'ın 
    böyle bir lütfunu tecelli ettiren bir varlık dengesidir. Bu dengede de kâinat 
    nizamının temeli olan adalet ve denge kanununun en açık ve en güzel bir gerçeğini 
    görürüz, görürken (doğru yol) yüce nazmında açıkça okuruz. Bu dengeye tasavvufî 
    bir zevk ile bakacak olursak bu kulluk ve yardım dileme andlaşmasını taşıyan 
    (İslâm) ümmetinin bütününe "Sizi yeryüzünde halifeler (yöneticiler, yeryüzünün 
    tasarruf ve hakimiyetini elinde bulunduran insanlar) yapan O'dur." (Fâtır, 
    35/39) "Yeryüzüne mutlaka iyi kullarım mirasçı olacak, bu yeryüzü onların 
    eline geçecek." (Enbiyâ, 21/105) gibi âyetlerde açıkça belirtildiği üzere 
    Allah'ın vekili (halifesi) olan insanın onun bir gölgesi şeklinde aksetmiş 
    olduğunu ve insanlara da yeryüzünü inşa ve imar etme payı bahşedilmiş bulunduğunu 
    duyarız ve o zaman böyle kulluk ve yardım istemeyi yalnız Allah'a ait kılan 
    toplumsal duygu taşıyan bir ümmetin herhangi bir konuda birleşmesinde de şer'î 
    bir delalet bulunabileceğini, yani ümmetin bir konudaki fikir birliğinin olumlu 
    bir şer'î delil olduğunu anlarız. Bundan dolayı Besmele ile Fâtiha arasındaki 
    sözün gelişinden (siyak) anlaşılan uyum, ezelî ruh ile sonsuz olan arasındaki 
    bu denge ilişkisinin meydana çıkmasıdır. Bu âyetler, işte bütün yaratılışta 
    var olan bu ilişkiyi bizim bilincimize nakşeden ilahî âyetlerdir. Bunların 
    geniş açıklamasını da Kur'ân'da göreceğiz. 
  SİYAK: Fâtiha'nın bizzat 
    kendisindeki sözün akışı ve bu tabii akıştan doğan bir öğretim şeklidir. Nitekim 
    Fâtiha'nın bir ismi de "ta'lim-i mes'ele" yani "konuyu öğretme"dir. 
    Bunun en büyük ipucunu okumanın gelişinden ve özellikle "Rabbinin adıyla 
    oku!" (Alak, 96/1) yüce emrinde buluruz. Bundan başka nüzul sebeblerinde 
    rivayet ettiğimiz hadiste de emri vardı. Bunun için bazı müfessirler başta 
    "böyle söyle" meâlinde emrinin gizli olduğunu söylemişler ise de 
    büyük tefsir âlimleri böyle bir kelimenin gizli olduğuna ihtiyaç kalmaksızın, 
    yalnızca üslubun gelişinden böyle bir şeyi öğretmeyi işaret etmeye yeterli 
    olduğunda ısrar ediyorlar. Yani Allah Teâlâ bize bu sözü ile ilim ve iman 
    telkin etmiş (anlatmış) ve bu anlatışı bir emir ile yapmayıp şimdiki zaman 
    kipi ile mevcut olmayanı anlatmıştır. Çünkü ilim ve imandan önce onun huzuruna 
    çıkma hakkımız yoktu ki, bize açıkça hitap etsin. Çünkü Besmele'de biz görünürde 
    yoktuk. Bununla beraber Allah'ın zatının değil, isminin huzurunda idik. 
  Bundan dolayı Fâtiha'nın 
    başında Allah'ı tanımakla ilgili olan üç âyet tamamen görmeyerek anlatmak 
    tarzındadır. Kendisiyle konuşulan görünmüyor. Bunda "âlemîn = âlemler" 
    kipi ile akıllı varlıklara apaçık bir uyarı vardır ki; bu üç âyetin mânâsını 
    düşünüp anlayan bir kimse akıllı ise, âlemlerin ne olduğunu ve kendi ruhunda 
    onun nasıl tecelli ettiğini iyice düşünerek ve başlangıcı ve sonucuyla onu 
    gözden geçirerek aklını ve seziş kabiliyetini topladığı zaman ve ancak o vakit; 
    "Hamd o âlemlerin Rabbi, o Rahmân ve Rahim, o, din gününün maliki Allah'ın" 
    görünmeyen Allah'la ilgili anlatımın doğru bir söz olduğunu anlar ve derhal 
    Allah'ı görünen ve görünmeyen alemde hazır ve gözeten olarak bulur. Böyle 
    bulunca da "Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti, senden dileriz yardımı, 
    inayeti (Yâ Rab)" diye ona hitap ederek, ihtiyaçlarını ona arzeder ve 
    onların karşılanması yolunda istekte bulunabilir. Bunun için Fâtiha, Arap 
    edebiyatında gaibden (üçüncü şahıstan) muhataba geçen ve iltifat denilen bu 
    belağat üslubunu gerçekleştirmek için Allah tarafından açık bir "ben 
    ve biz" emri gibi birinci şahıs kipi ile doğrudan yapılan bir hitabı 
    kapsamayarak "Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle 
    ya da perde arkasından konuşur." (Şûrâ, 42/51) âyetinin mânâsını öğretmiş 
    ve tebliğ etmiştir. Bundan dolayı Fâtiha'nın kendisindeki söyleniş metodu, 
    bir öğretim metodu ve üslubu, bir telkin üslubu olmuştur. 
  Bütün Arap edebiyatçılarının 
    ve hatta Türk şairlerinin kasidelerinde ve nutuklarında bilip kullandığı bir 
    iltifat sanatının böyle tam yerinde ve birçok cümlelere muhtaç olan mânâları 
    bu kadar kısa, öz ve bu kadar açık ve anlaşılır bir şekilde toplayan son derece 
    derin bir nükteyi ortaya koymuş olması, bütün Arap şairlerinin meydan okuma 
    niyetlerini ve cesaretlerini kıran ve onlara Kur'ân'ın i'câzı önünde baş eğdiren 
    hususlardan birisi olmuştur. Fâtiha'nın kelimeleri ve cümleleri arasındaki 
    ilişkilerin ise bir kısmı yukarda geçti ve ihtiyaç görüldükçe ileride de tahlil 
    ve tefsir sırasında gelecektir. Burada şu kadarını söyliyelim ki, elhamdü'nün 
    en mükemmel bir şekilde tefsiridir. da istiânenin (yardım dilemenin) aynı 
    şekildeki bir açıklamasıdır. Ve bu zincirleme sırların ortaya çıkması ile 
    Fâtiha sûresi bütünüyle baştaki, en baştaki veciz cümlesinin açıklanmasından 
    ibaret eşsiz bir kelâmdır. 
  Diğer Kur'ân sûreleri 
    ile ilişkisine gelince, Fâtiha'nın Ümmü'l-Kur'ân (Kur'ân'-ın anası), Ümmü'l-Kitab 
    (Kitabın anası), esas isimlerinin delalet ettiği şekli ile Kur'ân'daki sûrelerin 
    hepsinin ana kökü ve genel temsilcisi olmasıdır ki, bu hususun bir kısmını 
    yukarda anladık ve gelecek bütün açıklamalarda da inşaallah anlayacağız. 
  Özetle: Sanki besmele 
    bir taç, Kur'ân en mükemmel bir vücut, Fâtiha onun başı, bu baştaki çehre, 
    (Fâtiha'da geçen) rahmet ve hidayet (doğru yolu bulma) bu çehrenin göz bebekleri, 
    dünya ve ahiret dış yüzüyle içyüzü, kulluk ve yardım dileme dili, Allah'ın 
    birliğine inanma ise ruhudur. O şekildedir ki vücudun bütün gizli tarafları 
    onun açık seçik konuşan dudağından çıkarken o taçdan, o çehreden, o süzgün 
    bakışlardan da onun ruhu okunur. O çehre, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in çehresi, 
    o vücud Allah'ın tecellisidir. Söz Allah'ın sözü, tebliğ eden Allah'ın elçisidir. 
    "Allah'tan başka ilâh olmadığına Hz. Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi 
    olduğuna şahitlik ederim." 
  TAHLİL VE TE'VİL (Analiz 
    ve Yorum): Hamd, isteğe bağlı yapılan bir iyiliğe veya onun başlangıç noktası 
    olan bir iyiliğe karşı gönül açıklığı ile o iyiliğin sahibine saygı ifade 
    eden bir övgü sözüdür. Kısmen medih, kısmen teşekkür ile birleşen bir övgü, 
    bir çeşit övmek veya övülmek, iyi bir övüş veya övülüş, güzel bir övücü veya 
    övülen olmak, ciddi bir övücülük veya övülücülük hülasa bu anlamları kapsayan 
    güzel ve ciddi bir sözdür. Arapça'dan hamd kelimesi bu mânâların hepsi için 
    kullanılır. Fakat Türkçe'de çoğunlukla masdar ismi olarak kullanılır. Diğer 
    kiplerde hamd etmek veya edilmek, hamdediş veya ediliş, hamd eden veya kendisine 
    hamdedilen, hâmidiyet (hamd etmek niteliği), mahmûdiyet (övülmeye değer olmak) 
    denilir ve bugünkü dilimizde bunun öz Türkçe olan bir eşanlamlısı yoktur. 
    Şükür de böyledir. Türkçe'de bir övme var ki, o da methetme ve sena (övme) 
    ile eşanlamlıdır. Hamd ise medh ile şükür arasında bir nevi övme ve özel bir 
    medihtir. Çünkü medih, canlılığı ve istediği gibi hareket etme yeteneği olana 
    da olmayana da yapılır. Mesela güzel bir inci ve güzel bir at övülmüş olabilir. 
    Fakat onlara hamdedilmez. Hamd, inci ve atı bağışlayan, istediğini yapmakta 
    serbest olan Allah'a yapılır ve hatta onun lütfuna, ilmine yapılır. Fakat 
    vücut güzelliğine yapılmaz. Ayrıca medih, bağıştan önce de ondan sonra da 
    yapılabilir. Hamd ise kesinlikle bir iyilikten sonra yapılır. Şu kadar var 
    ki, onun hamd edene ulaşmış bir iyilik olması şart değildir. Şükürde ise bu 
    da şarttır. Çünkü şükür, gelmiş olan bir nimete sözlü veya fiilî veya kalp 
    ile nimeti verene saygıda bulunarak ona karşılık vermektir. Yalnız fiil veya 
    kalp ile yapılan şükür, ne medihtir, ne hamddır. Fakat dil ile sözlü olarak 
    yapıldığı vakit hem hamd, hem de medh olur ve bu hamd, minnettarlığın başıdır. 
    Bundan dolayı hamd, medihten genel olarak daha hususi (özel)dir. Şükürden 
    de bir bakımdan daha genel ve bir bakımdan daha özeldir.
  Her hamd, medihdir. 
    Fakat her medih hamd değildir. Sonra bazı hamd, şükür (minnettarlık) ve bazı 
    şükür hamd olmakla beraber şükür olmayan hamd, hamd olmayan şükürler de vardır. 
    Demek ki medih, gerçeğe göre boş bir ümidin itmesi ile kuru bir yalandan, 
    mücerred bir dalkavukluktan ibaret kalabilirken hamd ve şükür daima gerçeğe 
    uygun bir doğruyu ifade ederler. Hamd, delile dayanan haklı bir ümidin sevinci 
    ile veyahut minnettarlık gibi gerçekleşmiş bir nimet içinde bulunarak rahat 
    etmenin mutluluk zevki ile yapılır. Hamd verdi, verecektir gibi geçmiş ile 
    gelecek arasında dönüp dolaşan bir sevinç durumundan, şükür ise işte verdi 
    gibi gerçekleşen bir geçmiş nimete ulaşma zevkinden ileri gelen bir mutluluğu 
    ilan etmektir. Bunun için hamd ve şükür tamamen meşru ve ahlâka uygun oldukları 
    halde medih genellikle ahlâka uygun değildir. İslam'a göre yasaklanmış ve 
    yerilmiş de olabilir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Övmeyi meslek 
    edinenlerin yüzlerine toprak saçınız." buyurmuş. Halbuki "İnsanlara 
    hamd etmeyen kimse Allah'a da hamd etmez." hadis-i şerifi ile mutlak 
    surette emredilmiş olduğunu göstermiştir. Mirac hadislerinde de Hz. Muhammed 
    (s.a.v.)'in ümmeti "Çok hamdedenler" ünvanı ile lakablandırılmışlardır. 
    Hamd ile şükürde esas maksat nimeti verendir. Medihte ise nimeti hayal etmektir. 
    
  Hamd ve şükür; ikisi 
    de hak ve hakikat sevgisi ile gönlün sevinçle dolması ve bundan dolayı ahlâka 
    uygun olmakla beraber hamdde sevinç ve arzu mânâsı, şükürde ise içten bağlılık 
    ve dostluk mânâsı daha açık bir şekilde bulunur. Ve bu şekilde şükür (minnettarlık), 
    gerçekleşen bir geçmişin ululama hatırası olduğundan dolayı daha zor, yapanları 
    daha azdır. Çünkü varlığın akışı hep geçmişten geleceğe yönelik olduğu için 
    insanlar yaratılıştan geleceğe meyillidirler. Şüphesiz bu meyletmenin içine 
    korku bulaşmış bir ahiret çekimi yerleşmiştir. Gerçekten insanlar daha fazla 
    ileriyi görsün diye gözleri ön tarafa bakacak şekilde yaratılmıştır. Fakat 
    böyle olması yolda giderken geldikleri başlangıç noktasını geçip arkada bıraktıkları 
    kısmı unutmak için değildir. Onun hatırında kalan şeylere ve hafızasının doğruluğuna 
    güvenildiği içindir. Bundan dolayıdır ki boyunlar gerektiğinde o hatıraları 
    yenilemek için öndeki gözleri arkaya çevirip baktırabilecek şekilde hareket 
    eden bir eksen halinde yaratılmışlardır. Bir gelecek yolcusu için bu yaratılışın 
    büyük bir uyarıcı önemi vardır. Demek ki, hafızası bozuk boyunları hareket 
    etmeyen yolcuların yalnız ileriye dikilmiş olan gözleri, şeytanın baskısından 
    korunmak için birer kurtuluş vasıtası değildirler. Halbuki gafil olan insanoğullarında 
    bu durum ağır basmaktadır. Dalkavukluk düşüncesi ile bir kuruntu halindeki 
    ümit üzerinde (bazı kimseleri) çok metheden nice yaratıklar görülegelmiştir 
    ki onlar, gayelerini elde ettikleri ilk andan itibaren bir nankör kesilmişlerdir. 
    Bunu farkeden bazı düşünürler -bunlardan biri de müellifin zamanında yaşayan 
    Fransız Güstav Löbon'dur- insanlar üzerinde hayalin, gerçekten daha fazla 
    bir egemenliği olduğu sonucuna varmışlardır. Fakat bu görüş doğru değildir. 
    Çünkü hayalde görülen o egemenlik, gerçeği temsil edebilmesinden dolayıdır. 
    Yoksa hayale hayal diye sarılan kimse görülmemiştir. Bundan dolayı asıl egemenlik 
    hayalin değil yine gerçeğindir. Gerçek öyle etkilidir ki yalnız yakından değil, 
    uzaktan hayal yoluyla bile etkisini gösteriyor. Fakat sevgiliye ulaşmanın 
    öyle şaşırtıcı bir etkisi, kendisinden geçip dünyayı unutma durumu vardır 
    ki bunda gerçek, kendisinden başka herşeyi siliverir ve bizzat gerçekçi olmayanlar 
    ona dayanamazlar ve bunun için insanoğlu onu, kendisinden ziyade karşısında 
    gördüğü zaman ona değer verir. Güneş doğunca göz kamaşır ve izlenim süzülüp 
    kalpdeki his cepheye dikilmeyince insan onu göremez. Bundan dolayı bilinçli 
    bir hakikat adamı olmak zordur ve tam bir müslüman olmak çok zordur. Çünkü 
    varlığını Hakk'ta kaybeden Hz. Ömer el-Faruk (r.a.) Efendimiz "Hakk, 
    Ömer'e dost bırakmadı." dediği zaman bu zorluğu anlatmak istemiştir. 
    Şükür ise böyle hakikat sahiplerinin alâmeti olduğundan "Kullarımdan 
    şükreden azdır." (Sebe, 34/13) buyurulmuştur. 
  Bununla beraber, diğer 
    taraftan "hamd"de saygı ve değer verme mânâsı daha yüksektir. Çünkü 
    bunda, meydana gelen bağış, hamd edene ulaşmadığından dolayı bir taraftan 
    daha fazla hakka bakan maksatsız bir saygı karakteri vardır. Diğer taraftan 
    o bağışa kavuşanların sevincine katılmayı ifade eden bir kardeşlik duygusu 
    ve kendi hakkında henüz ulaşmayanı ulaşmış saydıran bir takdir payı vardır. 
    Bir bu, bir de şükrün kısımlarında kalb işinin, gizli bir iş ve organların 
    fiillerinin ihtimalli olması, şükür çeşitlerinin en mükemmelinin, yine dil 
    ile yapılan hamd olmasını gerektirir. Gerçekten Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, 
    "Hamd, şükrün başıdır. Allah'a hamd etmeyen O'na şükretmemiş olur." 
    buyurmuştur. 
  Bu şartlarla dil ile 
    yapılan medih zikirler ile yâd etmeler, saygı ifade eden lafızlar, özel saygılar 
    hep hamddırlar. Hamd kelimesi de saygı ifade eden bu kelimelerin hepsinin 
    mânâsına uygun olduğundan "hamd olsun" denildiği zaman bütün bu 
    saygılara yaraşır bir iyilik veya bağışlama karşısında bir mutluluk sevinci 
    ve bir bahtiyarlık duygusu ilan edilmiş olur ki bu, bir taraftan o iyilik 
    ve bağışlamanın seçkin sahibini övmek, diğer taraftan da hakkıyla o mutlulukla 
    övünmek mânâlarını ifade eder. Ve her iki bakımdan da şeriata pek uygun ve 
    ahlâka çok uygun bir iyiliktir. Çünkü nimeti anlatma, böbürlenmeden ileri 
    gelen bir gurur değil, nankörlüğü ortadan kaldıran büyük bir erdemliliktir. 
    Daha doğrusu hamd, herkesin ermek istediği fakat pek az kimsenin erebildiği 
    en yüksek bir olgunluk gayesidir. Çünkü insanlık açısından bütün mutluluklar 
    iki kelime ile özetlenebilir. Tena'üm (nimet ve bolluk içinde bulunma) ve 
    in'am (nimet verme). Nimet ve bolluk içinde bulunanlar ancak refah içinde 
    bulunduklarını his ve takdir ettikleri zaman hamd ederler. Çünkü mutluluk, 
    refah içinde bulunmanın kendisinde ve niceliğinde değil, niteliğinde yani 
    refahın zevki takdir edilip hissedilmesindedir. Zaten bolluk içinde bulunmanın 
    mânâsı budur. Ve ne vakit mutluluk zevki hissolunur ve coşarsa dilden hamd 
    çıkar ki bu makam, hamd etmek makamıdır. Nimet verme makamında bulunanların 
    mutluluğu da yalnız nimet vermede değil, verilen nimetin değerini bilecek 
    ve zevki ile mutluluk duyacak, layık olan yere ulaştırmasında ve ulaştığını 
    açık delil ile görmesindedir. Bu delil ise hamd edenin hamdidir. Bundan o 
    ulaştırma ve ulaşmayı seyretmekteki zevk de kendisine hamd edilenin mutluluğunu 
    meydana getirir. Ve biz biliriz ki, nimet verme makamı, nimete erme makamından 
    üstündür. Bundan dolayı mahmudiyet (kendisine hamd edilmeye layık olma) makamı 
    rütbelerin en mükemmeli ve hedeflerin en sonudur. O halde bu makamın mutluluğu 
    da en büyük mutluluktur. Bu mutluluğun zevkindeki coşma da haydi haydi bir 
    hamd ile sonuçlanmayı gerektirir. Hamd etmeye layık olana hamd etmek demek 
    olan bu hamd ise nimeti artırmaya ve dolayısıyla fazla hamdetmeye ve hamdedilmeye 
    sebep olur. Bu şekilde hamd etme makamında, refah içinde bulunan kimsenin 
    hamd etmeye devam etmesi, kendisine hamd edilme makamına yükselmesine ve mahmudiyet 
    makamında nimet vericinin hamd etmeye devam etmesi de kendisine hamd edilmenin 
    sınırsız katlanmasına sebep olur ki "Andolsun şükrederseniz elbette size 
    (nimetimi) artırırım." (İbrahim, 14/7) buyurulması bundandır. 
  Şu halde yukarıya doğru 
    ilerlemede hamdin sırası ile en yüksek rütbeleri şunlardır: 
  1- Hâmidiyet (hamd 
    etmek), 2- Mahmudiyet (övülmeye değer olmak) 3- Hâmidiyet ve mahmudiyet 4- 
    Mahmudiyet ve hâmidiyet. 
  Bu son derecede Allah'a 
    ait tecellilerden (lütfuna erme) birini görürüz. Burada etkilenmeyi ifade 
    eden insana ait mânâları ortadan kaldırmakla övülmeye değer ve hamdetmeyi 
    biraraya toplayan hamîd (çok hamdeden), mahmûd (övülmeye değer olan), hâmid 
    (hamdeden) gibi Allah'ın güzel isimlerinin tecellisini görmemek nasıl mümkün 
    olur? Bu olmasa idi onlar nereden gelirdi? Sonra "Şifa-i Şerif" 
    kitabında açıklandığı üzere Hâmid ve Mahmud, Ahmed ve Muhammed gibi yüce Peygamberimiz'in 
    mübarek isimlerindendir. Gerçekten Makam-ı Mahmud (en yüksek şefaat makamı) 
    bilhassa peygamberlerin sonuncusu olan Efendimiz'e va'd olunan ve onu hamd 
    etme makamından hamd edilen (övülen) makamına yücelten yüksek bir makamdır 
    ki, büyük şefaat makamıdır. Bu makamda "livâü'l-hamd" (sancağı) 
    onun sağ eline teslim olunmuştur. Ahirette Makam-ı Mahmud'un bol şefaati iledir 
    ki, Livâü'l-hamd altında toplanacak olan ümmet, Allah'a hamd etmelerinden 
    paylarını alacak ve cennet ehlinin dualarının sonu da " Alemlerin Rabbi 
    Allah'a hamd olsun." olacaktır. "Dualarının sonuncusu da alemlerin 
    Rabbi Allah'a hamd olsun." sözüdür. (Yûnus, 10/10). 
  Böyle hamd etme ve 
    övülme vasıflarını toplayan Allah'ın dostunun, Ahmed olması ve Muhammed olması, 
    işte hamdin bu toplayıcı ve birleştirici derecesini dile getirir ve gerçekten 
    lafız ve mânâ itibariyle hamdin esası Muhammed (s.a.v.)'e ait bir gerçektir. 
    Ve bu gerçeğin başlangıç ve sonuç itibariyle Allah Teâlâ'ya ait olması da 
    gerçeklerin gerçeğidir. 
  İşte Fâtiha " 
    " ile başlamakla bize bu mutlulukları, bu olgunluk hedefini ve bu gerçeği 
    öğreterek söze başlamıştır. Ve elhamdülillah (Allah'a hamd olsun) denildiği 
    zaman duyulan derin gönül ferahlığı bu aşk ve şevkin dile getirilmesidir. 
    Evet, hamd gerçeğine tutkun olmayan yoktur. Arapça'da " " bilinen 
    bir şey vaya umûmîlik veya cins ve hakîkat mânâsı ifade eden bir belirleme 
    edatıdır. İlk hitap edilirken hamdin kim tarafından yapıldığı belli değildir. 
    Sonra bu mübtedânın haberi olan 'da lâm'ın, ihtisas (ait kılmak), istihkak 
    (hakkı olma) ve mülkiyet mânâlarına geldiği açıktır. Ve ilk mânâsı (ait olmak) 
    diğerlerini de kapsar. Bundan dolayı cümlenin meâli şu olur: "Hani herkesin 
    bildiği ve en son ümidi olarak istediği hamd gerçeği yok mu? İşte hamidiyet 
    (hamd etmek), mahmudiyet (övülmek), bütün cinsi ile ve hatta bütün dereceleri 
    ve bütün çeşitleri ve fertleri ile o hamd, Allah'a mahsustur, Allah'ın hakkıdır, 
    Allah'ın mülküdür. Çünkü Allah'tır, çünkü... çünkü..." Fakat dilimizde 
    bu genişliği uzun uzadıya açıklamayı özetleyen bir belirleme edatı olmadığı 
    için biz sadece hamd diye genel olarak cins olarak anlatırız. Bilen bilir, 
    bilmeyen başkasının bildiğinden haberdar olmaz. Bu cümle herşeyden önce bize 
    ilim ve imanı anlatan bir haber cümlesidir. Aynı zamanda ululamayı da bildirerek 
    hamd etmeyi gerektirdiğinden dolayı, gereği ile de bir dilek cümlesi olur 
    ve zamana delalet etmeyen bir isim cümlesi olduğu için sürekli ve devamlı 
    hamd etme mânâsına gelir. Fâtiha'da bu cümleden başka isim cümlesi yoktur. 
    Üç tanesi söz, biri ulaç olan diğer dört cümle, hep fiil cümleleridir. İlk 
    bakışta böyle olması Fâtiha'daki denge uyumuna aykırı gibi görünüyorsa da 
    gerçek durum bunun tam aksinedir. Çünkü bir isim, birçok fiille denk olabileceği 
    gibi o dört fiil cümlesi bu isim cümlesinin açıklaması yerinde olduklarından 
    dolayı gerçek denklik ancak bu şekilde olur. Ve araştırıldığında görülür ki 
    Fâtiha, bu tek isim cümlesinden ibaret bir sözdür. 
  "Rabbü'l-Âlemîn", 
    Allah'ın sıfatıdır. Bu terkibin dilimizde herkes tarafından bilinmesinden 
    dolayı terceme edilmesine gerek yoktur. Bunu "âlemlerin Rabbi" şekline 
    sokmak mümkün ise de bunda fazla bir açıklık olmamakla beraber lâm'daki umûmilik, 
    bilinen bir fert ile Allah'ın birliğini anlatan belirli bir isme izafet (tamlama) 
    mânâları noksan kalacaktır. "Bütün âlemlerin ve parçalarından her birinin 
    bilinen yegâne Rabbi" diye açıklamak ise kısa ve öz anlatım yerine sözü 
    uzatmak olacaktır. "Âlemlerin Rabbi" demek ise bu sakıncalarla beraber 
    aslına da uygun olmaz. Çünkü Kur'ân "Rabbi'l-avâlim" demiyor da 
    "Rabbü'l-âlemîn" diyor ve bununla özellikle akıl sahibi varlıkları 
    üstün tutarak onların dikkatlerini çekiyor. Çünkü gibi sağlam çoğullar, akıllı 
    varlıklara ait olduğundan dolayı bunun meâli "bütün âlemlerin ve bütün 
    parçalarının ve özellikle hepsinden üstün olan akıllı varlık âlemlerinin yegane 
    Rabbi" demektir. Bakara Sûresi'nin başında "Müttakîler için yol 
    göstericidir." (Bakara , 2/2) yüce âyetinde anlaşılacak olan bu öz işaret, 
    Kur'ân'ın inmesinin hikmetini göstermek itibariyle Fâtiha'nın başında bulunması 
    çok önemlidir. Bu işaret ve Allah'ın bu uyarısıdır ki sıfatları ile takviye 
    edilince, akıllı varlıkların hislerini görünmeyen âlemden görünen âleme getirip 
    diye hitap etmekle Allah'ın birliğine ve onunla andlaşma yapmaya sevkedecektir. 
    Akıllı ile akılsız, eril ile dişil gibi diğerine bir açıdan üstün olabilen 
    birçok isimlerin ikil, çoğul gibi bir anlatımla kuvvetli olanını üstün kılmak 
    demek olan bu üstün kılma üslubu dilimizde de vardır. Mesela karı ve kocaya 
    zevceyn (eşler), baba ve anaya ebeveyn dediğimiz gibi Türk vatandaşı olan 
    herkese Türkler demek de bir tağlibdir ve Arapça'da bunun bir çok çeşidi vardır. 
    
  "Rabb" aslında 
    terbiye mânâsına gelen bir masdar olduğu halde mübalağa maksadı ile terbiye 
    edene isim olarak verilmiştir ve masdarına da rübûbiyet denilmiştir ki, çok 
    adaletli yerine (adaletin kendisi) denilmesi gibidir. İşte bu mübalağa mânâsından 
    dolayı Rabb yalnız "terbiye eden" ile eşanlamlı değil, aynen "terbiye" 
    gibi olan ve bundan dolayı zorla ele geçirme, üstün gelme, ihsan, idaresi 
    altına alma ve tasarruf etme, öğretme ve yol gösterme, teklif, emir ve yasak, 
    teşvik, korkutma, gönlünü alma, azarlama gibi terbiye için gerekli olan bütün 
    şeylere sahip, kuvvetli, mükemmel ve kusursuz olan bir terbiye edici demek 
    olur. Bundan dolayı sahip ve malik mânâsına da gelir. Mesela ev sahibine "Rabbü'd-dâr 
    = ev sahibi", bir sermayenin sahibine "rabbü'l-mâl = sermaye sahibi" 
    denilir. Bu terimde de yalnızca sahip ve malik mânâlarından daha fazla mânalar 
    vardır. Rabbü'l-mâl terimi ile kâr ortaklığı ve peşin para ile veresiye mal 
    alma gibi ticaret muameleleri açısından sermaye sahibine "rabbü'l-mâl" 
    denilir. Bundan dolayı kayıtsız Rabb denildiği zaman yalnızca sahip veya yalnızca 
    terbiye mânâları değil, ikisine de bütün gerekli şeyler ile birlikte sahip 
    olan, tükenmez kudret sahibi, daima var olan Allah anlaşılır. Bunun için Allah 
    Teâlâ'dan başkasına ait olduğunu belirten bir izafet tamlaması yapılmadan 
    başkaları için tek kelime olarak Rabb denilemez ve tam tanınmışlığı ifade 
    eden "er-Rabb" ve genel mânâ ifade eden (Âlemlerin Rabbi) gibi izafetle 
    Allah'tan başkası için asla kullanılamaz. Şu halde "rabb", rübûbiyyet 
    denince anlayacağımız mânâ, sonsuz kuvvet ile idaresi altına alan, tedbir 
    ve terbiye mânâlarıdır. Yani bunları yapabilecek sonsuz bir güce sahip olmaktır. 
    
  Terbiye bir şeyi basamak 
    basamak, yavaş yavaş olgunluğuna ulaştırmaktır ki, bunun alâmeti, seçme ve 
    olgunlaşma olur. Âlemlerin her kısmında ise terbiye ve olgunlaşma kanunlarının 
    hareketi her an ve her saniye görünüyor. Ve bundan dolayı böyle sonsuz bir 
    gücün Allah'a ait olduğu, dünya işlerinde şeksiz ve şüphesiz olarak okunmaktadır. 
    
