76-ÝNSAN: 
    
  "Geldi."
   HEL ; soru 
    edatlarýndan olmakla beraber bazan "Bu bir insandan baþka bir þey deðil."(Enbiya, 
    21/3)de olduðu gibi (deðil) mânâsýnda olumsuzluk edatý; bazan da burada olduðu 
    gibi mânâsýnda olumluluk ifade eden bir edat yerinde kullanýlýr. Tefsirciler 
    bu kelimenin burada ve "Kaplayýp örten kýyametin haberi sana geldi."(Ðaþiye, 
    88/1) âyetinde mânâsýnda olduðunu söylemiþlerdir. Bunun iki türlü izahý vardýr: 
    
  BÝRÝSÝ, "hel" 
    aslýnda mânâsýna bir þeyin gerçekleþtiðini veya olmasýnýn yaklaþtýðýný ifade 
    etmek için kullanýlýr ki, "hakikaten geldi" yahut "yaklaþtý, geldi" demek 
    olur.
   BÝRÝSÝ de, 
    ikrar ifade eden bir soru olmak sûretiyle "geldi mi?" þeklinde sorularak" 
    geldi, geldi ya" diye ayný mânâyý ifade etmesidir. Bununla insan yaratýlýþýnýn, 
    kâinatýn yaratýlýþ tarihinden sonra olduðu kesin bir ifade ile anlatýlmýþtýr 
    ki sonra da bunun hikmeti, derece derece terbiye edilip seçilmek sûretiyle 
    olgunlaþtýrýlarak baþlangýç ve gayeyi anlayacak Allah bilgisi ile yükümlülük 
    sýrrýný alabilecek bir hale getirilerek kendi bilinç ve çabasýyle ileri doðru, 
    daha yüksek bir hayata seçilmek için Mülk sûresinin baþýnda geçtiði üzere 
    imtihan ve bela ile deneme meydanýna sevkedildiði anlatýlacak ve þükrünü bilmeyip 
    bu görevden kaçýnmak için kâfirlik edenlerin felaketleriyle, þükrünü bilip 
    görevlerini yapan iyi kullarýn temiz ruhlarý, çalýþma þekilleri ve bunun meyvesi 
    olarak ahirette elde ettikleri hayatýn zevkleri anlatýlacaktýr.
   Ýnsan üzerine. 
    Burada insandan maksadýn Âdem veya Âdem oðullarý olduðunu söyleyen görüþler 
    varsa da, açýk olan bunun Âdem'i ve Âdem oðullarýnýn hepsini kapsayan insan 
    cinsi olmasýdýr ve bu hüküm Âdem oðlunun her ferdi hakkýnda doðrudur. Dehirden 
    bir süre. 
  DEHR, Câsiye 
    sûresinde de geçtiði gibi Ragýb'ýn açýklamasýna göre asýl mânâsý, âlemin var 
    oluþunun baþlangýcýndan son bulmasýna kadar bütün süre, yani zamanýn tamamý 
    demektir. Burada da bu mânâyadýr. Bilinmeyen uzun zamanlara da dehr denilir. 
    "Zaman" kelimesi ise bunun aksine olarak az süreye de çok süreye de denir. 
    Zaman, zincir ve serilerinin toplamýna da parçalarýna da zaman denildiði halde 
    asýl dehr tek olan bütün zamana ve bazan da bunun büyük kýsýmlarýna denir. 
    Mesela; bir saat, bir gün, bir ay müddete zaman denir, dehr denmez. Bundan 
    dolayý Fýkýh'ta yemin meselelerinde "dehr" kelimesinin belirli veya belirsiz 
    hallerindeki mânâlarýnýn en azýný belirlemek hususunda ashabýn ve müctehitlerin 
    ihtilaflarý olmuþtur. Ýmam-ý Azam belirsiz olarak kullanýlan dehr kelimesinin 
    en az mânâsýnýn ne olduðunu tayin hususunda duraklamýþ "bilmem" demiþtir. 
    
  HÎN, zamanýn 
    az veya çok, sýnýrlý bir süresine denir. Zamanýn tamamý için kullanýlmaz. 
    Vakit gibi zamanýn bir parçasýna denilir. Buradaki hin kelimesi, dehrin baþlangýcý 
    olan âlemin yaratýlýþý ile insanýn yaratýlýþý arasýnda kalan, bunlarla sýnýrlanan 
    süreyi ifade eder. Nekire, yani belirsiz olarak kullanýlmasý ise, aslýnda 
    sýnýrlý olmakla beraber insan açýsýndan miktarýnýn bilinmediðine iþarettir. 
    Yani þu bir gerçek ki insan cinsi, âlemin yaratýlýþýndan bir hayli zaman sonra 
    yaratýlmýþtýr.
   Alemin yaratýlýþý 
    ile baþlayan dehirden, insan cinsinin yaratýlmasýna kadar sizin için bilinmeyen 
    ve bununla beraber bu iki sýnýrla sýnýrlanmýþ bir süre geçmiþ, insana doðru 
    gelmiþtir. O halde ki O süre içerisinde insan anýlýr (bu nam ile tanýnýr) 
    bir þey olmamýþtýr". Bu cümle insanýn halini bildirir veya hin = zaman kelimesinin 
    sýfatýdýr. Cümlenin ifade ettiði olumsuzluk, bir kayda yöneliktir. Yani hiçbir 
    þey olmamýþ deðil, anýlan bir þey olmamýþtýr. 
  MEZKÛR, hem 
    esre ile zikirden, hem de ötre ile zükürden olabilir. Asýl maksat, sadece 
    insan lafzýnýn söylenmesi deðil, bununla anlatýlmak istenen mânâ olduðu için 
    ötre ile olan "zükür" kelimesinden türetilmiþ olmasý akla daha uygundur. Bununla 
    beraber "zikir" kelimesi bundan daha geneldir. Yani insan adýyla anýlan, anlaþýlan, 
    insan diye düþünülen bir þey olmamýþ, bu gün insan adýyla zihnen göz önüne 
    getirilip anlatýlan cins var olmamýþtý, ancak insan ünvaný ile tanýnmayan 
    bir þey olmuþtu. Baþlangýçta ilk maddeleri olan unsurlar ve madenler, sonra 
    onlardan aþama aþama yaratýlýp orta maddeleri olan bitkisel, hayvansal gýdalar 
    "çamur hülasasý"(Müminun, 23/12), sonra onlardan süzülen yakýn maddesi olan 
    meniye doðru yavaþ yavaþ aþama ve mertebeler içinde gelen bir þey olmuþ, fakat 
    insan diye anýlan þey olmamýþtý. Gerçekte insanýn her ferdi gibi cinsi de 
    ezeli deðil, sonradan olmadýr. Hem dehrin baþlangýcýndan, âlemin yaratýlýþýndan 
    çok sonra var olmuþtur. Niçin öyle olmuþ da daha evvel olmamýþ? 
  2. Çünkü biz 
    insaný þöyle yarattýk: Yani, o kendi kendine, kendi keyfine göre olmadý, basit 
    ve sýnýrlý birmertebede 
    boþ ve mânâsýz olarak kalmak için de yaratýlmadý. Þu þekilde yaratýldý bir 
    nutfeden. Raðýb'ýn açýkladýðý üzere nutfe, esasen saf suya denir. Erkeðin 
    suyuna da nutfe denilmiþtir. Örfte nutfe ile meni eþ anlamlý gibi sayýlmýþtýr. 
    Fakat Kýyâme sûresinin sonunda da geçtiði gibi Kur'ân'da "Dökülen meniden 
    bu nutfe."(Kýyâmet, 75/37) buyrularak nutfenin meniden bir parça olduðu ifade 
    edilmiþtir. "Sahih-i Müslim"de rivayet olunduðu üzere "Suyun hepsinden çocuk 
    olmaz." hadis-i þerifinde de bir bütünün her parçasý kastedilerek "Bir suyun 
    her bir parçasýndan" buyrulmamýþ, bir parçasý kastedilerek "suyun tamamýndan" 
    buyrulmuþ olmasýndan çocuðun meydana geldiði o suyun, suyun toplamý olan bütün 
    meni deðil, onun bir parçasýndan ibaret olduðu anlatýlmýþ bulunduðundan nutfe, 
    meniden bir cüz olan saf tohumun adý olduðu anlaþýlýr. Sonra insan cinsinin 
    bir nutfeden yaratýlmýþ olmasýnýn görünen mânâsý, Âdem'in de bir nutfeden 
    yaratýlmýþ olduðunu ifade eder. 
  Ancak þu var 
    ki bu, nutfenin bir insandan gelmemiþ olmasýný gerektirir. "hülasadan"(Müminun, 
    23/12), "çamurdan"(En'âm, 6/2) âyetlerinden maksat da bu olmalýdýr. Gerçi 
    "Onu topraktan yarattý."(Âl-i Ýmran, 3/59) âyeti ile Âdem'in bundan istisna 
    edilmiþ olduðu neticesine varýlabilir. Fakat "Çamur hülasasýndan"(Müminun, 
    23/12), "Sonra da ona ol dedi, o da oluverdi."(Âl-i Ýmran, 3/59) gibi diðer 
    âyetler topraktan ve çamurdan yaratýlýþýn baþlangýç itibariyle olduðunu gösterdiði 
    gibi, "sizi çamurdan yarattý"(En'âm, 6/2), "sizi topraktan yarattý"(Rum, 30/20) 
    gibi genel olarak herkese hitap eden âyetler de baþlangýç bakýmýndan bunlarýn 
    bütün insanlar hakkýnda doðru olduðunu anlattýðýndan Âdem'in insandan gelmeyen 
    bir nutfeden yaratýlmýþ olmasýyla çeliþkili olmayacaðý cihetle "Allah insaný, 
    ateþle piþmiþ gibi kupkuru bir çamurdan yarattý."(Rahmân, 55/14) âyetinde 
    olduðu gibi burada da cinsin baþlangýcý þeklinde gelen "bir nutfeden" denilmesinden 
    hiçbir insanýn istisna edilmemesi daha açýktýr. 
  Fakat o nasýl 
    bir nutfe? "karýþýk" 
  EMÞÂC: Nutfeye 
    sýfat yapýlan bu kelimenin, bir þeyi bir þeye karýþtýrmak mânâsýnda olan "meþc" 
    kökünden olduðu belli. Ancak bunun tekil veya çoðul olduðunda ihtilaf edilmiþtir. 
    Zemahþerî, tekil olan nutfe kelimesine sýfat olduðu için "on parça olmuþ çömlek", 
    "yýrtýlmýþ aba" tabirleri gibi tekil lafýzlardan olmasýný tercih etmiþtir. 
    Ve "nutfetin emþâcin" denilmesiyle "nutfetin meþcin" denilmesi arasýnda fark 
    olmadýðýný, burada "meþc" kelimesinin çoðul olmasýnýn sahih olmayýp ikisinin 
    de birbirine karýþmýþ iki þey gibi karýþýk demek olduðunu söylemiþtir. Fakat 
    "emþâc" lafzýnda açýkça görünen sebebesbab, ketif-ektâf, þehid-eþhad kelimelerinde 
    olduðu gibi çoðul olmasýdýr ki tekili sebeb kalýbýnda meþec, ketif kalýbýndan 
    mesic, þehid kalýbýnda meþictir. Bu nedenle tefsircilerin çoðu bunu ahlât 
    yani karýþýk þeyler diye yorumlamýþlardýr. Bu durumda bu kelimenin tekil bir 
    kelimeye sýfat olmasý "zât-i emþacin" þeklinde takdir edilerek "karýþýk þeyleri 
    olan" yahut "karýþýk þeylerden ibaret, yani "herbiri karýþýk cüzlerden meydana 
    gelmiþ karýþýmlar toplamý olan nutfe" demek olmasý itibariyledir.
   "Emþâc" kelimesinin 
    tekil kabul edilmesi halinde, cüzlerinin bir kez birleþip karýþtýðý düþünülen 
    bir karýþým; çoðul olmasý halinde ise, cüzlerinden her biri baþka bir karýþým 
    olan farklý karýþýmlarýn birbirine karýþtýrýlmýþ olduðu düþünülen katmerli 
    karýþým demek olur. 
  Gerçekte ahlat, 
    karýþýk demek olan "halat" kelimesinin çoðuludur. Farklý unsurlarýn karýþýmýyla 
    meydana gelen ve kimyasal bir biçimde birbiriyle karýþtýðýndan dolayý "mizac" 
    dahi denilen kan, safra, salya, dalak gibi karýþýk kimyasal bileþimlere ahlat 
    denilir. 
  Þu halde nutfenin 
    karýþýmý nedir?
   Kuþkusuz 
    bu, nutfenin tam bir analizi yapýlarak bilinebilecek bir þeydir. Bunun tamamýný 
    ise ancak yapan bilir. Bunu sade "karýþýk" mânâsýna anlayanlarýn çoðu, nutfenin 
    rahimde kadýn menisiyle karýþmasý yani döllenme hali olarak kabul etmiþlerdir. 
    Fakat nutfe o vakit embriyon adýný aldýðý için "emþâc" vasfýnýn onda daha 
    önce bulunmuþ olacaðý açýktýr. Bazýlarý da kan ve benzeri karýþýmlar demiþlerdir. 
    