  İşte âlemlerin Rabbi 
    bize bunu hatırlatıyor. Âlemlerin Rabbi denince her insan kendi görebildiği 
    kadar olsun bütün âlemlere zihninden bir geçit resmi yaptırır ve bunu yaptırınca 
    mutlaka terbiye kanununu görür. Demek biz Rabbimizi âlemlere bakmakla bileceğiz. 
    Fakat âlemleri de ancak O'nunla bağlantı kurarak tanıyabileceğiz. 
  Birtakım filozoflar 
    kâinatın şeklinin böyle yavaş yavaş gerçekleşen bir terbiye ve olgunlaşma 
    kanunu takip ettiğini görememiş. Bunlardan bir kısmı hepsinin bir defada sebepli 
    veya sebepsiz olarak birdenbire meydana gelmiş olduğunu, bir kısmı da tabiat 
    (kanunu) iddiası ile kâinatın sonradan meydana geldiğini inkâr edercesine 
    kâinatın bugünkü şeklinin ve varlık düzeninin başlangıçsız olduğunu iddia 
    etmeye kadar varmıştır. Bunlara göre mesela insan, ancak insandan olur ve 
    insan ezelden beri vardır. Kâinatta ilerleme ve gerilemenin mânâsı yoktur. 
    Bir şeyi istemenin, çaba harcamanın ve kazanmanın faydası yoktur. Bütün kâinatta 
    eskiden beri varlıkların her çeşidi serpilmiş, uzayda hiçbir ortak düzeni 
    takip etmeyen cansız cisimler ve cansız cisimlerde sayılamayacak kadar varlık 
    çeşitleri kendilerine ait bütün tabiatlarıyla eskiden beri var olan bir zorunluluk 
    ve gereklilik içinde yüzer giderler. Şüphesiz bu sözler, hem deneylere ve 
    hem de akla taban tabana aykırı birer katmerli cahillik idi. Hiç olmazsa tamamen 
    gözlerimiz altına girebilen eşya çeşitlerinin dün yok iken ufacıktan meydana 
    gelip yavaş yavaş büyüdüğünü ve bunun tersine yine yavaş yavaş kaybolup gittiğini 
    her gün tecrübe ile görüyoruz. Gözlemlerimizin kapsamına giremeyen şeylerin 
    de böyle olduğunu delillerle, aklımızla biliyoruz. Şurada bir adacık ortaya 
    çıkıyor, süzülmüş topraklar taşlaşıyor, taşlar eriyor, madenler filiz veriyor, 
    kayaların, toprakların arasında tohumcuklar ve o tohumcuklardan çeşitli otlar, 
    ağaçlar, türlü türlü hayvanlar türüyor, ürüyor, sümük gibi bir spermanın içinde 
    yüzlerce insan tohumu fışkırıyor, tasfiye ve aşılama ile bundan yavaş yavaş 
    canlanma aşamalarını geçirerek embriyon, embriyondan canlı kemikli cenin, 
    ceninden ağlıyarak doğan bebek, küçük çocuk, yine aşamalı olarak yuvarlanan, 
    yürüyen, kekeliyen yavrucuk, sonra koşup oynayan afacan çocuk, sonra dişlerini 
    değiştirip şahlanmaya başlayan büluğ çağına ermiş iyiyi kötüden ayıran, sonra 
    çiçeğini açıp meyvasını vermeye özenen akıllı ergin, sonra şahin gibi dünyaları 
    tutan çalışkan bir delikanlı, sonra arslan gibi olgunluk çağına ermiş olgun, 
    sonra fiziki yapısı maneviyatında erimeye ve görüşü, seçme kabiliyeti süzülmeye 
    (zayıflamaya) başlayan bir yaşlı, nihayet sadece iyi veya kötü bir ruh olup 
    uçmaya veya göçmeye hazırlanan pek yaşlı zayıf bir insan, özetle yer ve zaman 
    içinde nefesten nefese sayılamayacak kadar şuur yükleri ile yürüyen ve her 
    an şekilden şekle değişerek varacağı yere varan ve bütün bu değişmelerde hiç 
    değişmemiş gibi ben ben deyip giden insanlar akıp akıp gidiyorlar. Öyle ki 
    hiçbir zaman bu günkü âlem, dünkü âlemin her açıdan aynısı olmuyor ve bütün 
    bunların ötesinde bütün bu akıntıları ortaya koyup ve bağlayarak bize daima 
    Allah'ın birliği şuurunu veren tükenmez kudret sahibi daimi kalan bir gerçek, 
    her vakit her an varlığını ilan ediyor ki biz o ana, o vakte şimdiki zaman 
    diyoruz. Ve bu şimdiki zaman içinde geçmiş ve gelecek zamanı yaşıyarak o gerçeğe 
    kavuşuyoruz. Gerçek daima gerçektir. Kâinat ise her an değişen ve birbirine 
    bağlı olarak aralıksız ve düzenli değişen, bu bağlılık ve düzen ile akıl ve 
    fikrimiz o gerçeğin yansımalarını, kalb ve idrakimiz de o durum içinde bizzat 
    onun tecellilerini görüyor. 
  Bundan dolayı gözle 
    görmenin, tecrübenin, aklın ittifaklarıyla meydana gelen bu anlatım ve ısrarları 
    karşısında; kâinattaki sonradan peyda olma, terbiye ve olgunlaşma gibi hususları 
    inkâr etmek, körlükten, katmerli cahillikten ve ruhi bunalımdan meydana gelmiş 
    bir sapıklıktır. Kâinatta, yaratma, terbiye, seçme ve olgunlaşmanın yürürlükteki 
    ilahî bir nizam olduğu ve Allah Teâlâ'nın da mutlak kemâl sahibi olarak bunun 
    tam sebebi olduğu her türlü şüpheden uzaktır. Bunun için son yıllarda ilim 
    ve felsefe kâinatta, diğer bir ifade ile tabiatta olgunlaşma kanununun geçerliliğine 
    kesinlikle hükmünü vermiştir. Bugün terbiye, seçme ve olgunlaşma, akıllı ve 
    bilgili insanlığın üzerinde yürümek istediği bir kanun olarak kabul edilmektedir. 
    Olgunluk ise basit bir birlikten bileşik bir birliğe yani o tek şey üzerinde 
    yavaş yavaş birçok şeyin toplanması sureti ile noksandan artan ve olguna giden 
    ve bunun aksine bileşikten basite, birçok şeyden tek şeye dönüşen olayların 
    ve oluşların akışıdır. 
  Fakat burada gerçeği 
    bilen ilim ve hikmet ehli ile onların sözlerini çalarak veya anlamıyarak kötüye 
    kullanan birçok beceriksizin fikirlerinde görürüz ki, bunlar bu olgunlaşmayı 
    Allah Teâlâ'nın terbiyesinin bir eseri olarak kabul etmeyip tesir eden biri 
    olmadan ve sebepsiz olarak tabiatta bizzat geçerli ve zorunluluk ve gereklilik 
    olarak hakim olan kayıtsız bir kanunun bulunduğunu zannediyorlar. Ve özetle 
    Allah'ın terbiyesini ve Rabbliğini değil, seçme ve tabiatın olgunlaşmasını, 
    tabiatta üstün olan gerçeğin (Allah'ın) bizzat kendisi gibi zannediyorlar 
    ve bu şekilde insanı sadece kâinattaki varlıkların en mükemmel bir parçası 
    değil, onu mutlaka varlıkların en mükemmeli sayıyorlar. 
  Halbuki ilim, fen, 
    felsefe ve hikmet bütün ciddiliği ile bu zannın aleyhinde bağırıp duruyor. 
    Çünkü ilim ve sanatın apaçık bilgiye dayalı ve tecrübe ile desteklenmiş, zorunlu 
    bazı esas kanunları vardır ki, bunlar kabul edilmediği anda artık ilim ve 
    sanat yoktur. Nedensellik, nedensellik ilişkisi, birlik, hak v.s... Nedensellik, 
    en genel anlamda şöyle ifade edilir: "Yok iken var olabilenin mutlaka 
    bir sebebi vardır". Yani "Sonradan var olan herşeyden önce bir varlık 
    vardır ve onun etkisi altındadır." kuralından anlaşılıyor ki, yokluk 
    varlığın sebebi olamaz, yoktan hiçbir şey meydana gelemez. (Rien ne vient 
    du rien) yani yok iken var olan şeyler, kendilerindeki o yokluktan yine kendi 
    kendilerine değil, mutlaka var olan bir yaratıcının yaratma etkisi ile meydana 
    gelir. Kısacası, olayların kendinden önce bir sebebi vardır. Sonra sebeb ile 
    sonucun bir ilişkisi, bir orantısı vardır. Öyle ki sebeb bitince sonuç da 
    biter. Sonuçlar bilinince sebebi mutlaka veya kesin olarak biliriz ve neticeler 
    ne kadar çok olursa olsun sebepler toplamının kuvvetini geçemezler, onunla 
    denk olurlar. Mesela bir okkalık kuvvet, iki okkayı çekemez. Başka bir ifade 
    ile noksan fazlanın tam sebebi olamaz. Çünkü böyle bir durumda yokluğun varlığa 
    sebep olması gerekir. Falan şey yok iken kendi kendine yoktan var olmuş demek 
    gerekir. Bu ise sebebiyeti inkâr etmek ve dolayısıyla ilmin kendisini iptal 
    etmektir. Anlayışsız cahiller bunu söylerse de bugün ilimleri ve tabiat fenlerini 
    okuyup anlamış olanlar bunu bilerek söyleyemezler. Tabiatla ilgili bütün ilimlerde 
    nedensellik ve nedenselliğin uyumu kanununun mutlak bir hakimiyeti vardır 
    ki, bu büyük kanun, bazen değişim, kendini koruma oranıyla, bazen sebebin 
    uygunluk ve ilgi oranıyla ve kalıtımı terimi ile anlatılır. Olaylarda idrak, 
    ilim, akıl gibi neticeler görülüp dururken, bunların tam ve mutlak sebeplerini, 
    bunlarla hiçbir ilgisi olmayan kör bir kuvvet, kör bir tabiat gibi düşünmek 
    mânâsına gelen tabiatçılığın, tabiî ilimlerde de yeri yoktur. Bunun için tabiat 
    bilginleri, tabiatta yani dünyada, tekamül kanununun varlığını kabul ederken 
    kör, noksan bir tabiatın herşeyin başlangıç noktası ve sebebi olmasını değil, 
    vâcibü'l-vücud (varlığı zorunlu olan) Allah Teâlâ'yı sonsuz kemali ile düşünmek 
    ve kabul etmek şartı ile tabiatta olgunlaşmayı kabul etmişler ve açıklamışlardır. 
    Çünkü böyle olmasaydı olgunlaşma kanunu ilmin, sanatın özü olan nedensellik 
    ve nedensellik orantıları kanununa aykırı olacağından bilimsel olamazdı. 
  Sözü uzatmış olacak 
    isek de, derin gibi görünmekle beraber basit olan bu noktayı anlatmalıyız. 
    Mesela; bir buğday tanesi toprağa düşer ve gerekli şartlarını bulunca biter, 
    açılır, büyür, sünbüllenir, nihayet bir başakta yüz buğday tanesi verebilir. 
    Bunu bir defa daha, bir defa daha katlayınız, bütün dünyalar buğday ile dolar. 
    İşte bu, nicelikte olgunlaşma kanununun en basit örneklerinden biridir. Görülüyor 
    ki, bu yavaş yavaş meydana gelen olgunlaşmada tam sebep ilk buğday tanesi 
    ise, bütün bu olgunlaşmayı ilk tek tanenin tabiatından çıkaracak isek bu olgunlaşmanın 
    başlangıcındaki bir olgunluk, üremenin sonucunda yüz ve nihayet sonsuz olduğundan 
    böyle bir olgunlaşma iddiası "bir çarpı bir eşittir yüz eder" demek 
    gibi bir çelişki meydana getirir. Halbuki olgunlaşma hiç olmazsa bir ile birkaç 
    sayı arasında "1+2+3+4+5=15" gibi olumlu veya olumsuz bir oran takip 
    eder. Herşeyi yalnız kör tabiata terketmek "1=15" demek olur ki, 
    bunu ilim ve sanat şöyle dursun en basit akıl dahi kabul edemez. Çünkü bunda 
    yokluğun varlığa sebep olduğunu varsaymak, aklın ve ilmin üzerinde kurulduğu 
    nedensellik kanunu ile çelişkiye düşmek vardır. Doğrusu bir tabiatta her gelişmenin 
    son sınırında kendi dışından gelen bir olgunluk vardır. Bu ise normal bir 
    gelişme değil, terbiye ile elde edilen gelişmedir. Bunun içindir ki, bütün 
    ilim ve sanatlar, felsefe ve hikmet "noksandan tam çıkmaz, fakat tamdan 
    noksan çıkabilir" temel kuralına bağlıdır. Bundan dolayıdır ki, söylediğini 
    anlıyarak söyliyen ilim ve hikmet ehli kimseler tabiatın, tekamül kanununa 
    mahkum olduğunu söylerken bu tekamülün ve bu tabiatın bizzat kayıtsız şartsız 
    en mükemmel olan ilk sebebin yani, Allah Teâlâ'nın kayıtsız şartsız kemalinden 
    faydalandığını unutmayarak söylerler. Tabii tekamül kanununun en son savunucusu 
    sayılan filozof Spencer bile bunun için Allah'ın varlığının gerekli olduğunu 
    ve tabiatın gerçekten sınırlı olan tekamülünün üstünde varlığı zorunlu olan 
    Allah'ın sınırsız ve sonsuz kemalinin hükümran bulunduğunu ve şu kadar var 
    ki, bizim tam ve gerçek sebep olan mutlak kemali kavramaya, sınırlı ve izafî 
    olan bilgimiz ve idrakimiz yetmeyeceğinden, tecrübî bilimlerimiz, bunun yalnızca 
    tabiatte, yani gözle görülebilen âlemde mevcut tekamül kanunu çerçevesinde 
    geçerli olabileceğini anlatmış ve ortaya koymuş iken, sözde ilme bağlılık 
    iddiasında olanlar, "tabiatte tekamül vardır" derken, Allah'ı ve 
    O'nun yüce kemalini unutuyorlar ve sözkonusu tekamülü terbiyeden yoksun bir 
    tekamül sanıyorlar. Ve aynı zamanda bunlar pratikte kendi teorik görüşlerini 
    böylece her gün, her an geçersiz kılıyor ve bozmuş oluyorlar. Çünkü "Edokasyon, 
    pedagoji" adı altında terbiye ve çocuk terbiyesi davasından vazgeçmiyorlar 
    ve tam can atarcasına terbiyeci olmaya çalışıyorlar. Düşünmüyorlar ki, tabiat 
    üzerinde Cenab-ı Hakk'ın terbiyesi yoksa, bütün terbiye iddiaları yok olur 
    gider. 
  Kısacası ilim, her 
    şeyden önce hiç ortağı olmayan bir Hakk tanır ve devamlı birlik ölçüsü ile 
    hareket eder ve ulaşmak istediği her sonucun doğruluğunu temin etmek için 
    onun o en yüce Hakk'a (Allah'a) ilgisini, bağlantısını bulmaya çalışır ve 
    şayet tabiat ve tabii olgunlaşma kavramlarında Allah ile ve Allah'ın terbiye 
    etmesi ile bağlantı bulamazsa onlara gerçeklik ve haklılık kazandıramaz. Mutlak 
    ilim, Allah'ın zatının, kendi kendisine tecellisi ve O'nun kadîm olan ilmidir. 
    
  Cenab-ı Hakk'ın bize 
    lütuf ve ihsanını göstermesi de bizim izafî ve sınırlı olan ve sonradan meydana 
    gelen ilmimizdir. Cenab-ı Hakk'ın ilmi olmasaydı bizim bütün ilimlerimiz ve 
    hatta kendi varlığımıza ait kanaatlerimiz, bağlılıklarımız hep boş olurdu. 
    Hakkın tam rububiyyeti (terbiye ve tedbiri) ve onun eseri olan terbiyesi bulunmasaydı 
    kâinatta, tabiatta ne varlıktan, ne olgunluktan, ne tekamülden ne terbiyeden 
    hiçbir iz, hiçbir pay bulunamazdı. Bu iddiaların hepsi darmadağın olmuş olurdu, 
    hepsi boşta kalırdı. Kâinat ve biz böyle değil isek varlığımızın bir payı, 
    olgunluğumuzun bir payı, terbiyemizin bir payı, kendisine haklılık kazandıracak 
    bir ilişki ile bize kendini gösteriyorsa, bu tecellide kâinatın Rabbi olan 
    Allah Teâlâ'yı görmemek mümkün değildir. 
  Böylece Allah'tan başkası 
    olan ve nedensellik ilişkisi ile Allah'a delalet eden varlıkların hepsi ve 
    bir sosyal düzen oluşturan kâinatın her kısmı, her parçası da kâinatın parçasıdır. 
    yani ilim vasıtası kavramını ifade eden âlem kelimesi özel isim, alâmet maddesinden 
    türemiş olan hâtem ve kalem gibi alet ismi ölçüsünde bir çoğul isimdir ve 
    çoğul olmayan yalnız bir ferde âlem denilmez. Böyle ise çoğul olduğu halde, 
    akıllı varlıklar için kullanılan çoğulu "âlemîn" diye tekrar çoğul 
    yapılmasını ve bir de "el-âlemîn" diye umumî mânâya gelen belirlilik 
    lâmı ile belirli kılınması, bütün kâinatı ve kâinatın parçalarının hepsini 
    içine aldığını gösterir. Bu genellik içinde akıllı varlıklar için kullanılan 
    çoğulun getirilmesi de akıllı varlıklar kısmının üstün tutulduğuna delalet 
    eder ve akıllı varlıkları düşünmeden âlemlerin Rabbi'nin iyi anlaşılamayacağına 
    işaret eder. Bütün âlemlerin akıllı olduğunu bilseydik, akıllı varlıkları 
    böylece üstün tutmaya ihtiyaç kalmazdı. Âlem kelimesinin kökü açısından asıl 
    bir mânâsı vardır ki; yani bilgi edinmeye alet ve vasıta olan şey demektir. 
    Esas ilim ise düşünce değil, hakkın gerçek olduğunu tasdik etmektir. Yani 
    iki düşünce arasındaki mevcut ilişkiyi bütün vicdan ile anlamaktır. Bize mükemmel 
    bir düzen ile görünen ve her an yokluk ile varlık arasında akıp giden ve bu 
    akışında bir düzen sırrı ve ilişkisi takip eden ve en önemli düzeninden biri 
    de ruhlar ve zihinler ile dış âlem ve belli şeyler arasında haklılık, gerçeklik 
    ve gerçeğe uygun dediğimiz hak ölçüsünde yani bir şeyin doğruluğunu tasdik 
    anındaki gözlem ve şahitlik, ilim, akıl ve kalb bağlantısı ile görülen her 
    varlık topluluğu ve bütün varlık toplulukları Allah Teâlâ'ya ve O'nun kudretine, 
    Rabb olduğuna ve kemaline delalet eden birer delil, birer işaret meydana getirerek 
    ilmimize, doğrulamamıza sebep olduklarından dolayı âlem diye isimlendirilmişlerdir. 
    Ön sezişle incelendiği ve üzerinde düşünüldüğü zaman görülür ki bütün kâinat, 
    bizim zihinle ilgili ve dışımızda kalan şeyler olarak iki kısma ayrılan, idrakimizle 
    ilgili şeylerin toplamını meydana getiren olaylardır. Âlemlerin Rabbi de bunların 
    ötesinde olup aralarındaki haklılık ilgisi ile devamlı birliği Rabb olduğunu 
    gösteren, varlığı zaruri olan Allah Teâlâdır. Şuhut ehli için kâinatta görülen 
    herşeyin ötesinde, ondan önce veya ondan sonra onunla beraber mutlaka Allah 
    Teâlâ görülür. "Kalbine her ne doğarsa Allah onun üstünde ve ötesindedir". 
    Diğer bir ifade ile onun arkasında Allah vardır. Bundan dolayı kâinat, Allah'tan 
    başka bütün varlıklar demektir ve Allah ise kâinatın ötesidir . Ve biz bu 
    kâinat vasıtası ile onun ötesindeki Allah Teâlâ'yı, haklılık dediğimiz bir 
    idrak ilişkisi ile kabul ve tasdik ederiz. Bu varlıkların böylece Allah'a 
    delalet etmesi bütünüyle Kur'ân'da açıklanacağı gibi, burada da (âlemler) 
    kavramı içinde yerleşmiştir. Kelâm (metafizik), hikmet, felsefe, tasavvuf 
    kitapları da bu delalet (varlıkların Allah'ın varlığına delaletini) açıklamakla 
    meşgul olurlar. Gerçekten bizim bilgilerimizi meydana getiren ve getirecek 
    olan şeylerin hepsi var olan bir Allah'ın alâmeti ve belirtileridir. Madde 
    ile şeklin veya maddenin tek tek parçalarının birbiri ile, çeşitli kuvvetlerin 
    birbirleri ile uygun olan veya birbirine uymıyan ilişki ve bağlantıları; ufacık 
    bir çimen, bir hayvan veya insan anatomisi, koca bir güneş sistemi, bütün 
    yerleri ile cansız cisimlerin şekilleri, geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek 
    zaman gibi bütün zamanları ile bütün yaratıkları bu varlık sistemi ve bu arada 
    bir anlık idrak hep Allah'ın varlığına delalet eden birer âlemdirler. Bu delalet 
    de özet olarak ve tafsilatlı olarak ve her biri görülen ve hayal edilen olmak 
    üzere derece derecedir. Daha ilk görmede, birdenbire kısa bir alâmet parlıyor 
    ki bu özet, zincirleme idrakler ile uzun uzadıya açıklanır ve pekiştirilmiş 
    olur. Bunların zihindeki geçmişlerini ve gelecekteki nümune ve misallerini 
    meydana getiren içten hatıralarından, doğru hayallerinden, yansımalarından 
    da yine kısa veya detaylı olarak akıl yoluyla bir delalet okunur ve bu da 
    bir idrak ilişkisi ile kendini gösterir. Gerçekten biz nesneleri idrakimizin 
    onlarla olan bağlantısı ile görürüz, ve bu bağlantıdan meydana gelen şekillerle, 
    hatıralarla zihinde canlandırarak akıl yoluyla tanırız. Bu idrak olmadığı 
    zaman kendimizden bile haberimiz olmaz. İdraklerimiz ve onların bağlantısı 
    olan bu şekiller, bu izlenimler ise bizde, bizim kendimizde, ruhumuzdadır. 
    Güneş, bendeki yansıyan şekli ve içimde var olan hali ile güneştir. Halbuki 
    biz bu izlenimlerden, bizim dışımızda sabit görünen başka şeyler de idrak 
    ederiz. Şimdi bu eşyanın böyle bizdeki bu şekillerinden başka bir belirmeleri 
    elimizde yokken onları bizim aklımızdakinden ayırıcı bizim dışımızda ve kendilerindeki 
    özellikler ile tanımaya niçin ve nasıl mecbur oluyoruz? Sonra bunların yanlışını 
    doğrusunu nasıl seçiyoruz? Böyle eşyanın gerçekleri dediğimiz bütün a'yân-ı 
    sâbite'nin (Allah'ın ilminde eşyanın ezelden beri sabit olan şekil ve gerçekleri) 
    değeri ve arada bulunması ancak bizim idrakimizdeki nesnel (objektif) ve zihinle 
    ilgili (sübjektif) değerler ve şekiller iken neden ben onları benim dışımda 
    bir gerçek olarak tanıyorum? Tanımasam niçin içimdeki duygumda yalancılıkla 
    mahkum oluyorum ve sonra her şeyden önce ben kendi bulunuşum olan varlığım 
    ile, buluşum olan vicdanım ve idrakim arasında kendi kendime doğru ve uyumlu 
    olduğumu kesinlikle ve şüphesiz olarak niçin ve nasıl gerçek olarak kabul 
    ediyorum? Bunları yapıyorsam demek ben bütün bunlardan önce ve bütün bunların 
    ötesinde, önünde, sonunda, beraberinde nesnel (objektif) ve öznel (sübjektif) 
    yerleri ve zamanları, kısacası beni ve dışımda kalan şeyleri dıştan ve içten 
    kuşatmış bütün olayların ve olagelen şeylerin şahidi, kefili, vekili, yaratanı, 
    yapanı, Rabbi olan ve varlığı zaruri olan bir Allah Teâlâ'ya bir bağlılık 
    taşıyorum. Bende varoluş açısından zaruri olan bağlılık mahkumiyeti altında 
    O'nun hakimiyetinden faydalanarak önce O'nu, dolayısiyle de olsa doğrulamış 
    bulunuyorum. Bu sayede benimle idrakimin, idrakim ile dış alemin birbirine 
    bağlılık yönünü buluyor ve diğer ufak tefek şeylere ait hakikatların, değişmez 
    şekil ve gerçeklerin bulunduğunu onaylıyorum. Eğer bunu yapan yalnız benim 
    ruhum ise, benim ruhum, hem benim ve hem dıştaki eşyaların en son gerçek şekli 
    ve ilk sebebi demektir. Halbuki o bana öyle demiyor, o bana, "Ben öyle 
    olsaydım her istediğimi yapar ve sana ezelden beri hiçbir yokluk göstermezdim." 
    diyor. Ve ben de ruhumla beraber bunun doğru olduğunu kabul etmekte tereddüt 
    etmiyorum. Kısacası kendi kendime "Ben benim, ben şimdi varım." 
    dediğim zaman "Ben, kendimi (varlığımı) hissediyorum ve bu duygum doğru 
    bir hak duygusudur, bundan dolayı ben varım ve ben benim." demiş bulunuyorum. 
    Gerçekten ben kendi varlığımı hissederken, önümden, sonumdan, dış görünüşümden, 
    içimden etrafımı kuşatan Allah'ı ve Allah'la olan bağlantıyı beraberimde taşıyarak 
    doğru kabul etmemiş olsaydım iki taraf ile bağlılığı bulamaz "Ben varım, 
    ben benim" diyemezdim, iç duygumdan vücuduma geçemez, iç duygumla vücudumun 
    birbirine uymasına eremezdim ve netice olarak gerçekten var olan hiçbir gerçeği 
    kabul edemezdim. Acı ile lezzeti, ışık ile karanlığı, uyku ile uyanıklığı, 
    zenginlik ile züğürtlüğü, kısacası eşyadan hiç birinin varlığı ile yokluğunu 
    sezdiğim kadar da sezemezdim, yakacak ateşten kaçıp güldürecek gül bahçesine 
    gidemezdim. Bunları az çok, izafî de olsa seziyor, yapıyorsam, Allah Teâlâ'ya 
    bağlılığımla ve bu sayede parça parça ve tam izafî (ilgili) gerçekleri idrakim 
    ile yapıyorum. Bunu da vicdanımda onun eseri olan kendi alemimden ayırıyorum. 
    Bu vicdan benim ise, ben ve bütün varlık O'nun (Allah'ın), bilsem de onun, 
    bilmesem de onundur. Şu kadar var ki, bilmeyen bir yaşarsa, bilen iki, daha 
    doğrusu sonsuz yaşıyor. "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun". 
  Kısacası "Ben 
    varım, ben benim, başkası değilim." önermeleri bizim bütün şüphelerden 
    uzak, en kesin, en açık ve en fazla öncelik taşıyan bilgimizdir. Fakat ben, 
    idrakim varken ve ancak onunla "Ben varım" diyebilirim. Bu doğrulamada 
    benim vicdanım açıktan ve ister istemez kendisi ile uyum sağlar. Bu şekilde 
    "Ben varım." açık önermesinin mânâsı, kendi içinde belli olduğundan 
    açıkça anlaşılır. Bu da "Bu idrakim, bu duygum, kesinlikle doğrudur, 
    gerçektir, haktır." önermesinin kefil olması ile apaçıktır. Bu da varlığı 
    zaruri olan, mutlak hakim, mutlak bir Zat-ı Hakk'ın kesin olarak kabul edilmesi 
    ile, şahitlik etmesi ile besbellidir. Ve bu tasdik böyle kesin bir inancın, 
    hem başlangıcı, hem en son hedefi, hem de güç kaynağıdır. Gün gibi açık olan 
    ilk gerçeğin bütün mânâ ve şartları da apaçık mıdır? Bu bir problemdir. Bunun 
    için bazıları yaratıcının varlığına apaçık aşikar, bazıları apaçık gizli, 
    bazıları da bakış açısına göre değişir, demişlerdir ki bu herkesin kendi varlık 
    idrakindeki kuvvetine ve zayıflığına bağlıdır. İşte böyle bir anlamda teorik 
    sayılabilecek bir algılama şekliyle, açık ve seçik olan bu varlık, kimine 
    göre aşikâr kimine göre gizlidir. Kâinat onun delili iken o da kâinatın şahidi 
    ve nurudur. "Allah, göklerin ve yerin nurudur." (Nûr, 24/35) "Muhakkak 
    ki O, her şeye şahittir." (Fussilet, 41/53) "O, ilktir, sondur, 
    zahirdir (aşikârdır), bâtındır." (Hadid, 57/3) man, bu nuru kavramak 
    demektir. İslâm dini de bu anlayışı, bu ilişkiyi yaşamaktır. 
   3- "O Rahmân 
    ve Rahim". Besmelenin tefsirinde bu iki sıfatın uzun uzadıya açıklamasını 
    gördük. Burada meşhur bir konuya dikkat çekelim. Merhamet ve rahmet, muhtaç 
    ve belaya uğramış birini beladan kurtarmayı ve onun yerine ona iyilik etmeyi 
    ve nimet vermeyi hedef edinen bir acıma duygusudur demiştik. Bu duygu başlangıçta 
    şefkat gibi acı duyma ve etkilenme cinsinden nefse ait bir arzu olarak başlar 
    ve sonunda da güzel bir etki demek olan istiyerek nimet verme işini gerektirir 
    ve yerine göre bu sonuç için sadece bir söz veya bir işaret bile yeterli olur. 
    Biz "Falanca merhametli adamdır." dediğimiz zaman çoğunlukla gönül 
    yufkalığı dediğimiz psikolojik durumu, etkilenme yeteneğini kastederiz, fakat 
    pek merhametli, çok merhametli dediğimiz zaman da yaptığı iyiliğin sonuçlanıp 
    ortaya çıktığını anlarız. Yüce Allah ise, sonradan meydana gelmenin alâmetleri 
    olan değişme ve etkilenmeden uzak ve yüce olduğu için Allah'ın rahmetini insanlara 
    ait merhamet gibi yukarıda zikredilen mânâ ile açıklayamayız. Bunun böyle 
    olması gerektiğini bize hem aklımız, hem de şeriatımız söyler. Zira her ikisi 
    de bize bunun ipuçlarını verir. Bundan dolayı müfessirler burada ifade açısından 
    az çok bir mecaz bulunduğunu söylerler ki, bu da iki şekilde düşünülür: 
  1. Yalnızca merhametin 
    gerekli sonucu olan kurtarma ve nimet verme mânâsı. 
  2. İnsanın, esas itibariyle 
    iyiliğe yatkın olan yaratılışının gereği ve icabı olan iyiliği irade (dileme) 
    mânâsıdır.Çünkü irade (dileme) bir edilgi (passion) değildir, mümkün olan 
    bir işi yapma ve bir işi terketmeden birini tercih etme demek olan Allah'ın 
    zatına ait bir sıfattır. Bundan dolayı birinciye göre rahmet, Allah'a ait 
    fiilî sıfatlardan, ikinciye göre zâtî sıfatlardan olur. 
  Allah'ın rahmeti en 
    mükemmel olduğu ve Rahmân-ı Rahim diye iki sıfatla da anıldığından dolayı 
    burada iki mânâyı da kasdetmek daha uygundur. Rahman Allah'a ait bir sıfat 
    olduğuna göre tabiat (instinet) ve devamlılık mânâsına gelen sıfat-ı müşebbehe 
    olarak iyiliği dilemek zatına ait sıfatı, Rahim de pek fazla acıma mânâsı 
    ile ism-i fâil olarak onun sonucu ve meydana çıkması demek olan nimeti vermek 
    ve iyilik etmek fiilî sıfatı ile açıklanır. Bunun zıddını söyleyenler de olmuştur. 
    
  Fakat bazı uzman araştırmacıların 
    yaptıkları araştırmaya dayanarak, bizim tercih ettiğimiz görüş şudur ki; Allah'ın 
    sıfat ve isimlerinin mânâları mecaz değil hakikattirler. Mesela ilim ve irade 
    (dileme) sıfatlarının mecaz olduğunu söyleyen yoktur. Halbuki bunlar Allah 
    için kullanıldıklarında mânâları, insan için kullandıklarından ayrı olduğunda 
    bütün bilginler fikirbirliği içindedirler. Mesela ilim, bir bilgisizliği giderme 
    demek olduğu gibi, irade de insanda bir arzu ve istekten sonra meydana gelir 
    ve böylece sonradan meydana gelmiş olan bir şeydir. Oysa Allah'ın ilmi ve 
    iradesi bizim bu niteliklerimizin en yüksek başlangıç noktası olan ve öteden 
    beri var olan yaratıcı sıfatlardır. Bunlar olmasaydı sebeblerin ilişkisi kanununa 
    göre bizim ilim ve irademizi sınırlandırmak mümkün olmazdı. Bundan dolayı 
    insanın hazırladığı şartlar ve imkanlar, ilim ve iradenin doğuştan şartları 
    değil, yerlerine göre sonradan olan şeylerdir. İlmin gerçek anlamı manevî 
    bir ayırımı gerektiren nitelik, iradenin gerçek mânâsı da yapılabilecek iki 
    şeyden birini tercih etmeyi gerektiren niteliktir. Bundan dolayı Allah'ın 
    diğer isim ve sıfatlarında da aynı şekilde düşünmek gerekir. Hele Allah'ın 
    isimleri ve sıfatları insana ait olgunlukların üstünde bir olgunluk anlatan 
    örfe ve şeriata ait hakikatler olduğundan şüphe edilemez. Bunun içindir ki, 
    dilimizde öteden beri rahmet ile merhamet birbirinden farklı olarak kullanılmıştır. 
    İşte bundan dolayı Allah'ın rahmeti ile insanın merhametini bir mânâda kullanmamız 
    ve "Rahmân-ı Rahim"i çok merhametli ve çok merhamet edici diye tefsir 
    etmemiz de doğru olmaz. Netice olarak başlangıçta, sonunda, ezelde, ebediyette 
    sonsuz rahmet sahibi, sonsuz nimet ve bolluk, iyilik ve bağış saçıcı diye 
    bir açıklama yapabiliriz ki, ikisinde de rahmetin hem (Allah'ın) zatına ait 
    sıfatını göz önünde bulunduran iyiliği dilemesi, hem fiilî ve yaratıcı sıfatını 
    göz önünde bulunduran belalardan kurtarma, nimetlere ve iyiliklere ulaştırma 
    mânâlarını içine alması, hem geleneğin hem de şeriatin özüne uygun düşmektedir. 
    
  Bilindiği gibi belaların 
    mahiyeti, yokluk ve yokluğa götüren şeylerdir. 
  İyiliklerin mahiyeti 
    de varlık ve varlığa götüren şeylerdir. Belalarla ilgili olan bütün acılarımız 
    bizi, bir iyiliğin yok olması ile korkuttukları için derttirler. Bu dertlerin 
    başı Allah'tan ve Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmaktır. Nimetler ve iyiliklerle 
    ilgili olan bütün lezzetlerimiz de bize bir varlık payı müjdesini verdiklerinden 
    dolayı lezzettirler. Bu lezzetlerin başı da Allah'a ve Allah'ın rahmetine 
    inanmaktır. Dünya hayatı böyle yokluk ile varlığın, ızdıraplar ile lezzetlerin, 
    ümitsizlik ile imanın, Rahmân'ın rahmeti, kendi çabası ve yardımlaşma sayesinde 
    verilen bir mücadele şeklidir ki, bunların bu karşılıklı kavgadan çıkıp ebedî 
    üstünlük ile galib olmaları da ahiret hayatını meydana getirir. Bundan dolayı 
    bizim iyilik ve lezzetlerimizin başlangıcı, yokluktan varlığa getirilişimizdedir, 
    nihayeti de sonludan sonsuza erişimizdedir. 
  Rahmân olan Allah'a 
    ait rahmet bütün, olabilen şeylerin yokluktan varlık âlemine çıkarılmasını 
    anlatan var etme iradesi ve varlık nimetini verme olduğundan her olabilecek 
    şeyin varlık sahasına çıkarılmasını gerektirir. Çünkü var olmak, her iyiliğin 
    ve her nimetin aslıdır. Rahman böyle bir iyilik iradesi ile bizi beden ve 
    ruhumuzla meydana getirerek yaratan ve bununla beraber yaşama ve hayatımızın 
    sebepleri olan nimetleri de hazırlayan ve bize ulaştıran büyük rahmet sahibidir 
    ki, bu rahmetin kapsamı dışında hiçbir yaratık bulunamıyacağından buna büyük 
    nimetler ile rahmet denilir. Bütün olabilecek şeylere var olma payı verilirken 
    bu arada akıllı ve istediğini yapacak olan varlıkları yaratmak da Allah'a 
    ait rahmetin kapsamlı olgunluğunun gereklerindendir. Çünkü bunda, mümkün olan 
    varlıkların varlığının Cenab-ı Hakk'ın varlığına yaklaşması söz konusudur. 
    O şekilde bu varlıklar kıdem (başlangıcı olmayan) ve hudus (sonradan meydana 
    gelme), varlığı zaruri olanla mümkün olan, noksansızlık ve noksan, hemen hemen 
    Allah'ın sıfatlarını temsil edebilirler. Fakat bunda çeşitli iradelerin bulunmasından 
    dolayı var olmada bir çeşit sonradan meydana gelen ortaklık ortaya çıkar. 
    Halbuki ortaklaşarak var olma ve var olmayı sürdürme mümkün değildir. Çünkü 
    ortağının bulunması batıl yani bizzat var olmayan, olması imkansız ve muhal 
    olduğundan her varlık tek başına ortaya çıkar ve çeşitli varlıklar, bir birlik 
    meydana getirmedikçe varlıklarını sürdüremezler. Allah'a ortak koşmak, kendiliğinden 
    var olan varlığı inkâr ve onu yok saymayı gerektirir. Bundan dolayı, kâinatta 
    ister tabiat ve ister ahlâk açısından ne kadar kötülük düşünülürse hepsinin 
    kökü çokluk ve ortaklık iddiasıdır. Bu da Allah'ın birliğinin mükemmelliğinin 
    gereğidir. O halde hem böyle ortaklığa sebep olan birden fazla iradeler yaratarak 
    onlara varlık payı vermek, hem de bunların denk olmalarını koruyarak bütün 
    görülen varlıkları bir irade ile idare etmek ve devam ettirmek, öyle ince 
    bir nimet ve öyle sonsuz bir iyiliktir ki, bunu da Allah'ın Rabbliğinin Rahîm'lik 
    rahmeti temin etmiştir. 
  En mükemmel terbiye, 
    işte bu gereklilik ile seçme arasındaki karışımın dengede tutulmasında, Rabb'in 
    terbiye ediciliğinden kaynaklanan olgunluk ve kıvam da, filozofların yaratılış 
    bilmecesi dedikleri rahimiyetin icabı olan denklemdedir. Bunun için önceki 
    tefsir âlimleri Rahim'e ait rahmeti ince nimetler diye ifade etmişler ve maksat 
    itibarıyla da ahirete ait nimetlerle tefsir etmişlerdir. Bu bir taraftan insanın 
    elinde olan irade sahiplerinden her birinin iradelerine bir tercih payı vermek, 
    bir taraftan da kazanmış oldukları haklarının maksadına göre hesaplarını görüp 
    hak terazisindeki durumlarını tesbit ettikten sonra "Artık kim zerre 
    ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa 
    onu görür." (Zilzal, 99/7-8) gereğince mükafat ve ceza ile sorumluluklarını 
    uygulamaya koymaktır ki, bu ceza, o mükafatın garantisidir. Bundan dolayı 
    Rahim olan Allah'ın yüce rahmetinin asıl hedefi bu mükafattır. Rahmân olan 
    Allah'ın rahmeti içindeki başlangıçtaki varoluşla hiçbir varlık yolundan sapmaz. 
    Rahîm olan Allah'ın rahmeti içindeki ikinci varlık ise irade sahiplerine ait 
    olduğundan bunlarda vazifesinden sapanlar ve doğru teraziyi kendi iddialarıyla 
    bozmaya uğraşanlar vardır ki, Rahim olan Allah'ın rahmetinin içine aldığı 
    adalet hikmeti bu varlıkta böyle isteğe göre hareket etmeye bağlı olan bir 
    ödül ve ceza denklemini kurmuştur. Yine bu denklemin genel terazisinde hiçbir 
    ortağı olmayan Allah Teâlâ'nın Rahmân olan iradesi üstün gelmiştir. "O 
    Rahmân arşa hükmetmiştir." (Tâhâ, 20/4). 
  O Rahmân diyor ki: 
    Ey insanlar! Siz isteseniz de istemeseniz de diğer âlemler gibi size de varlık 
    ve varlığın devamına ait nimetlerimi, iyiliklerimi tükenmez hazinemden verdim 
    ve veririm. O Rahim de diyor ki: Ey akıl sahipleri! Ey irade sahipleri! Siz 
    diğerleri gibi değilsiniz, onlar sadece Allah'ın Rahmân iradesinin büyüklüğüne 
    mahkumdurlar. Siz ise benim rahmetimin kemal ve inceliklerini gösteren irade 
    ve arzumu temsil ederek bana yaklaşmak ve en büyük hoşnutluğumu elde etmek 
    için yaratıldınız. Size, onlardan fazla olarak istediğiniz ve isteyerek çalıştığınız 
    şeyleri de istediğim kadar veririm, fakat Allah'ın birliğinin zorunluluğu 
    (vücubu) karşısında Allah'a ortak koşmak ile varlık ve varlığın devamı imkansız 
    olduğundan, sizin nefislerinizdeki birden fazla olma ve çoğalmanın ve maksatlarınızda 
    benim arzumdan başka sadece kendinize ait cimrice görüşler takip eden, çeşitli 
    ve değişik iradelerinizin sizi Allah'a ortak koşmaya ve hepinizi yok olmaya 
    sürükleyen tarafınızı düzenlemek ve adalet ile rahmetin varlık dengesini temin 
    etmek için en sonunda sizi sorumlu tutacağımı da hatırlatırım. Haydi Allah'ı 
    inkar etmeyiniz, ona ortak koşmayınız, Allah'a yakınlık ve hatta vekillik 
    için Allah ve Allah'ın iradesi yolunda sevgi ile, iyilik sevgisiyle, doğrulukla, 
    adalet ve merhametle, iman içinde çalışınız da iradeleriniz, kazanılmış amelleriniz 
    o sonsuz mükafata, o en büyük hoşnutluğa sebep olsun. Özetle benim Allah'lık 
    özelliğim büyüklükten kaynaklanan bir yok etme, bir baskı ve öldürme şeklindeki 
    tasarruf değil, böyle Rahmân olma ve Rahim olma ile nimeti artıran yüce ve 
    güzel bir Rabb'lık özelliğidir. "Güzel davrananlara daha güzel karşılık 
    ve fazlası var. Onların yüzlerine ne bir kara bulaşır, ne de horluk. İşte 
    onlar cennet halkıdır, orada ebedî kalacaklardır." (Yûnus, 10/26). 
  İşte Rahim sıfatında 
    tam müjde içinde böyle bir uyarma mânâsı da gizlidir. Fakat bu, ilk söylendiğinde 
    bazı kimselerin irade ile gururlanmasına yol açtığı için onlara şöyle bir 
    şeyi hatırlatmak düşünülür. Acaba âlemlerin Rabbi, irade sahiplerini yarattıktan 
    sonra geleceğin kaderini büsbütün onlara mı terketmiştir? Kendisi ululuk perdesinin 
    arkasına çekilmiş değil midir? O halde Hak Teâlâ, varoluş bakımından bütün 
    âlemlerin başlangıç noktası ve Rabbi olsa da şimdiki zamanda insanların işine 
    bizzat karışmamış ve geleceğin de dolaylı bir Rabbi olmuş olmaz mı? O halde 
    geçmişin sahibi Allah iken şimdiki zaman ile geleceğin; bu günün ve yarının 
    fiilî maliki ve sahibi, mükafat ve ceza gününün hükümdarı, o irade sahipleri 
    olmak gerekmez mi? Bu halde irade sahiplerinin, alacağını zorla almak ve sorumluluk 
    korkusundan uzak kalmak için takdirini kendisi belirleyip geleceğin "yaptığından 
    dolayı sorguya çekilmeyen" hükümdarı olmaya çalışmaları gerekmez mi? 
    Böyle bir şeyin akla gelmesi, insanların şimdiki zamanda sahip göründükleri 
    irade-i cüz'iyye (Allah'ın insana verdiği az ve zayıf irade)ye kayıtsız bir 
    irade-i külliye ve her türlü kayıttan uzak bir seçme serbestliği ve bir yaratıcı 
    kudret değeri vererek kendilerini herşeye gücü yeten ve kayıtsız şartsız serbest 
    olan ve sonsuza hükmeden birer fail-i muhtar (istediğini yapmakta serbest 
    olan) Tanrı gibi bir kuruntuya düşmelerinden kaynaklanan bir şirk iddiasından 
    ileri gelir ki, insanoğluna ait bütün belaların, bütün haksızlıkların sebebini 
    işte bu yanlış düşünce oluşturur. Allah'ın adalet ve rahmeti bunun üzerindeki 
    değişiklikleri yapmasa ve düzenlemese insanlık topluluğu üç gün içinde birbirini 
    yer bitirir. "İnsanların elleriyle kazandıkları (günahlar) yüzünden, 
    karada ve denizde fesat çıktı." (Rûm, 30/41). Halbuki dünyada ve hele 
    hayatta her an insan iradesi dışında yeni yaratılışlar meydana gelmekte olduğundan 
    dolayı kuvveti kendisinin zanneden o kuvvetli pazuları, bir an içinde -Allah 
    korusun- bir felç, ilâhî bir darbe en güçsüz acizler sırasına koyuverir. Mısır'daki 
    piramitler içinde saklanan ve bir gün gelip te açılacak olan mumyalı gövdeler 
    ve onların kurutulmuş simalarındaki sönük, oyuk gözler, eski Mısır Firavunlarının 
    dağlar deviren görkemli bünyelerinde ve şimşekli bakışlarındaki kuvvetlerin, 
    artık ne efendisi, ne sahibidir. Bunun gibi nice örneklerle anlaşılır ki varlığın, 
    hayatın gerek geçmişte ve gerek gelecekte ilk ve son idaresi bütünüyle Allah 
    Teâlâ'nın kudret elindedir ve onun mülküdür. O, zannedildiği gibi yalnız herşeyin 
    başlangıcı değil, hem başlangıcı, hem de her şeyin sonudur. Oluş ve yok oluşlarla 
    dolu olan bu fani âlemde başlangıcı ve sonu başka başka görenler, ezelde ve 
    ebedde de durumu aynen böyle zannetmesinler. Başlangıçta işi yapanla en son 
    gaye olan gerçekte birdir. Düşünülürse cansız cisimlerin yuvarlak oluşu, zamanın 
    dönmesi merkez ve çevresinden bize bunu haber verir; doğan insan güçsüz, ölen 
    insan yine güçsüzdür. 
  Bu önemli noktayı hissedenlerin 
    bir kısmı geçmiş ve gelecek şöyle dursun, şimdiki zamanda bile sade cebir 
    (zorlama) yani insan iradesini inkâr etme görüşünü ileri sürmüşlerdir. Zaten 
    insan, kuvvet buldukça hep ben, güçsüz düştükçe hep sen veya hep o demek ister. 
    Ortada apaçık görülen gerçek ise ne öyle, ne böyledir. İşin gerçeği ikisi 
    arasındadır. " "dir. İnsanlık gövde ile ruhun, akıl ile kalbin, 
    kabiliyet ile faaliyet göstermenin, çaresizlik ile istediğini seçmenin bileşkesidir. 
    O, ne kayıtsız şartsız mecburi, ne de kendi başına buyruk kimsedir. Bu konuda 
    ilk bakışla, son bakış birbirinin aynıdır. Felsefî bir inceleme iddiası ile 
    işi zorlaştıranlar ne çaresizlik yönünü inkâr edebilirler, ne de serbestlik 
    yönünü. Mecburiyete derece ayırmak, serbestliğe bir makam vermektir, serbestliğe 
    makam ayırmak da mecburiyete makam vermektir. Ne sade zorlama (fatalite) ile 
    sade çaresiz bulunma (determinizm)'nın mecburiyet iddiaları, ne de kayıtsız 
    ve tam hürriyet (liberalizm) davasında bulunanların herkes istediği şeyi yaratmada 
    serbesttir iddiaları, hiçbir zaman hakikat terazisinin açık seçik ve şaşmaz 
    ölçüsüne vurulamazlar. İnsanın çaresizlik yönü Allah'ın kuvvetinin şahidi, 
    seçim yönü de Allah'ın iradesinin şahididir. O, kendi kendine kalırsa yok 
    olmaya mahkum, yaratıcı kudretin yaratması ile de var olmaya mecbur olur ve 
    aynı zamanda Allah'ın rahmeti ile dilediği işi yapmada serbesttir. Ve bu sayede 
    kaderinin bir kısmını kendi isteği ile yazar. Kısacası bu iki şahitlikle insan 
    bu varlıkta ve bugün, şu an, şu şimdiki zamanda Allah tarafından bağımlı ve 
    iğreti bir geçici hayatta, bu kayıtlı mülke ve Allah'ın müsaadesine nail olmuş, 
    onun yerine yetki sahibi olmuş yani bir memuriyeti elde etmiş olduğunu ne 
    inkâr etmelidir, ne de bu yetki ve memurlukta kendini azl edilmez ve sorumlu 
    tutulmayan bir esas görevli zannetmelidir. İnsan, gelecekteki mükafat ve cezayı 
    verecek değil, alacaktır. Hem de şimdiki zamandaki bütün kuvvet vasıtaları, 
    iğreti mülkü kesildiği zamanda alacaktır. Almak durumunda bulunmak ise mülk 
    sahibi olma durumu değil, ihtiyaç halinde bulunmaktır. Ve tam mülkiyet, hem 
    elde bulunma, hem de kontrol açısından bir şeye sahip olmaktır. Bu ise, yerleriyle, 
    gökleriyle, mekanlarıyla, zamanlarıyla, fertleriyle, çeşitleriyle, basitleriyle, 
    bileşikleriyle, maddeleriyle, kuvvetleriyle, kabiliyetleriyle, faaliyetleriyle 
    bütün alemlerin yaratanı, sahibi, icad edeni ve terbiyecisi olan Allah Teâlâ'nın 
    mutlak mülküdür. 
   4-İşte "Rabbü'l-âlemîn" 
    denildiği zaman, genel kapsamı ile bütün o kuruntular bir yana atılarak ve 
    Allah Teâlâ'nın ezelde ve ebedde mutlak sahib olduğunun anlaşılması lazım 
    gelirse de bir taraftan Allah'ın rahmetinin katmerli genişliği, diğer taraftan 
    insanlığın gafil olması dolayısı ile şimdiki zaman içinde insanların mükafat 
    ve ceza gününe de bir çeşit sahip olması ve hakim olmasının az çok akla gelmesi 
    ihtimalini büsbütün ortadan kaldırmak için "O, din gününün maliki Allah'ın" 
    buyurulmuştur. Ve burada uyarma biraz açıkça belirtilmiştir. Çünkü "dîn" 
    kelimesi Arap dilinde ceza, hesap, kaza (hüküm verme), siyaset, itaat etme, 
    âdet, durum, kahır ve nihayet bütün bunlarla ilgili ve hepsinin üzerinde kurulduğu 
    ve hepsinin ölçüsü olan millet ve şeriat mânâlarına gelir. Doğrudan doğruya 
    kıyamet mânâsı yoktur. Ve burada baştaki ceza ve sonuncu bilinen din mânâları 
    ile iki geçerli tefsiri vardır: İlk önce ceza, gelecekte sorumluluk, sorumluluk 
    duygusu, sorumluluğu tatbik etmek gibi mânâlara da gelir. Bunun için (yevmiddîn)'in 
    Türkçemizde bir ismi de rûz-i cezadır (ceza günüdür). Fakat şunu unutmamalıdır 
    ki, aslında ceza kelimesi şimdiki herkesin bildiği gibi yalnız ceza ve işkence 
    demek olmayıp iyi veya kötü yapılan bir işin tatlı veya acı karşılığını, ücretini 
    vermek mânâsına masdardır. Ve isim olarak bu karşılığa da söylenir. Mesela 
    demek, "Allah sana çok hayırlı, karşılıklar ve mükafatlar versin." 
    demektir. Ancak mükafat ve mücâzât (ceza) kelimeleri, denk ve ortaklık mânâlarına 
    geldiklerinden hukuk dilinde yüce Allah'a nisbet olunmaz. Bunun yerine sevap 
    ve azap, ücret ve ceza gibi deyimler kullanılır. Bundan dolayı "yevmi'd-dîn", 
    ceza günü her işin karşılığı verilip bitirileceği son gün, başka bir ifade 
    ile gelecekte mükafat ve cezanın paylaşılacağı vakit demektir ki, İslâm hukuk 
    dilinde buna "yevm-i âhir = son gün" de denilir. Ve bu kelime de 
    kaza (davaları kanuna göre hükme bağlamak ve çözüme kavuşturmak) ve hükm etmek 
    mânâsını da içine almaktadır. Gerek Arapça'da ve gerek Türkçe'de olsun bu 
    gibi yerlerde yevm ve gün kelimelerinin mutlak surette vakit mânâsına kullanıldığı 
    da bilinmektedir. Bugün ne bir gündüz, ne bir gece ve ne bir gündüzle gecenin 
    toplamı olan yirmi dört saat mânâlarına olmayıp gerek gün, ay, yıl, asır, 
    devir v.s. gibi bildiğimiz ve gerek bilmediğimiz zaman ölçülerinden herhangi 
    biri olabilir. (Dünyanın kendi ekseni etrafında bir defa dönme süresi bir 
    gündür, yok olmak ise bir nefeste olur). "Bugün dünya, yarın ahiret" 
    deriz ve bunun için dünya günlerine göre ahiret günleri "bin sene" 
    veyahut "elli bin sene" gibi ölçülerle anlatılagelmiştir. 
  Bu açıklamadan anlaşılır 
    ki, "yevmi'd-dîn" bütün ümitlerin veya ümitsizliklerin ileride Allah'ın 
    terazisinden geçerek en son gerçek şeklini bulduğu ve herşeyin birbirlerinden 
    tamamen ayrıldığı kesin olarak bilinen son andır. Bundan sonrası artık ya 
    ümidin son noktası olan sonsuz mutluluk ve en büyük memnuniyet (cennet) veya 
    ümitsizliğin son noktası olan sonsuz, en büyük zarardır (cehenneme girmek) 
    ve bugün kıyamet gününün son anıdır. Ve bu şekilde "yevmi'd-dîn" 
    kıyamete işarettir. Fakat bunun kıyamet günü olması, dolaylı yoldan elde edilen 
    bir mânâ sonucudur. Yoksa din, kıyamet demek değildir. Kıyamet gününün, kıyamet 
    yani ölmüşlerin dirilmesi demek olan ba's (yeniden dirilme), haşr ü cem' (derleyip 
    toplama), vakfe yani tavakkuf ve intizar (durma ve bekleme), sual (sorguya 
    çekme), hesap ve mizan (amellerin tartılması), sırat ve nihayet bütün amellerin 
    iyiye iyi mükafatının, kötüye kötü cezasının dağıtılması ile ceza gibi durumları 
    ve menzilleri içermektedir ki, diğerleri bu son ceza döneminin ilk unsurları 
    ve başlangıçları olduğundan burada "yevmi'd-dîn" nazmı ile bu maksat 
    açıkça belirtilerek teşvik ve uyarma ile desteklenmiştir. Bundan dolayı "yev'mid-dîn" 
    yerinde "kıyamet günü", "sorgulama günü", "hesap 
    günü" denilmesi hem terceme değildir, hem de bu kuvveti ve sözün gelişini 
    bozar ve daha fazla korkutma ve dehşet mânâsını ifade eder. 
  Yevmi'd-dîn, cezanın 
    gerçekleşeceği son gün demek olduğundan bu açıklama şeklinde dinin esaslarından 
    inançla ilgili prensiplerinden birini meydana getiren kıyamet inancı bütünüyle 
    gözardı edilmiş, onu yalnızca bir yönü ile anlatıyor ise de din kelimesini 
    bilinen mânâsında kullanmamış ve ona dolayısı ile işaret etmiştir. Çünkü ceza 
    yerine din gelmesinde sözlü bir işaret, mükafat ve azab mânâsında da dinin 
    maksatlarına bir işaret bulunduğu apaçıktır. 
  Bilinen mânâya gelince: 
    Din, akıl sahiplerini kendi güzel arzuları ile bizzat iyilikleri yapmaya sevk 
    eden bir ilahî nizamdır. Burada biraz duralım. Bu tanımlama, herşeyden önce 
    hak dinin bir tanımlamasıdır. Çünkü bizzat iyiliğe gerçekten sevk etmek ancak 
    hak dindedir. Batıl dinlerde ise bu sevk, hayalî olur. Onlar, bizzat iyilik 
    olmayan şeylere, olsa olsa iyilik adına bazı izafî iyiliklere sevk edebilir. 
    Mesela kendi görüşüne göre bir iyilik gibi yalana, yalancılığa ve hırsızlığa 
    teşvik edebilir. Çünkü hak ve hakikatı inanç esaslarının başına koymuş değildir. 
    Bundan dolayı bu tanımlama, dolayısı ile batıl dinlerin de esasını göstermiştir. 
    Yani gerçekte böyle ilâhi bir yönlendirici değil iken öyle zannedilen dinler 
    de batıl dinlerdir. İkinci olarak dinin yeri, şartları, semeresi, rükünleri, 
    yani cinsi ve onu başka dinlerden ayıran özellikleri gösterilmiştir ve dinin 
    şeriata uygun olan bu mânâsı, din kelimesinin lügatla ilgili bütün mânâlarını 
    içine almaktadır. 
  Hak dinin yeri, akıl 
    sahipleridir. Bundan dolayı cansızlar, bitkiler, hayvanlar, deliler, akılsızlar, 
    çocuklar, bunamışlar gibi özürlüler, din açısından sorumluluk sahibi değildir. 
    Çünkü akıldan yoksun olanlar, arzu ve seçim sahibi olmadıklarından dolayı 
    kendilerinden bir iyilik meydana gelirse istem dışı olur ki buna da zorlama 
    denilir. Bundan dolayı, hayvanlarda din vardır demek, olsa olsa mecazî bir 
    ifadedir. 
  Demek ki dinin şartı 
    akıl ve istektir. Bunlar dinin şartı, dindarlığın rüknüdürler. Akıl bulunmayınca 
    dinle ilgili işler ve dinî yükümlülükler bulunamayacağı gibi, seçme hürriyeti 
    bulunmadıkça da dinin idare ve etkisi, başka bir ifade ile dindarlık bulunamaz. 
    Bundan dolayıdır ki, dinde ilim meselesinden başka bir de irade meselesi vardır. 
    Gerçekten bilgili ve akıllı olmak, dindar olmak için yeterli değildir. Dindar 
    olmak için dini hem bilmek ve hem sevmek lazımdır. Bundan dolayı, ilim ve 
    irade, akıl ve seçim hürriyeti bizzat dinin yalnız kendisinde bulunan bir 
    rükün değilse de dindarlık ve dine bağlı olmanın rüknüdürler. Bunun için isim 
    olan din kelimesi ile, dindarlık mânâsına gelen ve masdar olan din kelimesinin 
    mânâlarını karıştırmamalıdır. Dindarlık insanın vasfı ve nefse ait bir mânâdır. 
    Din ise dindarlığın konusu ve onunla ilgili olan gerçeği ve işin özü olan 
    bir mânâdır. Aralarındaki fark, nefisle ilgili bir olay ile bu olayın ilkeleri 
    ve kanunları arasındaki fark gibidir. Diğer bir ifade ile din ilâhî bir kanun, 
    dindarlık ise insanların emek ve çabalarının sonucudur. Bunu birbirinden ayıramayanlar 
    ilim adına hatalara düşerler. 
  Dinin meyveleri bizzat 
    iyi olan işlerdir. Yani işleri yapan kimsenin kendi zannına ve kendi görüşüne 
    göre değil, aslında ve hak terazisinde iyi ve faydalı olan işlerdir. Bundan 
    dolayı esas dindarlık, iyiliği Allah katında iyi olduğu için seçip yapmaktır. 
    İyilik ise gerçekte genel olsun, özel olsun diğer kimselere şimdi veya gelecekte 
    faydalı olandır. İyiliği, gerçekten iyilik olduğu için yapmak demek, onu Allah 
    Teâlâ adına yapmak demek olduğu apaçıktır. Çünkü şu iş gerçekten bir iyiliktir 
    demek, yalnız sana bana göre değil, aslında ve Allah Teâlâ'ya göre iyidir 
    demenin diğer bir ifade şeklidir. Allah Teâlâ katında iyi olan her işin de 
    bir ücreti, bir karşılığı, bir mükâfâtının olduğu gerçektir. Bu sevabın en 
    büyüğü O'nun rızasıdır. Çünkü yüce Allah her iyiliğin, her mükâfâtın, her 
    nimetin kaynağı ve kefilidir. Allah'ın rızasının en büyük vesilesi de hakka 
    rıza göstermektir. Hakk'a razı olmayan iyiliği yalnız iyilik olduğu için sevip 
    yapamaz, kendine ait peşin bir fayda arar. Gerçi iyiliğin mutlaka karşılıksız 
    olması şart değildir. Allah katında kaybolan ve boşa giden hiçbir iyilik yoktur. 
    Fakat bir iyiliğin hemen böyle bir menfaat endişesi ile yapılması, hakka faydalı 
    olmak için değil, haktan yararlanmak için yapılan ve bundan dolayı ücretini 
    Allah'tan isteyen peşin bir değiş-tokuş olur. Bu ise iyiliği, iyilik olduğu 
    için yapmak ve Hakk ile bir ilişki kurmak değildir. Mükâfâtını Allah'tan isteyerek 
    yapmak ise, herhalde Hakk ile ilişkiye girmek ve hakkı ve iyiliği tanıyarak 
    yapmaktır. Bu da iyiliği gerçekten iyilik olduğu için yapmak demektir. Çünkü 
    iyilik zaten ve gerçekten böyledir. Fakat bu karşılığın yalnız ahirette verileceğini 
    düşünerek yapmak daha yüksek bir olgunluk derecesidir. Demek ki, hakkı tanımayan 
    ve Hakk'a tapmayanların, iyiliği gerçekten tanımaları ve iyiliği gerçekten 
    iyilik olduğu için yapmaları mümkün değildir. Ve iyiliği sevmenin başı, hakkı 
    sevmektir ve samimiyet ve ihlâsın ilk şartı Hakk'a tapmaktır. 
  İşte bunun içindir 
    ki hak dinin, en belirgin özelliği Allah'ın koyduğu bir kanun olmasıdır. Çünkü 
    diğer konular Allah'ın zatına bağımlı değildir ve sebepleri şahsi gayelerdir. 
    Bu ise bizzat iyiliğe değil, bizzat kötülüğe ve Allah'a ortak koşma ile karşılıklı 
    kavgaya sürükler ve hele güzel bir seçimle iyiliğe sürükleme maksadını hiç 
    içermez. Çünkü şahsi maksatlar ve art düşünceler hissedilen herhangi bir teşebbüste, 
    insanın seçim hürriyeti derhal bulanır ve bozguna uğrar. Zaten şahsi maksat 
    iyiliğin bile iyilik olmasına engel olur. Fakat Allah'ın kanunu nasıl anlaşılır? 
    Bu nokta dinin en önemli bir meselesini meydana getirir. Şüphesiz Allah'ın 
    kanunu bizzat Allah Teâlâ'nın ilmi ve iradesi ve rızasını gösteren deliller 
    ile anlaşılır ki, bunların en kuvvetlisi Kur'ân gibi Allah'ın (insanlığa) 
    hitabıdır. Kalb ve akıl bu hitabı zaruri olarak veya bir delil ile anlar ve 
    kabul eder. Aslında ruhun bütün varlığı ile onu Allah'ın kanunu olarak anlaması 
    lazımdır. 
  Bu noktada bazı filozoflar, 
    vicdan zevkini yeterli görmüşler. Fakat mutlaka vicdan zevki çok şahsi bir 
    sebeptir. Ve kâinatta her şahsın kendine mahsus özel bir vicdan zevki vardır. 
    O halde kişiler kadar da din vardır demek gerekir. Halbuki hak bir olduğu 
    gibi hak din de birdir ve hakkı bulmak için vicdanın ötesine de bir göz atmak 
    gerekir. Şu halde bütünün vicdanını veya bunu temsil eden bir bütünün ruhunu 
    bulmak ve o bütün ruhun kalbini ölçü olarak almak zarureti vardır. 
  Diğer bazıları yalnız 
    akla başvurmuşlar ve aklın hak ve iyilikte biricik hükümdar olduğunu zannetmişlerdir. 
    Halbuki akıl, şahıs değildir. Nitekim hak bir olduğu gibi akıl için de yol 
    birdir, deriz. Fakat akıl en iyi bir anlama vasıtası olmakla beraber kalble 
    ilgili hallerde otorite olmadığından dolayı ruhun bütün varlığına uyum sağlayamaz 
    ve bundan dolayı Allah'a ait nizamı anlama ve kabul etmede prensiplere muhtaç 
    ikinci derecede bir alet olmaktan ileri geçemez. 
  O halde Allah'ın kanunu 
    her şeyden önce insanın ruhuna bütün varlığıyla uyan, görünür ve besbelli 
    bir zaruri ilim ile ortaya çıkmalıdır ki, bu görünme bizzat Allah'ın nizamı 
    ve hitabı olduğu kendi kendine anlaşılsın ve apaçık olsun da sonra akıllar 
    tecrübe ve delile dayanarak netice çıkarma yolu ile kalbler zevk ve ferahlık 
    ile bundan feyz (ilim-irfan) alsınlar. İşte bu zaruri ilime şeriat dilinde 
    "vahiy" ve bu nimeti elde etmeye "nübüvvet = peygamberlik" 
    denilir. 
  Şu bilinmelidir ki 
    Allah'ın kanunu ile insanların koyduğu kanunun en önemli farkı o kanunun meydana 
    gelmesine insan iradesinin sebep olup olmadığıdır. Yoksa Allah'ın kanununun, 
    mutlaka insanlık dışında meydana gelmesi şart değildir. Ve gerçekten insan 
    ruhundaki değişikliklerin önemli bir kısmı insanın ortaya koyduğu şeyler değildir. 
    Bundan dolayı hak dini meydana getiren hitap ve Allah'ın kanunu, önce yaratılışın 
    Levh-i Mahfuz'unda kesbe bağlı olmayan ve Allah'ın iradesini gösteren bir 
    mecburiyet ile oluşur da bizzat Allah'la ilgisi olması ile her şeyin ruhunu 
    temsil eden bir kutsal ruhda bütün apaçık delillerin prensiplerini içeren, 
    görünen ve gerekli olan kesin bir bilgi ve apaçık bir vahy ile kendini gösterir. 
    Sonra bu zaruri ilim ile verileri bir taraftan tecrübe ve tarihe ait doğrulayıcı 
    belge ile diğer taraftan akla ait deliller ve kalbe ait zevkler ile çalışıp 
    kazanma yolundan meydana çıkar ve umumîleşir gider. Vahyin, devamlı vicdanda 
    bir örneği, akılda da delili vardır. Fakat vahyin gelişi bütün hisleri istila 
    ettiğinden dolayı o anda ruh bütün varlığıyla gördüğü şeye dalmış olarak sadece 
    kabul edici kesilir ve irade ile ilgili faaliyeti ve kuvvetlerinin özellikleri 
    geçici olarak durur da aklın yetişemediği varlığın bilgi ve sırlarını görür 
    ve daha sonra arzu ve iradesini ona uydurur. 
  İşte hak din, başlangıçta 
    peygamberlik denilen böyle ilâhî bir nizam ile gerçekleşir ve bu tecelli insanda 
    görünür fakat kaynağı bakımından insana ait bir nizam olmaz. Doğrusu insan 
    ruhu Allah'a ait ilimde "yapan" değil "kabul edendir". 
    Bilgi uydurulmaz, alınır ve bunun için ilimde ruh ile dış dünya arasında bir 
    hak ilişkisi vardır ki bu ilahî bir nizamdır. Ruhun kendinde arzusunu karıştırarak 
    imal ettiği fikirlerde ise bazen ilim bulunur, bazen bulunmaz, bu da insana 
    ait bir hareket olur. Demek ki, her türlü kesin bilgi Allah'a ait bir nizamdır. 
    Hakk'ın böyle bir tasdiki de insanın arzu ve iradesinden tecerrüd edilmesiyle 
    düşünülmeye bağlıdır. Özellikle din gibi doğrudan doğruya insanın işleri ve 
    durumları ile ilgili ve insanın seçimiyle ilgili ve ona başlangıç olan hareket 
    kanunlarında bu gereklilik daha kesindir. Kin, hırs, iştiha kalbi ve aklı 
    sislendirir, basiret gözünü şaşı yapar. Ya hiç göstermez veya çatal gösterir. 
    Bunun için din ilminde iştihâdan sakınmak ve uzak kalmak en büyük şarttır. 
    "Kim Kur'an'ı şahsi görüşüne göre tefsir ederse kâfir olur." hadis-i 
    şerifi de bunu ifade ediyor. Vahy ise söylediğimiz gibi bütün his ve duyguları 
    kaplıyarak ve o anda irade gücünü etkisiz hale getirerek gelen ve bundan dolayı 
    hiçbir emek ve yapmacık gayret şaibesi ve hiçbir iştihâ alâmeti olmaksızın 
    ruhun sırf kabiliyeti üzerinde dışından ve içinden tam bir mecburi öğretme 
    ile Allah'a ait ilkeler nizamını sunan en açık, en zorunlu bir kesin bilgi 
    olduğundan normalde kat'i olarak bilinen bilgilerin üstünde Allah'a ait nizamın 
    en mükemmel şahidi ve içeriğindeki aklî deliller ve sonraki çağdaş deneylerle 
    de doğruluğu kuvvetlendirilen bir hitabın dile gelmesidir. Ve bu şekilde her 
    görülen şey gibi kalp ve aklın arzularıyla gösterdikleri faaliyetin üstünde 
    olmakla beraber, yaratılıştan var olan kabiliyeti dışında da değildir. Bunun 
    için hak din kabul edildikten sonra özellikle usül açısından aklın tüme varım 
    yolu ile elde ettiği kavrayışları içine girer ve yalnız delillere dayanarak 
    netice çıkarma bu kavrayış için yeterli olmaz. Ve ilimde olduğu gibi bunda 
    da keşif (bir sırrı öğrenme, ilham) teoriden öncedir. Yalnız aralarında şu 
    fark vardır: Bunda (vahiyde) kişinin tecrübesi hepsini anlamaya yeterli değildir. 
    O ancak herşeyin aslı olan Allah'ı tek bilmede mümkün olabilir. Dinî gerçeklerde 
    ve kanun yapma ile ilgili meselelerde, tekrar tekrar görünmesi, tecrübe edilmesi 
    asırlara bağlı nice bilinmesi gereken önemli konular vardır. Ve bunun için 
    dinî ilimlerde de akıl ve naklin önemi apaçıktır. Gerçekten İslâm'da da ilâhî 
    kanunları bildiren delil dört tanedir: 
  Kitap (Kur'ân), sünnet, 
    ümmetin icmâ'ı (büyük fakihlerin, dinle ilgili bir konuda görüş birliğinde 
    olmaları) ve kıyâs. Bunlardan ilk üçü kesin isbat, dördüncüsü de açıklayıcıdır. 
    