  Bu kelimenin 
    mânâsý ile ilgili olarak rivayet edilen yorumlar arasýnda ikisi dikkate deðerdir: 
    
  BÝRÝNCÝSÝ, 
    Keþþâf'ta zikredildiði üzere Ýbnü Mesud Hazretleri'nden gelen rivayettir ki, 
    buna göre emþâc, nutfenin urûku yani damarlarýdýr. 
  ÝKÝNCÝSÝ, 
    Katâde'den gelen rivayettir ki, buna göre emþâc, nutfenin taþýdýðý renkler 
    ve geçirdiði hallerdir. 
  Nutfenin urûku 
    görünüþte meninin liflerinden ibaret zannedilebilirse de nutfe, asýl tohumdan 
    ibaret olan döllenme hücresi olarak düþünülünce onun urûku; damarlarý, hayatî 
    teþekkülünde taþýmýþ olduðu deðiþik özellikleri çizen asýl çizgileridir ki 
    ilk þekillenmiþ maddesi olan protoplazmasýnda, çekirdekciðinde, zarýnda, bünyesine, 
    organizmasýna dahil ve nitelikleri içinde insanýn özellikleri girmiþ bulunan 
    ve özü ve içyüzü henüz bilimsel analizlerin ötesinde atomik inceliklere kadar 
    varan damarlar demek olur ki bunlar önce insan diye anýlmayan þeylerden baþlamýþtýr.
   "Nutfenin 
    renkleri ve geçirdiði haller" deyimi de, nutfe meydana gelene kadar geçirdiði 
    ve anýlmayan þeylerden süzüle süzüle halden hale girerek, geldiði birçok süzülme 
    mertebelerindeki hâl ve durumlarý ile bundan sonra embriyon ve et parçasý 
    yapýlmak ve yaratýlýþý tamamlanmak suretiyle geçireceði embriyon ve cenin 
    hallerindeki aþamalarý kapsayabilir. 
  Kýsaca, insan 
    kendi kendine var olmuþ ve olgunlaþmýþ, baþlangýcý olmayan bir varlýk olmadýðý 
    gibi, bir anda yaratýlývermiþ basit bir yaratýk da deðil, zamanýn baþlangýcýndan 
    bu yana devir devir, aþama aþama yaratýlagelmiþ adý saný geçmeyen þeylerden 
    süzülüp birbirlerine katýla katýla birleþtirilmiþ ve terbiye edile edile bir 
    takým nitelik ve özellikler ilave olunarak yetiþtirilmiþ karýþýmlardan meydana 
    getirilmiþ bir nutfeden yaratýlmýþtýr.
   Basit olmayan 
    böyle bir nutfenin yaratýlmasý öncelikle her þeyi bilen, hikmet sahibi ve 
    dilediðini yapabilen bir yaratýcýnýn yaratmasýna baðlý olduðu gibi, sonra 
    karýþtýrýlacak, birleþtirilecek ve terbiye olunacak basit parçalarýn yaratýlmasýna, 
    birleþtirilmesine ve süzülmesine de doðal olarak baðlýdýr. Bundan dolayý insanýn 
    yaratýlmasý zamanýn yaratýlmasý ile beraber baþlamýþ, bu nutfenin yaratýlmasýndan 
    sonraya kalmýþtýr. Þu halde bunda ilâhî ilimdeki insan tabiat ve mahiyetinin 
    hiç gereði ve lüzumu yok deðil; fakat o tabiat, yaratýcý ve etkileyici olmayýp 
    kendine kalsa hiçbir þey yapamýyacak olan aciz ve muhtaç bir "mümkin"dir. 
    Bu nedenle hüküm tabiatýn deðil, ona hakim olan yaratýcý, yüce Allah'ýndýr. 
    O tabiat esasen yok, onun ilminde vardýr. Düþünmeli ki basit bir hidrojen 
    diye anýlan þey ile "karýþýk bir nutfe" denilen þey arasýnda ne büyük fark 
    vardýr. Sonra da düþünmeli ki, "karýþýk bir nutfe" diye anýlan þey ile "insan" 
    denilen þey arasýnda tabiat bakýmýndan aþýlmayacak ne büyük bir ilerleme adýmý, 
    ne yüksek bir sanat ve kudret eseri vardýr. Ýþte bu âyetler insanlara özellikle 
    bunu duyurmak ve göstermek içindir. Evet, insan kendi kendine olmadýðý gibi 
    basit bir yaratýlýþla da yaratýlývermedi. Yüce Allah insaný ululuk þaný ile 
    gittikçe mükemmelleþtirmek ve en aþaðý mertebeden kendine doðru en yüksek 
    mertebelere erdirmek üzere, iþe yaramazlarýný atýp temizlerini süzmek suretiyle 
    karýþýmlardan meydana gelen bir nutfeden yarattý. Böyle yaratmasýnýn hikmeti 
    þu þekilde açýklanýyor: 
  Öyle ki, onu 
    sýnamak için evire çevire yarattýk. Yani o insaný öyle yaratýp artýk iþi bitti 
    diye baþýboþ býrakývermek için deðil, onu bir takým emanet ve yükümlülüklerle 
    yükümlü tutup kendisine duygular, görevler, zor iþler yükleterek imtihana 
    çekmek ve Mülk sûresininin baþýnda "Hanginizin amelce daha güzel olduðunu 
    denemek için ölümü ve hayatý yaratan odur."(Mülk, 67/2) diye açýklandýðý ve 
    Kýyame sûresinin sonunda "Bunlarý yapanýn ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?"(Kýyamet, 
    75/40) diye hatýrlatma yapýldýðý gibi daha ileri bir âlemde yüksek bir hayata 
    geçirmek üzere halden hale evire çevire yarattýk. Bu imtihan ve yükümlülükle 
    ileri doðru sonuçlarýný kabul etmesi ve verilen emirleri, yapýlan irþadlarý 
    dinleyip önünü ardýný görerek ona göre yoluna gitmesi için yarattýk da onu 
    iþitici ve görücü kýldýk. Gerek kendisinde ve gerek kendi dýþýnda iþitilecek, 
    görülecek Kur'ân'daki ve kâinattaki âyet ve delilleri iþiticek, görecek, kalp 
    gözüyle bilip ona göre bilinçli bir þekilde görevini yapacak yükümlü bir yaratýða 
    çevirdik. Ýþte daha önce anýlan bir þey deðil iken sonra insan diye anýlmaya 
    baþlayan, sonradan yaratýlan bu yaratýk; zamanýn baþlangýcýndan beri nice 
    hallerden geçirilip, söz edilmeye deðmez nice þeylerden süzülüp nice katkýlarla 
    karýþtýrýlarak meydana getirilmiþ karýþýk bir nutfeden "O sizi aþama aþama 
    yaratmýþtýr."(Nuh, 71/14) mânâsýnda evrile çevrile düzgün bir þekilde yaratýldýktan 
    sonra, "Sonra onu bambaþka bir yaratýlýþla inþa ettik."(Müminun, 23/14) ifadesince 
    bambaþka bir ruhani yaratýlýþa mazhar kýlýnmýþ; iþitici, görücü kýlýnýp ölüm 
    ve hayat geçitleriyle imtihan edilmiþ, henüz varacaðý gayeye varmamýþ, ölümden 
    sonra da bir hayata aday ve yolcu bir yaratýktýr. Þu halde tam anlamýyla iþitici 
    görücü olmayan va Rabb'ýna karþý görevlerini düþünmeyen kimseler insan ünvanýna 
    layýk deðildirler. Görülüyor ki insanýn bu þekilde tanýtýmý, onu "konuþan 
    hayvan" diye tanýtmaktan daha derin ve daha güzeldir. 
  "Onu imtihan 
    ederiz" kaydý, genellikle Kur'ân'da ifade edilegelen yükümlülüklerin hepsine 
    iþaret olmakla beraber, özellikle Mülk sûresinden beri anlatýlan ve bu cümleden 
    olarak Kýyâmet Sûresi'nde tasvir edilen ve bundan sonra da bu sûrede ve gelecek 
    sûrelerde tekrar hatýrlatýlacak olan insanlýðýn mukadderatý ile ilgili görev 
    sýkýntýlarýný ve ceza ve mükafat için yapýlacak imtihanlarý özetle anlatýr.
   "Görücü" 
    vasfý da, yine Kýyâmet Sûresi'nde geçen "Doðrusu insan kendi nefsini görücüdür."(Kýyamet, 
    75/14) âyetini özellikle hatýrlatmaktadýr. 
  Burada Razî 
    tefsirinde yazýldýðý üzere þöyle rivayet olunuyor: Hz. Ebubekir bu âyeti iþittiði 
    vakit; "Ah ne olurdu, o tamam olsaydý da mübtela kýlýnmasaydýk." demiþti. 
    Bu temenni Hz. Ebubekir'in bu âyeti ne ince bir görüþ ve seziþ ile anlamýþ 
    olduðunu gösterir. Çünkü bu temennide, insanýn eksikliðini ve olgunlaþmak 
    için gelecekle ilgili görevlerinin aðýrlýðýný derinden duyan bir korku sesleniþi 
    vardýr.
   Gerçekte 
    bu iki âyet, insanýn daha sonra yaratýlmasýnýn hikmeti, geçirdiði süzülme 
    mertebeleriyle yaratýlýþ þekli, hâl ve geleceði ile mahiyeti ve alýnyazýlarý 
    bakýmlarýndan çok derin uçlarý ve ince saçaklarý kapsayan ve nice nice amellerin 
    analiz ve tetkiklerine müsait esas sýnýr ve çizgilerini aydýnlatan ilâhî sýrlarý 
    özetleyip kýsaca bildirmiþ; insanýn aslýný, yaratýlýþýn baþlangýcýndan bu 
    yana en derin, en seçkin damarlarýndan toplanýp süzülerek özel bir þekilde 
    özümlenen özsu; mahiyetini de, tabiatýn kendiliðinden yetiþmesi ve atlamasý 
    ihtimali olmayan yüksek bir evrim adýmýyla doðrudan doðruya yüce Allah'ýn 
    sýfat ve fiilini gösteren duyma, görme ve sezme gibi bir ruhani gerçek olarak 
    tarif ederken, yaratýlýþ hikmetiyle bütün kaderini de, bir ucu kendi þuur 
    ve iradesine baðlanmýþ olan evrim için deneme ve sorumluluk kanununda özetlemiþtir. 
    Böylece insan diye anýlan þeyin; gayesine ermiþ, tam anlamýyla olgunlaþmýþ 
    ve dehrin son ucuna gelmiþ veya ölümüyle bütün kaderi tükenip bitecek bir 
    þeyden ibaret olmayýp, Rabbinden geldiði gibi, "O gün sevk ancak Rabbinedir." 
    (Kýyâmet, 75/30) ve "O gün varýp durulacak yer Rabbinin huzurudur."(Kýyâmet, 
    75/12) buyurulduðu þekilde yine Rabbine gitmek üzere altý cehenneme, üstü 
    cennete varan ve tehlike ve sýkýntýlarala dolu bir yolun yolcusu olduðu anlatýlmýþtýr. 
    