  Hak dinin ayırıcı özelliği 
    akıl sahiplerini güzel arzuları ile bizzat iyiliğe sevketmektir. Diğer bir 
    ifade ile hak din zorla değil, seve seve iyilik yapan, istediğini yapmakta 
    serbest olan insanlar yetiştiren bir terbiye nizamıdır ve bütün mutluluklarda 
    iyiliğin yapıcısıdır. Demek dinin iyiliğe sevk etmesi mecburiyete ve zorlamaya 
    dayanmıyor. O, önce serbest hareket etmeyi teşvik eder ve ona güzelce serbest 
    hareket etmenin ölçüsünü verir. Güzel sonuç ile kötü sonucu göstererek uyandırır 
    ve iyiliğe yönlendirmeyi bu gönül hoşluğu ile yaptırmak ister. Bunun için 
    "Dinde zorlama yoktur." denilir. (Bakara, 2/256). Çünkü iyilik yapmaya 
    zorlanıldığı zaman, iyiliği yapan, o iyiliği yapmaya mecbur değil, onu iyiliği 
    yapmaya zorlayan, zorlayıcı kimsedir. Halbuki din, insanı, güzel ahlâk ve 
    tabiat ve yüksek fazilet sahibi olan, hayırsever, iyilik yapan, istediğini 
    serbestçe yapan bir insan yapmak istiyor. Bu ise yalnız dinin zatında değil, 
    insanın istediğini seçmesinde ve onunla dindar olmasında ve bunun sağladığı 
    başarı doğrulukdadır. Din ne kadar doğru olursa olsun, bilgisiz kimselerde 
    bu şekilde etkili olamıyacağı gibi, bilginlerde bile istediğini yapma serbestisi 
    bulunmaksızın, diğer bir ifade ile, gerçek anlamda dindarlık gerçekleşmeden 
    etkili olmaz. "Eğer siz Allah'a (dinine) yardım ederseniz, Allah da size 
    yardım eder." (Muhammed, 47/7). Bu güzel seçime, bu dindarlığa sahip 
    olmayanlar, ya diğerlerinin zorlaması ile iyiliğe sürüklenen ve hürriyetine 
    sahip olmayarak başkalarının kullandığı alet gibi olan ve başkasının istediğini 
    istemeyerek yapan bir kişi olarak kalır veya kötülük ve bozukluk yapan biri 
    olur gider. Bu vesile ile şunu birbirinden ayırmak gerekir ki; dinin insanı 
    yönlendirmesi başka, birini dine yönlendirmek başkadır. 
  Bilgi gibi dinin de 
    sürüklemesi zorla değildir. Çünkü aklın gereği fiilen gerekli olanın sebebi 
    değildir. Onun sebebi irade ve kuvvettir. Fakat hak dine sevketmek aslında 
    tam bir iyiliktir. Bunun için özel veya genel velayet ile tam dindarlığın 
    iyiliklere zorla sürüklediği, diğer bir ifade ile zorla iyilik yaptırdığı 
    yerler vardır. Bu cümleden olarak anne ve babanın çocukları yönlendirme ve 
    terbiye etmeleri, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak gibi meseleler 
    bu cinstendir. Bu farkın çıkış noktası şudur: İstediğini seçme ve irade dinin 
    bir parçası değildir de, etkili olmasının bir şartıdır, dindar olmanın parçasıdır. 
    Demin söylediğimiz gibi sırf kanun ile dilediğini yapmakta serbest olan kimsenin 
    etkileri arasında büyük fark vardır. 
  Kısacası din, iman 
    ve amel konusu olarak akla ve irade hürriyetine teklif edilecek hak ve iyilik 
    kanunlarının toplamıdır ki buna millet ve şeriat da denilir. Dindarlık da 
    bu kanunların severek ve isteyerek tatbik edilmesidir. Gerçi amelin imandan 
    bir parça olup olmadığı tartışılmış ve doğrusu amel imanın bir parçası değil, 
    imanın gereği ve meyveleri olduğu tesbit edilmiş ise de gerek imanın ve gerek 
    amelin dindarlıkta; imanla ilgili hükümler ve amelle ilgili hükümlerin de 
    bizzat dinin içinde birer rükün olduklarında asla ihtilaf edilmemiştir. 
  Hak dinin bu ayırıcı 
    özelliği üzerinde iyice düşündüğümüz zaman anlarız ki, tecrübe ve aklî delil 
    açısından bir dinin hak olması (tam din olması şartı ile) herkese vaad ettiği 
    iyiliklerin, mutlulukların gerçekleşmesi ile anlaşılacaktır. Batıl dinin verdiği 
    sözler, din olmasıyla ters orantılı iken hak dinin verdiği sözler din olmasıyla 
    doğru orantılı olur. Gerçekten İslâm tarihine baktığımız zaman da İslâm dinini 
    böyle buluyoruz. Ta Hz. Peygamber'in zamanından beri müslümanlar ne zaman 
    dinlerine tam doğru bir dindarlık ile sarılmışlarsa gerçek iyiliği anlamışlar 
    ve yapmışlar, bereketleri, iyilikleri ve mutlulukları o oranda artmış, mutlu 
    yaşamışlar, mutlu yaşatmışlar "Kim bir iyilik yaparsa ona o iyiliğin 
    on katı verilecektir." (En'âm, 6/160). 
  Fakat zamanımızda Avrupalılardan 
    bazıları diyorlar ki "Asrımızın insanları, mutluluğu fayda ve iyilikte 
    değil faydalanmada görüyor. Onun dışında bizatihi bir hak, bizatihi bir iyilik 
    tanımıyorlar ve bundan dolayı Allah tarafından kurulmuş olan hak din, artık 
    onların şevklerini ve iradelerini coşturmuyor. Şimdiki insanları ancak faydalanma 
    şehveti zabt ve idare ederse etkileyecektir. Bundan dolayı onlara insan tarafından 
    kurulmuş olan dinler tatbik etmeli ve iradeleri bununla gıcıklayarak şimdiki 
    insanları, olgunlaşıncaya kadar bir taraftan mücadeleye sürüklemeli, diğer 
    taraftan sırf otomatik ve mekanik, yani cansız ve duygusuz kanunlarla zor 
    ve kuvvet içinde tutup götürmelidir. Tabiatta merhamet yok, zor vardır. Hürriyet 
    değil, zorunluluk ve determinizm hakimdir". Bunlara göre şimdiki insanlar 
    şahsi çıkar hırsı ile ister istemez böyle sonsuz bir mücadeleye atılmakta 
    ve sevgi yerine düşmanlık çoğalmaktadır. Böylece hak din doğru imiş demek, 
    haksızlar onun mükafatına değil, cezasına layıktırlar demeye eşittir ve hak 
    dinin Allah'a ortak koşmada gösterdiği acı sonuçları hak etmeyi itiraf etmektir. 
    "İnsanların kendi elleriyle kazandıkları günahlar yüzünden, karada ve 
    denizde fesat çıktı. Belki dönerler diye, Allah böylece onlara, yaptıklarının 
    bir kısmını tattırıyor." (Rûm, 30/41) âyetinin mânâsını doğrulamaktadır. 
    Bu da Allah'ın birliği ile Rahmân ve Rahim'e sarılmayan insanların bizzat 
    hakları ve bundan dolayı âlemlerin Rabbi'nin bir yücelik alâmeti, bir büyüklük 
    terbiye ve tedbiridir. Yüce Allah insanlara bu şekilde de görünür. İnsanlar 
    bu çıkarcılık ve aç gözlülüğü yenerlerse, ancak şimdiki zamandaki savaş belasını 
    da yenmiş olacaklar ve gelecekteki din gününün mükafat ve karşılığını daha 
    iyi anlayacaklar. Çünkü Alman filozofu Kant bile yüce Allah'ın mutlak varlığını 
    pratik aklı ile ahiretin mutlaka var olması gerektiği sonucundan çıkarmıştır. 
    Bu şekilde ahiret günü dinin ve ona iman etmek dindarlığın en önemli temelini 
    oluşturur. Ve o günün dine mahsus olan böyle bir özelliği vardır. "O, 
    din gününün maliki Allah'ın" âyetinde bu müjde ve uyarmanın açıkça ifade 
    edilmesi bu itibarla da çok açık seçik bir söz olmuştur. Dinin böyle bir günü 
    vardır. 
  Bundan dolayı İbnü 
    Cerir et-Taberî tefsirinde nakledildiği üzere bazı müfessirler buradaki "din"i 
    yalnız mükafat ve karşılık mânâsına değil, millet ve şeriat de denilen bilinen 
    mânâsıyla ilişkili olarak tefsir etmişlerdir. Bu şekilde " = yevmi'd-dîn", 
    bilinen şer'î mânâsı ile dinin bilinen önemli günü demek olur ki, bundan da 
    bizzat ahiret ve kıyamet günü anlaşılır. Hitabın başlangıcına göre birinci 
    mânâ açık, hitabın sonucuna göre de ikinci mânâ birdenbire akla geliyor. Bunun 
    için biz de bu iki mânâyı zayi etmemek için mealinde "din gününün sahibi" 
    demeliyiz. 
  KIRÂET: Burada iki 
    kırâet (okuma tarzı) vardır. On kırâet imamından yani Nafi, İbn-i Kesir, Ebu 
    Amr, İbnü Âmir, Hamza ve Ebu Ca'-fer kırâetlerinde elifsiz olarak okunur. 
    yani Âsım, Kısâî, Yakub, Halef-i Aşir kırâetlerinde de okunur ki, bizim kırâetimiz 
    de budur. Ve Fâtiha'da mânâ ile ilgili Kur'ân-ı Kerim'in türlü türlü okunma 
    şekilleri ancak buradadır. Birincisi mimin ötresi ile "mülk" masdarından 
    sıfat-ı müşebbehe, ikinci de mimin esresi ile "milk" masdarından 
    ism-i fâil kipidir. Bu kelimeler, kuvvet mânâsı ile ilgilidir. Biri her şeyden 
    önce ve bizzat insanların canları üzerinde tasarruf, diğeri de her şeyden 
    önce ve bizzat malların kendisi ve faydaları üzerinde tasarruf kuvvetidir. 
    Hükümdarlık, umumun faydası için görüş ve tedbir, emir ve yasak, söz verme 
    ve uyarma, gönül okşama ve mahrum etme gibi hukuk ve yetki ile aklı olan insanlar 
    üzerinde tasarruf ve hüküm icra ederek bir toplumu düzene sokma ve onu bir 
    tek kişi örneğinde temsil eden bağımsız bir genel nitelikli yönetim kudretini 
    ifade eder. 
  Mâlikiyet ise, her 
    türlü mal varlıkları ve onların hisseleri üzerinde kişinin özel faydası için 
    başlıbaşına zabt ve tasarruf hakkı ve yetkisi demek olan özel nitelikli yönetim 
    kuvvetini ifade eder. Bunlardan her birinin diğerine bir yönden ilişkisi vardır. 
    Gerek mutlak suretteki sahip olma ve gerek mutlak suretteki hükümdarlığın 
    ikisi de bizzat âlemlerin Rabbine aittir. Çünkü hayatı kendi elinde olmayan 
    insanlığın bu sıfatlarla nitelenmesi, tabiatıyla izafî, vekâleten ve iğreti 
    olduğu apaçıktır. Bununla beraber dünyada ve şimdiki zamanda insanlığın yalnız 
    bencilliğini, gururunu teşkil eden de bu izafî ve vekaleten olan otorite ve 
    mülktür. Çünkü bunlar, dünyada yaşama ve mutluluğun en önemli temel şartlarındandır. 
    Gerçekten hayat ve hayatın mutluluğu önce bir memlekete bağlıdır. Memleket 
    ise otorite ve mülk yeri demektir ki, buna halk dili ile vatan, İslâm hukuku 
    dili ile daha değerli olarak dâr (yurt) denilir. Bir memlekette hayat, şahsi 
    menfaate dayalı mülkiyet hakkına bağlı olarak, yani kişisel mülkiyet ile ayakta 
    durur. Bunun gereği olan hayat ve kamu yararı da hükümdar ve mülk ile yani 
    sosyal düzeni temin eden devlet ve devlet reisi ile sağlanır. Bunların kıvamı 
    da her ikisinin kendine ait (özel) ve kendi adına hareket eden kimse olmayıp 
    birbirinin desteğine muhtaç olduklarını bilmek ve aralarında hak oranına uygun 
    düşen karşılıklı destek ve düzeni bulmakla mümkündür. Kişiyi ve kişisel mülkiyeti 
    boğan katıksız ve katı sosyalizm, organlarının bütün özellikleri felce uğrayan 
    ve yalnız gönlü basit ve fakat heyecanlı bir hatıra ile kıvranan bir vücuda 
    benzer. Toplumu, sosyal mülkiyeti boğan katı ferdiyetçilik (Liberalizm) canlılığı 
    çözülmüş olup canı boğazına gelmiş ve gözleri hava boşluğuna dikilmiş ölüme 
    hazır birisinin son nefesindeki can çekişme anındaki krizini yaşayan bedenini 
    andırır. Bunun için otorite ve mülkten her birinin yok olması bir felakettir. 
    Mülk ve otoritenin bir kısmının veya tamamının yokluğu, bizzat kamu yararının 
    o oranda kesilmesidir. Otorite ve mülk sahibi olmanın bir kısmının veya tamamının 
    yok olması da kişisel faydanın veya herkesin faydasının tükenmesi demektir. 
    Ve çoğunlukla birinin sona ermesi diğerinin sona ermesini gerektirir. Bunların 
    ikisinin birden kaybedilmesi ise -Allah korusun- en büyük musibet ve en büyük 
    felakettir. Her birinin yok olmasını düşünmekte bile insanlık bu acıklı sonucun 
    yürekler acısını duyar ve duyduğu içindir ki, bütün bu açıklık karşısında 
    kendisinin şu anda göreceli (izafi) değil, gerçek ve kayıtsız şartsız bir 
    melik (hükümdar) veya malik (sahip) olduğu kuruntusundan kurtulamaz. Varlık 
    ve nimet açısından hükümdarlık şüphesiz daha çekicidir. Fakat yokluk ve şiddetli 
    ceza açısından da sahip olmanın ortadan kalkması daha dehşetli ve daha korkunçtur. 
    İşte bu büyük âyet insanlığın şimdiki zamandaki bu izafî payını zorla almayarak, 
    gelecekte özellikle ahirette bunun dahi kendisinden alınacağını ve o zaman 
    yalnız âlemlerin Rabbi yüce Allah'ın ezelî ve ebedî olan gerçek mülk sahibi 
    oluşu, ve mutlak hükümdarlığının kalacağını açıklıyor: "O gün, kimsenin 
    kimseye yardım edemeyeceği bir gündür! O gün emir, yalnız Allah'a aittir. 
    " (İnfitar, 82/19) "Bugün mülk kimindir? O tek ve Kahhar olan Allah'ındır." 
    (Ğâfir, 40/16). İlk bakışta bu uyarma ne kadar dehşetlidir. Benim benim derken, 
    memleket, hükümet kaybetmenin ne felaket olduğunu anlayanlar, isterse bir 
    tane olsun kimseye vermem derken, malsız mülksüz kaldığını görenler bu dehşetin 
    büyüklüğünü ne çabuk hissederler. Fakat onu sonradan değil, önceden hissetmenin 
    faydası vardır. Bununla beraber bu yüce âyet ümitsizlik veren bir âyet değildir. 
    İzafî ve vekaleten sahip olma veya hükümdarlığın sona erip gerçek ve hakiki 
    sahibine ve hükümdarına döndüğü o günde yine tam fakirlik olan tamamen yok 
    olma yüz göstermiyor, ne katıksız otorite, ne de katıksız mülkün hiç biri 
    olmuyor. Bütün varlıklar, gerçek sahip olan âlemlerin Rabbinin, Rahmân'lığı 
    ve Rahim'liği ile kudreti altında top lanmış bulunuyor. Bundan dolayı Rabbanî 
    memleketin vatandaşlığını taşıyanlar o gün mutluluk paylarını derecelerine 
    göre bol bol alacaklar ve tâbi olmayanlar da sonsuz nasipsizliğe katlanıp 
    gideceklerdir. Çünkü o gün vatandaşlığı değiştirmeye artık imkan kalmayacak, 
    başka memleket, başka hükümet bulunmayacaktır. Bugün kötülük yaparken, sonunda 
    yokluğa güvenen, yok olmayı nimet sayanlar, o gün ondan da mahrum olacaklardır. 
    Hak terazisinin gereği budur. 
  İşte " " 
    şeklinde okumak bu uyarma ve müjdelemeyi ferdî mülkiyet açısından; olarak 
    okumak da sosyal mülkiyet açısından anlatmak ve bildirmektir. Her iki uyarıyı 
    bir okuma şeklinde toplamaya, Fâtiha'da Allah'ın rahmân olması müsaade etmemiş 
    ve en büyük belağat bunların iki ayrı okuma şeklinde dağıtılmasında kendini 
    göstermiştir. 
  İLMÎ BİR ÖZETLEME: 
    Fâtiha'da ilk tam vakf (durak)ın içine aldığı bu üç âyet bir istenilen şey 
    ile beş delilinden terkib edilmiş bir önermedir. Şöyle ki: Hamd Allah'a mahsustur. 
    Çünkü Allah zatı ve sıfatı ile bunu hak etmiştir. Zatı ile hak etmiştir, çünkü 
    Allah'tır, zatında hakkıyla kendisine ibadet olunandır. Sıfatı ile hak etmiştir, 
    çünkü âlemlerin Rabbidir ve çünkü Rahmân'dır ve çünkü Rahîm'dir ve çünkü din 
    gününün sahibidir. Birinci delile göre "Allah'a hamd olsun" önermesi 
    "dört sayısı, çifttir" önermesi gibi benzetmeleri beraberinde olan 
    önermeler veyahut doğal denilen önermelerdendir. Diğerleri de enfü-sî ve âfâkî 
    (subjektif ve objektif) bakış açısıyla kâinat düzeninden dolaylı olarak varılan 
    bir sonuç gereğince başlangıç ve sonuç delillerinin özetidir ki, Kur'ân'da 
    uzun uzadıya anlatılacaktır. 
   5-Saygı göstermenin 
    bütün şekillerini ve sebeplerini içine alan bu bildiri ve ispat şeklinden 
    sonra da aynı önerme ve deliller bir dileğe ve bir teklifin gereğini yerine 
    getirmeye dahi işarettirler. Sanki yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey insanlar! 
    Ey akıl sahipleri siz sadece iyiliğe, kayıtsız, şartsız olgunluğa saygı gösterenlerden 
    iseniz ben Allah'ım, her olgunluk benimdir ve eğer kudret (güç) ve iyilik 
    etmeye saygı gösterenlerden iseniz ben âlemlerin Rabbiyim ve eğer geleceğe 
    tama' ederek saygı gösterenlerden iseniz ben Rahmân-ı Rahîm'im ve eğer korku 
    ve ürkme ile saygı gösterenlerden iseniz ben din gününün sahibiyim. Bundan 
    dolayı saygının bütün sebeplerini zatında toplayan ve kendisine ibadet edilen 
    tek ilâhım." 
  Bunu duyan akıl sahibi 
    muhataplar da "Acaba Allah Teâlâ'ya nasıl ve ne şekilde hamd edelim?" 
    diye elbette kendi kendilerine soracaklardır. İşte buna cevap vermek üzere, 
    sözün yönünü değiştirmek demek olan bir iltifat üslubu ile; "Ancak sana 
    ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti (Ya Rab!)" 
    buyurulmuş ki "böyle deyiniz" meâlini anlattığı halde, anlatımdaki 
    belağat bunu açıkça söylemeye ihtiyaç bırakmamıştır. sana mânâsına bitişik 
    olmayan zamirdir ve ondan sonraki fiilinin düz nesnesidir. Nesnenin böyle 
    fiilden önce gelmesi, sırf sana mahsus anlamı taşıdığından "başkasına 
    değil, ancak sana" demek olur. abed, ubudet, ubudiyet (kulluk) mânâlarını 
    da toplayan ibadet masdarından yapılmış geniş zaman fiili birinci şahıs çoğul 
    kipidir. O halde ibadet nedir? 
  Şeriat dilinde ibadet, 
    niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan ve yüce Allah'a yaklaşmayı ifade 
    eden özel itaattır. İtaat, niyete bağlı olsun olmasın ve kimin için yapıldığı 
    bilinsin bilinmesin, yapılması hayırlı olan ameli yapmaktır. Allah'a yaklaşmak 
    niyete bağlı olmasa bile yapılması hayırlı olan ameli, kime yapıldığını bilerek 
    yani yaklaşmak istediği zatı tanıyarak yapmaktır. Bundan dolayı her ibadet, 
    Allah'a bir yaklaşma ve her yaklaşma bir itaattır. Fakat her itaat yaklaşma 
    sayılmaz ve her yaklaşma ibadet olmaz. Mesela Allah'ı tanımak için düşünmek 
    bir itaattır. Fakat kendisine yaklaşmak istenilen yüce Allah düşünce durumunda 
    henüz tanınmış olmadığından bu düşünce bir yaklaşma değildir. Ve niyete bağlı 
    olmadığından ibadet de değildir. Kur'ân okumak, ihtiyaç sahiplerine yardım 
    etmek, sadaka vermek, vakıf yapmak, köle azat etmek ve benzeri şeyler niyete 
    bağlı olmayan ameller hem yakınlık, hem itaattır, ibadet değildir. Fakat namaz, 
    oruç, zekat, hac ve cihad gibi yapılmasında niyet şart olan ameller hem ibadet, 
    hem yakınlık ve hem itaattırlar. 
  Demek ki, şer'î ibadet, 
    insanın ruh ve bedence, dış görünüşü ve içyüzünde bütün varlığıyla yalnız 
    Allah'a yapılan şuurlu bir itaat ve yakınlıktır. İlk önce; bunda niyet şarttır. 
    Niyet ise yapılacak işin icra edilmesinde ancak Allah'a itaat ve yaklaşmayı 
    kasdetmek demek olan yeni bir istektir. Azmetmek bir işi yapmadan önce, kasdetmek 
    yapmakla beraber olduğu gibi niyet de niyet edilen şeyi bilmekle beraber onu 
    yapmaya bitişik olur. Hem bilgi ve hem isteği kapsayan bu tam şuur, ruh ve 
    kalbin bir işidir. İkincisi bununla beraber Allah katında itaat olan bir amel 
    ortaya koymak gerekir ki ibadet olsun. Yoksa yalnız bir şeyi yapmayı istemek 
    ve ruhta kalan düşünme, hatıra getirme gibi iç duygularla ilgili ameller, 
    itaat ve yakınlık olsa da ibadet olamaz. Bunun içindir ki, ibadetlerin başı 
    olan imanda, sadece kalb ile doğrulamak yetmez de bunun hiç olmazsa dil ile 
    ikrar edilerek kalbden dışarı çıkarılması da gerekir. Aynı şekilde niyet edilmeden 
    yalnız açıkça yapılan ameller de ne olursa olsun ibadet sayılmaz. Niyetsiz 
    yatıp kalkmak namaz değil, niyetsiz aç durmak oruç değil, niyetsiz Ka'be'ye, 
    Arafat'a seyahat edip dolaşmak hac değil, niyetsiz düşmanla savaşmak, şehit 
    veya gazi yapan cihad değildir v.s... O halde kötü niyetle, yani Allah'a itaat 
    ve yakınlık maksadından başka bir maksatla yapılan ameller hiçbir şekilde 
    ibadet olamaz. Görülüyor ki, dilimizdeki kullanılışlarına göre tapı, tapmak, 
    tapınmak kelimeleri ibadetin değil, genel olarak itaatın mânâsı olabilecektir. 
    Hatta tapmak ve tapınmak kelimelerinde az çok ne yaptığını bilmemek gibi bir 
    şuursuzluk mânâsı anlarız da bunları puta tapmak, haça tapmak gibi yerlerde 
    kullanırız. Bundan dolayı "sana ibadet ederiz" yerinde sadece Türkçe 
    olsun diye "sana taparız" veya "tapınırız" demek dilimizin 
    inceliğini kaybetmek olur. Kulluk etmek şuur (bilinç) açısından tapmak kelimesinden 
    daha iyidir. Bu da ibadetten zayıf olan kulluğun mânâsıdır. Bununla beraber 
    İslam'da bütün dinî nasların genel incelenmesi sonucu yerleşmiş olan şer'î 
    (dinî) mânâdan önce kelimenin kökünden gelen lügat mânâsı göz önünde bulundurulduğu 
    zaman bunların arasında bir ortak mânâ vardır ki, ibadet denildiği zaman önce 
    onu düşünmek ve Fâtiha'da da bundan başlamak gerekir. Şu halde o nedir? 
  Bu mânâ esas maddesinin 
    en genel olan mânâsı ne ise odur ki, bu da " = ubudet" veya " 
    = abed" masdarlarındandır. Âbid (ibadet eden) ve mabud (kendisine ibadet 
    edilen) vasıflarının içinde de yer almıştır. Yukarıda işaret ettiğimiz şekli 
    ile ubudet, ubudiyet (kulluk) ve ibadet bir derece itaat mânâsını ifade ederler 
    ki, en özel mânâsı ibadet, en genel mânâsı da ubudettir. Ubudet Arap dilinde 
    kendini alçak tutma mânâsını içine alır. Kulluk alçalmayı açığa vurma, ibadet 
    bunun daha kuvvetlisi olarak eğilip tevazu etmenin, alçak gönüllülüğün ve 
    hürmetin en son derecesidir. Bunun için tefsir âlimlerinin çoğu bunu (eğilip 
    tevazu etmenin en son şekli) diye tefsir ederler. Bu da sebebini sormadan 
    tam itaat mânâsına gelir. Ebu Hayyan tefsirinde İbnü Sikkit'ten ibadetin her 
    şeyden tecrid edilip Allah'a yönelme mânâsından alınmış olduğunu da nakletmiştir. 
    Kamusu şerheden mütercim Âsım Efendi'nin açıklamasına göre de ibadet hırs 
    ve öfke mânâlarına gelen (abed) maddesinden alınmıştır. İbadet Allah'ın razı 
    olduğu şeyi yapmak, ubudiyet (kulluk) de Allah'ın yaptığına razı olmak diye 
    de tefsir edilmiştir. Çünkü şeriat dilinde ubudiyetin ibadetten bazen pek 
    aşağı ve bazen daha yüksek olarak kullanıldığı vardır. Hz. Muhammed (s.a.v.)'in 
    ubudiyeti ibadetten daha özel bir mânâya gelir. 
  Bu mânânın psikoloji 
    ilmi açısından açıklanması: İnsanın hayatı, tat ile acının güzergahı (geçidi) 
    dır. İnsan ruhu; acıdan gocunur, taddan hoşlanır. Acı sebepleri karşısında 
    öfkelenir veya kızar, insan faaliyetlerini düzenleyen işte şimdiki zamandan 
    geleceğe bu korku ile ümidin ard arda karşılaşması ve çarpışmasıdır. Ümit 
    silindiği zaman ümitsizlik kaplar, faaliyet söner. Korku silindiği zaman da 
    azgınlık kaplar, sonuç düşünülemez, faydalı faaliyet yapılmaz, üretimin yerini 
    tüketim alır. Ümidin içinde bir korku, korkunun içinde bir ümit yoksa vazife 
    şuuru hareketsiz kalır, açları çalıştıran doymak ümidi, tokları çalıştıran 
    açlık korkusudur. 
  İnsan hayatı iç ve 
    dışın karşılıklı ilişki içinde olmasıdır. Nefes almadan tutunuz da en incelerine 
    varıncaya kadar hayatın sebepleri ve lezzetlerinin bir çoğu insana dışından 
    gelir, içinden gelenlerin çoğu da kendi isteğiyle yaptığı bir şey değildir. 
    İster istemez herkes, hayatının ümit ve korkusunun sebebi yalnız kendisi olmadığını 
    az çok sezer. Bu da kendi kendisine bırakılan insanın bir hiç olduğunu anlatır. 
    İnsanın bu acizliğini, bu duygusunu unuttuğu kendinden geçtiği zamanlar gerçi 
    çoktur. Fakat ne olursa olsun hiçbir kişi kendi kendine bu aczin sahasından 
    çıkamaz. Aklı olanlar da ümit ile korkunun bu çekicilik ve iticiliğinden ayrılamazlar. 
    