  3. Ýnsaný 
    imtihan edip denemenin bu iki yönü açýklýða kavuþturulmak üzere buyruluyor 
    ki: Kuþkusuz biz ona doðru yolu gösterdik. Bu yol "O 
    gün sevk ancak Rabbinedir."(Kýyamet, 75/30), "O gün varýlýp durulacak yer 
    Rabbinin huzurudur."(Kýyamet, 75/12) ve "Elbette sonunda Rabbine gidilecek."(Necm, 
    53/42) meâlindeki âyetler ve benzerlerinin anlattýðý ve Fâtiha'da ifade edildiði 
    gibi doðrudan doðruya Allah'a ve onun katkýsýz nimetlerine götüren ve Kur'ân 
    ile çaðrýlan hak Ýslâm dinidir. Yani insanýn içinde ve dýþýnda, baþlangýç 
    ve gayesiyle hak yolu göstermek üzere iþitilecek, görülecek ve düþünülecek 
    Kur'ân ve kâinat âyetleri, naklî ve aklî deliller, alâmetler ortaya koyarak 
    ve ona görme, iþitme ve sezme kuvvetleri vererek nereden gelip nereye gideceðini 
    ve son gayeye ermek için Rabb'ýna hangi yoldan gitmek ve ne gibi görevleri 
    yapmak gerekeceðini anlatarak irþat ettik. 
  Gerek þükredici 
    olsun o insan, gerek nankör kâfir. Yani isterse o irþat ve hidayet nimetinin 
    kýymetini bilerek Rabbine þükretmek üzere iman ve iyi niyetle o hak yoluna 
    girip sýkýntýlara göðüs gererek çalýþsýn, olgunlaþma gayesine doðru yürüsün; 
    isterse nankörlükle küfredip yükümlülük ve olgunlaþmadan kaçýnarak, bu irþat 
    ve hidayete karþý iþitmez ve görmezden gelerek bu imtihan âlemi olan dünya 
    hayatýnda kalmak istesin. Bu cihet kendisine, kendi tercihine býrakýlmýþtýr. 
    Her iki durumda da yol gösterilmiþ bulunuyor. 
  Bu hidayet 
    ve irþattan sonra insaný "þükredici" ve "nankör" diye ikiye ayýrmada, bir 
    taraftan þükretmeye teþvik, bir taraftan da küfürden sakýndýrmak için "Dilediðinizi 
    yapýn"(Fussilet, 41/40) tarzýnda insanýn ihtiyarýna hitap eden ve kýsaca ifade 
    edilmiþ bir vaad ve tehdit vardýr. Bu nedenle "leff ü neþr-i gayr-i müretteb" 
    üslûbu ile küfr ve nankörlükten sakýndýrmanýn illeti,
   4. Çünkü 
    biz kâfirler için zincirler, tomruklar ve bir cehennem, çýlgýn bir ateþ hazýrlamýþýzdýr, 
    yani, dileyen bunlarý seçsin fakat bunlar kalp gözüyle görebilecek olanlar 
    için seçilecek, dayanýlabilecek þeyler olmadýðýndan her halde küfürden ve 
    nankörlükten sakýnmak gerekir, meâlinde kýsaca anlatýldýktan sonra þükür ve 
    iman, iyilik ve ihsan ile çalýþanlarýn ruhlarýnýn temizliðiyle hayat tarzlarý 
    (yaþam biçimleri) ve gayretlerinin ürünleri, dünya hayatýnýn geçici zevklerine 
    ve kadehi devrilmeye hazýr sersemlik veren içki âlemlerine düþkün olanlarý 
    imrendirecek ve hasretlerini artýracak bir biçimde açýklanmak üzere buyruluyor 
    ki: haberiniz olsun ki, iyiler...
   5. "EBRAR, 
    "berr" kelimesinin çoðuludur. Nitekim "rabb" kelimesinin çoðulu da "erbâb" 
    gelir. "Fâil" kalýbý "ef'âl" þeklinde çoðul yapýlabildiðine göre, bu kelimenin 
    "bârr" kelimesinin çoðulu olabileceði söylenmiþtir. 
  Berr, iyilik 
    sahibi, tam anlamýyla hayýr sahibi, itaat edici, iyi insan demektir. "Allah 
    hakkýný edâ eden ve adaðýný yerine getiren kimse" diye de tarif edilmiþtir. 
    Hasen'den, "karýncayý incitmez, kötülüðe razý olmaz kimse" diye de rivayet 
    edilmiþtir. (Bakara Sûresi'ndeki "Yüzlerinizi doðu ve batý tarafýnda çevirmeniz 
    hayýr ve itaat deðildir."(Bakara, 2/177) âyetine ve Al-i Ýmrân Sûresi'ndeki 
    "Sevdiðiniz þeylerden infak etmedikçe hayýr ve itaata eremezsiniz."(Âl-i Ýmran, 
    3/92) âyetine bkz.) 
  BÂRR, iyilik 
    yapýp ihsanda bulunan ve bir de sözünde ve yemininde duran kimse mânâlarýna 
    gelir. Burada þükredici olanlarýn güzel halleri ve onlarý bekleyen mutlu son 
    anlatýlýrken onlardan "ebrâr" diye söz edilmesi bir tarif demek olup, bunlarýn 
    bu yüksek ikramlara bu vasýflardan dolayý nâil olduklarýna, yani þükürden 
    maksadýn amel ederek þükretme olup bunun iyilik, hayýr, ihsan ve doðru sözlülükle 
    yerine getirileceðine bir dikkat çekmedir. Ýþte böyle iyilik ve hayýr sahibi 
    iyi kiþiler içerler yani, ahirette içecekler. Kâfirlerin seîr denilen cehennemde 
    yanmalarý ahiretteki sonlarý olduðu gibi, bunun karþýlýðýnda zikredilen iyilerin 
    içmesinden maksat da ahiretteki içmeleri demek olur. Bir kâseden ki: 
  KE'S, kâse 
    demektir. Yukarýlarda da geçtiði gibi dolu kadehe denir. Boþ olursa ke's denmez. 
    Meþhur mânâda bunun hakikatý, içinde içki bulunan kadehin kendisidir. Özellikle 
    içindeki içkiye de denir. Ýçki içenlerin asýl maksadý neticede içkinin vereceði 
    neþe olduðu için daha sonralarý bu kelime zikr-i sebeb irade-i müsebbeb (sebebi 
    söyleyip neticeyi kastetme) yoluyla tam neþeden mecaz olarak kullanýlmýþtýr 
    ki, edebiyatta bu mânâda kullanýlýþý yaygýn olmuþtur. Þu halde "tam anlamýyla 
    dolgun, vereceði neþe içinde hiç sarhoþluk ve sersemlik bulunmayan, o anda 
    ve daha sonra her türlü gam ve kederden uzak saf ve duru bir hayat zevki, 
    demek olur. Böyle bir hayat ise, "Kuþkusuz ahiret yurdu, iþte gerçek hayat 
    odur."(Ankebut, 29/64) delilince ancak ahiret hayatýdýr. Çünkü dünyanýn hiçbir 
    neþesi yoktur ki içinde bir keder ve baþaðrýsý bulunmasýn. Bu mânâda tarihçi 
    Âli ne güzel söylemiþtir: 
  Neþe ümid 
    ettiðin sâgar da senden gamlýdýr.
   Bir dokun 
    bir ah dinle kase-i faðfûrdan. 
  Bu nedenle 
    "ke's" demekle gözetilen "tam neþe" mânâsý dünya kadehlerinde, dünya þaraplarýnda 
    yoktur. Bunlar bir neþeye karþýlýk bir türlü yýkýmla doludur. Bundan dolayý 
    Kur'ân'da dünya þarabý "Þeytanýn iþinden bir pislik"(Mâide, 5/90) ve "Günahlarý 
    faydalarýndan büyüktür." (Bakara, 2/219) diye nitelendiði halde, ahiret þarabý 
    "Tertemiz bir içecek" (Ýnsan, 76/21) þeklinde nitelenmiþtir ki bu, dünyada 
    ancak mutlak bir iman, tertemiz bir aþk neþesi ile ruhani bir gaye halinde 
    düþünülebilir. Bunda cismani zevkten ruhani zevke, geçici güzellik aynasýndan 
    mutlak güzelliðin þevkine geçen öyle derin ve sonsuz bir sevgiliye kavuþma 
    neþesi vardýr ki yolunda dünyadan geçilir, canlar feda edilir: 
  Câný cânan 
    dilemiþ vermemek olmaz ey dil! 
  Ne niza eyliyelim, 
    ol ne senindir, ne benim denilir.
   Ýþte bu neþeyi 
    duyanlardýr ki, "Allah yolunda öldürülenleri sakýn ölüler sanma. Aksine onlar 
    Rab'larý katýnda diridirler."(Âl-i Ýmran, 3/169) ve bir de 
  "Ýþte onlar, 
    en ileri giden sýddýklardýr. Þehitlerin mükâfatý Rab'larý katýndadýr. Hepsinin 
    ecirleri ve nurlarý vardýr."(Hadid, 57/19) müjdeleriyle Allah katýnda ebedi 
    hayatta neþe ile dopdolu olurlar. Bu ahiret neþesinden gafil olup da bütün 
    lezzetlerini dünya hayatýnýn zevkinde tüketmek isteyenler, dünya elemlerini 
    yalnýz dünya þarabýnýn dolmak ihtimali olmayan ve az bir neþeye karþýlýk türlü 
    acýlýklar, türlü baþaðrýlarýyla bulaþmýþ ve sonunda kýrýlmaya mahkum bulunan 
    boþ ve eksik kadehinde aradýklarý için yüce Allah onlara raðmen iyi kiþilerin 