  Gerçekten geleceğe 
    göre insan ruhunda ne ümidin sonu vardır, ne de korkunun. Yaratılışta ümit 
    sebepleri sınırlı olmadığı gibi, korkunun sebepleri de öyledir. İnsan ruhu, 
    zaman zaman belli ümitler ve belli korkular karşısında birbiri ardınca üzülürken 
    bir taraftan da bütünüyle belli olmayan, uçsuz, bucaksız ümitlerin, korkuların 
    mutlak etkisi altında bulunur. Burada bütün ümitlerle bütün korkuların karşı 
    karşıya yer alarak bir noktada buluştuklarını görür ki bu da gerçeğin ta kendisidir. 
    Ve o zaman kendisinde öyle bir ilgi uyanır ki, bu ilgi bir taraftan bütün 
    sevgileri, diğer taraftan bütün korkuları içine alan bir korku ve ümit heyecanı 
    ile ortaya çıkar. İşte insan ruhunun böyle bütünüyle etkilendiği kayıtsız 
    bir korku ve ümit sebebine karşı duyduğu bu ilgi yaratılışta insan fıtratında 
    var olan kendisine ibadet edilen ve ibadet düşüncesinin başlangıç noktasıdır 
    ki, bütün vazife duygusu bunda toplanır. Ve her şahsın ahlâkî cibilliyeti, 
    geleceği, mutluluğu, mutsuzluğu bundaki ciddilik ile her bakımdan birbirine 
    denktir. Ve insan bu duygusunu neye bağlarsa tapınılanı odur. 
  Bazen cahillik ve bazen 
    terbiye ve alışkanlıktaki özellik dolayısı ile bazı vicdanlar yükselemez de 
    belirli ve sınırlı bir ümidin baskısı altında veya bir korku tarafından yenilgiye 
    uğramış olarak kalırlar. Ve ona belirli bir zaman içinde bütün varlığıyla 
    öyle bağlanır ve öyle güçsüz olur ki, o lezzeti feda etmeye veya o acıya göğüs 
    germeye kendisince imkan yok gibi düşünür. Artık o, bu ümidin sebebini öyle 
    sevmiş veya o korkunun sebebinden öyle yılmıştır ki, bunlar ona bütün sevgilerin 
    gayesi veya bütün korkuların sonu gibi görünür. Sanki birisi varlığın ta kendisini, 
    diğeri yokluğun ta kendisini temsil eyler. Ve o zavallı vicdanın böyle sınırlı 
    ve sonlu yaratılmış bir sebebe böyle bütünüyle bağlanıvermesi onun huzurunda 
    öyle alçalmalara, öyle tapınmalara sürükler ki, bütün şuur o küçülmeye boğulur 
    ve o andan ilerisini görebilecek akıldan iz kalmaz. İnsanlara gerçek mabudu 
    ve gerçek kulluk ilgisini unutturarak, bütün belaları meydana çıkaran şirkin 
    esas kaynağı budur. Allah'a şirk koşanların canlı, cansız, türlü türlü putları, 
    yalan ve haksız mabutları hep bu duygu ile ortaya çıkmıştır ve insan hayatında 
    hala böyle vicdanlar, zannedildiğinden daha çoktur. Hatta kendilerini, mabud 
    ve ibadet düşüncesi ile hiç ilgili değillermiş gibi sananlar bile her an böyle 
    mabud değiştirir dururlar. Ve bütün hayatlarını mutlak şüphe içinde geçirirler 
    ve kendileri öldükten sonra geride kalacakları, bir an bile düşünmezler. Fakat 
    şurası bir gerçek olup kesin olarak bilinmesi gerekir ki, bütün varlığını 
    geçici şeylere bağlayan her gönül, zarara ve tehlikeye adaydır. Çünkü o geçici 
    cazibe bir gün olup kopacaktır. Hangi geçici varlık vardır ki, sana senden 
    önce yıkılıp gitmeyeceğini ve senin bütün emellerini sana bağışlayacağının 
    sözünü ve güvencesini verebilir? Ayağının altındaki yer, başının üstündeki 
    güneş bile sana bu güvenceyi veremez. O güvenceyi Hayy ve Kayyûm (diri ve 
    ayakta) olan yaratıcı Allah Teâlâ'dan başka verebilecek hiçbir şey yoktur. 
    Ve gerçekten ibadet onun hakkıdır ve ancak ona ibadet edenlerdir ki, diğer 
    ümitlere, korkulara kendini tamamen kaptırmaz ve vazifesi yolunda şaşırmaz 
    ve onlardan herkes faydalanır. 
  Peygamber Efendimiz 
    (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Mümin taze ekin gibidir, rüzgar estikçe yatar, 
    fakat yine doğrulur kalkar. Kâfir ise çam ağacına benzer, rüzgar estikçe gürler, 
    amma bir kerre yıkılırsa bir daha kalkamaz." Çünkü kâfir ölümlüye, mü'min 
    ise daima diri olan Allah'a bağlıdır. 
  Hz. Peygamber (s.a.v.)'in 
    vefatı üzerine bütün ashâb-ı kiram pek çok üzülmüş ve adeta şaşırmış idiler. 
    Hz. Ömerü'l-Fâruk bile; "Peygamber vefat etmedi ve etmez, her kim öyle 
    derse vururum." demeye kadar varmıştı. Fakat Sıddîk-ı Azam Hz. Ebu Bekir 
    Efendimiz derhal "Muhammed, sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler 
    gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz gerisin geri küfre mi döneceksiniz? 
    Kim geri dönerse, Allah'a hiçbir ziyan veremez. Allah, şükredenleri mükafatlandıracaktır." 
    (Âl-i İmran, 3/144) âyetini okuyup; "Ey müminler! Eğer Muhammed'e ibadet 
    ediyorsanız işte o vefat etti ve eğer onu gönderen yüce Allah'a ibadet ediyorsanız 
    O ölmez diridir." meâlindeki nutkunu söyleyince ashab-ı kiram kendilerine 
    gelmişlerdi. Bu gerçek her zaman, gerçeğin ta kendisi ve bu kanun, her vakit 
    geçerli olan bir kanundur. 
  Gönüller ölümlü şeylere 
    bağlandığı zaman, çok vakit ümidin başlangıç noktası ile, korkunun başlangıç 
    noktasını başka başka görür ve o zaman bakarsınız bir tarafta güzel sevgi 
    mabudları, bir tarafta da kahraman korku mabudları dizilmiştir. İkisinin arasında 
    kalan zavallı kalb ikisine de kendini sevdirip korkusunu gidermek, ümidine 
    ermek için ne heyecanlarla kıvranır, akıl almaz saçmalıklar ve küçülmeler 
    ve saygı göstermeler meydana koyarak çırpınır, tapınır ve onun düşüncesine 
    göre bu bir ibadet olur. Fakat ne fayda ki, ona göre ümidi veren başka, korkuyu 
    veren başkadır ve bunları birleştiren, her şeye hükmeden bir başlangıç noktası 
    yok. Böyle olunca da bütün çalışmaları boşa gider ve saçma olur. Ve o gönül, 
    birbirine zıt olan bu iki kuvvetin sürekli kavgasından doğan bunalımın bir 
    savaş meydanıdır. Artık bir sükunet ve gönül rahatlığını duymak ihtimali yoktur. 
    
  Ümit ve korku bir başlangıç 
    noktasından gelen ve yine onda birleşen olumlu ve olumsuz birer etki şekli 
    olarak duyulmalıdır ki, birinin yerine diğerini yerleştirmek imkanı doğsun 
    da kalb bir sükunet duyabilsin ve hayatında onunla yürüsün. Susuzluğumdaki 
    içimin yanması ve suyu içtiğim zamanki sevinç eğer su kaynağının biri olumlu, 
    biri olumsuz olan etkilerinden meydana gelmiş ise her susadığım zaman suya 
    koşmanın bir anlamı vardır. Fakat bunların biri suyun, diğeri ateşin etkileri 
    ise ve su ile ateş arasında hükmeden bir ortak kaynak da yoksa ateşten suya, 
    sudan ateşe koşmak sonsuz yorgunluktan başka hiçbir sonuç vermez. Bundan dolayı 
    ümit ile korkunun bir kaynakta birleştirilmesi bu itibarla da gereklidir ve 
    bir tek Rabb, ayrı ayrı rabblerden hayırlıdır. Halbuki yukarıda açıkladığımız 
    şekilde yok olan şeylerde bu birlik er geç ayrılmaya mahkumdur. Ve gerçekten 
    bir olan Allah; benimle hissimi, hissimle dışımda kalan şeyleri birbirine 
    bağlayan ve düzene koyan Allah Teâlâ'dır ve ben O'na ibadet, O'nun kanununa 
    itaat etmeliyim. 
  Kısacası beşerin fıtratında 
    ibadet, ruhu büyüleyen en yüksek sevgi ile en yüksek korkunun biraraya gelmesinden 
    ve tokuşmasından çıkan korku ve ümit şimşeği içinde sevgi neşesi ile ümid 
    zevkinin galip gelmesini görmek için tam acizlikten mutlak kuvvete yükselme 
    maksadı ile boyun eğilerek yapılan bir iştir ki, hem dışta, hem içte en son 
    bir küçülme ile, en son bir saygı göstermeyi içine alır ve gerçeklik oranında 
    kalbe gönül rahatlığı ve sükunet bırakır. İbadet ederken dünyadan ve bütün 
    benliğinden tecrid edilerek Allah'ına öyle tam bir edeb ve gönül alçaklığı 
    ve öyle tam bir hürmet ile itaatı arzeder ve boyun eğer ki, tam saygıya aykırı 
    bildiği en küçük bir hareketten bile sakınır. Bunun için kibir ve riya ile 
    birleşmez, açık ve gizliye bölünmeyi kabul etmez. Hakkıyla ibadet, mutlak 
    güçsüzlük ile tam kuvvetli olmanın, tam aşağılık ile tam yüceliğin, korkular 
    içinde titreyen ümit ile istekleri gerçekleştiren Allah'ın karşılaşma cilvesi 
    (görüntüsü)dir. Beceriksizliğini hissetmeyen kibirliler, hiçbir korku yokmuş 
    gibi görünen gaflet içindeki iyimserler, hiçbir ümit beslemeyen ümitsiz kötümserler 
    bu şereften mahrumdurlar. 
  Bu gerçekleri özetlemek 
    için müfessirlerin en büyükleri nün meâlini şöyle anlatırlar: Ey Rab! Biz 
    başkasına değil, yalnız senin rububiyetini ikrar ve itiraf ederek ancak sana 
    boyun eğeriz ve yalnız sana zilletimizi arz ederiz ve ancak sana itaat etmekle 
    iç huzuru ve rahatlığı, gönül rahatlığı buluruz. Çünkü bütün korku ve ümidimizin 
    ilk ve son dönülecek yeri yalnız sensin, sen korku vermezsen korku yok, sen 
    ümit vermezsen ümit yok; tat duyurmadın mı herşey acı, acı duyurmadın mı her 
    şey tatlı, ruh senin mülkün, madde senin mülkün, bütün beden senin mülkün; 
    bize verdiğin duygular, meyiller hayale dalmalar, akıl erdirmeler ve iradeler 
    ile vicdan duygusu da senin lütfun, senin merhametindir. Bu "vicdan duygusu" 
    ise bütün gönül rahatlığını, sana hamd ve şükretmek ile dostluğu ortaya koymak 
    için ancak senin emrine vermekte buluyor. Bütün akıllar, bütün kâinat da buna 
    şahittir. 
  Burada nefsin gururu 
    şöyle bir soru sorar: Ruh ve vicdan alçalma değil yükselme ister, ibadet ise 
    alçalma anlamını kapsadığına göre yükselecek olan ve hele yükseldiğini hissetmiş 
    bulunan kimseler için alçalma olmaz mı? Artık o yüksek kafalar alınlarını 
    yere nasıl koyabilirler? Böyle bir soru, içindeki cevabı görmemekten kaynaklanan 
    bir kibri açığa vurmaktır. Yükselmek istemek, yükselmek ihtiyacını kabul etmektir. 
    Bu da bir taraftan kendi acizliğini, diğer taraftan yüceliğini beğenme ile 
    mümkün olur ki, ibadet bu mânânın en yükseğini anlamaktır. İkinci olarak yükseldim 
    demek, yükselmediğini ilan etmektir. Böyle bir iddia hem yüceliği ve ilerlemeyi 
    sınırlı görmek, hem de düşme ihtimalinin imkansız olduğunu zannetmek gibi 
    büyük bir kabahat sayılır. Halbuki yücelme mertebeleri sonsuzdur, düşme tehlikesi 
    ise her zaman vardır. İbadet de kibir ve gurur hastalığının yegâne (biricik) 
    ilacıdır.
  Üçüncü olarak; Allah 
    Teâlâ'ya ibadet etmedeki alçalma ve hürmet, insan vicdanı için mümkün olan 
    her türlü yükselmenin üstünde bir yücelik temin eden (Allah'a) bağlanmanın 
    bir delilidir ki, bayağı gönüller o kadar yüksekliği kendilerine layık bile 
    göremezler de imkansız sanırlar. 
  "Kâinatta ben 
    Allah'tan başkasına hürriyetimi veremem ve ancak ona ve onun emrine boyun 
    eğerim, itaat etmeyi sever, isyandan nefret ederim, iyiliğe koşar, kötülükten 
    sakınırım, iyiliğin başını da hakta bilirim. Allah'ın emrine uymayan, Allah 
    Teâlâ hesabına yapılmayan hiçbir şeye ölürüm de baş eğmem. Çünkü ben yoktum 
    O beni var etti ve terbiye edip bana hürriyet verdi. Bu can, bu vicdan ve 
    bu hürriyet bende O'nun bir emanetidir. Bunu yapan isterse sonsuz defalar 
    daha yapabilir. Bundan dolayı onun yolunda her şeyi feda ederim. Dilediği 
    zaman alacağı canımı da feda ederim. İstediği zaman yıkıp, istediği zaman 
    yapabileceği dünyaları da feda ederim. Bu uğurda acılara katlanır, iyilik 
    ve haksızlıklara göğüs gererim. Katlanamaz, geremezsem ölürüm. Onun emri; 
    zaten öleceğim. Ölürsem de böyle bir imanla, böyle bir dostlukla ölürüm. Başlangıcım 
    toprak, sonum toprak olur. Allah'tan gelir Allah'a giderim. İşte ben Allah' 
    ın böyle bir kuluyum. Kendime kalırsam bir hiçim, O'na bağlanmakla herşeyim..." 
    diyebilmek ve buna içten bağlı olmak ne kadar büyüktür. Ve insan için bundan 
    daha büyük bir kuvvet, bir yücelik nasıl düşünülebilir? Bununla beraber bu 
    konuda Fâtiha, "ben değil, biz deyiniz" diyor. 
  Gerçekten diyerek Livâü'l-hamd 
    (peygamber sancağı) altında toplanan ve yirmi otuz sene içinde Allah'ın yüceliğini 
    bütün kâinata yayan ve ispatlayan ilk müslümanlar bütün bu duygu içinde idiler. 
    Bu duyguyu kaybedenler de dünyaya boyun eğdiler. Şüphesiz ki, bu antlaşma 
    ağır bir yüktür. Fakat Hakk'ın yüceliği karşısında hak edilecek yücelik de 
    hafiflikle elde edilecek ve erilecek bir hedef değildir. Ve kulun kendi güçsüzlüğü, 
    böyle bir sözleşmeye kendi kuvveti ile girişmesine engeldir. Bunun için "Ancak 
    sana ederiz kulluğu, ibadeti." derken, aynı şekilde "Ancak senden 
    dileriz yardımı, inayeti." diye yardım isteğinde bulunmak gereklidir. 
    
  "istiâne ederiz" 
    demektir. İstiâne, avn talep etmek başka bir ifade ile maûnet istemek daha 
    Türkçesi yardım dilemektir. İstekli veya isteksiz onu vermeye de iâne (yardım) 
    denir. Muâvenet ve teâvün de karşılıklı yardım demektir. Bundan dolayı istiâne 
    (yardım dileme) ile bunları birbirinden ayırmalıyız. Çünkü burada "hasr" 
    denilen tahsis, yardım dileme hakkındadır. Bu yardım dilemenin ne gibi konularda 
    olduğu zikrolunmamıştır. Böyle olan yerlerde de üç mânâ ihtimali vardır: 
  1- Bağlı olduğu şeyi 
    göz önünde bulundurmaksızın bizzat yardım dileme işini kasdetmektir ki genel 
    olsun, özel olsun yardım dilemek denilen işi "biz ancak sana yaparız" 
    demek olur. 
  2- Bağlı olduğu genel 
    bir hususu takdir ederek her konuda, her işte yardım dilemeyi kasdetmek. Bu 
    iki mânâ meâlde birleşir. Fakat önceki mânâ daha beliğ, bu mânâ ise açık olur. 
    
  3- Özel bir karineye 
    dayanarak yardım dilemenin bağlı olduğu özel şeyi varsayarak falan konuda 
    yardım dilemeyi kasdetmektir. Burada ise ibadet karinesiyle bu üçüncü ihtimal 
    akla gelebilirse de sözün kısaltma ve tahsis suretiyle tevhide yönelik olması 
    ve hepsi Allah'a has olan hamdin açıklanması yönünde söylenmiş bulunması buna 
    engeldir. Ve her halde İbnü Abbas (r.a.) hazretlerinden de rivayet edildiği 
    üzere genel yardım dilemeyi gerektirir ki, bu da birinci veya ikinci şekillerden 
    birisi ile olur. O halde müfessirlerin açıkladığı gibi mânânın özeti: Ey Rab! 
    Biz gerek sana ibadet ve itaatımızda ve gerek diğer işlerimizin hepsinde ancak 
    senden yardım dileriz, senden başka kimseden yardım dilemeyiz, seni tanımayan 
    kâfirler başkasından yardım dilerler. Biz ise ibadetimizde katıksız ve içtenlikle 
    bütün işlerimizde ancak senden yardım dileriz demektir. 
  Beydavî'nin belirttiğine 
    göre yardım iki çeşittir: Birisine gerekli yardım, diğerine gerekli olmayan 
    yardım denilir. Gerekli olan yardım, onsuz fiilin meydana gelmesi mümkün olmayandır. 
    İşi yapan kimsenin gücü, düşüncesi ve işin yapılacağı aletin ve maddenin bulunması 
    gibi ki, bunlar toplandığı zaman insan güç ve kuvvet sahibi olur da kendisine 
    gerçekten teklif yapmak sağlıklı olur. Gerekli olmayan yardım da işin meydana 
    gelmesini kolaylaştıran şeylerdir. Bu taksim şekli usul ilminde kudret-i mümekkine 
    ve kudret-i müyessire adı altında yapılır. 
  Önce bu âyet bize gösteriyor 
    ki, bütün yardımlar Allah'ındır fakat istek bizimdir. Ve buna çalışıp kazanma 
    veya cüz-i irade de denilir ki, asıl kuvvet ve güç yetirmek bu istek ile yardımın 
    birleştiği zamandır. Bu da işin meydana gelmesi ile beraber olur. Bundan dolayı 
    felsefenin rahatsız edici teorilerine boğulmaksızın 'den şunu anlıyoruz ki, 
    bize bir istek yetkisi verilmiştir. Bu şekilde bizden birisi isteğimizle, 
    diğeri isteğimiz dışında iki iş meydana gelir ve her ikisi de bizden meydana 
    geldiği ve bizimle ayakta bulunduğu için (özetle onun yeri biz olduğumuz için) 
    bizim işimiz sayılır ve bize isnad edilir. Mesela nefes alan biz, uyuyan, 
    ölen biz olduğumuz gibi yiyen, içen, oturup kalkan, şunu bunu kımıldatan veya 
    yatıştıran da biz oluruz. Ve bunlardan isteğimizle olanların yakın sebebi 
    biziz. Fakat bütün sebebi ve tam sebebi biz değiliz. Çünkü biz bunda gerekli 
    yardıma muhtacız. Mesela benim elim ile iradem arasındaki gerçek ilişki kurulmamış 
    olsaydı, istediğim zaman elimi oynatamıyacaktım. Nitekim bazı organlarımı 
    öyle oynatamıyorum. O halde yaratıcı biz değiliz; yaratma olayı yalnızca en 
    yakın sebebe bağlı değil, bütün sebeplerin biraraya gelmesine ve toplamına 
    bağlıdır. Demek ki, isteğimizle yaptığımız işler, bir isteyen ve yapan kimse 
    ile bir yaratıcı fail arasındaki bağlılığın toplamını ifade eder. Bütün cisimlerin 
    yalnız kendine ait özelliği hareketsizlik olduğu gibi ruhun özelliği de bir 
    faaliyet ve hareket isteğidir. Yaratıcıya ait faaliyet ise yaratıcı yüce Allah'ındır. 
    Araba ilerliyor, makina işliyor deriz. Bunlar zorla ve mecburi olarak yapılan 
    işler olduğu halde işin yeri onlar oldukları için ilerlemeyi ve işlemeyi onlara 
    isnad ederiz. Bizim nefes almamız, kan dolaşımımız gibi hareketlerimiz de 
    böyledir. Kurulmuş bir makina, işlemek için başlangıçta bir çalıştırmaya muhtaçtır. 
    Bunu ise cansız makina kendisi yapamaz veya isteyemez. Canlı bir makinist 
    veya şoför yapar ve ancak canındaki bir istekle yapar, canı ister ki, eli 
    makinanın anahtarını tutsun da hareket etsin. Makinistin canı bu isteği bu 
    iradeyi yaptığı anda bir de bakarsın hareket yok iken yaratılmış olur ve makina 
    da işlemeye başlamıştır. Bu şekilde işleyen, o hareketin yeri olan o makinadır. 
    İşleten o hareketi isteyen makinisttir. Yaratan o hareketi baştan sona kadar 
    yoktan var eden Allah Teâlâ'dır. Her işimizde bu üç derece apaçık görünen 
    bir gerçektir. Artık ne cebriye veya maddeciler gibi insanı ruhsuz bir makina 
    farzettirmeğe çalışmalı, ne de onu ruh ve maddenin yaratıcısı olan Allah Teâlâ 
    gibi farzettirmeye (saymaya) uğraşmalıdır. 
  Gerçi yüce Allah'ın 
    tecellilerini görmek için her türlü incelemelere, düşünmelere girişmek iyi 
    bir şey olduğunda şüphe yok ise de bu arada girdiği yolu kaybedecek ve zahirin 
    gerçeğini inkar edecek bir şekilde dalıp gitmek sonu gelmeyen bir sapıklık 
    olur. "Varlığı istemek" mânâsı ile "varlığın kendisi" 
    mânâsını birbirinden ayıramamak tuhaf bir düşünce olur. Acaba istemek de bir 
    iş değil midir? Ve bu da bir isteğe muhtaç olmaz mı? Bundan ya teselsül veya 
    cebr veya halk gerekmez mi? gibi soruları kesip atan mantığa uygun cevaplar 
    yok değildir. Teselsül gerekmez, çünkü bir şeyi istemeyi istemek de istemenin 
    bizzat içindedir. Cebr gerekmez, çünkü fiil araba sürükler gibi yapılmış değildir. 
    Yaratmak da gerekmez, çünkü istek aslında var olan bir şey değildir. Varlıklar 
    arasında bir bağdan bir ilişkiden ibarettir. Varlık ilişkisi ise varlığın 
    kendisi değildir ki, ilişkiyi kurmak varlığı yaratmak olsun. Başka bir ifade 
    ile tereddüt iki düşünce arasında bir zihin hareketidir. Bu harekette zihin 
    mekik gibi iki tarafa gidip gelirken bunda karar bulunca öbürüne bir daha 
    gitmemek gibi ilişki kurmamaktan başka birşey yapmış değildir ki, buna varlığın 
    yaratılışı denilsin. Bundan dolayı küllî irade denilen irade gücü mahluk sayılmıştır. 
    Fakat insanın elinde olan irade, istek ve seçme ile kesb dediğimiz karar, 
    yaratılmış değildir ve bizim bir ilişkimizdir. Bunlarla istek ve iradenin 
    varlık sınırını ve özündeki sırrı tamamen kavrayamazsak, o da Allah Teâlâ'nın 
    gerçek mahiyetini anlayamadığımızdan ve anlayamayacağımızdandır. Bundan dolayı, 
    önceki apaçık gerçek görünüp dururken metafizik denilen bu vadide saplanıp 
    kalmak tehlikeli bir yoldur ve işte bu dalgınlıklara meydan bırakmamak için 
    Fâtiha'da cümlesinin içinde istek yetkisi bizim, yardım ve kuvvetin Allah 
    Teâlâ'nın olduğu pek güzel anlatılmıştır. Artık müslümanlığı ne cebriyelik 
    (determinizm) ile, ne de onun zıddı olan ve insan kendi yaptıklarının yaratıcısıdır 
    diyen kaderiyelik ile yani kaderin olmadığını öne süren bir görüşle itham 
    etmeye kimsenin hakkı yoktur. Yalnız irade-i cüziyemiz ve tercih hakkımız 
    var denildiği zaman, bazıları bunu yanlış anlıyorlar da bizim cüzî irademizin 
    her zaman iş görmekte yeterli olduğunu zannediyorlar ve isteklerinde başarılı 
    olmadıkları zaman her konuda cebriyeliğe (determinizme) meyl ediyorlar. Böyle 
    düşünmek bir taraftan "istek"i yaratmak zannetmek, diğer taraftan 
    bizim isteğimize ve isteğimizde isabet etmemize Allah Teâlâ'nın sonsuza kadar 
    müdahale etmeyeceği iddiasında bulunmaktır. Halbuki böyle bir düşünceye yer 
    yoktur. O'nun muvaffak kılması ile bizim isteğimize paralel sonuçlar yaratılıyorsa 
    bu arada o paralelliği kaldırarak lehimize veya aleyhimize bizzat tasarrufu 
    icra etmeye ve şer'î ifadesi ile yardım etmeye ve yardımcısız bırakmaya da 
    gücü yettiğinde şüphe edilemez. Allah, yolunda gidenlere, zamanı gelir tevekkül 
    ve dayanmalarını artıracak şekilde fazlaca iyilik eder ve nimet verir. Yolunda 
    gitmeyenleri de bunun tersine zarar ve sefalete uğratmış olur. Dünyada da 
    mükafat ve ceza veya iradesini, hatırlatma ve uyarma mânâsını ifade eden bu 
    noktalarla ilgili birçok âyetler göreceğiz. Bunlardan bazıları şunlardır: 
    "Ben işimi Allah'a bırakıyorum." (Ğâfir, 40/44) İşi Allah'a bırakmak 
    bu nükteye aittir. "Allah Teâlâ kaza ve kaderini infaz etmek isterse 
    akıl sahiplerinin akıllarını alıverir." hadis-i şerifi de bunu açıklıyor. 
    Bunlarda cebir meselesi değil, güzeli isteme ve kötüyü istemekle ilgili ince 
    irfanlar bulunur. "Bazan hoşunuza gitmeyen birşey, hakkınızda iyi olabilir 
    ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz." 
    (Bakara, 2/216) âyet-i celilesi de bu nüktede diğer bir mânâ ifade eyler ve 
    artık burada bu kadar hatırlatma yeterlidir. 
  Görülüyor ki iki haber 
    kipi cümlesinden oluşan bir âyettir. Bununla beraber örfe göre dilek kipinde 
    kullanılan yemin, anlaşma ve sözleşme kipleri cinsinden olup zaruret yolu 
    ile dilek mânâsını da ifade ederler ve bu şekilde bir kabul ve bir taahhüt 
    meydana getirirler ki, bu kabulün gereği olan teklifi önceki işaretiyle içine 
    almış oluyordu. Burada Allah ile kullar arasında bir anlaşma şeklinde gayet 
    derin ve gayet kapsamlı bir bey'at akdi, hukukî bir sözleşme, ifade edilmiş 
    ve yazılmış oluyor ki en derin, en büyük bir yaratılış kanununun yani pratik 
    ve sosyal bir sırrın, güzel söylemenin özlü bir açıklamasıdır. Biz bu âyetteki 
    belağat ve hikmetin zevkine doyulmak ihtimalini göremiyoruz. Nerede bir hayat 
    görürseniz orada mutlaka bu kanunun bir hükmünü görürsünüz. Şu kadar var ki, 
    kâfirler bunun ardından şuursuz olarak gövdeleriyle sürüklenir. Müminler de 
    bunu gövdelerinden başka akıl ve duygularıyla da yaşarlar.
  Ne güzeldir ki, Fâtiha'nın 
    tam ortasında konuşma hakkı bizim sosyal vicdanımızla kulluk dilimize verilmiş 
    ve sözleşme bizim kulluk dilimizden ve sosyal vicdanımızdan dile getirilmiştir. 
    Bunda kulluk duygusunun Allah'ın sözünün belirleme yeri olduğuna büyük bir 
    uyarma vardır ki, "Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle 
    yahut perde arkasından konuşur." (Şûrâ, 42/51) "Onu er-Rûhu'l-Emîn 
    (Cebrail) indirdi. Senin kalbine..." (Şuarâ, 26/193) âyetlerinin mânâlarıyla 
    ilgilidir. Bu bize şöyle bir uyarma da yapmış oluyor: "Size görünmeyen 
    gibi gelen Allah'ın sözü olmasa idi sizin konuşma hakkınız olamazdı. Siz konuşuyorsanız 
    şüphe etmeyiniz ki söylemek, maksadı tebliğ etmek kuvvet ve niteliğini yaratıcınızdan 
    ve onun yardımından alıyorsunuz. Anlayınız ki, sizin kendi varlığınız gibi, 
    konuşmanızın da başlangıcı yüce Allah'tadır. Siz mânâ ve maksadınızı başkalarına 
    tebliğ ederken ve anlatırken Allah Teâlâ'yı bu kuvvetten yoksun zannetmeyiniz. 
    Bundan dolayı yüce Allah'ın indirdiği Kur'ân'ı bütün sosyal vicdanınızla dinleyip 
    anlamaya ve tatbik etmeye çalışınız." 
  Burada bize Allah'ın 
    zatı ve sıfatından sonra Allah'ın ahlâkından büyük bir örnek de telkin ediliyor. 
    Allah ile kullar arasında karşılıklı şartlara dayanan bir antlaşma şeklinde 
    yazılı sözleşme akdi ile ne büyük bir Rahmanî ahlâk olduğunu iyi düşünmek 
    gerekir. Bizi yoktan var edip biraz terbiye ettikten sonra yine sırf rahmeti 
    ile bize dünyada geçici olarak ihsan ettiği bağışlarını bizim gerçek mülkümüz 
    imiş gibi ebedîleştirmek ve ebediyen nemâlandırmak için yüzyüze gelmesinde 
    adeta denk bir rütbe ve bir onur veriyor. Rab olmasından dolayı kendi haklarını 
    bize vazife olarak yalnız emir ve teklif ediverecek yerde aslında hiçbir hukuku 
    olmayan bizlere de mülkiyet ve haklar tanıyarak ikisini mübadele ediyor ve 
    bizim haklarımızı da kendi rahmetinin sorumluluğuna alıyor. İbadet ve kulluk 
    onun hakları ve bizim vazifelerimiz. Buna karşılık, dünyada talep ve yardım, 
    ahirette mükafat ve cezalandırma bizim haklarımız, onun yalnız kendi gerekli 
    görmesi ile rahmet ve hikmetinin vecibeleri oluyor. Ve hatta kul haklarına 
    Allah hakkından daha fazla dikkat ediliyor ve önem veriliyor. Rahmet, kulluktan 
    öncedir, fakat kulluk da yardım dilemekten öncedir. Demek ki, vazife istemek 
    hakdan öncedir. Ve halbuki Hakk'ın rahmeti ve hakkın oluşması daha öncedir. 
    Ve bu şekilde vazife ve hak arasında tam bir ilişki (connoter) vardır. Şüphe 
    yok ki, böyle bir muamele Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in: "Allahın ahlâkı 
    ile ahlâklanınız." hadis-i şerifinde işaret ettiği Allah'ın ahlâkının 
    en şayan-ı hayret tecellilerinden biridir. 
  İkincisi bu âyette, 
    topluma ve sosyolojiye de büyük bir önem verilmiştir.
  Çünkü akit (sözleşme) 
    "ibadet ederim, yardım dilerim" gibi birinci şahıs kipi ile yapılmıyor 
    da diye çoğul yani birinci şahıs çoğul kipi ile yapılıyor. 
  Müfessirler burada, 
    cemaatla ibadetin faziletine işaret vardır diyorlar, şüphesiz öyledir. Fakat 
    cemaat faziletini iyice düşünmeliyiz. Cemaatle ibadet etmek için cemaatin 
    oluşmuş bulunması lazımdır. 
  Halbuki cemaat kuru 
    bir kalabalık demek değil, aynı duygularla birlik halinde hareket edebilen 
    düzenli bir kurul demektir. Bundan dolayı cemaatin oluşması bir ruha ve sosyal 
    bir antlaşmaya bağlıdır. Sosyal antlaşma ise henüz içinde bulunduğumuz akit 
    ve sözleşme ile oluşacaktır. İslâm cemaatinin oluşması da Fâtiha'nın inmesinden 
    sonradır. Bundan dolayı arada tuhaf bir zaman kusuru var zannedilir. Fakat 
    gerçek öyle değildir. Sosyal ruh, önce tek kişilerde yerleşir, kişinin vicdanına 
    ne vakit kardeşlik duygusu girer ve onu kibirden, darlıktan, bencillikten 
    çıkararak genişletirse o vicdanın genişliği oranında bir cemaate aday olur. 
    Bu genişlik, bir arkadaşlıktan bir aileden tutunuz da dünyaya egemen olan 
    devletlere kadar gider. Vicdan darlığı, cehalet ve kibir ile beraberdir. Gönül 
    ferahlığı da denilen vicdan genişliği ise korku ve ümitte, kıvanç ve kederde 
    yükselmiş bir anlayış ve irfana ve bundan dolayı alçak gönüllülük gösterme 
    ve merhamet, sabır ve tahammül gibi güzel huylarla beraberdir. Kibirli, dar 
    bir vicdan yalnız kendini sever ve yalnız kendisi için korkar. Ümidi kendisine, 
    korkusu yine kendisine aittir. Ona göre fayda onun faydası, zarar onun zararıdır. 
    