    temiz ruhlarýyla duyacaklarý ahiret zevkini ve sonsuz hayat neþesini, birçok 
    sûrede olduðu gibi burada da dolgun bir içki kadehi ve temiz bir içki demek 
    olan "þürbi, ke's" ve "þarab-ý tahur=tertemiz þarap" zevk ve neþesi þeklinde 
    beyan edip açýklamýþtýr. Bu kadeh ile içilen içkinin karýþýmý dünya içkilerinin 
    karýþýmýna benzemeyip her türlü kusurdan ve hoþa gitmeyen kokulardan arýnmýþ, 
    son derece temiz ve sonunda açýklanacaðý üzere bir "þarâb-ý tahur" olduðu 
    anlatýlmak üzere buyruluyor ki: Onun, (yani o kadehin) karýþýmý bir kâfur 
    olmuþtur. 
  MÝZÂC, alet 
    bildiren bir isim mânâsýnda olarak bir þeye katýlan katký demektir ki, özelliði 
    bunda görünür. Mesela, bir þerbete katýlan gül suyu onun mizacý, katkýsý olmuþtur. 
    Sonundaki zamiri, kâsenin yerini tutmaktadýr. Ke's, dolu kabýn kendisinin 
    ismi olduðuna göre, kâfur, kadehin katkýsý olmuþ olur. Bu ise, o kâsenin sýrçasý, 
    "gümüþten billurlar" âyetinden de anlaþýlacaðý üzere kâfur tabiatýnda beyaz 
    ve hoþ demek olabileceði gibi, o kasenin içine katýlan içkinin kâfur özelliðinde, 
    görülmedik bir içki demek olduðunu da ifade edebilir. Bundan baþka "katkýsý 
    olmak", kabýn kendisinden ziyade içindeki içkiye daha uygun olacaðýna göre 
    burada "kâse"den maksat, içindeki içilecek þey demek olup bunun katkýsý da 
    o içilecek içkiye katýlan temiz ve hoþ bir katký demek olur. Önceki mânâya 
    göre kâfur, bildiðimiz mânâda düþünülebilir. Bilindiði gibi kâfur, beyaz ve 
    hoþ bir renkte, güzel kokulu, serin, antiseptik yani kötü kokuya karþý ve 
    doðal olarak kalbi kuvvetlendirme özelliðini taþýyan meþhur bir þeydir. Bir 
    kâsenin kendisinin bu tabiatta olmasý onun temizliðini, hoþluðunu, güzelliðini 
    ifade eden eþsiz bir "istiare-i temsiliyye" olur. Ýkinci ve üçüncü mânâlara 
    göre ise kâfur, bilinen mânâsýnda deðil, dünyada bilinmeyen bambaþka bir içki 
    veya içki katkýsý demek olur. Gerçekte bu mânâ ile kâfur, cennet çeþmelerinden 
    bir çeþmenin ismi diye rivayet edilmiþtir. Buna göre o iyi kiþiler, o dolgun 
    kadehten bu kâfur denilen çeþmenin suyunu veya içine o çeþmeden katýlan bir 
    cennet þarabýný içecekler demek olur. 
  6. Bu takdirde 
    "bir kaynak" sözü, kâfurdan bedel veya onun açýklayýcýsýdýr. Yani, o kâsenin 
    katkýsý olan kâfur, bir ayn, bir çeþme, baþka bir tâbirle bir kaynak, bir 
    kaynak gözü, bir pýnardýr. 
  Ýkinci ve 
    evvelki takdirde ise "içerler" fiilinin mefûlü (tümleci)dür. Yani katkýsý 
    kâfur olan o kâseden, hiç durmadan akan ve sonsuz hayat kaynaðý olan bir çeþme 
    suyu veya o su ile karýþtýrýlmýþ bir içki içerler. Buna Vâkýa Sûresi'nde imanda 
    en ileride olanlarýn nitelikleri anlatýlýrken "Akan içki kaynaðýndan doldurulmuþ 
    kadehler. Ondan baþlarý aðrýtýlmaz, akýllarý giderilmez."(Vâkýa, 56/18, 19) 
    denilmiþ, Saffât Sûresi'nde de, "Maîn'den doldurulmuþ bir kadehle onlarýn 
    etrafýnda dolaþýlýr. Bembeyaz, içenlere lezzet verir. Onda ne bir zararlý 
    sonuç vardýr, ne de içenlere sarhoþluk verir."(Sâffat, 37/45-47) denilmiþtir. 
    Bu sûrede geçen "kâfur", Saffât Sûresi'nde geçen "bembeyaz, içenlere lezzet 
    verir" ve Muhammed Sûresi'nde geçen "Tadý deðiþmeyen sütten ýrmaklar."(Muhammed, 
    47/15) gibi nitelikler birbirlerine yakýn mânâdadýrlar. 
  O kâfur veya 
    o içtikleri öyle bir çeþme ki Onunla, (yahut) ondan Allah'ýn kullarý içer, 
    güzel yollarla onu akýtýrlar da akýtýrlar. Ýstedikleri yerlere kolay kolay 
    akýtýrlar, diledikleri gibi kana kana içerler. Abdullah b. Ahmed'in "Zevâidü'z-Zühd"de 
    Ýbnü Þevzî'den rivayetine göre bu kaynaðýn altýn borularý vardýr, su onlarý 
    takip eder.
   Burada "Allah'ýn 
    kullarý", yine o anlatýlan iyi insanlarýn kendileri, içme de daha önce anlatýlan 
    içmenin açýklamasý olmak ihtimali var ise de, bunun genel mânâda olmasý daha 
    açýktýr. Bu duruma göre çeþme, o iyi kullarýn dünyada yaptýklarý hayýrlar; 
    Allah'ýn kullarýnýn ondan içmesi, herkesin ondan faydalanmasý; iyi kullarýn 
    kâfur katkýlý dolgun kadehten içmeleri de, ahirette onun sevabýndan elde ettikleri 
    sonsuz mutluluk neþesi demek olur.
   7. Bunun 
    þu þekilde izahý da bu mânâyý anlatýr: "Adaklarýný yerine getirirler..." Çünkü 
    bu âyetler o "iyi kul" deyiminin özet olarak anlattýðý mânânýn bir tür açýklamasý 
    olmak üzere onlarýn ahirette bu murada ermelerine vesile olan dünyadaki hallerini, 
    ahlâklarýný, ruh hallerini, fikir ve gayeleri ile hayýr iþlerinin esasýný 
    ve meyvelerini açýklamaya baþlamaktadýr. Yani, "onlar nasýl o iyiliðe erer, 
    o pýnarýn suyunu akýtýrlar?" denilirse, buyruluyor ki, "adaklarýný yerine 
    getirirler." 
  NEZR, bir 
    þeyi yapmayý üzerine almak ve adamak demektir ki, bir kimsenin, üzerine gerekli 
    ve vacip olmayan hayýrlý bir iþi kendine vacip kýlarak "yapayým" diye üzerine 
    almasýdýr. Kuþkusuz, kendine vacip olmayan nafileyi üzerine alýp da onu yerine 
    getiren kimseler, kendilerine vacip olan vazifeleri haydi haydi yaparlar. 
    Bu nedenle âyeti, gerek kendilerinin vacip kýlmasý ve gerek yüce Allah'ýn 
    vacip kýlmasýyla üzerlerine vacip olan her türlü vazife ve görevlerini yerine 
    getirirler demek olur. Böylece bu âyet, "Onlar emanetlerine ve ahitlerine 
    riayet ederler."(Müminun, 23/8) âyetinin mânâsý ile, "Kul bana nafilelerle 
    devamlý yaklaþýr. Neticede ben onun kulaðý, gözü... olurum." kudsi hadisinin 
    mânâsýný kapsar. "Yerine getirirler" fiili de muzari sigasý (geniþ zaman kipi) 
    ile bunu yerine getirmeye devam ettiklerini ifade eder. Yani, bir iki defa 
    yerine getirmekle kalývermez, devamlý yerine getirip dururlar. Hem de yaptýklarýyla 
    gururlanýp da "artýk yetiþir" diye gafil davranmazlar. Ve kötülüðü yaygýn 
    olan bir günden korkarlar, o endiþe ile korunur dururlar. 
  8. MÜSTATÎR; 
    uçan, uçuþan, yangýnýn veya sabah aydýnlýðýnýn yayýlmasý gibi ufuklara daðýlýp 
    yayýlma kabiliyetinde olan demektir. "Seve seve yemek yedirirler". Burada 
    sözü, sonundaki zamirin yerini tuttuðu isme göre iki mânâ ifade eder: 
  BÝRÝSÝ, yemeðe 
    sevgileri, yani kendi ihtiyaçlarýndan dolayý istek ve arzularý bulunmasýna 
    raðmen, demektir ki, "Sevmesine raðmen mal verdi."(Bakara, 2/177) ve "Sevdiðiniz 
    þeylerden infak etmedikçe iyiliðe ulaþamazsýnýz."(Âl-i Ýmran, 3/92) âyetlerinin 
    ifade ettiði mânâ budur. 
  BÝRÝSÝ de, 
    o yedirmeyi istemeye istemeye deðil, can ü gönülden isteye isteye, seve seve 
    yaparlar demektir ki, her birinin bir izah ve yorumu vardýr. "Miskine, yetime 
    ve esire" yedirirler.
   MÝSKÝN, kendi 
    kendine bir þey kazanmaktan aciz kimse demektir. 
  YETÝM, kendisi 
    için kazanç temin eden ölmüþ, kendisi de kazanç elde etmekten aciz mânâsýnadýr. 
    