  Bir vicdanda bu sevgi 
    ve korku yükselip de bir diğerini dahi kendisi gibi, en azından kendisine 
    eşit bir değerle görmeye ve onun faydasından kendisininmiş gibi memnuniyet, 
    zararından kendisininmiş gibi üzüntü duymaya başlarsa o vicdanda sosyal ruh 
    oluşmaya başlamış olur. İnsan kelimesinin bir aslı olan üns (alışkanlık) ve 
    müvâneset denilen karşılıklı samimiyetin başlangıcı budur. Böyle bir duygu 
    ise iki denk kuvvet arasında bir ortak toplayıcı hissini duymaktır ve işte 
    bu toplayıcı duygu kardeşlik hissinin başlangıç noktasıdır. Bu his fiilen 
    yaşandıkça o topluluk kuvvet bulur; bu his, bu topluluk ne kadar genişlerse 
    ve ne kadar kuvvet bulursa, kibir o oranda azalır ve sosyalleşme ve medeniyet 
    de o oranda genişler ve kuvvetlenir. Bu sosyal ruhun kurulabilmesi öncelikle 
    fıtrî bir Allah vergisi ve ikinci derecede çevrenin bir yansımasıdır. Ve her 
    iki görüş açısı ile yaratılıştan var olan terbiye ile sonradan elde edilen 
    terbiyeden etkilenir. İşte vicdanında böyle bir sosyal ruh yerleşmiş olan 
    kişi, vicdanının genişliği ve kuvveti oranında bir sosyal toplumun oluşmasında 
    başlangıç noktası olur. Bu vicdanın duyduğu o topluluk, taşıdığı sevgi ve 
    korkunun temeli ne ise kardeşlik duygusunun derecesi o kadardır ve aday olduğu 
    toplumun sınırı da odur. Bu şekilde çeşitli milletleri ayıran, çeşitli ve 
    birçok toplumlar ve onlara uygun olan ruhlar oluşur ve bir toplumda insanlar 
    ne kadar bencilleşirse sosyal ruh da o kadar daralır ve genel olan toplumu 
    parçalar, cemaatini ve kardeşlerini de o oranda azaltır. Fakat bunda ne sevgi, 
    ne de korku; ne fayda ne zarar bütün sınırları ile temin edilmiş olmaz. Ve 
    bunun tam aksine, bir toplum ne kadar geniş ve kapsamlı ise sosyal ruhu o 
    kadar genişler ve dar çerçeveli küçük toplumları o oranda kendine katarak 
    yükseltir. Böylece sosyal açıdan sevgi ve korku; fayda ve zarar da son sınırına 
    dayanmış olur. Bunun için toplumu büyülten veya küçülten en önemli sebebin, 
    sosyal ruhundaki genişlik derecesinde ve vicdan kuvvetinde aranması gerekir. 
    Toplumda genişleme var da, vicdanda kuvvet yoksa, o toplum idare edilemez. 
    Dağılmaya, parçalanmaya ve küçülmeye mahkum olur. Vicdanda kuvvet var, fakat 
    toplumda genişleme yoksa o toplum büyüyemez. Sonunda büyük bir toplum tarafından 
    yutulur. 
  Acaba insan ruhunda 
    sevgi ve korkunun bütün sınırlarını kuşatan en kapsamlı ve en kuvvetli sosyal 
    etki ne olabilir? Zıddı, benzeri, ortağı bulunur farzedilebilen hiçbir şey 
    böylesine kapsamlı bir kuvvete sahip olamaz. Ortağı ve benzeri bulunmayan 
    da ancak yüce Allah'tır. Çünkü mukabili lizatihi batıl, geçersiz ve imkansız 
    olan ancak O'dur. Ve bunun için bütün şükür ve hamdler O'na aittir. Bunu duyan 
    ve kuvvetle yaşayan vicdanlar, evrensel bir toplumun üyesi olmaya aday bir 
    sosyal ruha sahiptirler. Ve ancak bu toplum ile kardeşlik duygusu en son haddini 
    bulur ve daha yukarısı düşünülemeyecek bir sosyal kurul oluşabilir ve onunla 
    yüce Allah'ın rızasına erişilir. 
  İşte Fâtiha'da yüce 
    Allah kendisini önce akıllı kişilere duyurarak vicdanlarında bu sosyal ruhu 
    terbiye ve kuvvetlendirmek için her birinden diye söz ve misak alırken her 
    şahsın ikrarını; bütün insanlığı ve bütün âlemleri kapsayan büyük bir sosyal 
    kurulu temsil eden bir kardeşlik duygusu ve bir sosyal vicdan ile alıyor da 
    "na'budü ve nesta'in = ibadet ediyoruz ve yardım diliyoruz" dedirtiyor. 
    Çünkü birinci çoğul şahıs, ikinci ve üçüncü şahıs çoğullarına benzemez. Bunda 
    gerçekten söz söyleyen yine bir tek kişidir. Fakat o tek kişi kardeşlerini 
    temsil ederek yalnız kendinden söyler de "biz" der ve ne vakit bir 
    insan topluluğu, insan topluluğu olarak söz söylemek isterse içlerinden biz 
    diye söyliyebilecek birinin başkanlığı altında toplanırlar da hepsi ona söyletirler, 
    yoksa onların hepsinin birden ben, ben, ben diye bağırması bir topluluğun 
    konuşması sayılmaz da ayrı ayrı şahısların konuşması sayılır. 
  Bundan dolayı birinci 
    çoğul şahıs, gerçekte birinci şahısın başkalarıyla beraber olması demektir. 
    Ve bu şekilde diyen, bir kişi olacak ve bununla beraber bunu söylerken vicdanında 
    hissettiği kardeşlerini de temsil etmiş bulunacaktır. Bu kardeşlik insanı 
    koruyan ve amellerini yazan hafaza meleklerinden başlıyıp hazır olan veya 
    olacağı düşünülebilen insan topluluklarına kadar gider. 
  Her kişi, Fâtiha ile 
    bu anlaşmayı yapar ve sağlamlaştırırken, bir insan topluluğunun imamı derecesindedir. 
    Ve bu mânâ dolayısı ile Hanefi mezhebinde imamın arkasında namaz kılan cemaat 
    ne Fâtiha, ne başka hiçbir şeyi okumaz da hepsinin hesabına yalnızca imam 
    okur. Çünkü Kur'ân okumak Allah Teâlâ ile konuşmak anlamındadır. Yalnız başına 
    namaz kılan kişi ise henüz gerçekte oluşmamış, fakat düşünce halindeki bir 
    cemaatin imamı yerinde olduğundan mutlaka Fâtiha ve sûreleri okur. Ve bu gibi 
    kişiler çoğalıp tanıştıkça gerçekten cemaat de kendiliğinden ve kolayca oluşur, 
    hemen içlerinden birini imam tanıyarak ona uyarlar ve sosyal güçleri de imamları 
    ile orantılı olur. "Siz nasıl iseniz başınıza öylesi gelir." İslam 
    dininin namaz hükümleri etraflı olarak bilinir, düşünülürse bunun inceliklerini 
    anlamak mümkün olur. Ve her namazda Fâtiha okumanın esas hikmeti de meydana 
    çıkar. 
  Demek ki, henüz böyle 
    bir cemaat gerçekten yokken bu ruhun bir kişide yerleşmesinden daha sonra 
    büyük bir sosyal kurul oluşabilir. Ve bu şekilde sosyal ruh, sosyal vücuddan 
    önce olduğundan bir kişi, bir cemaatin bütün vicdanını onun oluşmasından önce 
    de taşıyarak onu temsil eder ve o duygu ve vicdan ile Allah Teâlâ'ya anlaşma 
    akdini yapabilir. Ve bu meselede hiçbir devir kusuru yoktur. 
  İşte İslâm bu büyük 
    ve benzersiz sosyal ruhun kendisidir ve onun gerçek anlamıyla barındırdığı 
    toplum ve medeniyet kavramının üstünde hiçbir toplum düşünülemez. Bunu ise 
    pek küçük ve dar vicdanlar yaşıyamazlar, küçük küçük ilâhlar ararlar ve kardeşlik 
    çerçeveleri ne kadar küçülürse o kadar rahatlık duyacağız zannederler, fakat 
    duyamazlar. Bir müslümanın kalbindeki güven, metanet ve sükunete bir türlü 
    eremezler. 
  Bu şekilde İslâm cemaatinin 
    kuvveti, kişilerin çokluğu ve İslâmî vicdanlarının kuvveti ile doğru orantılıdır. 
    Ve toplum yapısı var olup kuvvetli iken şahsın bu sosyal ruhu duyması ve taşıması 
    kolay olur. Fakat cemaatin yapısı zayıf olduğu zaman böyle bir vicdan taşımak 
    zor ve hele henüz gerçekten cemaat yokken böyle sonsuza eren kuvvetli bir 
    vicdana sahip olmak, bütün dünyayı tutacak olan bir bütünün ruhuna sahip olmak 
    demek olduğundan, bizzat bir ilâhî destekten başka şekilde göğüs gerilemeyen 
    çok zor bir şeydir. Ve bu V makam, peygamberlerin ve özellikle son peygamber 
    Hz. Muhammed (s.a.v.)'in makamıdır. 
  Gerçekten yüce Allah 
    da Fâtiha'da önce bu akdi büyük dostu Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimiz'in 
    risaletpenah kalbine vahiy ile yaptırmış ve bu anlaşmayı onun sosyal vicdanı 
    ile kulluk dili ile ona söyletmiştir. Bundan dolayı tam anlamıyla diyebilen 
    sadık ve tasdik edilmiş en mükemmel kul, şahsında insanlığın hepsini temsil 
    eden, peygamberlerin sonuncusu Efendimizdir. Ve esas kulluk makamı onundur. 
    Bunun için "Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik ederim. Ve Hz. Muhammed'in 
    Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim." iman ilkesini teşkil 
    eder. Onun göğsü öyle bir ferahlığa ermiş idi ki, Hira mağarasındaki yalnızlığı 
    esnasında ibadeti ile küllî ruhu (bütün yüksek ruhları) temsil etmiş ve onun 
    sosyal vicdanı bütün âlemlere imam olmuş ve işte İslâm cemaatı bundan doğmuştur. 
    Ve her asırda onun sünnetine uymakla gerçekten onun ümmeti olabilen İslâm 
    cemaati de bireyleriyle değil ise de bütün sosyal heyetleriyle bu kulluk akdini 
    hakkıyla söyleyebilmişler. Ne Allah'tan başkasına boyun eğmişler, ne de O'ndan 
    başkasından yardım isteğinde bulunmuşlardır. Çünkü dünyanın örnek devletini 
    onlar kurmuşlar. Yirmi otuz sene içinde Kâbe'deki putları kıran, Kisraların 
    dünyayı titreten saltanatlarını deviren, Kayserlere boyun eğdiren bu ruh idi. 
    Türkistan sahrasına gidip Türkler'i kendine çeken, oradan çekip İstanbullara, 
    Viyanalara kadar götüren yine bu ruh idi. 
  Namazda Fâtiha okurken 
    bir kimse yerinde "Yalnız sana ibadet ediyorum ve yalnız senden yardım 
    diliyorum." dese namazı bozulacaktır. Çünkü yüce Allah kişiden yalnız 
    kişisel vicdanı ile bir antlaşma yapmak istemiyor da sosyal vicdanı ile bir 
    antlaşma yapmak istiyor. Ve her namazında bu vicdanı terbiye etmek kuvvetlendirmek 
    istiyor. Bundan dolayı bir müslüman derken şöyle bir düşünmelidir: "Ancak 
    sana ibadet ederiz" dediği zaman kimleri temsil ediyor? ve "ancak 
    senden yardım dileriz" dediği zaman kimlere vekillik ediyor? Yani hangi 
    cemaatin beraberliği ile bu sözünde durmuş olabilecekse en azından onları 
    düşünerek bunu söylemelidir. Böyle bir kulluk topluluğu şimdiki zamanda gerçekten 
    varsa o yetebilir, değilse var olan cemaate potansiyel cemaati, Allah'ın meleklerini 
    de ilave etmeyi her halde unutmamalıdır. Bu mertebelere işaret etmek için 
    müfessirler buradaki biz zamirleri, "Okuyan kimse ile beraberindeki, 
    insanın yaptığı işlerini yazmakla görevli meleklere veya hazır bulunan cemaate 
    veya bütün muvahhidlere racidir" derler. 
  "Ancak sana kulluk 
    eder ve ancak senden yardım isteriz" hem Allah'ı bir kabul etmeye ve 
    hem kulluğu birleştirmeye delalet etmektedir. Allah'ı bir kabul etmek, Allah'ın 
    zatının ve hakikatinin birliğini itiraf ve kabul, kulluğun birliği de bu sayede 
    bir sosyal birlik meydana getirmek için bir antlaşma yapma oluyor. Bundan 
    dolayı Rabbin birliği, Fâtiha'nın başından beri gıyabî tevhidini tesbit ve 
    telkin etmekle Allah'ın birliği demek olan hakiki vahdeti, kulların birlikte 
    ibadet etmeleri de varlıkta mevcut olan değişik unsurların beraberliğini ve 
    birliğini dile getirmiş oluyor. Bu âyette "Allah'ım senden başka ibadete 
    layık mabud olmadığına şehadet etmeye ve bununla amel etmeye söz veriyoruz." 
    diye tevhid şehadetini ifade ediyor. Kur'ân dilinde bu gibi sosyal hitap ve 
    taahhütlerin iki mânâsı vardır. Birisi; toplumu kişiye, kişiyi topluma katarak 
    her kişiye eşit olarak hak ve görev dağıtmaktır ki, bunda kişisel değerler 
    hiçe sayılmaksızın onların toplamından tam anlamıyla bir toplum gerçekleşir. 
    Buna bütünü kapsama veya üyelerin bütünü denilir. Ve farz-ı ayn ifade eder. 
    Diğeri ferdî mânâyı ortadan kaldırmak ve yalnız toplum itibarını göz önünde 
    bulundurarak bir vazifeyi topluma yöneltmektir ki, buna da genel kapsamlı 
    veya genel düzenle ilgili, yahut toplumsal denilir ve farz-ı kifaye ifade 
    eder. Yukarıda anladığımız ve Kur'ân'ın diğer sûrelerinde de göreceğimiz tarzda 
    kişisel mânâ hükümsüz kılınmaksızın her birimiz böyle yaparız diye farz-ı 
    ayn mânâsı anlaşılmaktadır. Bundan dolayı cemaatle birlikte tevhid-i şuhûdîsi, 
    fertlerle "Senden başka ilah olmadığına şahitlik ederim." tevhid-i 
    şuhudîlerinin toplamı söz konusu olacaktır. Ve bu mertebe tevhid mertebelerinin 
    en mükemmelidir. Halbuki rububiyet kanununda terbiye sırrının da bulunduğunu 
    görmüştük. Bunun için Fâtiha'da olduğu gibi, İslâm dininin bütün nasslarında 
    tümevarım ile kaynak olmuş ve iman anahtarında vicdan ile varlık, görünmeyen 
    ile görünen arasındaki tevhidi ve belki sadece gıyabi tevhidi farz-ı ayn kılınarak 
    tevhid şehadeti, farz-ı kifaye yapılmıştır. Bu şekilde İslam'da, hem kişinin 
    ve hem toplumun vicdanlarının bir noktada birleşmesi söz konusudur. Ve bunlar, 
    karşılıklı olarak birbirinin kefilidir. Sosyal kurul, vicdansız olmak şöyle 
    dursun tevhid mertebelerinin en mükemmeli olan tevhid-i şühûdisini meydana 
    getirmekle en mükemmel vicdan asıl onun olacaktır. İşte böyle etraflıca açıklamayı 
    içine alan katıksız bir tevhiddir. Ve bunda Allah'a ortak koşma çeşitlerinin 
    hepsini bertaraf eden bir red cevabı vardır. İmam Fahreddin Râzî burada şu 
    özeti yapmıştır: 
  "Allah'a şirk 
    koşanlar bölük bölüktürler. Çünkü Allah Teâlâ'ya karşı iddia edip taptıkları 
    ortak, ya cisim veya cismin dışında bir şey olacaktır. Cisim olan ortağı ya 
    bayağı cisimlerdendir veya yüksek (yüce) cisimlerdendir. Bayağı cisimlerden 
    ortak edinenler, ya basit cismi veya birleşik cismi almışlardır. Birleşik 
    cisim üç varlıktan biridir. Yani madenlerden veya bitkilerden veya hayvanlardandır 
    veya bu arada özellikle insanlardandır. Madenî cisimlerden Allah'a ortak edinenler 
    putlara, mesela taşlardan, altından, gümüşten putlara taparlar. Bitkisel cisimlerden 
    Allah'a ortak edinenler; mesela herhangi belirli bir ağacı ilâh yaparlar. 
    Hayvandan Allah'a ortak edinenler; mesela öküz, buzağı gibi bir hayvanı ilâh 
    sayarlar, taparlar. İnsanlardan (Allah'a) ortak edinenler de; mesela bir Firavun'u, 
    bir Nemrud'u en büyük Rabb ve ilâh tanıyan veyahut Uzeyr Allah'ın oğlu, Mesih 
    (Hz. İsa) Allah'ın oğlu diyenlerdir. Basit cisimlerden Allah'a ortak edinenler; 
    mesela ateşe tapan Mecûsîler gibidir. Ulvî cisimlerden Allah'a ortak edinenler 
    de; güneş, ay ve diğer yıldızlar gibi gezegenlere tapan ve mutluluğu ve uğursuzluğu 
    onlara nisbet eden Sâbiîler gibidir. Müneccimlerin çoğu da öyledir. Cisimlerden 
    başkasını Allah'a ortak koşanlara gelince; bunlar da kısım kısımdır. Bir kısmı 
    kâinatın idarecisini aydınlık ile karanlık diye ikiye ayıranlardır. Bunlar, 
    Maniviye yani Mâni mezhebinde bulunanlardır. Sineviye -ki bunlar henüz maneviyata 
    yükselmemişlerdir- bir kısmı melekler gökteki ruhlardır ve her memleketin 
    gök ruhlarından müdebbir belirli bir ruhu vardır ve çeşitli âlemlerden her 
    birinin de idarecisi olan gökteki bir ruh vardır, derler. Ve bu ruhlara birtakım 
    resimler ve heykeller yaparak onlara taparlar. Bunlara, meleklere tapanlar 
    denir. (Bunlar maneviyatı sezmiş ve fakat cisimlere tapan, putlara tapanların 
    derecesinde kalmışlardır). Diğer bir kısmı bunları geçerek biraz daha yükselip 
    kainata iki ilâh tanımış. Biri pek hayırlı, biri pek kötü, yani biri iyiliğin 
    kaynağı, biri de kötülüğün kaynağı olmak üzere iki ilk kaynağın bulunduğunu 
    iddia etmişler ki bunlara göre kâinat, biri Yezdan, biri Ehremen yahut div 
    yani biri Allah, biri İblis veyahut Şeytan adıyla kardeş sayılan iki ilâh 
    tarafından tedbir ve idare edildiği farz ediliyor. Kâinattaki bütün iyilikler 
    Allah'tan, bütün kötülükler de iblisten biliniyor. Bunlar da Sineviye oluyorlar. 
    
  Mâni'lerin aydınlığı 
    ve karanlığı maneviyetle tefsir edilirse hemen bunlara uygun olacaktır. Bunun 
    için bu iki görüş açısı türlü türlü değişmeler ve bozulmalar içinde birçoklarına 
    bulaşmıştır... Görülüyor ki, bu son noktadaki "Sinevî'lik arada bir kardeşlik 
    düşünmeksizin iki ilk başlangıç noktası ile kâinatı idare etmenin mümkün olamıyacağını 
    da sezmiştir. Gerçekten aralarında asla bir bağlantı ve ortak nokta bulunmayacak 
    olan iki ilk başlangıç noktasının bir düzen kuramıyacakları ve bundan dolayı 
    kâinatta iyilik ile kötülüğün hiçbir birleşik (ortak) yönleri bulunamayacağı 
    apaçıktır. Çünkü bunun aksi çelişkidir. Halbuki bir adım daha atınca bu kardeşliği 
    görmek daha önce ikisi üzerinde hükümran olan bir ortak başlangıç noktasını 
    görmek demek olduğu anlaşılır. Ve o zaman bu iki kardeş birer ilk başlangıç 
    noktası değil, birer ikinci derecede başlangıç noktası olması gerekir. Şu 
    halde bunlar bir baba Allah'ın emrine verilince bir üçlü Allah fikri meydana 
    gelivermiş ve bu da şu felsefede bu felsefede dolaşırken sonunda Hristiyanlığın 
    son şeklini almıştır. İşte insanlık, basitliğinden dolayı asıl olan tek ilâh 
    düşüncesinden fikrî ve hissî sapıklığı yüzünden sapa sapa birden fazla ilâh 
    inancına dalarak dağılırken, diğer taraftan birden fazla ilâh inancını azalta 
    azalta ikiye indirdiği sırada tekrar üçlü ilâh inancına sapmış ve sonunda 
    İslâm dini ile Allah'ın gerçek birliğini tam olgunluğuyla bulmuş ve kendini 
    toplamıştır. âyeti, işte bütün bu şirk fikirlerini yıkan Rahmanî bir delil 
    olmuştur. Bunun içindir ki, insanlar İslâm'a koştukça toplanır, nihayet İslâm 
    dininden kaçtıkça dağılır ve sonunda zelil ve perişan olurlar. Bu yalnız teorik 
    değil aynı zamanda tecrübe ile sabit olan bir gerçektir ve İslâm böyle evrensel 
    bir dindir. 
   6-Böyle bir antlaşma 
    ve sözleşme yapıldıktan sonra bir nefes alınıyor, alınır alınmaz hükümlerini 
    tatbik etmeye girişilmek için de "Hidâyet eyle bizi doğru yola, o kendilerine 
    nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna; ne o gazaba uğramışların, ne de sapmışların 
    yoluna değil..." duasına başlanıyor.
  Bu istek ve dua yardım 
    dilemenin, en mühim ve en kapsamlı bir uygulama şekliyle bir açıklamasıdır. 
    Çünkü "nesteîn = yardım diliyoruz" vakfında (durağında) nefes alırken 
    bu isteğe nereden ve ne şekilde başlayacağımızı düşünmemiz gerekiyor. İşte 
    bu ihtiyacımıza cevap olarak bu dua, açıklama yapmak üzere bize telkin edilmiştir. 
    Bu şekilde "ihdina, nesta'în = bizi hidayete getir, yardım diliyoruz" 
    sözünde, bu da "iyyâke na'budü = yalnız sana ibadet ediyoruz" ile 
    beraber elhamdü'de yeralmış olduğundan bütün Fâtiha bir "elhamdülillah" 
    tam cümlesinin açıklaması olup yalnız başı ile değil, bütünü ile bir tek söz 
    halinde bir "elhamdü" sûresini oluşturuyor. Ve bunun için önceki 
    iki vakıf (duraklama) tam ve mutlak olmakla beraber lazım olmuyor. 
  Hidayet masdarından 
    emir kipidir. Bu kip ile yukarıdan aşağıya, büyükten küçüğe kesinlikle meydana 
    gelen fiili yapmayı istemeye emir, aşağıdan yukarıya yapılan isteğe dua, eşit 
    seviyedeki kimseler arasında yapılırsa yapılmasını isteme (rica) denilir. 
    Hidayet, istenilen hedefe ulaştıracak şeye lütuf ve nezaketle kılavuzluk etmektir 
    ki, yolu sadece gösterivermek veya yola götürüvermek ve hatta sonuna kadar 
    götürüvermek şekillerinden biriyle gerçekleşebilir. Birincisine ulaştırmayan 
    kılavuzluk veya irşad, ikinciye ulaştırıcı kılavuzluk veya tevfik denilir. 
    Bu kılavuzlukda lütuftan maksat, sertlik ve şiddetin karşılığı olan tatlılık 
    ve yumuşak huyluluktur. Letafetten maksat da inceliktir. Hidayet yalnız, iyiliği 
    istemeye aittir. Mesela hırsıza yol göstermeye, rehberlik etmeye hidayet denilmez. 
    "Onları cehennemin yoluna götürün." (Saffât, 37/23) âyetinde olduğu 
    gibi kötü şeyde kullanılması, alay etmek ve taşlama gibi bir nükteden dolayı 
    mecaz olur. Demek ki hidayet her istenilen şeye mutlaka rehberlik etmek değil, 
    irşad gibi maksadında iyilik, yapılış şeklinde de iyilik ve incelik bulunan 
    bir rehberliktir. Bundan dolayı "ihdinâ"nın mealinde en uygun ifade, 
    Türkçe'de herkesçe bilindiği gibi, "bize hidayet et" demektir. Göster 
    deyince götürmek kalır, götür deyince incelik kalır ve hiçbiri tam mânâyı 
    ifade etmez ve Türkçe'de böyle bilinen bir kelimenin yerine mutlaka bir kelime 
    koymaya çalışmak maksadı açıklamaya aykırı, kuru bir taassup olur. 
  Allah Teâlâ'nın hidayeti, 
    özellikleri itibariyle sayılması ve hesaplanması mümkün olmadığı gibi çeşitleri 
    itibariyle de öyledir. Bununla beraber ilgili cinsleriyle tek başına düşünülebilir: 
    
  1- Manevi ve maddî 
    kuvveti bereketlendirmek ki insanın işlerini düzeltmeye sebep olan dış ve 
    iç duygularını, akıl ve irade gücünü ve hatta tabiî ve hayvanî kuvvetlerini 
    ihsan etmek ve devam ettirmek, iradeler ile maksatlarını uygun düşürmek, başarılı 
    olmasını sağlamak gibi.
  2- Hak ile batılı, 
    iyilik ile fenalığı birbirinden ayıran delilleri ortaya koymaktır ki "Semûd'a 
    gelince; Biz onlara doğru yolu gösterdik. Fakat onlar körlüğü hidayete tercih 
    ettiler." (Fussilet, 41/17), "Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu 
    da göstermedik mi?" (Beled, 90/10) âyetlerindeki hidayet bu cinstendir. 
    
  3- Peygamberler göndermek 
    ve kitaplar indirmek ki "Onları, emrimizle doğru yolu gösteren önderler 
    yaptık." (Enbiyâ Sûresi, 21/73) ilahî sözünde hidayetten maksat bu olduğu 
    gibi, "Şüphesiz ki bu Kur'ân, insanları en doğru yola götürür." 
    (İsrâ, 17/9) âyetinde de böyledir.
  4- Vahiy veya ilham 
    veya doğru çıkan rüyalar gibi olağanüstü yollarla kalblere sırları keşfedivermek 
    ve eşyayı gerçekte oldukları gibi gösterivermektir ki buna özel hidayet denilir. 
    Çünkü bilhassa peygamberler ve velilerde meydana gelir. Bunun için genel olarak 
    bunun yolları, olağanüstü yollardır. Bununla beraber herkesin az da olsa bundan 
    payları yok değildir. Şu kadar ki kesin bilgi derecesine yükselemez. Bunlar 
    subjektif, objektif, tekvinî ve tenzilî olarak da özetlenebilir. Kur'ân'da 
    hidayet kelimesi kullanıldığı zaman, bunlardan hangisinin kasdolunabileceğini 
    yerine göre anlamak gerekir. 
  Hidayet, ikinci nesnesine 
    bazen (ilâ) ile bazen de burada olduğu gibi bizzat kendisi geçişli olur. Bunu 
    geçişlilik edatının düşürülmesi ile hazf ve isâl (cer edatını düşürme ve fiili 
    nesneye ulaştırma) diye ifade edilen geçişlilik şekli cinsinden sayanlar da 
    vardır ki bu durumda aslı veya demek olur. Bunun geçişsizi ve dönüşlü fiili 
    ihtida (hidayete ermek)dır. "Hüdâ" da hem hidayet ve hem ihtida 
    (hidayete ermek) mânâlarına gelir. Hidayete ermenin zıddı sapıklık, bütün 
    kısımlarında hidayetin zıddı da hak dinden iman ve İslâmiyetten saptırmaktır. 
    Sapıklıkta bulunanların hidayet istemesi, hidayetin aslının meydana gelmesini 
    istemek, hidayette bulunanların hidayet istemesi de sebat (kararlı olmak, 
    sözde durmak) veya mertebenin yükselmesini istemek olur. Halbuki diyenlerde 
    hidayetin aslı vardır. , lâm-ı ahid ile "senin yolun" izafet tamlamasının 
    mânâsını ifade eder ve doğrudan doğruya "Allah'ın yolu" anlamına 
    gelir. Cins mânâsına gelen " lâm" ile de henüz özellikleri belli 
    olmamakla beraber genel olarak belirli cinsi bulunan cadde mânâsına gelir 
    ve istiare ile hak yola uygun olur ki, sırat lügatta cadde, ana yol yani işlek 
    büyük yol demek olup aslı dır. Ve cumhurun (çoğunluğun) lügatı budur. İbn 
    Kesir'den Kunbul ve Yakub'dan Rüveys rivayetlerinde de böyle (sin) ile "es-sirat:" 
    ,"sirat: " okunur. Fakat "râ'nın kalın okunması ve nın itbak 
    (harf okunurken dilin üst damağa kapanma)ından dolayı "sin" harfinin 
    "sad"a çevirilmesi ile sırat daha akıcı ve daha fasihdir ki, Kureyş'in 
    lehçesi de budur. Ve imamda yani "Hazreti Osman Mushafı"nda böyle 
    yazılmıştır ve Aşere (On Kırâet )den diğer kırâetler de böyledir. Ancak Hamza 
    kırâetinde "sad"a "za" kokusu verilerek bir işmam yapılır 
    ki bu da Kays lehçesidir. Cadde mânâsına sırat kelimesi Türkçe'de kullanılmaz. 
    Ancak cehennem uçurumlarının üzerinden herkesin geçmeğe mecbur olacağı kıldan 
    ince ve kılıçtan keskin, inişli, yokuşlu ve düzlü bir köprü gibi düşünülen 
    ve zamanımızdaki ifadesi ile (elektrik v.s.yi) taşıyan bir havai hatla anlaşılabilen 
    bir ahiret caddesinin dini ismi olarak bilinir. Ve burada buna da bir işaret 
    vardır. 
  Hatta Amr b. Ubeyd'den 
    bu mânâ ile tefsir edildiği de nakledilmiştir. Fakat burada asıl maksat bir 
    istiare-i temsiliyye (benzetme yoluyla yapılan istiare) ile "hak yol" 
    ve "İslâm milleti" olduğunu kıymetli tefsirciler öteden beri açıklayagelmişlerdir. 
    Arap dilinde genellikle yola tarik; işlek yola sebil; doğru, büyük ve açık 
    yola vasıflarından birinin ortaya çıkmasına göre cadde, sırat, şâria ve şerîa 
    denilir. Ve bu sebeple bu sırat kelimesinin şeriat kelimesini anlatacağı unutulmamalıdır. 
    Müstakim, hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru demektir. 
    Sırat da yönünde doğru ise de inişi, yokuşu bulunabileceğinden düzlük mânâsını 
    da anlatmak için müstakîm (dosdoğru) vasfı ile kaydolunmuştur. Bu sebepledir 
    ki bunu dümdüz ile tefsir ederler. Şu halde doğru kelimesi, tamamen müstakîm 
    kelimesinin yerini tutamıyacaktır. Gerçekten Türkçe'de doğru kelimesi müstakim, 
    hak, sadık mânâlarına da kullanılır. 
  Kur'ân'ı anlamak isterken 
    kelime ve terkiplerinin bütün inceliklerini gözetmek gerekir. Kur'ânî belağatın 
    özelliklerinden biri de gerçekleri en açık yönünden gösterirken ince hatlarını 
    da çeşitli beyan noktaları içinde bütün incelikleri ile toplamasıdır. Beyan 
    yönleri, kesinlik noktasından en azından on altı yönü kapsadığı usulce (metodoloji) 
    bellidir. İşaretle ve kesin olmayan belağat yönleri ise belağat ilminin sayılması 
    mümkün olmayan zevkleri ile anlaşılır. Bu vesile ile burada kelam ilminin 
    bir kanununu arz edelim. Şöyle ki: Tesadüf, sırları görmekten gafil olan cahilin 
    görüşüne göredir. Hikmette (ilimde) tesadüf yoktur. Hakîm-i Mutlak'ın her 
    seçiminde tercihe sebep olan bir hikmeti vardır. Gerçi irade aslında bir tercih 
    sebebidir. Fakat Hakîm-i Mutlak'ın iradesi, dıştan onu gerekli kılan bir etki 
    altında olmayarak bir hikmeti de içerir. Bundan dolayı, hikmet sahibi olan 
    dilediğini yapan Allah'ın sözünün ve kelimelerinin özellikleri hep hikmete 
    dayalı bir seçme eseri olacağından mesela tarîk (yol) demeyip de sırat demesi, 
    müstevî (düz) demeyip de müstakim demesi, doğrudan doğruya düşünülecek ve 
    mânâları ona göre düşünülecek birer hikmeti de ihtiva ederler. Kur'ân ise 
    bir hakîm (hikmet dolu) kitaptır. "Bu kitabın indirilmesi herşeye galip 
    hüküm ve hikmet sahibi olan Allah tarafındandır." (Zümer, 39/1). Bunun 
    için önce kelimelerin mânâlarını iyice tesbit etmek, ikinci olarak yerlerinde 
    lafız veya mânâ yönünün ilgili olabileceği kelimeler ve mânâları ile karşılaştırma 
    yapmak, üçüncü olarak terkip şekillerini, siyâk ve sibâk üzerinde düşünmek, 
    dördüncüsü bunlardan asıl kasdedilen mânâ ile süsleyici unsurları birbirinden 
    ayırmak lazımdır. Kasdedilen mânânın belirlenmesinde de iki itibar (ölçü) 
    vardır. Birisi kelimenin aslında veya yerine göre zihindeki mânâsı, diğeri 
    de onların gerçekte ele aldıkları, delalet ettiği mânâlarıdır ki genelleştirme, 
    tahsis (özelleştirme), mutlak, ıtlak (kayıtlamama) gibi özellikler bu ikisi 
    arasında meydana gelir ve hükümlerin çıkarılmasında bunların önemi büyüktür. 
    