  ESÝR, köle 
    olup olmamaktan, müslüman olup olmamaktan daha genel olarak, hangi esir olursa 
    olsun demektir. 
  Burada esirlere, 
    düþkünlere güzel muamele yapýlmasýna önemli bir þekilde dikkat çekilmektedir. 
    Esir, kendisine öldürme veya baþka herhangi bir muamele yapýlmaya mahkum bir 
    durumdadýr. Onu öldürmek gerekirse önce öldürmeli, fakat esirlik zincirine 
    vurulduktan sonra da iþkence etmeyip mümkün olabildiði kadar insanca bakmalýdýr. 
    Rivayete göre, Hz. Peygamber'e bir esir getirilir, o bu esiri müslümanlardan 
    birine teslim eder, "buna ihsan et, güzel bak" diye emrederdi. Esir iki üç 
    gün onun yanýnda kalýr, esire, onu kendi nefsine tercih edecek þekilde bakardý. 
    Katâde þöyle der: "O gün onlarýn esirleri müþriklerdi. Senin müslüman kardeþin 
    ise elbette doyurmana daha layýktýr." Müslüman bir esire yardým, daha çok 
    onu esirlikten kurtarmaya çalýþmakla olur. Sonra onlar bu yemek yedirmeden 
    bir menfaat ve karþýlýk beklemezler. 
  9. "Biz sizi 
    Allah için doyuruyoruz." derler. Fakat bunu açýkça yüzlerine söylemez, içlerinden 
    ve halleriyle söylerler. Onun için burada "böyle derler" diye açýkça söylenmemiþ, 
    dolaylý olarak ifade edilmiþtir.
   LÝ VECHÝLLAH, 
    Allah yüzü, devamlý olan ahiret yönü, Allah rýzasý için demektir.
   10. Abûs 
    çirkin suratlý, yani "içinde bulunanlarýn yüzlerini ekþitip fenalaþtýracak 
    olan kara gün", çatýk suratlý deniliyor ki, bu kelime, devenin dölleme sýrasýnda 
    kibir ile veya doðururken sýkýþtýrma halinde kuyruðunu kaldýrýp burnunu çevirerek 
    ve yanlarýný derleyerek aldýðý çalýmlý veya sýkýntýlý durumunu anlatan sözünden 
    alýnarak, iki gözünün arasýný çatýp þiddetle alýn buruþukluðu gösteren, yani 
    son derece çirkin veya kötülüðü birbirine girmiþ gibi zorlu ve dehþetli veya 
    uzun, uzayýp giden mânâlarý ile tefsir edilmiþtir ki o gün, kýyamet günüdür. 
    