  Tefsirlere baktığımız 
    zaman den maksadın ne olduğu hakkında şu rivayetleri görürüz: Allah'ın yolu, 
    doğru yol, uygun yol, Allah'ın kitabı, iman ve imana bağlı olan şeyler, İslâm 
    ve İslâm şeriatı, Peygamberimizin ve ashabın büyüklerinin yolu, sünen (yollar), 
    sünnet ve cemaat yolu, cennet yolu, cehennem köprüsü nihayet bunları özetleyen 
    muhakkîkler (araştırıcı, kritikçiler)in doğru yol ve İslam milleti tefsiri.
  Şimdi senedleri ile 
    seleflere ve sahabeye kadar giden bu çeşitli ifadeler, "lâm"ın ahid 
    mânâsını (bir şeyi kasdetmek) veya cins mânâsını göz önünde bulundurmalarına 
    göre bir kısmı mânâ ve çoğu mâsadak üzerinde dönüp dolaşan açıklamalardır. 
    Cehennem köprüsü bir yana bırakılırsa öbürleri gerçekte kelimenin delalet 
    ettiği mânânın birisi ile ifade edilmesinden başka birşey olmadıkları halde 
    mânâ ile mâsadak (mânâya uygun şey)ın farkını bilmeyenler, bunlardan ne kadar 
    anlaşmazlıklara düşebilirler. Gerçekten hakikatı araştırıp ortaya çıkaran 
    alimlerin doğru yol ve İslâm milleti özeti de bu iki duruma uygundur. Hak 
    yol mânâ, İslâm milleti de mâsadakdır. Bu iki farka bizzat Kur'ân'ın metninde 
    dikkati çekmek için sırât iki defa zikredilmiştir. (sıratallezine) "es-sırat"tan 
    bedeldir. Bedel-i küll (bizzat kendisinin karşılığı) veya bedel-i ba'z (bir 
    kısmının karşılığı) olabilir. Ve konuşma da kasd ve irade esasında bedele 
    yöneliktir. Mübdelü minh de (yerine bedel kullanılan kelime) tamamen terkedilmiş 
    ve cümleden çıkartılmış olmayarak bu kasdolunan şeyin görünen bir değerinin 
    hazırlığını yapar ve bu şekilde her bedelde bir miktar açıklama ve bir miktar 
    pekiştirmeyi andıran bir mânâ kuvveti meydana gelir. Bu bedelde ise "sırat-ı 
    müstakim"in hem bizzat kendisini ve hem vasfını (niteliğini) açıklayan 
    kayıtlar vardır ki birincisi sıratın muzafun ileyh (belirten)i olan ism-i 
    mevsûl (ilgi zamiri) ve sılası (ilgi zamirini açıklayan cümle), ikincisi bu 
    ism-i mevsûl (ilgi zamiri)ün sıfatı olan , üçüncüsü de buna atfedilen kayıtlarıdır. 
    
  İşte 'den kasdolunan 
    mânâ ve mâsadak bunların tamamı gözönünde bulundurulduktan sonra belli olacaktır. 
    Bunun için de önce kendindeki mânâsını tesbit etmeye ihtiyaç vardır. Lügat 
    açısından bu mânânın, doğru cadde demek olduğunu görmüştük. Fakat bu mânâ 
    bize önce gerçekten yol dediğimiz hissedilen bir şeyi gösterir. Halbuki sözün 
    gelişi yardım dilemenin ve yardımın açıklanması idi. Bu ise hissedilemeyen 
    bir mânâdır. Bundan dolayı bu kesin karine ile biz anlarız ki bu yol manevi 
    yoldur. Ve hiç olmazsa manevi yolu da içine alan açık bir mecaz (benzetme 
    yolu ile başka bir mânâda kullanılan söz)dır. Ve daha açıkçası isti'âre-i 
    temsiliyye (birçok şeyin birbirine benzetilmesi)dir. Daha önce söylediğimiz 
    gibi hissedilen şeylerden işlek, büyük, apaçık, düz, doğru bir yolu gözönüne 
    getiriyoruz ve bunu bütünüyle zihnimizde yerleştiriyoruz. 
  İkinci olarak meyillerimizin, 
    fikir ve hareketlerimizin akışına bir esas teşkil ederek bizi doğruca ve selametle 
    hayırlı maksatlarımıza götürecek ilmî, pratik, apaçık ve kapsamlı ve Allah 
    Teâlâ'nın koyduğu bir hak kanununu göz önüne getiriyoruz, bunu da bütünüyle 
    vicdanımıza alıyoruz.
  Üçüncü olarak bu manevi 
    bütünü açıklık ve özetle anlatmak için önceki hissedilen şekle konu olan sırat-ı 
    müstakim (doğru yol) lafzını istiâre edip zikrettiğimiz karineye dayanarak 
    bunda (manevi yolda) kullanıyor ve "ihdinâ" ile de buna bir açıklama 
    yapıyoruz. Bu şekilde bu mânâdan anlaşılan husus Allah Teâlâ'nın koyduğu şey 
    olup talep edilen iyiliğe hakkı ile götüren batıl olmayan manevi yol olduğundan 
    tahkikçi alimlerin "hak yol" diye tefsir etmeleri, sırat-ı müstakimin 
    mefhûm ile kasdedilen mânâsını açıklamak olduğu anlaşılır. Şimdi de mâsadakını 
    bulalım: Yani kendisine hak yol denmeye layık olan her yol, istenilen doğru 
    yolun içine girer mi, girmez mi? Burası üzerinde düşünülmesi gereken bir yer 
    olup az çok kapalıdır. İlk önce "nesteîn" de ilk hedefimiz Allah'ın 
    yardımı oluyor ve âyetin gelişi bize başlangıçta Allah'ın yardımının en önemli 
    ve en önde olanını istememizi telkin ediyor. Bundan da genellikle Allah'ın 
    yardımını celbeden bir apaçık yola hidayet isteği, yardım dilemelerin en mühimi 
    ve en önde olanı; ona hidayet vermenin de yardımların en mühimi ve en önde 
    geleni olduğu anlaşılıyor. Halbuki hak yolun bütün özellikleri Allah'ın bir 
    yardımı ise de bu yardımların en önde geleni ve en mühim olanı hangisidir? 
    Burası üzerinde etraflıca düşünülmesi gereken bir yerdir. 
  Dördüncü olarak hidayet 
    iyiliğe yorumlanır. Acaba genel mânâsıyla hak yol içinde kötü olanlar yok 
    mudur? Doğrusu vardır. Çünkü olmasaydı kötülüğe yol bulunamaz, hiç bir kötülük 
    yapılamazdı. Gerçi her hak yol aslında sırf hayırdır. Ve onun esas konumu 
    Allah'ın rahmetinin tecellisi (meydana çıkması)ni göstermektir. Fakat kâinatta 
    yaratıkların özelliğine göre fayda ve zarar, iyilik ve kötülük hiçbir maksat 
    zihinde şekillendirilmez ki onun bir doğru yolu bulunmasın. Bunların her biri 
    içinde Allah'ın bir sünneti (nizamı), bir kanunu vardır. 
  O yola giren doğru 
    gayesine gider. Hatta denilebilir ki bunların hepsi de Allah Teâlâ'ya götürür. 
    Fakat birisi rızasına götürür, biri de öfkesine götürür. Bundan dolayı hak 
    yol, "Allah Teâlâ'nın rızasına götüren yol" diye tefsir edilmedikçe 
    burada matlub olmaması gerekir. Gerçekten yüce âyeti bize mutlaka hak yol 
    kavramından daha hususî ve daha açık bir mânâ telkin ediyor. İşte sözün bütün 
    bu kapalı yönlerini gidermek için bedelin ilave edilmesi ile kavramın delalet 
    ettiği mânâ tefsir veya tahsis olunmuş ve İslâm dininin tam bir sınırlama 
    ile anlatılmasına uygun bir kalıba dökmek için v.d. buyurulmuştur. 
  Bu bize ilk önce her 
    istenilen şeyde Allah Teâlâ'nın bir doğru yolu bulunduğunu gösteriyor ve "ihdinâ" 
    onu istememizi bize telkin ediyor ve bu şekilde en mühim ve en önemli yardımın 
    da başlangıçta onun doğru yoluna hidayet olduğunu anlatıyor. Gerçekten Allah 
    Teâlâ âlemlerin Rabbi olduğundan kâinatın hepsinde onun kanunları geçerlidir. 
    Kanunlar bazen kanun koyanlarına ve bazen konularına, ilişkisi bulunan şeylere 
    nisbet olunur. Mesela Solon kanunu koyucusuna nisbet olduğu gibi, Akar (para 
    getiren taşınmaz mallar) kanunu da konusuna, mahkumlarına nisbet edilmiştir. 
    Tabiat da Hak (Allah) kanunlarının mahkumu (hükmü altında) olması itibariyle 
    bunların irade kanunundan başkasına "tabiat kanunları" ismi de verilir. 
    Fakat hepsinin koyucusu Allah Teâlâ olduğundan bunlara Allah kanunları ve 
    ilahî nizam demek elbette daha doğrudur. Bu kanunları bilmeğe ilim ve fen 
    denildiği gibi, onların iyiliğe götürenlerine de din, millet ve şeriat denilir. 
    Allah'ın koyduğu ve Allah'ın kanunu dışında din aramak batıldır ve bununla 
    beraber Allah'ın her kanunu da din değildir. Mesela beynine kuvvetli bir tabanca 
    sıkanın ölmesi bir hak kanunudur. Allah Teâlâ'nın özel bir iradesi engel olmazsa 
    o kurşunu kendine sıkan ölür. Fakat intihar etmek bir iyilik, bir din değildir, 
    isyandır, kötülüktür. Kendi mülkü olmayan Allah'ın binasını (bedeni) yıkıp 
    bozmaktır. 
  Bunun gibi insanların 
    yaptığı işlerinden hangisi ele alınsa onun bir iyi veya kötü yönü ile uygun 
    olacağı bir Allah kanunu vardır. İyilik yönü ile uygun olan Allah kanunu din, 
    kötü yönüyle uygun olan Allah kanunu dinin zıddıdır. İki yönden de Allah'ın 
    kanununa uygun düşmeyen iş, kötü ve batıldır. 
   7-Özetle Allah'ın 
    her kanunu, Allah tarafından konmuş olduğundan dolayı doğrudurlar. İnsan tarafından 
    konulmuş kanunlar, ne ilim, ne din hiç biri olamazlar. Bunlar, ilim açısından 
    batıl, din açısından kötülük meydana getirirler ve doğru değildirler. Bunun 
    için insanlığın hakkı, gerek ilimde ve gerek dinde kanun koymak değil, Allah'ın 
    kanunlarını arayıp bulmak ve bu kanunları keşfedip ortaya çıkarmaktır. Arşimed 
    hidrostatik kanununu, Nevton yerçekimi kanununu, Aristo çelişme kanununu koydular 
    demek doğru olmadığı gibi Ebu Hanife Hazretleri de kıyası, fıkıh (İslâm hukuku) 
    kanunlarını koydu demek doğru değildir. Bunlar, onlar tarafından konmuş olsaydı 
    eğri ve yalan olurlardı. Doğru olmaları, Allah'ın kanununun keşf edilmesine 
    nail olmalarından ileri gelir. Bunun için âlimler, icat eden değil keşf eden 
    ve ortaya çıkaran kimselerdir. Çünkü Allah'ın kanunları içinde gizli olanları 
    da vardır. ise açık mânâsını da içerdiğinden dolayı bunları ortaya koymaya 
    vesile olacak apaçık ve işlek bir esas yolu anlatıyor ve Allah'ın kanunu olmayan, 
    Allah'ın yardımı ile hiç ilgisi bulunmayan eğri büğrü yolların hepsinden sakındırdığı 
    gibi, hidayet de iyiliğe yorumlanacağından, doğrudan doğruya kötülüğe götürmekte 
    hak olan kanunlardan da sakındırılmış oluyor. Fakat bu son sakındırmada bir 
    dayanak aramak gerekir. Çünkü kötülükten sakındırmak için onu tanımak ve tanıtmak 
    da bir iyiliktir. Yılanı bilmeyen ondan nasıl sakınır? Bundan dolayı hidayet 
    kelimesindeki iyilik mânâsı, doğru yol, hak yol kavramından kötülük kanunlarının 
    mutlaka uzaklaştırma ve çıkarmasını değil, belki iyilik kanunlarını emirler 
    olarak olumlu ve kötülük kanunlarını yasaklar olarak olumsuz bir ölçüyle kayıt 
    ve şarta bağlamayı gerektirecektir. İşte hemen ardından bedel yolu ile "O 
    kendilerine nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna; ne o gazaba uğramışların, 
    ne de sapmışların yoluna değil." âyetleri, bu olumsuz ve olumlu yönleri 
    de ortaya çıkarıyor. Demek ki "es-sırata'l-müstakîm" lâm-ı ahd (belli 
    bir şeye işaret eden el takısı) ile hak dinin tam tarifidir. Ondan sonrası 
    da bunun açıklamasıdır. İn'âm nimet vermek, nimeti ulaştırmaktır. Aslında 
    müteaddî (geçişli)dir. Fakat en üstünlük mânâsına gelmekle nimet verenin yüceliğini 
    ve nimetin yükselmesine işaret etmek için "" ile sılalanmıştır (bağlanmıştır). 
    Nimet aslında insanın tad aldığı durum, yani güzel durumdur ki mutluluk tadı 
    demektir. Bundan alınarak bu tad almaya sebep olan şeylere ad olmuştur. Aslı 
    yumuşaklık demek olan nüûmet ile ilgilidir. Arapçada ilk mânâda daha çok üstün 
    ile (na'met) olarak kullanılır. Çünkü " " denilmiştir. Yani nice 
    nimet sahibi vardır ki nimet ve bolluk içinde yaşaması yoktur. Mesela ekmeği 
    vardır yiyemez, yerse tadını bulamaz. Allah'ın nimet vermesi esas tadını bulmadadır. 
    Allah Teâlâ'nın nimetleri ise sayılamaz. "Eğer Allah'ın nimetini saymak 
    isterseniz sayamazsınız." (İbrahîm, 14/34). Fakat başlıca dünya ve ahiretle 
    ilgili olmak üzere iki kaynak da düşünülebilir. Dünyaya ait nimetler iki kısımdır. 
    Vehbî (Allah vergisi) ve çalışarak elde edilenler. Vehbî ya ruh ile ilgili 
    veya cisim ile ilgilidir, başka bir ifade ile ya manevi veya maddidir. Ruhla 
    ilgili olanlar ruhun bedene üfürülmesi, akıl ve zekanın parlaması ve bunlara 
    tabi olan anlayış, düşünce, konuşma, vicdanın (iç duygunun) sağlam olması; 
    cisim ile ilgili olanlar vücut ve vücut organları ve bunlardaki sinirler, 
    kaslar, hazm ve diğer maddî kuvvetler, yaratılış ve onu tamamlayan durumlar 
    ve şekillerden oluşan şeyler gibi. Çalışılarak kazanılanlar da nefsi utanılacak 
    şeylerden temizleme, ilim ve marifet, üstün ahlâk ve cömertlik, yiğitlik, 
    doğruluk ve namus ile süslemek, vücudu güzel şekiller ve beğenilen ahlâklar 
    ile süslemek, câh yani mevki ve sosyal onur sahibi olmak, mal ve servet kazanmak 
    gibi şeylerdir. Ahiret nimetleri, dünyada meydana gelen ifrat (aşırı gitme) 
    ve tefrit (tersine aşırılık)lerini bağışlayarak rızasına erdirmek ve Allah'a 
    yakın meleklerle beraber cennetin en yüksek tabakasında sonsuza dek huzur 
    ve sükuneti elde etmektir ki, bu da Allah tarafından verilen ve çalışma ile 
    kazanılan ruhanî ve cismanî kısımlara ayrılır. Bunların hepsi başlı başına 
    ve hemen düşünüldükleri zaman şüphesiz birer nimettirler. Fakat her biri geleceğine 
    ve kendisinden sonrakine göre göz önünde bulundurulunca başlangıçta nimet 
    zannedilen birçok şeylerin gerçekte şiddetli ceza ve bela çıktığı da bir gerçektir. 
    Bunun aksine de başlangıçta acı ve şiddetli ceza görünen bazı musibetlerin 
    daha sonra büyük bir nimete ve mutluluğa vesile olduğu da bir gerçektir. Ve 
    safâdan (gönül şenliğinden) sonra sıkıntı ne kadar acı ise, sıkıntıdan sonraki 
    gönül şenliği de o kadar tatlıdır. Bu sebeple ciddi ve gerçek olan nimet ve 
    mutluluğun sonu her halde sağlam olanlardır. Bundan dolayı esas istenecek 
    şey yalnız nimetin başlangıcı değil, sonuca selametle yetiştiren nimetler 
    olmalıdır. İslâm kelimesinin de ilham ettiği bu husus vasfı ile anlatılıyor. 
    Bu şekilde "en'amte aleyhim"de nimet ve nimet verme her şeyi kapsayan 
    ve genel bir mânâ ifade eden bir kelime olmamakla beraber mânâsının kayıtsız 
    ve şartsız olması ile her türlü nimet için muhtemel olup her türlü nimeti 
    kapsayabileceğinden kapsamına giren nimetler tahsis olunmak için, öfke ve 
    sapıklıktan sâlim olma kaydı ile şarta bağlanmış ve tam anlamıyla nimet ifade 
    edilmiştir ki, bu da ahiretle ilgili nimetleri ve ona vesile olan vehbî (Allah 
    vergisi), kesbî (çalışma ile elde edilen), ruhanî (ruhla ilgili), cismanî 
    (cisimle ilgili) dünya nimetleri demektir. Bunların başı da yaşama hakkı, 
    hürriyet hakkı, iman, vicdan sağlığı, güzel ahlâk, sosyal düzelme, faydalı 
    ilim ve iyi ameldir. İslâm literatüründe hürriyet, kişi haklarına sahip olma 
    diye tanımlanır. (Keşf-i Pezdevî). Bunun tam tersi, (kişinin) haklarına başkasının 
    sahip olması demek olan esirlik ve köleliktir. Hakların aslı ise, Allah'ın 
    koymuş olduğudur. Bundan dolayı herhangi bir kişi, Allah'ın koyduğu hukuku, 
    kendi rızası olmaksızın, başka bir insanın yaptığı diğer bir hukuk ile değiştirmeye, 
    bozmaya veya tasarrufta bulunmaya mahkum olabiliyorsa o artık yalnız Allah'ın 
    kulu değildir ve onda bir esirlik payı vardır. Artık onun vecibeleri ve vazifeleri 
    yalnız hakkın gereği için değil, şunun bunun heves ve isteğine tabidir. Bundan 
    dolayı Allah Teâlâ'yı tanımayan kimsede, haklarına sahip olma anlamında hürriyet 
    hakkını farz etmek bir çelişki olduğu gibi, Allah Teâlâ'dan başkasına kul 
    olanlarda da, hürriyet farzetmek imkansızdır. Ve bunun için hürriyete kefil 
    olma, yalnız Allah'a kulluktadır. Ve doğru yolun başlangıç noktası bu kulluk 
    ve dünya ile ilgili ilk maksadı da en büyük nimet olan bu hürriyet hakkıdır. 
    Bunun başı da Allah vergisi nimetlerden olan hayat ve kazanılan nimetlerden 
    olan imandır. İşte bu ikisi nimetlerin asıllarıdır. Bunların başlangıcı da 
    Allah'ın yardımı ve hidayetidir. İstenen yol da bu yardımın doğru yoludur. 
    Ve işte İslâm nimeti bu doğru yoldur. de iki yorum şekli mümkündür: Birisi 
    yukarıda olduğu gibi hiçbir mef'ûl (nesne) gözetmeyerek mutlak şekilde onlara 
    nimet verdin yani onları bahtiyar kıldın mânâsı, diğeri de gibi mef'ûl-i bih 
    (nesne olan) bir zamir takdir (itibar) etmektir. Keşşâf sahibi öncekini, İbnü 
    Cerir Taberî ikinci yorumu tercih etmişlerdir. Cümleden bir şeyi düşürmekten 
    kurtulmak açısından birinci yorum daha iyi ve açık fakat bir kinaye (kapalı 
    anlatım) mahiyetindedir. Bu sebeple fiilin gereği olan ikinci yorum açıktır. 
    Ancak İbnü Cerir Taberî karinesi ile itaat ve ibadete geri çevirerek "sen 
    onlara itaat ve ibadetini nimet olarak verdin" şeklinde göstermiştir. 
    Acizane anlayışıma göre bu durumda zamiri "sırata" çevirmek ile 
    "sen onlara o yolu nimet olarak verdin" mânâsını vermek daha açıktır. 
    Ve en doğrusu burada zamiri takdir etmeksizin, kayıtsız nimet verme fiilini, 
    doğru yolu nimet vermekten yani = en'amte'yi = en'amte bih'ten kinaye yapmaktır 
    ve meânî ilminde belli olan özel nesneye ilgisi olmaktan kinaye üslûbu burada 
    pek açıktır. 
  Bunda doğru yol nimetini 
    vermenin kayıtsız nimet verme ve hatta her türlü nimeti verme yerinde olduğu 
    anlaşılır. Burada dikkati çeken üç nokta vardır. İlk önce bizzat yol, sıratın 
    en önemli nimetlerden olduğu, en büyük nimet olduğu anlaşılır. İkinci olarak 
    sırat (doğru yolu gösterme) nimeti, en mühim yardım olduğu anlaşılır. Üçüncü 
    olarak, onlara nisbet edilen bu sırat (yol) kendilerinin hazırladıkları bir 
    yol olmayıp, Allah'ın hazırladığı ve nimet olarak vermiş olduğu ve onların 
    yolu olması, nail olma ve o yola girmeleri itibariyle bulunduğu anlaşılır. 
    Ve bu vasıflar ile Allah'a nisbet edilen ve doğru nimetlere ve Allah'ın yardımına 
    götüren doğru yola uygun gelir. Gerçekten yol nimeti, en büyük nimettir. Çünkü 
    herhangi bir nimetin (elde ediliş) yolunu, kanununu elde etmek o nimeti bir 
    defa değil daima elde etme sonucunu doğurur. İlimlerin ve fenlerin önemi de 
    bundandır. Birisinden on liralık bir yardım istemekle, devamlı on lira getirecek 
    bir yol, bir sebep (vasıta) istemek arasında ne kadar fark vardır. Yüce Allah'tan; 
    "Ey Rabbim, bana yardım et de falan nimeti ver." diye dua etmek 
    ve yardım dileğinde bulunmak pek küçük bir istek olur. Hatta "her nimeti 
    ver" demek bile böyledir. Çünkü bu dua kabul olunmakla o nimetlerin her 
    zaman devam etmesi ve sürüp gitmesi temin edilmiş olmaz. Fakat "falan 
    nimetin (elde ediliş) yolunu ihsanda bulun ve o yolda sebat nasib eyle." 
    diye istek ve araştırmada bulunulacak olursa, bu dua kabul olunduğu zaman 
    o nimet bir kerre değil bin kerreler ve sonsuza kadar elde edilmiş olur. Yolun 
    en büyüğü de Allah'ın yardımının yoluna girmedir. Bunun en kısası da doğru 
    olan yoldur. Bu bulununca nimet yollarının hepsi bulunur. Nimet yolu bulununca 
    nimetlerin hepsine sürekli olarak erilir ve burada başlangıçta bize nimet 
    ver denmeyip de duası ile doğru yol istemenin öğretilmesi, bu mânâyı ne güzel 
    destekler. Fâtiha'ya (ta'lim-i mesele: istemeyi öğretme) isminin verilmesinde 
    de bu nüktenin büyük bir payı olduğunu hatırlamalıyız. Halbuki bu özel bağlantı 
    gözönünde bulundurulmadığı takdirde cümleden bu mânâları çıkarmak zor olacak 
    ve sıratın (yolun) onlara Allah'ın bir ihsanı olduğu gizli kalacaktır. Bu 
    yönden birinci durumdaki kayıtsız nimetin belağati (güzelliği) bile bundan 
    aşağı derecededir demektir. Gerçi onda sıratın (yolun) gayesi kayıtsız şartsız 
    nimet olduğuna dair açık bir işaret vardır ve bu mânâ halk için çekici ve 
    sevimlidir. Fakat başlangıçta sözün gelişinde istenilen maksadın Allah'ın 
    yardımı olduğu apaçıktır. Ve bundan dolayı yolun maksadı da o ve daha doğrusu 
    bizzat Allah Teâlâ olduğu, ilk anda akla gelir. 
  Bütün nimetler de bundan 
    kaynaklanıyor. Ve işte asıl doğru yol, hak yol bu mânâda özel isim gibidir. 
    Çünkü bir nimetin bir yolu bilinir ve o yola girilirse de yine bizzat Allah'ın 
    yardımı, Allah'ın tevfikı bulunmazsa bir engel ortaya çıkar, istenilen şey 
    ortaya çıkmaz da kısmet böyle imiş denilir. Bundan dolayı her şeyden önce 
    bu yardım ve başarıya ermek için bütün arzuları kucağına almış, büyük, açık, 
    doğru, düz bir yol istemek gereklidir. Bu yol anlaşmasında sebat ile yürütecek 
    olan bir din ve millettir. Her gerçeği ve isteği kucaklamış bir din ve millet, 
    bir doğru yol istemek yalnız bir tasarlama ve hayalden ibaret bir istek de 
    değildir. Bu yola ermiş ve üzerinde yürümüş, o sayede her arzusunu elde etmiş, 
    hem de tam selamet ve mutlulukla elde etmiş nimet ehli, insanlık tarihinde 
    inkar olunamayacak şekilde sabit olmuş ve böyle bir arzunun izleri müşahede 
    ve tecrübe ile gerçekten görülmüş, meydana gelmiş bir şeydir. Ve işte 'den 
    sonra buyurulması bunu da özellikle göstermektedir. 
  Şimdi bunların kimler 
    olduğunu anlamaya çalışalım. Bunların hepsi, topluca bize ahd-i haricî ile 
    gösteriliverecek sınırlı bir topluluk değildir. İnsanlığın başlangıcından 
    bu ana kadar birbiri ardınca gelmiş ve Allah'ın terbiyesi ile zaman zaman 
    olgunluk göstermiş, ardarda yaygın ve sınırsız zatlar ve topluluklardır. Biz 
    bunları yalnız "mün'amün aleyhim", yani Allah'ın nimetine ermiş 
    olanlar adıyle tanır ve hakka ulaşanlar, erenler diye düşünürüz ve bu cinsin 
    dünyada var olduğunda hiç şüphe etmeyiz. Bu nokta kesin ve kat'îdir. Ve mutlaka 
    bunların yolunu istemek de bu kesin bilgi ile hareket etmektir. Fakat etraflıca 
    açıklamasına ve bu cinsin fertlerinden ve çeşitlerinden bir örnek almak için 
    dışarda tayinlerine gelince: Bunu, nimetin mânâsını takdir etmemiz oranında 
    bir ahd-ı zihnî (zihinde belli olan nesne) ile düşünebiliriz. Bunun için de 
    ya cinsî belirtme veya ahd-i zihnî (zihinde belli olan şeyler) mülahaza edilir. 
    Cins olduğuna göre bedel; ahd-i zihnî olduğuna göre de sıfat olması bellidir. 
    Bundan dolayı bunları başlangıçta ahd-i zihnî ile tasarlayıp bu vasıflara 
    sahip bir mutlu topluluk arayacağız ve Allah Teâlâ'dan onların yoluna hidayet 
    etmesini isteyeceğiz ve başarılı olduğumuz anda biz de o yolda, o cinsten 
    âleme örnek olacak bir cemaat zümresi teşkil etmiş bulunacağız. Kur'ân bize 
    bu cinsten birçok topluluklar gösterecektir ki "Kim Allah'a ve elçisine 
    itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler 
    ve salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır." (Nisâ, 4/69) âyeti 
    bu babta en kapsamlı âyetlerden biridir. Yani tam anlamıyla kendilerine nimet 
    verilmiş olan gerçek bahtiyarlar peygamberler, sıddîklar, şehidler, salihler 
    ve bunlara arkadaş olan iman ehlidir. Fakat bu açıklama İslâm'ın başlangıcına 
    göredir. Bize gelince: Bu örneğin bütün anlaşılmayan şeylerden uzak bir ahd-i 
    hâricisi (daha önce ismi geçmiş olanı) vardır ki o da peygamberlerin sonuncusu 
    Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz'le Ashab-ı Kiram'ıdır. Az zaman içinde 
    bunlarda tecelli eden başarı nimetinin, dünya ve ahiret mutluluğunun bir örneğini 
    daha insanlık tarihi bugüne kadar kaydetmemiştir. Umumî tarihi okuyunuz ve 
    bugün dünyadaki milletlere bir göz atınız. Bakınız bunların içinde mesela 
    bir Hz. Ömer siretinin benzeri olabilecek hiçbir örnek bulabilecek misiniz? 
    Bir taraftan fetihler elektrik hızı ile doğu ve batıya yayılırken diğer taraftan 
    bütün ilâhî adalet, yerleri ve gökleri dolduruyor ve bu nimetlerin içinde 
    hakkın zevkine dalmış olan Ömer'in sırtındaki yamalı bir gömlek âlemin gözüne 
    Kisraların, Kayserlerin haşmetli taclarından çok yüksek bir sevinç duygusu 
    saçıyordu. Fakat dünyanın bu teveccühü (yönelmesi) içinde hiç bir gün şaşırmayan, 
    metanetini kaybetmeyen Hazreti Ömerü'l-Faruk, Peygamber'in vefat günü Faruk 
    olması (hak ile batılı birbirinden ayırması)nı kaybeder gibi göründüğü zaman, 
    Hazreti Ebu Bekr es-Sıddîk bütün sadakati ile varlığını ortaya koyarak onu 
    ve herkesi irşad etmiş ve İslâm cemaatini önceden olduğu gibi Hazreti Muhammed'in 
    yolunda yürütmüştü. Daha önce hicret günü Hazreti Peygamberle arkadaşlığı 
    ile gizlendikleri mağarada müşriklerin baskınına uğradıkları zaman Hazreti 
    Ebu Bekir Sıddîk'a da üzüntü ve gevşeklik gelmiş iken "Üzülme, Allah 
    bizimle beraberdir!.." (Tevbe, 9/40) diye onu teselli ve tatmin eden 
    ancak Hazreti Muhammed olmuş idi. İşte o zamanlar bir ahd-i zihnî (zihinde 
    belli olan) mahiyetinde olan o mutlu toplum bütün insanlığa en mükemmel bir 
    misal olmak üzere belirmiş olduğundan bize göre ahd-i harici (önce geçmiş 
    olanlar) ile bellidir. Bunun için selefler ve halefler (eskiler ve yeniler)den 
    birçok müfessir âyetini Hazreti Muhammed'in ve ashab-ı kiram'ının yolu ve 
    sünneti ile tefsir etmişlerdir. Fakat başlangıç ve sonuç beraber gözönünde 
    bulundurulduğu zaman bu mânâda kendilerine nimet verilmiş olanlar cinsinden 
    bir toplum diye ahd-i zihnî mahiyetinde olmuş olur. 
  "ellezine"nin 
    sıfatıdır ve İslam'daki takva hasletinin esasını gösterir. Arapçada sıfat 
    (niteleyen) ile mevsûf (nitelenen) arasında tarif (belirlilik) veya tenkir 
    (belirsizlik) açısından da uygunluk şarttır. Halbuki = gayr kelimesi, "el-âlimü 
    gayrü'l-câhil", "el-hareketü gayrü's-sükûn" (âlim, cahil olmayandır; 
    hareket, durmakdan başka bir şeydir) şeklinde tam zıddı olan bir şeye müzaf 
    (tamlama halinde) olmadıkça belirli olamayacağı gibi, (ellezine) ism-i mevsûlü 
    (ilgi zamiri) de belirli olduğundan, ahd-i zihnî mânâsına yorumlanmadıkça 
    belirsiz bir kelime ile nitelenemez. Bundan dolayı bunun sıfat olması, mevsûlün 
    (ilgi zamirinin) ahd-i zihnî mânâsına açık bir ipucudur. Çünkü (mağdûbi aleyhim) 
    ve (dâllîn) vasıflarının mutlaka kendilerine nimet verilmiş olanların vasfına 
    tam zıd olması düşünülecek noktadır. Kendilerine nimet verilmiş olarak görünenler 
    içinde gerçekten öfkeye mahkum olan veya sapıtmış olan nice kimseler de bulunur. 
    Ve dünyada nimetler içinde yüzer gibi görünen birçok şahıs ve toplum buna 
    misal gösterilebilir. Bu itibarla (gayr) sıfatı, öfke ve sapıklığı olumsuz 
    kılarak kendilerine nimet verilen kimseleri bunlardan başkasına tahsis ediyor 
    ve o halde sağlam nimetler ile nimetten faydalananlar, bunların tam zıddı 
    olurlarsa da mutlak surette nimetten faydalananlar böyle değildirler. Bundan 
    dolayı nimet verme, kayıtsız olarak göz önünde bulundurulur ve (ellezine) 
    de bu sıla (ilgi zamirini açıklayan cümle) ile cins olarak veya ahd-i harici 
    ile (önce zikredildiği için bilinen) belirli tanılır ise (gayr) ona sıfat 
    olamaz, belki bedel olabilir. 
  Keşşâf ve ona uyarak 
    Kadı Beydâvi ve diğerleri bu bedel olmayı caiz görmüşlerdir. Fakat Ebu's-Suud, 
    tefsirinde bunu haklı olarak reddetmiştir. Çünkü bedel, cümledeki nisbette 
    esas kasdolunan olur. Mübdelü minh (kendisinden bedel getirilen) büsbütün 
    ihmal ve terkedilmiş halde olmamakla beraber, cümlede kasdedilen hedef olarak 
    da kalmaz. O halde (gayr), bedel ise (sırat) kelimesinden esas gaye nimet 
    değil, öfke ve sapıtmanın olmaması olacaktır. Ve bu şekilde kendilerine nimet 
    verilmiş olanlar demek, Allah'ın gazabından ve sapıtmakdan kurtulmuş olanlar 
    demek olacağını Keşşâf sahibi açıkça belirtmiştir. Gerçi def-i mazarrat (zararı 
    ortadan kaldırma), celb-i menfaat (menfaati celbetmek)ten daha iyi ise de 
    esas gaye yalnız zararı ortadan kaldırmak değil, o zarardan emniyette olan 
    nimet ve menfaattir. Bu ise bedelin değil, ancak sıfatın mânâsı olabilecektir. 
    Bundan dolayı sözün hedefi (en'amte aleyhim)dedir. Ve gazab (öfke) ile sapıtmanın 
    ortadan kaldırılması ona tabi olarak (uyarak) kasdolunmuş olur. Ve kendilerine 
    nimet verilmiş olanlar demek, mutlak nimet ile öfke ve sapıtmadan kurtulmayı 
    birarada elde edenler demek olur ki İslâm da budur. Ve gerçekten İslâm'daki 
    takva budur ve Ebu's-Suûd tamamen haklıdır. Bundan dolayı (gayr) kelimesinde 
    sıfat ve kelimesinde ahd-i zihnî mânâsı açıktır. Bununla beraber mutlak nimetten, 
    sağlam nimet veya söylediğimiz gibi sırat (yol) nimeti, İslâm nimeti kasdedilirse, 
    (gayr) bunun tam zıddına muzaf ve bundan dolayı belirli olmuş olacağından 
    cins veya ahd-i harici şeklinde sıfat olabilecektir.
  Gazab, nefsin bir iğrenç 
    şey karşısında intikam isteği ile heyecanıdır ki rızanın tam tersidir. Türkçe'de 
    öfke, bir fark ile hiddet, hışım da denilir. Allah'a nisbet edildiği zaman 
    gazab nefsî etkilenmelerden tecerrüd edilmekle en son haddi ve gayesinde kullanılır 
    da intikam iradesi veya ceza verme mânâsı kasdolunur. Bu da Rububiyet-i Rahimiyenin 
    gereğidir. Yani öfke mutlak surette rahmetin zıddı değildir. Mesela zalime 
    öfkelenmek, mazluma rahmetin gereğidir. teriminde bu ünvan kendilerine âdeta 
    isim olmuş gibi bir kuvvet vardır ki, öfkeye mahkûm, öfke altında kalmış gitmiş 
    demek olur. Bundan dolayı bazan bir cezaya uğramak, kendisine öfkelenilmiş 
    olmak değildir ve hele gerçekten birtakım gelecek nimetlerin başlangıcı ve 
    vesilesi olan acılar hiçbir zaman ceza ve öfke değildir. "Andolsun, sizi 
    korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme gibi şeylerle deneriz; 
    sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/155). Çünkü her işte değer, sonuca 
    göredir. 
  Dalal ve dalalet, doğru 
    yoldan kasıtlı olarak veya hata ederek sapmaktır ki, hüdâ (doğru yolu gösterme)nın 
    karşıtıdır. Türkçe'de bunlara sapmak, sapıklık ve sapkınlık da denilir. Dalal, 
    bazen gafletten ve şaşkınlıktan meydana gelir. Ve çoğunlukla da ondan sonra 
    şaşkınlık gelir. Sonra yitmekle ve daha sonra yok olmakla biter. Bu vesilelerle 
    dalal; gaflet, hayret, yok olma, helak olma mânâlarına da kullanılır. Aslında 
    hissedilen maddi yoldan sapmaktır. Sonra maneviyatta ve akıl ile bilinen şeylerde 
    de meşhur olmuştur. Ve biz çoğunlukla dalalet ve sapkınlığı yalnız dinde; 
    dalal ve sapıklığı da akılda ve sözde kullanıyoruz. Bundan dolayı (dâllîn) 
    tam anlamıyla sapkınlar demektir. 
  Burada gerek ve gerek 
    deki tarif (belirlilik) edatının istiğrak (her şeyi içine alan) veya cins 
    için olduğu açıktır. Çünkü nimetin tam salim olması bundadır. Birçok tefsirciler 
    de böyle cinsi olumsuz kılma şeklinin tefsirlerini seçmişlerdir ki, bu şekilde 
    nimet ve doğruluğun zıddı olan öfke ve sapıklık, kitaplı ve kitapsız müşrik 
    (Allah'a şirk koşan) ve müşrik olmayan bütün küfür ehlinin yollarından açık 
    olarak sakınılmış olur. Bununla beraber, tarif edatlarının en önde olan ahd-i 
    haricî mânâsına yorumlanmalarında da aynı mânâyı dolayısıyla elde etme mümkündür. 
    Ve bunda ayrıca bir belağat da vardır. Çünkü ve vasıfları kat'î olarak bilinen 
    en alçak ve en azlarına sarfedilmiş olursa, bunlardan sakınmak öbürlerinin 
    hepsinden sakınmayı öncelikle gerekli kılar. Bu da İslâm milleti dışındaki 
    milletler arasında bir farklılığın bulunduğunu göstermek belağatini içerir. 
    