  11. "Allah 
    onlarý o günün kötülüðünden korur ve onlara parlaklýk ve sevinç verir". Bu 
    âyetler de dünyadaki o ruh hali ile çalýþma ve gayretin sonundaki semeresini, 
    ahiretteki neticesini açýklamaya baþlarlar ki bu, "bir kadehten içerler" âyetiyle 
    kýsaca anlatýlan neþe ve mutluluðun izah ve açýklamasýdýr. 
  12. "Sabýrlarýna 
    karþýlýk onlara verilir", bununla, sabrýn, iyi kiþilerin muvaffak olma sebeblerinden 
    biri olan en seçkin özellikleri olduðuna ve böylece ayný anda hem þükrettiklerine, 
    hem de sabrettiklerine iþaret olunmuþtur. Cennet, yani diledikleri gibi yiyip 
    içecekleri, gönülde yer alan, hoþ bir bahçe. Ve bir ipek. "Orada giysileri 
    de ipektir."(Hacc, 22/23; Fâtýr, 35/33) âyetinde de belirtildiði gibi, bir 
    ipek ki onu giyip süslenirler. 
  13-14. Bu 
    yüzlerindeki parlaklýk ve içlerindeki sevinç, bu cennet ve ipek þu hâl ile 
    ifade ediliyor: Koltuklar üzerine dayanýp kurularak. 
  ERÝKE, gelin 
    odasýna kurulan yatak, donatýlmýþ koltuk demektir. 
  Orada zemherî, 
    yani þiddetli bir soðuk da görmezler. Çünkü aþýrý sýcak azap olduðu gibi aþýrý 
    soðuk da azaptýr. 
  15. Gümüþten 
    sýrça kaplar, billurlar. Bilindiði gibi gümüþ ile sýrça billurun tabiatlarý 
    farklýdýr. Gümüþten sýrça veya billur olmamak gerekir. Fakat burada eþsiz 
    bir istiare yapýlmýþ, gümüþ beyazlýðý ile billur berraklýðýnýn saflýðýný içeren 
    çeþitli biçimde kaplar tasvir edilmiþtir ki bunda kâfur katkýsýna da iþaret 
    vardýr.
   16. Gümüþten 
    sýrça kaplar, billurlar. Bilindiði gibi gümüþ ile sýrça billurun tabiatlarý 
    farklýdýr. Gümüþten sýrça veya billur olmamak gerekir. Fakat burada eþsiz 
    bir istiare yapýlmýþ, gümüþ beyazlýðý ile billur berraklýðýnýn saflýðýný içeren 
    çeþitli biçimde kaplar tasvir edilmiþtir ki bunda kâfur katkýsýna da iþaret 
    vardýr. 
  17. "Orada 
    onlara dolu bir kadeh sunulur ki, katkýsý zencebildir".
   ZENCEBÝL, 
    zencefil dediðimiz bilinen hoþ kokulu baharatýn ismidir ki bazý içeceklere 
    katýlýnca hoþ bir lezzet ve koku meydana getirir. Önce kâfur katkýlý kadeh, 
    burada da zencefil katkýlý kadeh denilmesinden ve birinde "içerler", öbüründe 
    de "onlara içirilir" tabiri kullanýlmasýndan iki tür kadeh anlaþýlýyor ki 
    birinin çalýþarak kazanýldýðýna, diðerinin Allah vergisi olduðuna iþaret olsa 
    gerektir.
   18. "Selsebil" 
    
  SELSEBÝL, 
    bunun ilk önce Kur'ân'da iþitilmiþ bir kelime olduðu söylenmiþtir. Selsel 
    ve Selsâl gibi, akýcý olmak ve peþpeþe akýp gitmek mânâlarýyla ilgili olarak 
    "akýmý ardarda olan ve içimi ve yudumu boðaza dokunmayacak þekilde gayet kolay 
    ve tatlý" mânâsýný ifade ettiði de söylenmiþtir. Mücahid, "akýmý kuvvetli, 
    içimi kolay" demiþ; Mukatil de, "suyu, istedikleri yere diledikleri gibi akar 
    bir pýnar" demiþtir. Katade'den rivayet olunduðuna göre, "Arþ'ýn altýnda Adn 
    cennetinden fýþkýrýp bütün cennetlere akan bir pýnardýr". Ebu Hayyan der ki: 
    Bu kelimenin zahirinden anlaþýlan bunun bir isim olmayýp "yutulurken akýcý, 
    tadýlmasý kolay" þeklinde bir nitelik bildirmiþ olmak gerektir. Çünkü gerçekten 
    isim olsaydý gramer bakýmýndan, müennes ve özel isim olduðundan dolayý, gayr-i 
    munsarif olmak gerekirdi. Bununla beraber gibi, fâsýlaya riayet için tenvinlenmiþ 
    olmasý da düþünülebilir. 
  Bazýlarý da 
    bunun, "bir yol iste" mânâsýna gelen sözünden nakledilmiþ bir isim olmasý 
    ihtimalini söylemiþlerdir ki, "ona bir yol arayanlar, ondan içebilirler" mânâsýný 
    dolaylý olarak gösterir demektir. 
  19. "Etraflarýnda 
    ölümsüz hizmetçiler dolaþýr..."
   20. Orada 
    gördüðün vakit, yani o cennette gözün her nereye iliþse bir nimet ve pek büyük 
    bir mülk görürsün, kederden, kin ve hileden uzak, katýksýz bir nimet ve anlatýlamayacak 
    büyük bir saltanat ki bu, duyu organlarýyla hissedilebilen ve akýlla düþünülebilen 
    nimetleri kapsar. Bazýlarý da þöyle der: O büyük mülk, bir þey meydana getirmek 
    ve bunu dilemek mülküdür ki, onlar bir þeyin olmasýný istedikleri zaman o 
    þey hemen oluverir. Ýþte bu "neye baksan" þeklindeki hitapta Resulullah (s.a.v)'a 
    ve ümmetine bunu bir vaad vardýr. 
  21. "Onlarýn 
    üzerinde vardýr". Bu, o nimete sahip olan kiþilerin görüldükleri sýradaki 
    veya etraflarýnda dolaþýlýrkenki hallerini açýklamaktadýr. Yani "sen gördün" 
    mânâsýndan veya "onlarýn etrafýnda dolaþýr" âyetindeki zamirden veya ta yukardaki 
    "yaslanmýþlardýr" sözünden hal olarak ipeði açýklamaktadýr. Yani, o nimet 
    içindeki kiþileri gördüðün vakit veya ölümsüz hizmetçilerle etraflarýnda dolaþýldýðý 
    veya koltuklarý üzerine oturduklarý sýradaki halleri, üstlerinde giyim yahut 
    üst taraflarýnda tezyinat olarak yeþil sündüs giysiler vardýr, yani sündüs 
    adý verilen gayet ince ve zarif ipek kumaþlardan yeþil giyecekler "ve istebrak 
    vardýr". Yani kalýn veya sýrmalý ipek kumaþlar ki "Sündüs ve atlastan elbiseler 
    giyerler."(Duhan, 44/53) mânâsýnca sýrasýna göre giyinirler veya oturduklarý 
    yerler aþaðýdan yukarý ve yukardan aþaðý bunlarla donatýlmýþtýr. Aslý Arapça 
    olmayan bu "sündüs" ve "istebrak" kelimeleri hakkýnda çok söz söylenmiþ ise 
    de bizim anlayacaðýmýz ince ve kalýn ipek kumaþlarýn en güzelleridir. 
  Ve gümüþten 
    bileziklerle süslenmiþlerdir. "Onlar süslenmiþlerdir." cümlesindeki zamir, 
    hizmet eden ölümsüz hizmetçilerin yerini tuttuðuna göre, bunlarýn böyle süslenmeleri 
    akla uygundur. Cennetteki kadýnlar hakkýnda da yaraþýr. Erkekler hakkýnda 
    bu tarz süslenmek nasýl övülebilir? diye bir soru akla gelebilir. Bunu cennettekilerin 
    zevkine havale etmek þeklinde bir cevap yeterli olabilirse de bunun akla uygun 
    bir yorumu da yok deðildir. Çünkü kollarýndaki bu bilezikler, cennet ehlinin 
    dünyada elleriyle yapýp uzmanlaþtýklarý salih amellerin simgesi olan mükafattýr. 
    Bazý âyetlerde altýn ve gümüþ bilezikler diye bunlarýn derecelerindeki farklýlýða 
    da iþaret buyurulmuþtur. Bazýlarý, "gümüþ hizmet edenlerin, altýn ise hizmet 
    edilenlerindir. Burada hizmet edenlerin süsü olmasý itibarýyla gümüþ denilmiþtir" 
    demiþlerse de altýnýn parlaklýðýna karþýlýk gümüþün rengindeki beyazlýðýn 
    daha çok samimiyet ve saflýðý simgelemesi ve bir de altýna oranla çokluðundan 
    dolayý herkese yararý daha kapsamlý olmasý nedeniyle burada sade gümüþ denilmiþ 
    olmasý daha uygundur. Sonra þu da unutulmamalýdýr ki, bu gümüþ, bildiðimiz 
    gümüþ deðil, o âleme özgü bir gümüþtür. Bütün bunlarýn yanýnda bu âyet, cismâni 
    ve ruhanî bazý iþaret yollu mânâlar da ilham edebilirse de onlar zevklerin 
    inceliklerine ait sýrlardýr. Bütün bunlar en son olarak þu zevk ve neþede 
    özetlenmiþtir: ve onlara Rablari tertemiz bir þarap sunmaktadýr. Ki hem temiz, 
    hem de hiçbir keder ve leke býrakmayacak þekilde son derece temizleyici bir 
    þaraptýr.Bu 
    þarap daha önce söz edilen biri kâfur katkýlý, diðeri zencefil katkýlý iki 
    türün ikisinden de üstün ve doðrudan doðruya âlemlerin Rabbý tarafýndan içirilen, 
    hiçbir katký katýlmamýþ, mutlak bir þekilde saf ve temizlik vasfýyla seçkin 
    tertemiz bir içki. Bu, Hakk'ýn cemaline kavuþma neþesidir.
   Bu þarabýn 
    temizliði ile ilgili gelen rivayetler:
   Ebu Kulâbe'den 
    þöyle rivayet edilmiþtir: Yiyecek ve içecekler verilir. En sonunda da tertemiz 
    bir þarap sunulur ki, bununla kalpleri ve bütün içleri tertemiz olur ve dýþlarýndan 
    misk kokusu gibi bir ter halinde taþar. Mukâtil'den de þöyle rivayet edilmiþtir: 
    Bu, cennet kapýsýnda bir kaynaktýr ki her kim ondan içerse yüce Allah onun 
    kalbinde kin, hile ve hasetten veya içinde kirden lekeden eser býrakmaz, hepsini 
    çekip çýkarýr: "Kalplerindeki kini söküp attýk. Kardeþler olarak divanlar 
    üzerinde karþý karþýya otururlar."(Hicr, 15/47) Öte yandan bu þarapta, dünya 
    þaraplarýnda bulunan lekelerden eser yoktur. Bazýlarý da þöyle demiþtir: Bundan 
    maksat sýrf ruhanî olan bir þaraptýr ki, bu insaný Allah'ýn dýþýnda her þeyden 
    uzaklaþtýran ilâhî tecellidir. 
  "Bir duruluk 
    var, su yok; bir hoþluk var, hava yok; bir nur var, ateþ yok; bir ruh var, 
    cisim yok". 
  Ýbnü Fârýd'ýn 
    "Hamriyye kasidesi"de bu mânâ üzere yazýlmýþtýr. Mesela "taýyye" ("tâ" harfi 
    ile biten kaside)sindeki þu beyit ile de bunu kastetmiþtir: 
  "Bana içirdiler 
    de, "þarký mýrýldanma" dediler. Oysa bana içirdiklerini Huneyn daðlarýna içirselerdi 
    daðlar þarký söylerdi". 
  Hikâye olunduðuna 
    göre, Bâyezid-i Bestami'ye bu âyeti sormuþlar. Demiþ ki: "Allah onlara tertemiz 
    bir þarap sundu. Onlardan baþka þeylerin sevgisini temizledi." Sonra da þöyle 
    demiþ: Yüce Allah'ýn bir þarabý vardýr ki, onu kullarýnýn en erdemlileri için 
    saklamýþtýr. Bu þarabý onlara doðrudan doðruya kendisi içirir. Ýçtilermi coþarlar, 
    coþtularmý uçarlar, uçtularmý ererler, erdilermi ayrýlmazlar. Onlar "Sadakat 
    meclisinde, kudreti sonsuz bir hükümdarýn huzurundadýrlar."(Kamer, 54/55) 
    sýrrýna ermiþlerdir.
   Razî, yazdýðý 
    yorumlarýn sonunda iþaret yollu bir mânâ ile buradaki içkilerin hepsini böyle 
    bir ruhânî tarzda anlatarak der ki: Ruh, melekler âlemindendir. Büyük ve ulu 
    meleklerin cevherlerinden bu ruhlar üzerine taþan nurlar, susuzluklarý gideren 
    ve vücudu kuvvetlendiren tatlý suya benzer. Kaynak sularý ve pýnarlar durulukta, 
    çoklukta ve kuvvette farklý olduklarý gibi, ulvî nurlarýn fýþkýrdýðý kaynaklar 
    da böyledir. Bazýlarý soðuk ve kuru tabiatte kâfura benzerler. Bunun sahibi 
    dünyada korku, aðlama ve sýkýntý makamýndadýr. Bazýlarý da sýcak ve kuru tabiatte 
    zencefil gibidirler. Bu halin sahibi de yüce Allah'tan baþka þeylere az iltifat 
    eder, maddeye ve cisimle ilgili þeylere az önem verir. Sonra insan ruhu kaynaktan 
    kaynaða, nurdan nura naklolur, gider. Hiç kuþku yok ki sebepler ve bunlarýn 
    neticeleri mutlak nur olan yüce Allah'a yükselerek son bulurlar. Bu makama 
    ulaþýp o þaraptan içince önce içilen içkilerin hepsi hazmedilir hatta yok 
    olur. Çünkü yüce Allah'ýn yücelik ve azametinin nuru karþýsýnda Allah'tan 
    baþka olan her þeyin nuru yok olur. Ýþte pek doðru kiþilerin yollarýnýn sonu; 
    yükselme ve olgunlaþmada derecelerinin en son noktasý budur. Bu nedenle yüce 
    Allah iyi kullarýn sevaplarýný zikrederken bu âyeti ile konuyu bitirmiþtir. 
    