  Acaba her ikisinin 
    en az mertebesi ile böyle bir ahd-i haricî var mıdır? Evet gerek Kur'ân'da 
    ve gerek Peygamber'in hadislerinde ve genellikle İslâm şeriatında bununla 
    ilgili deliller vardır. Ve bunlar Kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlardır. 
    Gerek Allah'a şirk koşan ve gerek şirk koşmayan bütün kâfirler hakkında yüce 
    Kur'ân'da "....Fakat küfre göğüs açan (küfürle sevinç duyan) kimselere 
    Allah'tan bir gazab iner ve onlar için büyük bir azab vardır." (Nahl, 
    16/106) âyetinde olduğu gibi öfkeyi ve "(Sana gelenleri) inkar edip Allah 
    yolundan menedenler, gerçekten derin bir sapıklık içine düşmüşlerdir." 
    (Nisâ, 4/167) âyetinde olduğu gibi sapıklığı genelleştirerek açıkça ifade 
    etmekle beraber yahudiler hakkında çoğunlukla "Üzerlerine alçaklık ve 
    yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar." (Bakara, 2/61) 
    gibi gazabı, hıristiyanlar hakkında da "Ey Kitab ehli, dininizde haksız 
    yere aşırılığa dalmayın ve önceden sapmış, birçoklarını da saptırmış, düz 
    yoldan şaşmış bir milletin keyiflerine uymayın." (Mâide, 5/77) gibi sapıklığı, 
    açıkça ifade buyurmuştur. 
  Bununla beraber yahudiler 
    ile hıristiyanların kestiklerini yemek ve kızlarıyla evlenebilmek gibi yakın 
    muamelelerde diğer müşriklerden farklarını da göstermiştir. Bunlardan anlaşılır 
    ki kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlar, gazab ve sapıklıkta diğer müşriklerden, 
    dinsizlerden ve diğer batıl din sahiplerinden daha ehvendir. Ve bunlar, İslâm'ın 
    yakın zıddıdırlar. Bundan dolayı Fâtiha'da "kendilerine gazab olunan 
    kimselerden" maksat ahd-i harici ile yahudiler, "sapıtmışlardan" 
    maksat da hıristiyanlardır, diye tefsir olunursa, (gayr) ve (lâ) ile ilk önce 
    ve metin ile bunların yolu olumsuz kılınmış ve dolayısıyla öncelikle (yani 
    dâl bi'd-delâle: delaletiyle delalet edici) olarak da bütün diğer kâfirlerden 
    sakınılmış olur. Ve bu tefsirin naklinde senedler kuvvetlidir. İbnü Cerir 
    Taberî epeyce hadis nakletmiştir. "Dürrü Mensûr"un açıklamasına 
    göre; İbnü Ebi Hâtim: " (mağdûbi aleyhim)in yahudiler ve "dâllîn"in 
    hıristiyanlar olduğu şeklindeki tefsirde, tefsirciler arasında ihtilaf olduğunu 
    bilmiyorum." demiştir. Nasıl ki İbnü Hibbân ve Hâkim (Neysâburî), bu 
    konuyla ilgili hadislerin sıhhatına; Tirmizî de hasen olduklarına hükmetmiş 
    ve bunları birçok muhaddisler tahriç etmişlerdir. 
  Nassın görünürde bu 
    genelliğini iki çeşitte toplayacak tarzda kayıt ve şarta bağlamak usûl açısından 
    caiz olmayacağı düşüncesiyle bazı tefsirciler buna ilişmiş ve âyet metninin 
    umumî mânâ üzere bırakılması ile yahudiler ve hıristiyanları birer örnek olarak 
    kabul etmeyi uygun görmüştür. Yahudiler ve hıristiyanlar en zararsız ve kat'i 
    olarak bilinen en yakın kimseler olarak düşünülmeyecek olursa bu itiraz haklı 
    olarak akla gelebilir. Çünkü sakınmayı onlara tahsis etmenin mânâsı İslâm'da 
    hem akla ve hem kesin nakillere aykırı olduğundan böyle bir ahd-i hâriciye 
    imkan yoktur. Söylediğimiz gibi bunlar kat'i olarak bilinen en yakın kimseler 
    olarak düşünülürse diğerlerinden genel olarak sakınmak öncelikle sabit olacağından 
    dolayı bir gruba tahsis etmek, bir tarafa atılmış ve sakıncası atlatılmıştır 
    ve zaten de şirkleri açıkça belli olan diğer müşriklerden ve bunlara göre 
    hafif olan Yahudiler ve Hıristiyanlardan da dolayısıyla sakınılmış olduğundan 
    burada da; bunlardan açıkça ve diğerlerinden dolayısıyla sakınılmış olmasında 
    da belağat vardır. O halde bu konuyla ilgili hadislerden de biraz bahsedelim: 
    
  Hazreti Peygamber (s.a.v.) 
    Efendimiz'in "Yahudiler, kendilerine gazab edilmişler, Hıristiyanlar 
    da sapıklardır." buyurduğunu Tirmizî "Sahihi" bu bölümü tefsirinde 
    ünlü Hâtim et-Tâî'nin oğlu Hz. Adî'den, senedi ile bir hasen hadis olmak üzere 
    rivayet etmiştir ki meâli şöyledir: "Adî b. Hâtim (r.a.) demiştir ki: 
    Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'e gittim, mescidinde oturuyordu. Cemaat: "İşte 
    bu Adî b. Hâtim'dir." dediler. Ben ise aman dilemeden ve yazışma yapmadan 
    gelmiştim. Hemen huzuruna atıldım. Derhal elimi tuttu: "Başlangıçta Allah'tan 
    ümit ederim ki onun elini benim elime koyacak." buyurmuştu. Daha sonra 
    kalktı. O sırada bir kadın beraberinde bir çocuk ile huzuruna geldiler ve: 
    "Bizim sana ihtiyacımız var." dediler. Onlarla beraber kalkıp onların 
    ihtiyaçlarını giderdi. Sonra elinden tutup beni mübarek evine götürdü. Bir 
    kız çocuğu ona bir yastık yere koydu ve o üzerine oturdu. Ben de huzurunda 
    oturdum. Bunun üzerine Allah'a hamd ve sena etti ve şöyle buyurdu: "Allah'tan 
    başka ilâh yoktur." demekten niye kaçıyorsun, ondan başka bir ilâh mı 
    biliyorsun?" Ben: "hayır" dedim. Ondan sonra biraz konuştuktan 
    sonra "Sen her halde (Allahü Ekber = Allah en büyüktür) denilmesinden 
    kaçıyorsun, demek ki Allah'tan daha büyük birşey biliyorsun." buyurdu. 
    Ben yine "hayır" dedim. Buyurdu ki; yani "Yahudiler gazaba 
    uğramış, mağdubi aleyhim olmuşlar, Hıristiyanlar da sapıtmış sapıklığa düşmüşler". 
    Bunun üzerine ben de: "Ben müslüman oldum geldim." dedim. Ve baktım 
    ki mübarek yüzü sevincinden açılıyordu. Daha sonra emretti. Ensar'dan bir 
    zatın yanına verildim. Akşam-sabah hep peygamberin huzuruna gelir dururdum. 
    Yine bir akşam yanında idim. Bir insan topluluğu geldi. Üzerlerinde yün elbise 
    vardı. Allah'ın elçisi kalktı, namaz kıldı, sonra onları teşvik etmeye başladı. 
    Diyordu ki; "Bir sa' (dört avuç, yaklaşık 3 kg.) olsa bile, yarım sa' 
    olsa bile, bir tutam olsa bile, bir tutam parçası olsa bile bununla her biriniz 
    yüzünü cehennemin -yahut ateşin- hararet (sıcaklığı)'inden korusun, hatta 
    bir hurma tanesi olsa bile, yarım hurma tanesi olsa bile. Her biriniz Allah'a 
    varacak, O da size şu söyliyeceğimi söyliyecektir: "Ben size göz, kulak 
    vermedim mi? Evet verdin der. Mal ve çocuklar vermedim mi? Evet verdin der. 
    O zaman Allah Teâlâ: "O halde hani sen kendin için önceden ne hazırlık 
    gördün der" ve insan işte o vakit önüne, arkasına, sağına, soluna bakar 
    da cehennemin sıcaklığından yüzünü koruyacak hiçbir şey bulamaz. Her biriniz 
    yüzünü ateşten korusun da yarım hurma ile olsa bile. Bunu bulamazsa, tatlı 
    sözle bile olsun. Çünkü ben artık sizin hakkınızda fakirlik ve yoksulluktan 
    korkmam. Çünkü Allah yardımcınız ve vericinizdir. Sizin için fakirlik korkusu, 
    nihayet Medine ile Hiyre arasında kervan giderken bineğinin çalınması korkusu 
    ne ise ondan fazla değildir." buyurdu. 
  Adî b. Hâtim (r.a.) 
    bunu rivayet ettikten sonra şunu da ilave etmiş: "Bunu dinlerken ben 
    gönlümden; bu nerede? Tay dağlarının eşkiyası nerede? diyordum." demiştir. 
    
  Fakat Yahudiler gazaba 
    uğramışlar demekle, Yahudilerdir, demek arasında büyük bir fark vardır. Bundan 
    dolayı bu ve benzeri hadislere göre Yahudilerin ve Hıristiyanların Fâtiha'daki 
    (mağdubi aleyhim) ve (dâllînden) birer örnek oldukları anlaşılırsa da, âyetin 
    kelimelerinin delalet ettiği mânânın bunlardan ibaret olduğu anlaşılmaz. Bununla 
    beraber ikinci şekilde de sağlam rivayet vardır. Tarif (belirtme) edatının 
    en önde gelen mânâsı ahd-i hariciye göre yorumlanması, yukarıdaki açıklama 
    ile kolaylık dairesinde mümkün olunca mütevatir olmayan hadislerle âyeti kayıt 
    ve şarta bağlamanın sakıncası vârid olmayacağından dolayı bu hadislerin de 
    kullanılması vacib olur. Bundan dolayı iki tefsir arasındaki fark, birisinde 
    yani cinste hepsinden sakınmanın söz ve metin ile; diğerinde de mânâ ve delaletle 
    olmasındadır. Birincisine göre İslâm açısından müşrikler ile kitab ehli arasındaki 
    fark Fâtiha'da ifade edilmemiş, ikincide ise bu fark bile gösterilmiş olur 
    ki biz bunu Kur'ân'ın üslubuna daha uygun buluyoruz. 
  Bunda bizi düşündürecek 
    çok önemli noktalar vardır. Acaba Resulullah Efendimiz, "Yahudiler gazaba 
    uğramış, Hıristiyanlar sapıtmışlardır." buyurduğu zaman, bunlar ne durumda 
    idiler? Yahudiler, daha çok zaman önce dünya sevgisi ve bencillik ile Tevrat'ın 
    hükümlerini ihmal ederek ve bozarak Hak yolundan bile bile ayrılmışlar ve 
    bunun neticesinde nice yüce peygamberlere ve özellikle Zekeriyya, Yahya ve 
    İsa (a.s.)'a olan haksızlıklarıyla da hem Allah'ın gazabını ve hem halkın 
    nefretini kazanmışlardı. Ve çoktan siyasi hürriyetlerini tamamiyle kaybetmişler 
    ve darma dağınık olmuşlardı. Ve bu şekilde kaybettikleri zahiri toplulukları 
    yerine ta Hz. Süleyman (a.s.) zamanından beri takip edegeldikleri gizli cemiyetlerle 
    uğraşmışlar ve uğraştıkça da bütün milletleri kuşkulandırmışlar ve dünyadaki 
    insanlar gözünde içleri dışlarına uymayanların başı sayılmışlardı. Bununla 
    beraber aslında dünyayı aydınlatmış bir kitaba, harikalarla dolu bir tarihe 
    mensup olduklarından dolayı bir dereceye kadar aydın ve en azından geçmişleri 
    ile şimdiki durumları arasındaki oranlama itibariyle de pek fazla dikkate 
    değer idiler. Geçmişte Allah'a dayanması dolayısıyle çok feyizli ve bereketli 
    olan dinlerini zamanımızda milliyetçilik çemberi ile bağlayarak devamlı hakkın 
    üzerine çıkmak (hakkı ezmek) istiyorlar ve bunu istedikçe düşüyorlardı. 
  Hıristiyanlara gelince: 
    O zamanlar bunlar Roma'nın mirasçısı, İstanbul'un sahibi olarak yeryüzündeki 
    iki büyük devletin biri ve hatta birincisi bulunuyorlardı. Karşılarında bir 
    İran (devleti) vardı. Yani o günkü Hıristiyanlığın dünyadaki yeri bugünkü 
    Hıristiyanlık'tan çok yüksek idi. Dış görünüşlerine bakıldığı zaman bunlar 
    kendilerine nimet verilmişler zannedilebilirlerdi. Halbuki gerçekte böyle 
    değil idiler. Kötü bir sonuca doğru yürüyorlardı. Sonuçları ve ahiretleri 
    gerçekten tehlikeli idi. Gerçi bunlar, Yahudiler gibi ırkçılık çemberine sıkışmış 
    değildiler. Fakat hak ölçüsünü kaybetmişlerdi. İşin başlangıcında Hakk'ın 
    tevhidi yerine üçlü ilâh inancına saplanmışlardı. Ve en adi müşrikler gibi 
    putlar içinde kalmışlardı. Gerçi Manîviye ve Seneviyye (biri iyilik öteki 
    kötülük için olan iki ilâhın varlığını kabul edenler)ye göre bu üçlü ilâh 
    inancının başında bir baba ilâh tanıdığından dolayı az çok bir tevhid mânâsı 
    yok değildi. Fakat bu üçlü ilâh inancı, İskenderiye felsefesinin değişik üç 
    şahıstan ibaret ekânim-i selasesi (üç unsuru) yerine, üç şahsın birleşmesine 
    dayalı bir ekânim-i selase (üç unsur) idi. O şekilde ki hem bir, hem üç idi. 
    Böyle aklın çelişki kanununu da çiğneyen bir üçlü ilâh inancı artık aklî ilerlemelere 
    meydan bırakmamış ve miras yoluyla elde ettikleri bütün ilimleri ve fenleri 
    çığırından çıkarmış ve delillerle isbatlama yolundan ayrılıp sadece kalbî 
    zevke ve doğru bir yolu takip etmeyen meyillere dayanarak dini rastgele, insanları 
    gemlemeye bir vesile gibi takip etmişler ve bunun için ellerinde bulunan mantıkın 
    uygulamasını bir yana atıp sadece psikolojinin meyiller ve hisler bölümü ile 
    halkın kalblerini cezbetmek için uğraşmışlar ve nice aşırılıklara sapmışlardı. 
    Diğer taraftan hukukla ilgili düşünceyi tamamen çiğnemişlerdi. Onlara göre 
    hak, şeriat kavramının gerçekle ilgisi yoktu. Bunlar ilmî, gerçek ve ilahî 
    bir kavram değil idi. Nitekim durum böyle iken hıristiyan dillerinde hukuk 
    mânâsına kullanılan kelimelerin hak ve hakikat (gerçek) maddesi ile hiçbir 
    ilgisi yoktur. (Druva) başka, (verite) başkadır. Ve aynı zamanda eski Roma'da 
    olduğu gibi, normal hazırlanmış bir hukuk da değildi. Bundan dolayı halkın 
    irâdesine de bağlı değildi. Hukuk yalnız ruhanilerin ve ruhani meclislerin 
    koymuş olduğu prensipler idi. Bunlar, hak üzerinde ilme ve ictihada dayalı 
    bir düşünce ile değil, bir irade düşüncesi ile tamamen kanun koyucu vasfı 
    ile hareket ediyorlardı ve bununla beraber üçlü ilâh inancının sonucu olarak 
    bu da Lâhut (ilâhî olan) ile nâsut (insanlara ait şeyler)un anlaşılmaz bir 
    karışımı idi. İnsan haklarının, böyle Allah'ın koyduğu kanunlara dayanmayan 
    kanun koyucularının elinde istenilen şekle konulabilmesi ve uygulamasında 
    da iyi niyet ile değil, keyfî ve zevkî noktalardan hareket edilmesi ve aslında 
    hıristiyanlardan başkasına hiç bir şekilde yaşama hakkı tanınmaması, toplumu 
    büyük çöküşlere hazırlıyordu. Çünkü insanlar dünyada şâirane bir zevkle geçici 
    zaman için eğlenebilirlerse de bu zevk gerçek zevki çiğnemeye başladığı zaman 
    derhal sönmeye mahkûmdur. İnsan haklarına aslında kalıcı hiçbir değer verilmediği 
    zaman ilahî hükümranlığın hiçbir anlamı kalmaz ve kalbî meyilleri (arzuları) 
    coşturacak diğer vasıtaların hepsi hakkın karşısında neticesiz kalır. Burada 
    inançtan meydana gelmeyen ve inanca aykırı ortaya çıkan sapıklık ve ahlâksızlıklardan 
    bahsetmeye gerek görmüyoruz. Çünkü onlar, dini esaslara bağlı değildir. Bu 
    şekliyle teslis (üçlü ilâh inancı), fikirleri kısırlaştırma, kalbleri avlama, 
    şeriatsızlık, vicdan darlığı ve özet olarak tek kelime ile hak ve hakikatten 
    uzaklaşma. İşte Hıristiyanlığın o zamanki bariz nitelikleri bunlar idi. Bu 
    ise peygamberlerin yolu olan hak yoldan sapma idi. Ve sapıklığın neticesi 
    de elbette şiddetli ceza olacaktır. Bunun için o sıradaki devletleriyle beraber 
    hıristiyanlar görünürde kendilerine nimet verilmiş sayılsalar bile vicdanları 
    ve gelecekleri sağlam değildi. Dünyada kuvvetten düşmeye ve ahirette de bu 
    haksızlıkların cezasına aday ve sapıklardı. Gerçekten de öyle oldu. Ve yüce 
    Allah kullarına böyle kusurlardan (lekelerden), tehlikelerden uzak ve sağlam, 
    gelecekte tam selamet ile Allah'ın nimetine ulaştıran İslâm dinini, doğru 
    yolu ihsan etti ve pek kısa bir zaman içinde İslâm dinini kabul edenlere Allah'ın 
    vaad ve nimeti şüpheden uzak olarak gerçekleşti. Ve bunlar, dünyaya en son 
    ve en olgun dinî örnek oldular. Bu doğru yolda sabit olanlar için aynı sonuç 
    -Allah'ın yardımıyla- sonsuza kadar gerçekleşecektir. İşte anlaşması ile bu 
    gerçeği dile getiriyor.
  ÖZETLE: Fâtiha sûresi 
    baş tarafında kâinatın başlangıç ve sonucuna ait bütün istenen özellikleri 
    ile Allah'ı bilme bahislerini, Kur'ân ilminin ve İslâm dininin konusunu, prensiplerini; 
    orta kısmında ise Kur'ân ilminin özel konusunu ve gayesini ve İslâm dininin 
    başlangıcı olup en büyük yaratılış kanunu olan Allah'la bağlılıkları ile bütün 
    sosyal sırları ve hukukla ilgili prensipleri tebliğ ve kaydettikten sonra 
    üç âyette de hak yolun, İslâm dininin efradını câmi (fertlerini içine alan), 
    ağyârını mâni (yabancıları çıkaran) kesin sınırını, tasvirine doyulmaz bir 
    belağat ile tesbit etmiş ve bunların hepsini başındaki bir belağatlı cümlesinde 
    toplayarak geçerliliğini Allah'ın adı ile ilan etmiştir. 
  İslâm dininin bu tarifi 
    şu oluyor: Gazaba uğratmadan, sapıklığa düşürmeden, doğruca ve selametle Allah'a 
    ve Allah'ın nimetlerine götürüp "el-hamdü lillâh = Allah'a hamd olsun" 
    dedirten ve bu temiz nimetlere tam selametle ermiş, gerçekten mutlu ve övülmüş, 
    öfkeye uğramamış ve sapıtılmamış zatlar tarafından takip edildiği tarih tarafından 
    görülmüş ve tecrübe ile bilinen büyük, aşikar, düz, doğru, hak yolu ve istikamet 
    yolu. 
  Bu dini kabul etmenin, 
    dindarlığın başlangıcı ilk önce Allah Teâlâ'yı tanımak ve ona diye Allah'tan 
    başka ilâh olmadığına tam bir şekilde söz vermek ve anlaşma yapmak ve ondan 
    sonra da tam bir sebat ve samimiyet ile gereğini yerine getirmek için hak 
    ve vazifelerin bütün sınırlarını bildiren ve üzerinde kolaylık ve selametle 
    yürünmek mümkün olan dosdoğru bir şeriat caddesine hidayet, yani bilimsel 
    olarak doğru yolu göstermek ve pratikte başarılı olmayı istemektir ki, bu 
    şuurlu isteğin cevabı Bakara sûresinin başında başlayacaktır. 
  Demek ki istemek ve 
    dindarlık bizden; din, şeriat ve doğru yolu göstermek Allah'tandır. Ve bu 
    hidayet (doğru yolu göstermek) iki çeşittir. Biri ilmî olan irşad, diğeri 
    fiilî (pratik) olan Cenab-ı Hakk'ın kuluna yardım etmesidir. Yüce Kur'ân, 
    ilmî irşadı istemenin cevabıdır. Fiilî olarak başarılı kılmayı istemenin cevabı 
    da bu irşadı kabul etmekle etraflıca dindarlıkta her an ve her lahza meydana 
    gelecektir. 
  İşte İslâm dini böyle 
    bir Allah kanunudur. Fâtiha bunu tanımlarken mânâsını isbatlamak için başlangıçtaki 
    aklî ve kalbî irşadlardan sonra gözlem ve tarihin şehadet ettiği tecrübeyi 
    gösterivermiş ve başka delil ve vesikaya bile ihtiyaç bırakmamıştır. 
  Bunda şüphe edenler 
    gözlem ve tecrübe ile sabit olan örneği peygamberlerin sonuncusu Muhammed 
    Mustafa (s.a.v.) Efendimizle yüce ashabının bu sayede nail oldukları Allah 
    nimetlerinin büyüklük ve mukaddesliğini tarihte gözleri kamaşa kamaşa okuyabilirler. 
    Elhamdülillah Allah'ın kitabı, bir harfi bile bozulmaksızın olduğu gibi elimizde 
    mevcut ve Peygamberimize ait sünnetler korunmuş olduğundan, İslâm dininin 
    hakikatında hiçbir sapma, hiçbir sapıklık arız olmamıştır. Bunun için Kur'ân, 
    Hazreti Muhammed'in mu'cizelerinin en derini, tarih de onun hak olduğuna, 
    davasının doğruluğuna şahittir. Ve bu şekilde bizim için din ilmi, akıl ve 
    nakil ile karışıktır. Bunları, doğruluk ve içten sevgi ile uygulayacak olan 
    toplumların tecrübe ile sabit olan aynı sonuçları elde edeceklerinden şüphe 
    etmek için hiçbir hak yoktur. İlim ve fen adına böyle bir şüphe ortaya atmak, 
    dün beni aydınlatan güneşin yarın aydınlatamayacağını iddia etmek gibi, tümevarım 
    kanununu inkâr etmektir. Fakat ilim ve fende, tecrübe ve tümevarım kanununa 
    pek büyük önem veren Avrupalılar bu istikra (önerme)yı yerinde yapmayarak 
    fikirleri karıştırıyorlar. Çünkü İslâm dininin mahiyetini, aslından ve hakkıyla 
    dindarlığına sahip olan kaynaklardan araştırmıyorlar da; çöküş içinde yuvarlanan 
    şimdiki müslümanlarda arıyorlar. Halbuki gerçek, şimdiki zaman ile geçmiş 
    zamanın karşılaştırmasından çıkacaktır. O zaman görülür ki o doğru yol üzerinde 
    gerçekten yürüyenlerle yürüyemiyenler arasında büyük fark vardır. Ve bu fark 
    bir ilerleme ile bir gerileme farkıdır. Demek ki sadıklar yükselmiş, sadık 
    olmayanlar gerilemişlerdir. Demek ki din, hak kanunudur, fakat din adına yapılanlar 
    noksandır ve doğru değildir. İlim ve fendeki her hak kanunu da böyle değil 
    midir? Mesela iyi matematik bilen bir adam muamelelerinde o hesabı yapmaya 
    üşenir de uygulamazsa kabahat matematiğindir denebilir mi? Ve mesela pis mikropların 
    zararlarını bilen kimse sokaklarda gezdiği papuçlarla oturduğu veya yattığı 
    odanın içine kadar girmeyi alışkanlık haline getirirse, sonunda etkisinde 
    kalacağı felaketten mikrop ve koruyucu hekimlik ilmini sorumlu tutmaya hak 
    kazanabilir mi? İnsanlar kendilerini hakkın kanununa uydurmakla yükümlü iken, 
    o hak kanununu kendilerine uydurmaya çalışırlarsa kusur o kanunun değil, o 
    insanın olur ve zararına katlanan da insandır. Allah'ın gazabı ilk önce bunu 
    bilerek yapanlar içindir. Bilmeyerek yapanlar da sapıklardır. Bunlar da sonunda 
    o akibete mahkumdurlar. Ne yazık ki asrımız insanlarında özellikle din hususunda 
    hakkın kanununu kendilerine uydurmak sevdası üstün gelmiş görünmektedir. İlim, 
    fen ve sanayideki bu kadar ilerlemelere rağmen bütün dünyada insanlığın sıkıntılarının 
    genel bir şekilde gittikçe artmasının sebebi de budur. Bu sıkıntıları, ancak 
    doğru yolda yürümek kesebilir. 
  "Allahım! Bizi 
    doğru yola hidayet et. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazabına 
    uğrayanların ve sapanlarınkine değil." Âmin, "kabul et" mânâsına 
    gelen bir ism-i fiil (fiil mânâsına gelen isim)dir. Âmin demeye de te'min 
    (emniyet hissi vermek) denilir. Bu Kur'ân nazmının bir parçası değildir. Bunun 
    için Mushaf'a yazılmaz. Fakat Buharî ve Müslim'de de rivayet edildiği üzere 
    Hazreti Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurmuştur ki; "İmam veleddâllîn 
    dediği zaman hepiniz âmin deyiniz. Çünkü melekler âmin derler. Âmin demesi, 
    meleklerin âminine rastgelenin geçmiş günahları affedilir." Diğer mevkuf 
    bir hadiste de: "Dünya halkının saflarının hizasında göktekilerin safları 
    bulunur." Bundan dolayı yerdeki "âmin" gökteki "âmin"e 
    rastgelirse ibadet edenin günahları affedilir." buyurulmuştur. Bundan 
    dolayı "âmin" sünnet ile sabittir. Hem imam ve hem cemaat tarafından 
    gizlice yapılmalıdır. İmam gibi yalnız başına namaz kılan da gizlice söyler.