  22. Þöyle 
    diyerek ki: Ýþte bu, sizin için hazýrlanmýþ bir karþýlýk idi ve çalýþma ve 
    gayretiniz karþýlýðýný buldu. Dünyadaki çalýþmalarýnýz boþa gitmedi; kýymeti 
    takdir olunup daha büyük bir mükafat ile karþýlandý. Bu hitap, cennetlikler 
    cennete girip kendileri için hazýrlanmýþ olan nimetleri gördükleri zamanki 
    kutlama ve tebrik hitabýný hikâyedir. Yani o zaman böyle denecektir. Allah'ýn 
    ilmindeki ezeli takdiri haber vermek suretiyle dünyadakilere bir vaad hitabý 
    olma ihtimali de vardýr. 
  Kâfirlere 
    hazýrlanan zincir, bukaðý ve cehenneme karþýlýk þükredenlere, iyi kullara 
    hazýrlanan gönül ve yüz aydýnlýðý, cennet, ipek, o saf nimetler ve büyük mülk 
    ile tertemiz þarap, karþýlýðý verilen çalýþma ve gayretin aþýrý derecedeki 
    neþesini beyandan sonra "Biz ona hidayet yolunu gösterdik." âyetinin mânâsýnýn 
    gerçekliðini göstermek ve konuyu açýklýða kavuþturmak için buyruluyor ki:
   Meâl-i Þerifi 
    
  23- Kur'ân'ý 
    sana kýsým kýsým biz indirdik biz.
  24- O halde 
    Rabbinin hüküm vermesi için sabret. Onlardan hiçbir günahkâra yahut nanköre 
    itaat etme. 
  25- Sabahakþam 
    Rabbinin ismini an.
   26- Gecenin 
    bir bölümünde de O'na secde et (akþam ve yatsý namazlarýný kýl). Hem de O'nu 
    uzun bir gece tesbih et (teheccüd namazý kýl). 
  27- Çünkü 
    onlar bu dünyayý seviyorlar ve önlerindeki aðýr bir günü arkaya atýyorlar. 
    
  28- Onlarý 
    biz yarattýk ve mafsallarýný sýmsýký baðladýk. Dilediðimiz vakit de kýlýklarýný 
    deðiþtiririz. 
  29- Ýþte bu 
    bir öðüttür. Dileyen Rabbine giden yolu tutar. 
  30- Allah 
    dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Kuþkusuz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet 
    sahibidir. 
  31- Allah 
    dilediðini rahmetine sokar. Zalimlere ise, acýklý bir azap hazýrlamýþtýr. 
    
  23. Sana baþkasý 
    deðil, biz indirdik, biz Kur'ân'ý. Ýnsana doðru yolu gösteren ve o tertemiz 
    þarap neþesini sunan Kur'ân'ý kýsým kýsým indirdik yani bir defada deðil, 
    zaman zaman aralýklý olarak, yirmi üç senede, azar azar. Ýlk insanýn yaratýlýþýnda 
    olduðu gibi, bunda da basamak basamak olgunlaþma ve yükselme kuralýna bir 
    uygunluk vardýr. Bununla önceden zikredilmeyen birçok þey olacak ve bu vaad 
    edilen þeyler kesinlikle gerçekleþecektir. 
  24-25. 
    Onun için acele etme de Rabbinin hüküm vermesi için sabret. Bugün son zafer 
    ve baþarýya erdirmeyip de yükümlü tutup, imtihan ettiði bir takým gayret ve 
    didinmelerin zorluðuna dayan, ilerde vereceði hükmü gözet, çünkü bu çekilen 
    zahmetlerin güzel bir sonu var sabýrsýzlýk edip de o insanlar içinden bir 
    günahkâra yani günaha çaðýran bir günahkâra veya küfre çaðýran nankör bir 
    kâfire itaat etme. Rabb'ýnýn ismini an. "Bir de sabýr ve namaz ile Allah'tan 
    yardým isteyin."(Bakara, 2/45) âyetinin mânâsýnca sabýr ile beraber ezana 
    ve namaza devam et. "Sabah akþam". 
  BÜKRA, erken 
    demektir. "Er"sözü, sabah ve sabahtan öðleye kadar olan süre için kullanýlýr. 
    
  ASÎL, ikindi 
    ve akþam üzeri mânâlarýna gelmekle beraber öðleden akþama kadar olan zamana 
    denir. Buna göre "sabahtan akþama kadar" demek olup bunun içinde sabah, öðle 
    ve ikindi namazlarý vardýr. 
  26. ve geceden 
    de, yani gecenin bir kýsmýnda da Ona, (yani Rabbýna) secde et. Burada "fâ" 
    ile "secde et" emri, "zikret" emrini de beyan ederek ondan da maksadýn namaz 
    olduðunu anlatýr. 
  Secde, "zikr-i 
    cüz, irade-i kül" (bir bütünün bir parçasýný zikredip tamamýný kastetme) yoluyla 
    namazdan mecazdýr. Yani secde zikredilmiþ, namaz kastedilmiþtir. Gecenin bir 
    kýsmý ve parçasý da akþam ve yatsý demek olur. 
  Hem de onu, 
    uzun gece, (yahut geceleyin uzun uzadýya) tesbih et. Bunda da Müzzemmil sûresinde 
    geçtiði üzere Peygamber'e teheccüdün vacip olduðuna bir dikkat çekme olmakla 
    beraber, Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabredilmesi emredilen müddetin uzun 
    bir gece gibi geleceðine ve onun, Allah'ý tesbih edip noksan sýfatlardan uzak 
    tutarak uyanýk bir þekil de ibadet ve hazýrlýk ile geçirilmesi gerektiðine 
    de iþaret vardýr. Bu iþaretin, dolayýsýyla ümmete ait olacaðý da unutulmamalýdýr. 
    
  27. Çünkü 
    onlar, yani kâfirler "peþini", yani dünyayý seviyorlar", "aðýr bir günü arkalarýna 
    atýyorlar". Bu aðýr gün, önlerinde bulunan kýyamettir. 
  28-29. "Eklem 
    yerlerini baðladýk". Esaret maddesi olan esr, aslýnda sýký baðlamak mânâsýna 
    mastar olup baðlama vasýtasý olan bukaðý ve bað için de kullanýlýr ki, burada 
    yaratýlýþ baðlarý, bedenlerin eklemlerini baðlayan damar, sinir ve adeleler 
    gibi bað vasýtalarý ile tefsir olunmuþtur. Biz bu "þedd-i esr" sözünü meâlde 
    "kundaklarý baðlamak" þeklinde ifade etmeyi uygun bulduk.
   "Dilediðimizde 
    yerlerine benzerlerini getiririz". Burada "tebdil-i emsâl = yerlerine benzerlerini 
    getirme" mimin kesriyle misil'den, kendilerini yok eder, yerlerine diðer benzerlerini 
    yaratýrýz mânâsýna, tebdil-i zevat yani zatlarýný deðiþtirme mânâsýna da olabilirse 
    de, sýfat ve kýlýk mânâsýna mimin fethasýyla mesel'den türetilerek "sýfatlarýný, 
    niteliklerini deðiþtirme" mânâsýna olmak daha uygundur. Nitekim Vâkýa Sûresi'nde, 
    "Kýlýklarýnýzý deðiþtirmek ve sizi bilmeyeceðiniz bir yaratýlýþla yaratmak 
    üzere.."(Vâkýa, 56/61) âyetinde bu mânâ açýk idi. 
   30. "Allah 
    dilemedikçe siz dileyemezsiniz". Bu âyet "cebr ve kader" meselesinde fikirlerin 
    çarpýþma sahasý olmuþ ise de bunda kullarýn dileme hak ve yetkisi olduðunda, 
    bununla beraber bu dilemelerin mutlak olmayýp Allah'ýn dilemesine uygunlukla 
    kayýt altýna alýndýðýnda þüpheye yer yoktur. Dolayýsýyla sorumluluk kula, 
    hüküm Allah'a aittir. Onun için kul, kendi kaderini kendi keyfine göre çizemez. 
    Kul, Allah'ýn dilemesi çerçevesinde sorumludur. Yüce Allah ise, hiçbir kayda 
    baðlý olmadan dilediðini yapar. Yol, onun tayin ettiði; sevap ve ceza da onun 
    hükümleridir. 
  31. O dilediðini 
    yapar. Bundan dolayý "Dilediðini rahmetine sokar. Zalimlere ise acýklý bir 
    azap hazýrlamýþtýr." buyurarak biri rahmetine, biri azabýna giden iki yol 
    göstermiþtir. Ýþte insan, gösterilen bu iki yolun arasýnda imtihan edilmek 
    üzere yaratýlmýþtýr. Yukarýda kýsmen açýklanan bu vaad ve tehdit, gelecek 
    sûrelerde de derinlemesine tahkik ve izah edilecektir.